22.7 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1135

Medeniyetler Mezarlığı ve Genetik Havuz: Anadolu

Kimine göre bu başlıktaki ifade, Anadolu için uygun kullanım olmayabilir. Bazılarına göre “mezarlık tabiri” yerine “müze”, “genetik havuz” ifadesi yerine de “mozaik” ifadeleri önerilse de bu yorum, doğrudan sapmayı getirir…

Bu konudaki fikirlerimize karşı iddia edilen husus şöyledir; “… Malum su bir eriyiktir, hâlbuki mozaik beraber ve bütün olan ayrı ayrı parçalardır. Mezar da ölümü tasvir eder, toprak altındadır, gözükmez, yokluktur. Müze ise eski ve bitmiş olan şeylerin görüldüğü ve incelendiği bir  mekânıdır.”

Bu söylem kendi mantığı içinde “doğru” gibi görünebilir; fakat işin aslı çok daha farklıdır. Çünkü Anadolu hem bir “genetik havuzdur” hem de “medeniyetler mezarlığıdır” derken bir gerekçesi vardır; dolayısıyla bu ifadeler ne bir eriğe ne de bir mozaiğe benzer…

Bu iki ifadenin patenti bendenize ait olup, doğruluğunu iddia eder ve savunurum. Şöyle ki; “genetik havuz” biyolojik çeşitliliği ifade ettiği için Anadolu’da yaşamış sosyal topluluklar, halklar ve milletler için çok uygundur. Anadolu’da yaşamış insanların soyları, biyolojik özellikleri, yaşam biçimleri ancak genetik havuza verdikleri “gen” sistemi dediğimiz kalıtsal özelliklerle yansıtılabilir.

Genetik özellikler, bir eriğin içinde bulunan ne “şeker”, ne “tuz” ne de “sitrik asit” moleküllerine benzer… Eriyikteki bu molekülleri ayırmak mümkün olmadığı gibi, ileri tekniklerle ayrılsalar dahi değeri ve özellikleri kalmaz… Asıllarını kaybederler… Eriyikteki şeker molekülü artık ne “şeker” olur, ne de tuz molekülü artık “tuz” olur… Sadece tatları kalır…

**

Medeniyetler mezarlığı…

Genetik havuz ifadesinin bazı insanlara ters gelmiş olmasını da doğal karşılamak gerekir. Ama gerçek böyledir…

“Medeniyetler mezarlığı” ifadesine gelince, yukarıda söylenen -önerilen- “müze” ifadesi, sadece bu medeniyetler mezarlığından çıkarılabilen çok az sayıda örnekleri görmek için kullanılabilir; zaten bunun ifadesi olarak da amaca yönelik kurumsal “müze” mefhumu yerleşmiştir. Eğer “medeniyetler müzesi” ifadesini “medeniyetler mezarlığı” yerine koyarsak, eksik ifade etmiş oluruz. Zaten bu yok olmuş medeniyetlerden geriye kalan bazı eserler “medeniyetler müzesi” ismiyle de sergilenmektedir… Örneğin “İslam Medeniyetleri Müzesi” gibi… Bu demek değildir ki tüm İslam Medeniyetleri bu müzelerde görülebilir…

“Mezarlık” ifadesinden kasıt çok farklı zaman ve kültür katmanlarında farklı medeniyetlerin birer bütün olarak yok olup birbiri üzerine yığılması anlamında algılanmalıdır. Kaldı ki burada “medeniyetler mezarlığı” kastıyla atfedilen  ifadede yer bulan “ölüm”, sadece canlı varlıklar için geçerli değildir; medeniyetlerin kültürleri, sanatları, yaşam zevkleri de ölebilir…

Eğer medeniyetler sadece insan topluluklarından ibaret olsaydı bugün müzelerde hiç bir şey olmazdı… Bu bağlamda medeniyeti oluşturan toplumların yok olmasıyla onların yarattığı kültür değerlerin bir kısmı de ölür; onların tamamını tekrar müzeye koyamazsınız… Müzelere konulan birkaç heykel, kullanılan eşyalar medeniyetleri tamamen kapsamaz…

“Mezarlık” mutlaka sadece insan ölülerini kapsamaz; ölüm sembolü olan mezarlık bir kültürün de ifadesi, bir toplumun yaşanmış belgesi olarak da bilgi verebilir… Örneğin bazı mezarlıklar, aynı zamanda ait olduğu toplumun medeniyet düzeyini de yansıtır. Selçukludan geriye kalan muhteşem özellikler taşıyan “Ahlat Mezarlıkları”, Ön Türklere ait Tunceli bölgesindeki “Koçbaşı” mezarları, Hakkari bölgesindeki “Balbal” mezar taşları gibi…

**

“Mozaik” ifadesi ayrıştırmaya, ayrışmaya açık olan bir tarif, terimdir. Hâlbuki “ebru” ya da “mermer” ya da “hamur” ayrışmaz. Bir bütünlüğü ifade eder. Mozaikleri ayırmak ve ayrıştırmak her zaman mümkündür. Anadolu insanı ve kültürü bu bağlamda bir “mozaik” değildir. Mozaiklikten ısrarcı olursak ayrılıkçılara, ayrışımcılara yardım etmiş oluruz.

**

Asimilasyon…

“Anadolu’da Kim Kimdir” başlıklı yazımıza internetten gelen bir eleştiri de şöyledir. Yazımızda toplumların asimile olmalarına neden olarak üç yol olduğunu bunun da tarihte vuku bulmuş olaylar olduğunu belirttikten sonra demişiz ki “…Asimile olmak, asimile etmek veya çekip gitmek…”  

Bu ifadelerimize getirilen eleştiri şöyledir:

“…Pekiyi, bir Kürt, Arap, Romalı… Kendini Türk sayabilir. Ama bir Ağlasunlu çıkıp ben Romalıyım derse ne yapacaksınız? Onu ille Türk yapmaya / asimile etmeye mı çalışacaksınız? Bunun için işkence dahil her sistemi uygulayacak mısınız?”

Bizim düşüncemiz, herkes kendini nasıl hissediyorsa odur. Onu değiştirmek kimsenin ne görevidir ne de amacıdır… Tarih içinden gelen şartlar nedeniyle bu varsayımlar gerçekleşmiş olabilir. Fakat çağımızda, gerçek demokrasilerde bugün için mümkün değildir… Asimile olmak veya etmek tarihteki olaylardan örneklerdir. Bugün için bunu söylemek için çok farklı şartların oluşması gerekir. Şüphesiz ki 500 yıl sonra karşılaşılacak farklı durumların bugünden başlayıp oluşan değişimlerin sonucu olacağını söylemek de mümkündür.

Tarihteki örnekleri düşündüğümüzde pek çok topluluk ya kendiliğinden asimile olmuşlar ya da zaman içinde sistemli olarak asimilasyona tabi tutulmuşlar…

Kendini Romalı hisseden Ağlasunluyu bırakalım da Romalı olarak kalsın… “Kürtleşen Türkler”, “Grekleşen Türkler”, “Türkleşen Kürtler”, “Slavlaşan Germenler” konusunda emek harcamış pek çok araştırıcının verileri bu olayları net olarak aktarmaktadır.

Buna göre neden Romalılaşan Türk olmasın ki!? Kaldı ki yazdıklarımla öne sürdüğüm düşüncenin ana fikri,  kimseyi Türkleştirmek diye bir tema yoktur, olamaz da… Belli ki okuyucu konuyu tam ya okumamış ya da anlamamış… Eğer başkaca amaç ve hedefi yok ise…

Asimile için “işkence” ifadesi ise hiçbir entelektüelin aklından geçmez… Ancak doyumsuz egolarını tatmin etmek için birileri çıkıp “ucub” icra edebilir. Gerektiğinde bu işkencecilere de bir nasihat yapılmalıdır…

**

Millici olmak…

Ülkemin bütünlüğü ve milletimin birliği tehlikede olduğunu söylerim her yazımda… Buna karşı duyarlı olunması gerektiğini hatırlatırım. Konuya bahis olan yazımda da aynen böyle birlik ve beraberlik ifadelerimden rahatsız olan okuyucular da varmış meğer…

İşte yazımın bu kısmına getirilen travmatik eleştiriden satırlar; “… Şu sakız olmuş ‘dış güçler, birlik, beraberlik’ gibi lafları da bırakalım. Gerçek çözümler arayalım. Dünyadaki örneklere bakalım. Beraber olacağız derken daha çok düşman olmayalım. Bir de bu sloganlarla Türkiye’nin bir çözüm üretemediği meydanda iken neden yeni bir çözüme bu kadar karşı çıkıyorsunuz? İnsanların ölmesi hoşunuza mı gidiyor? Yoksa politik olarak AKP nefreti mi var şuur altınızda.”

**

Okuyucunun beğenmediği “dış güçler” ve “birlik beraberlik” ifadeleri birbirine “zıt” anlam yükleyen ve pratikte bu çizgide geçerli olan değerlerdir. Osmanlının son 60 yılı incelendiği takdirde bu ifadelerin ne kadar önemli olduğunu görmek mümkün olur. Osmanlının nasıl ve ne hallere sokulduğunu; yerli hainler ile dış güçlerin işbirliğinin somut örneklerini orada görmek zor değildir. Birileri birlik ve bütünlükten “düşmanlık” anlıyorsa, bu çarpık anlayışa cevabım olamaz.

Ancak şu gerçek akılda tutulabilir; her zaman bu ülkede yetişip hainlik yapan birilerinin olabileceği ihtimali… Bu örnekler tarihte de günümüzde de vardır… Hele “sor-s-os” marka fonlar ile beslenen “ajan” ve “kiralık” besleme kişilerin olabileceği asla unutulmamalıdır…

Milletini ve yurdunu seven insanların yapay sloganlarla işi olamaz; bendenizin de yoktur… Gerçekleri görüp yazı, söz ile yanıt verme hakkı, laf ebelerinin hoşuna gitmeyebilir. Türkiye’nin içine sürüklendiği tehlikeleri görmek onların çıkarlarına ters de gelebilir. Bizin düşüncemiz bunlara bazı hatırlatmalar yapmak ve uyarmaktır. Türkiye’nin her bölgesindeki insanının Türkiye’ye sahip çıkması gerektiğini, herkesin her yerin tapusuna sahip olduğunu ifade ediyor ve öneriyorum. 

Gelelim “AKP düşmanlığı” saçmalığına; Ülkem için “iyi işler” yapan her siyasi örgütü alkışlarım, yanlışlarının da karşısında düşüncelerimi belirtirim. Bunu hep böyle yaptım.

Hiç bir siyasi partinin ne kapısından içeri girdim ne de “ikbal” bekledim bugüne kadar. Her devrin adamı olmadığımı, esen rüzgâra göre yön değiştiren bir insan olmadığımı tanıyan herkes bilir, bilmeyenler de bu vesile ile öğrensin…

Kimsenin düşmanlığı bilinçaltıma yerleşmiş değildir; herhangi bir ikbal ve menfaat beklentim de, Tanrıya şükür olsun yoktur. Ülkemin bütünlüğü, milletimin birliğinden hoşnut olmayan birilerinin siyasi örgütlere yönelik “sevgisi”, her ne sebeple olursa olsun, katmerleşmiş olabilir… Bizim menfaat kağnısına dayalı ne sevgimiz ne de nefretimiz olur siyasi örgütlere karşı; milli bilinç ve davranış beklentimizden başka…

Diğer önemli bir hususu belirtmeyi gerekli görüyorum. Bugün burada bulunuyorsak, özgürce nefes alabiliyorsak, yazabiliyor ve konuşabiliyorsak, hatta ülke çıkarlarına zıt davranışlar ve faaliyetler içine girilebiliyorsa, bu Mustafa Kemal‘in kurduğu cumhuriyet idaresi sayesindedir… Varlığımızın tek sebebi milli devlettir; Türkiye Cumhuriyetidir…  Bu bağlamda her zaman millici ve milliyetçiliği savundum. Millici olmak, ne zamandan beri suç sayılmaya başlandı? Millici olmak suç ise, evet suç işledim…

**

Anadolu bozkırında açan çiçekler…

Anadolu bozkırından nasıl ki bir ulus devlet ve cumhuriyet yaratıldı ise, o cumhuriyetin okullarından yetişen Anadolu’nun fukara köylü çocukları da makûs kaderlerini yenerek “Işığı Arayan Genç” konumuna geldiler… Aradıkları ışığı da; bilgide, bilimde ve mili değerlerde buldular… Tabii ki bu, bazı egemen güçleri rahatsız etti…

Bu alanda eserler verdiler… Bu bağlamda bu yetişen cumhuriyet çocuklarından yeşeren aydın kişiler, ömürleri yettikçe milli devleti ve onun eseri olan cumhuriyeti savunmak ve ona sahip çıkmak temel gayeleri ve görevleri oldu; bu kuşağın bir ferdi olarak aynı hedef ve amaçlar için çalışıp üretmek tek gayemiz olacaktır…

Bu millete ve devlete borcumuz vardır. Anadolu’nun kıraç bozkırından çıkıp her türlü zorluğa dayanan ve meyve veren bu gençler, ne bir brujavanın eseri idi, ne de soyluların; ne de feodalizmin (her türlüsü) desteğiyle bir yerlere kadar yükseldiler… Sadece Atatürk’ün kurduğu milli devlet ve cumhuriyet felsefesinin bu gençlere sağladığı “BİREY” olma şansı ve onuru sayesinde bu düzeylere ulaştılar…

**

Denilebilir ki çok bilgili olduğumuz ve konulara bilimsel yaklaşmamız bazı kimseleri de rahatsız etmiş olabilir… Her ne kadar “çok bilen çok yanılır” denilse de, bize göre; kişi, ne bilmediğini ve ne bildiğini bilmek büyük bir yetenek sayılmalıdır… Her kim ki kendini “çok bilen” olarak tanımlıyorsa, bilinmelidir ki o hiç bir şey bilmiyordur… Bu konuda abartılı öyle bir iddiada bulunmak zaten “hafifliğin” göstergesi olur… Kişi odur ki her an öğrenmeye açık ve muhtaç olmaktır… Kişilerin yanılışı olabilir; yanılabilir, aldanabilir de… Fakat ne olduğunu veya ne olmadığını iyi bilmelidir… Bir gerçeği de dillendirmeliyim; hata kul içindir, insan içindir… İnsan olmayan hata yapamaz zaten…

**

Kim Türk Kim Kürt?

Bu konuda iddia edilen ırksal ayırımın hiç birine katılmak mümkün değildir. Kimin ne kadar “Türk” ya da ne kadar “Kürt” ya da ne kadar “başka bir ırk”tan olduğunu bilmeyiz -ki bilmek de istenmez- kimseyi de hiç ilgilendirmez; çünkü insanları “etnisiteye” göre sınıflayıp ayırmak “ayrıştırmayı” savunmak demektir. Birilerinin etnisite müphemliği kadar, başkalarının de ne kadar “Kürt”, ne kadar “Türk” ya da ne kadar “Başka ırk” tan olduğunu tayin edemeyiz…

Son iki sene içinde, “açılım” şampiyonlarının halkımıza kazandırdığı özellik; herkesin kendisinin ya da yakınlarının ya da arkadaşının-komşusunun kökenini merak etme yeteneğini kazanmasıdır…

Kökenini öğrenme merakı nedeniyle pek çok kişi araştırma yaparak; “ben kimim” diye sorgulamalar yapmaktadır… Her entelektüel soruyor kendi kendine; “Türk müyüm, Kürt müyüm, Çerkez miyim, Boşnak mıyım, Arap mıyım, Ermeni miyim…”, yoksa başak bir soyun kalıntısı mıyım?

Bundan daha büyük bir kötülük Türk milletine yapılır mıydı? Anadolu’nun tarihi süreçte geçirdiği sosyolojik ve kültürel değişim ile genetik havuz olma özelliğine bağlı olarak gerçekleşen karışımına rağmen Türkmen kültürünü, geleneğini, adetlerini, zevklerini, giyim-kuşam, yemek ve yaşam kültürünü koruyarak bugünlere kadar gelmiş, varlığını korumuştur…

Bu süreç içinde, 15. yy şartlarında,  maalesef Anadolu Türkmenlerine karşı reva görülen baskılar nedeniyle kültürlerini koruyarak dil asimilasyonuna uğramış topluluklar şimdilerde çirkin ayrılıkçı Kürtçülere “yem” olmak üzeredir… Bunu aynen şuna benzetmek mümkündür; Türk bir vatandaşın ailesiyle Avrupa’ya gidip zaman içinde en geç 2-3 kuşak sonra anadilini tamamen unuttuğunu ve Avrupa dilini konuştuğunu, fakat Türk gelenek ve göreneklerini koruyarak dil bağlamında asimile olduğunu düşünebilirsiniz…

Kökenini araştırıp öğrenen vatandaşlarımız, bunu bilmekle onlara ne üstünlük, ne de bir ayrıcalık sağlar… Hani “insan kendini nasıl hissediyorsa odur” dedik ya, işte esas olan budur…

Kimisi kendisini “Türk” hissediyorsa Türk’tür. Birileri de kendini “Kürt”, “Arap”, “Çerkez”, “Arnavut” hissediyorsa odur… Bir insan ne “Türk” olunur ne de “Kürt” olunur; Türk doğar, Kürt doğar…

**

Irk Belirleme…

İnsanları etnik kökenlerine göre sınıflamak, ya da toplumu yapay köken mensubiyetle ayrıştırmak kimin değirmenine su taşır? Bunu yapan gafiller, işin ucunun nereye varacağını hesaplamayacak, bilmeyecek kadar cahiller mi?  Tabii ki değiller…

Sonra, kimin “kim” olduğu nasıl tayin edilecek? Kan tahlili ile mi? Kafatası, boy-pos mu ölçümü ile mi?

Türk’üm diyen ya da “Kürt’üm” diyen bir kişi, kendi Türklüğünü nasıl ispat edecek? “Anadolu’da Kim Kimdir” (www.r-demir.com) başlıklı yazımın temel amacı işte bu gerçeklere vurgu yapmaktır. İstesek de istemesek de medeniyetler mezarlığı ve genetik havuz olan Anadolu bozkırında sadece birer “nokta” olduğumuzu unutmamalıyız… 

 

Yrd. Doç. Dr. Erol ÜLGEN, röportajın ikinci bölümünde Şeyh’ül-Muharririn / Muharrirlerin Şeyhi Merhum ve Muhterem Ahmet KABAKLI Hocamızın hizmetlerini anlattı

Oğuz ÇETİNOĞLU: ‘Çağımızın Alperen’i Kabaklı Hocamızın, en az yazarlığı kadar verimli bir hizmeti daha var. Türk Edebiyatı Vakfı. Bir kültür ve irfan ocağı hâlinde faaliyetlerine devam eden bu Abidevî kuruluşu da anlatır mısınız?
Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: Ahmet Kabaklı, 1970 yılında Türk milletinin fikir, sanat ve edebiyat sahasında millî çizgiler içerisinde gelişmesine çalışmak ve genç kabiliyetleri desteklemek için zamanın ilim ve fikir hayatının tanınmış kişileri ile birlikte Edebiyat Cemiyeti’nin kurulmasına öncülük etmiştir.

Kurucular arasında Nihat Sami Banarlı, Mehmet Kaplan, Oktay Aslanapa, Necmettin Hacıeminoğlu, Samiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi, Tarık Buğra, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Necip Fazıl Kısakürek, Ali Nihat Tarlan, Tahsin Demiray, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Mehmet Çınarlı, Gültekin Samancı, Muhittin Nalbantoğlu, Mustafa Necati Karaer, Zeki Ömer Defne, Ârif Nihat Asya, İrfan Atagün, Emine Işınsu, Sevinç Çokum, Tahsin Banguoğlu gibi daha birçok siyasetçi, şair ve yazar vardır.
1978 yılında Türk edebiyatını, sanatını, kültürünü ve bunlara mensup şahsiyetleri tanıtmak ve güçlendirmek gayesiyle Ahmet Kabaklı’nın önderliğinde Meşkûre Kabaklı, Rıfat Çokum, Sevinç Çokum, İskender Öksüz, Emine Işınsu Öksüz, Tahir Kutsi Makal, Süha Burçkin, İrfan Atagün, Hâlis Akaydın, Cahit Dodanlı ve İsmail Gerçeksöz’ün kurucu üyelikleriyle Türk Edebiyatı Vakfı kurulmuştur. Ahmet Kabaklı Vakfın başkanlığına getirilmiş ve bu görevini ölene kadar sürdürmüştür.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Vakfın faaliyetlerinden de söz eder misiniz?

Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: Yayın faaliyetine girişen Vakıfta bugüne kadar, bâzıları birkaç baskısı yapılan 135 adet eser neşredilmiştir. Edebiyat Cemiyeti zamanından beri süren edebiyat, sanat, kültür ve fikir hayatımızın önemli konularının konuşulduğu ve tartışıldığı ve gelenekli hâle gelen Çarşamba Sohbetleri, Türk Edebiyatı Vakfı bünyesinde günümüzde de ilk günlerdeki heyecanıyla geniş dinleyici kitlelerine hizmetini sürdürmektedir.

Ahmet Kabaklı’nın öncülüğünde çıkartılmaya başlayan ve başyazarlığını yaptığı Türk Edebiyatı dergisi 15 Ocak 1972 tarihinden itibaren yayın hayatına devam etmektedir. Türkiye’nin en uzun soluklu fikir, sanat ve edebiyat dergileri arasında yerini alan Türk Edebiyatı dergisi o öldüğünde 328. sayıya ulaşmıştı. Kabaklı’nın derginin 328. sayısındaki son yazısı ‘Saraybosna’dan Mostar’a’ başlığını taşımaktadır.

Türk Edebiyatı Dergisi, Beşir Ayvazoğlu’nun yönetiminde, Haziran 2010 itibâriyle 440. sayıya ulaşmıştır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Kadirşinas milletimiz, hayatta iken Ahmet Kabaklı’ya sevgi, saygı ve bağlılıklarını ebedileştirecek cemilelerde bulunmuş olmalı…
Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: O; Türk fikir, sanat, edebiyat dünyası ve meslek kuruluşları tarafından kararlı ve uzun soluklu, doğru bildiklerini anlatmaktan ve yazmaktan çekinmeyen yönleriyle dâima takdir edilmiş ve ödüllendirilmiştir. Aldığı sayısız plâket, şükran belgeleri ve ödüllerden bazıları şunlardır: ‘Bürokrasi ve Biz’ adlı kitabıyla Türkiye Millî Kültür Vakfı’ndan, günümüzde 20. baskıya ulaşan ‘Temellerin Duruşması’ adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği’nden, ‘Mevlânâ’ adlı eseriyle Selçuk Üniversitesi ve Konya Turizm Derneği’nden, ‘Sohbetler 1 ve 2’ isimli kitaplarıyla Kayseri Yazarlar Birliği’nden Ülkücü Gazeteciler Cemiyeti’nden armağanlar almıştır.

Kendisi için en anlamlı ödüllerden birisi de, 14 Aralık 1996’da Aydınlar Ocağı’nın önderliğinde, 55 gönüllü kuruluşun katkıları ve geniş bir dâvetli topluluğunun katılımıyla Atatürk Kültür Merkezi’nde verilen ‘Şeyhülmuharrirîn’ unvanı olmuştur.

Kendisine verilen bu paye ile ilgili duygularını Kabaklı; ‘Sırtımıza giydirilen şeref hırkası, sizden ailemize, torunlarımıza, öğrencilerimize sunulan paha biçilmez bir armağandır.’ Diyerek ifâde etmiştir.

Bu toplantıda Prof. Dr. Abdülkadir Donuk’un teklifiyle ve dönemin Millî Eğitim Bakanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam’ın söz vermesiyle Kabaklı’nın adı, öğrenim gördüğü ve uzun yıllar hocalık yaptığı Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nun bulunduğu binada hizmet veren Anadolu Öğretmen Lisesi’ne verilmiştir. Ancak daha sonra, yaşamakta olan kişinin ismi müesseselere verilemeyeceği bahanesi ile bu uygulamadan vazgeçilince bu durum Kabaklı’yı çok üzmüştür. Çünkü aynı tarihlerde doğup büyüdüğü ve gelişmesi için çok gayret sarfettiği Elazığ’da Anadolu Öğretmen Lisesi’ne kendisinin adı verilmiş olup, bu okul hâlen Kabaklı’nın ismiyle anılmaktadır. Ayrıca Fırat Üniversitesi’nde bir amfiye de onun adı verilmiştir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Bir kültür adamı olarak Kabaklı üstâdımızın, kültürümüzün aslî unsuru olan dilimiz hakkındaki görüşleri hakkında neler söyleyeceksiniz?

Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: Her zaman yaşayan Türkçe’nin koruyuculuğunu yapan ve engin bilgi birikimiyle dilimizin gelişmesine hizmet etmiştir. Bu hizmetlerinin tescili bâbında, 8 Kasım 1995 tarihinde, Türk Dil Kurumu asil üyeliğine getirilmiştir.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Ahmet Kabaklı Hocamızın üzerinde önemle ve çokça durduğu konulardan biri de çocuk ve çocuk edebiyatıdır. Bu konuda da bilgi lütfeder misiniz?
Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: Ahmet Kabaklı, hayatının tamamına yakın bir zamanını öğrenmeye ve öğretmeye adamış bir âbide şahsiyettir. Edebiyatçı, kültür ve fikir adamı, gazeteci, fıkra yazarı kimliğinin yanı sıra öğretmen ve hukukçu kimliği ile çocuk haklarının korunması ve çocukların eğitimi noktasında da hep öne çıkmıştır.

Ona göre öncelikle çocuklarının iyi yetişmelerinden, çağdaş insan, sorumlu vatandaş olmalarından aileleri sorumludur. Ailenin yanı sıra çocukların yetişmelerinde katkısı bulunacak öğretmenlere, yazarlara, şairlere, cümle sanatkârlara da ihtiyaç vardır. Onlardan yerine getirmeleri için istekleri vardır: ‘Her eseriniz, yazdığınız her satırınız, kasıtsız ve sahtesiz sevgiyi söylemelidir.’ Daha sonra da: ‘Birbirlerini, ana-babalarını, milletlerini, tarihlerini, vatanlarını sevmeleri, hatta hayatın çilelerini öğrenmeleri sizin hünerinize bağlıdır.’ der.

Her insan için fakirlik, sefalet, düşkünlük acıdır. Yürek paralayıcıdır. Çocuklarını sefâlete mahkûm eden millet, sağlam gelecekleri artık kimden nasıl bekleyebilir? Öyle ise çocuklarımızı, milletin bütün çocuklarını korkutmamak, hayatın fırtınaları karşısında yalnız ve çâresiz bırakmamak, onlara fakirlik ve yetimlik acısı çektirmemek mecburiyetindeyiz. Çocuklar gülmelidirler. Haksızlığa, adâletsizlik denilen şeye okuldan, aileden başlayarak alışmamalı, kötülüğü kanıksamamalıdırlar. Yoksa sonunda zâlim olurlar.

O, yurt içindeki çocukların problemleri ve çözüm önerilerini gazetedeki köşesine taşırken, yurt dışındaki işçilerimizin çocuklarının eğitimleri ve haklarının korunmasının önemini de unutmadı. Yazılarında sorumluların çocuklarımıza gereken ilgiyi göstermediğinden yakınır. Yaban ellerdeki çocuklarımızın, yabancı kültür içinde erimelerine göz yumulmamasını, kötü alışkanlıklardan uzak tutulmasını, onlara her yönden sâhip çıkılmasını ister.

Almanya’daki işçi çocuklarımızın eğitimi için Millî Eğitim Bakanlığı’nı uyarır. Bu konuda öneriler sunar. Bu önerilerini şöyle sıralar: ‘…bilhassa ilk mektep okuyan çocuklarımıza sağlam bir dil, din, töre, vatan, tarih, ahlâk kültürü verilmeli; bunun yanı sıra güzel Türkiye’mizin bütün gerçekleri, maddî manevî çehresi ile tanıtılıp sevdirilmelidir. Bakanlık, onların eğitimleri için yalnız öğretmen göndermekle kalmamalıdır. Oralar için özel programlar hazırlamalıdır.’

Kabaklı, en kolay sevinmeye hazır olanların çocuklar olduğunu söyler. Çünkü onların içinde fenâlık yoktur. Kızmazlar, diş bilemezler, ama okşarsanız, severseniz sevinirler. Ancak şımartılmamaları ve nasıl sevilmeleri gerektiğini de ana-baba ve öğretmenlere öğretmemiz şarttır. Ona göre, çocukların mutlu olabilmeleri için gönüllerinden şunlar geçer: ‘Ana-baba iyi geçinmeli, ailede, öğretmende sevgi, şefkat, güler yüz hiç eksik olmamalıdır. Ayrıca dünyada, devlette, okulda, çevrede, haksızlık, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve adaletsizliğe fırsat verilmemelidir.’

Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocamızın çocuk, çocuk psikolojisi ve çocuk eğitimi üzerindeki düşünceleri çok zengin. Bu düşünce ve önerileri yazılarına yansıtıyor, ilgililere mesajlar veriyordu. Konu ile ilgili yazılarından eserlerinden de söz eder misiniz?

Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: Ahmet Kabaklı çocuğun yetişmesinde ve olgunlaşmasında üç önemli terbiye unsuruna dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi ruh, ikincisi beden ve üçüncüsü kafa terbiyesidir. Ona göre, ruhumuzu manevî değerlerle, bedenimizi sağlıklı gıdalarla, kafamızı ise okuyarak, çok bilgilenerek beslemeliyiz. Aslında ona göre, çocukları terbiyeli yetiştirmenin yöntemleri vardır. Bunun için de ‘Terbiyeden, eğitimden azıcık anlayan kişi, çocuklara ve gençlere her şeyin ancak iyilik ve gönül ferahlığı ile yapılacağını bilir.’

O, çocuk edebiyatını besleyen sözlü ve yazılı anlatım türleri arasından masalları, destanları çok önemli bir araç olarak görür. Kendisinin de en çok sevdiği edebî türler arasında masal ve destan vardır. Ona göre, masal ve destan kardeştir. Aynı cevherdendir. Destanları, şair ruhlu insanların hayal gücü doğurmuştur. … Destanların sosyal, ilmî, edebî açıklamaları vardır. Masallar son derece beşerî icatlardır. Bütün milletlerin, bütün dillerin masalları birbirine benzer. Masallar kişilerin, destanlar ise, milletlerin eseridir.

O, yazılarında çocuk edebiyatının yararları üzerinde de önemle durur. Zaman zaman bu konudaki düşüncelerini okuyucularıyla paylaşır. Yazılarından birisinde ‘Eskiden bir çocuk edebiyatı var mıydı?’ diye bir soru sorar. Bu sorunun cevabını yine kendisi verir. ‘Bence vardı. Battal Gazi’ler, Âşık Kerem’ler, Kelile ve Dimne (Humayunnameler)’ler, Köroğlu’lar, Hz. Ali Cenkleri, Evliya menkıbeleri hepsi. Bunlar yediden yetmişe çocuklar, delikanlılar, gençler, olgunlar ve ihtiyarlar içindi. …

Bir eser zaten, hem çocuğa hem büyüğe, hem aydına hem halka hitap ettiği zaman, hepsi tarafından ayrı ayrı tadıldığı sevildiği zaman eserdir ve hatta şaheserdir. Bundan da anlaşılıyor ki, çocuk edebiyatını ‘çocukça’ zannetmek büyük bir yanlıştır. Hatta o zamanlar özel bir ‘çocuk edebiyatı’ da yoktur.’

Kabaklı, ‘Çocuk edebiyatı niçin yoktur?’ sorusuna da şöyle cevap verir: ‘Eski devirlerde çocuklar için, çocuk yayınları, çocuk eğlenceleri ve maddî manevî değerlerle büyümesini istediğimiz her şey aslında cemiyetimiz içerisinde canlı bir şekilde hem vardı hem de yaşanıyordu. Meselâ: Evlerin dolaplarında Kur’an-ı Kerim’in hemen altında … halk hikâyeleri bulunurdu.

Evde okuma yazma bilen yoksa, komşunun efendileri, hanımları gelip okurlardı. Hem ne hacet; o irfanlı insanlar, o yiğitlik ve aşk destanlarını mısra mısra ezbere bilirlerdi. Çocuk edebiyatımız şimdi yoktur. Çünkü bugün bir bakıma hayatımız, şahsî dünyamız, yediden yetmişe hepimizi besleyen inançlarımız, manevî dünyamız, hatta dilimiz, cemiyetimiz yoktur. Çocuk edebiyatımız belki de ondan ötürü yoktur.’

Kabaklı, bu durumun sebebini değerlerimizden uzaklaşmaya, yabancılaşmaya bağlar. Bunun için de âcilen tedbir alınmasını ister. Ona göre, öncelikle unutulmaya yüz tutan, bizi biz yapan ‘iyilik, yiğitlik, dostluk, cömertlik, konukseverlik, vatana, millete sevgi vs.’ gibi değerlerimiz tespit edilmelidir. Sonra da değişen toplumun şartları da göz önünde bulundurularak yeni eserler yazılmalıdır.

Yazar ve vatandaş sorumluluğu ile Kabaklı, Harbiye’de belediyenin açacağı çocuk parkına yabancı masal kahramanlarının heykellerinin konulmasına karşı çıkar. Anne-baba ve eğitimcilerimizin öncelikle çocuklarımıza yabancı masal ve destan kahramanları yerine Türk masal ve destan kahramanlarını en iyi şekilde öğretmesini ve anlatmasını ister. Ne yazık ki, okullar, ders kitapları, romanlar, televizyonlar, çocuk kitapları, filmleri, şiirleri, halkın tâ bağrından çıkan o millî varlığı, millî eğlenceyi, millî hayali, birlik ruhunu henüz kavrayamadılar, bulamadılar der.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Hocamızın Ejderha Taşı isimli eserinden söz eder misiniz?
Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: Eserin yazılış hikâyesi şöyledir: Bilindiği gibi Tercüman gazetesi Türkiye’nin en uzun soluklu gazetelerinden birisidir. Ahmet Kabaklı da önemli yazarlarındandır. Gazetenin yayımladığı çocuk dergisinin işlerini tanınmış yazarlarımızdan Refik Özdek ve Gürbüz Azak yürütmektedir. Gazete iki yazarımızın idaresinde ‘Gençlik Serisi’ adı altında çocuk kitapları da yayımlamak istemektedir. Refik Özdek, bu seride yayımlanmak üzere Kabaklı’dan ısrarla bir çocuk kitabı yazmasını ister. Kabaklı bu istek üzerine çocukluk yıllarında dinlediği masal, efsane ve hâtırâlarından hareketle çocuk edebiyatı alanındaki tek eseri Ejderha Taşı’nı yazar.

Kabaklı’nın çocukluğunun saf, temiz dünyasını yansıtan hâtırâlarına dayalı olarak kaleme aldığı ve Türk Edebiyatı Vakfı yayınları arasında yayımladığı Ejderha Taşı adlı eserinde 10 hâtıra-hikâye vardır. Aralarda çizgi resimlerin de bulunduğu bu hâtırâlar-hikâyeler şu başlıklardan oluşmaktadır: Ejderha Taşı, Altın Top, Boz Atlı Hızır, Hırsız, Gümüş, Mercan Şehir, Ay Tutmaca Oyunu, Kırk Kuyu, Murat Kenarı, Munzur Baba ve Harput’un Hikâyesi.
Çocuklar için yazdığı bu eserinde, çocukların hayal dünyalarındaki gizledikleri düşüncelerini açığa çıkaramaya çalışır. Anlatımda kıssadan hisselere başvurur. Bu yöntemle usta bir öğretmen, öğretici olduğunu da gösterir. Eserde, çocuklara anlattığı konularla ilgili sık sık sorular sorar ve cevaplarını yine kendisi verir. Kabaklı, Ejderha Taşı adlı eserinde doğup büyüdüğü Harput ve çevresinin tarihî, coğrafî güzelliklerinin yanı sıra çocukluk yıllarının yokluklarını, zorlu yaşantısını bir masal havasına büründürerek ve kendisine has üslubu ile anlatır.

Kabaklı bu eserinde, kendisinin de şekillenmesine katkı sağlayan masal ve destanların eğitimdeki rolü üzerinde durur. Çocukların hayal kurmasının, masal dinlemesinin, kıssadan hisse çıkartmasının hayatları boyunca ne kadar işlerine yarayabileceğinin önemine işâret eder. Aynı zamanda bu eser aracılığı ile çocuklara tabiat sevgisi, yoksullara acıma duygusu, dayanışma ruhu, bütün olumsuzluklara karşı ümitsiz olmamayı ve dahası millî kültürü aşılamaya çalışır. Kısacası Kabaklı’nın hâtırâlarından örülü Ejderha Taşı adlı eseri, geleneklere bağlılığı ve millî kültürün devamlılığını hatırlatması bakımından da önemli bir eserdir.

Sonuç olarak çocukluk denen saadeti hiç tatmadan, çalışmaya, sorumluluğa mecbur edilmiş, kimseye nazlanamamış, hep naz çekmiş ve zâlim bir fakirlik içinde büyümüş, fakat hiçbir zaman hayalsiz, duygusuz, sevgisiz yaşamamış olan Kabaklı, yazılarında, sıkça anne-baba, okul ve toplumun çocuğa gereken önemi vermesi üzerinde durmuştur. Çocukların yetişmelerinde ailenin, çevrenin ve eğitimin önemine işâret etmiş, millî duyguların ve heyecanların masal ve destanlarda gizli olduğunu söylemiştir. Ayrıca, çocuklarımızın kendi millî değerlerimiz ile yetiştirilebilmesi ve şekillenebilmesinde çocuk edebiyatının çok önemli rolü olduğunu da yazılarında vurgulamıştır.

Oğuz ÇETİNOĞLU:  Sayın Ülgen, çok teşekkür ederim. Verdiğiniz bilgilerle, yeni Ahmet Kabaklı’lar yetişmesine katkılar sağlayacak, bu yolda ilerlemek isteyenlerin yollarını aydınlatacak, O’nun şânına uygun bir röportaj oldu. Bu röportajın son cümleleri olarak söylemek istedikleriniz var mı?

Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN: Ahmet Kabaklı, 76 yıldan 77 yıla uzanan ömrünün 55 yılını yazarlık ve öğretmenlik yaparak Türk insanına hizmetle geçirmiştir. O milletine ve okuyucusuna karşı sorumluluğu hiç elden bırakmamış, hiç bedbinliğe düşmemiş, okuyucularını de bedbinliğe ve ümitsizliğe düşürmemiştir. Hep öğrenen ve öğreten birisi olarak yaşamıştır. Rûhu şâd, mekânı cennet olsun.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Size tekrar teşekkür ediyor, bu vesile ile okuyucularımızdan Ahmet Kabaklı Hocamızın rûhuna, her vesile ile Fâtihâlar göndermelerini diliyorum.

Yrd. Doç. Dr. EROL ÜLGEN:
10 Ocak 1957 yılında Kırşehir’de doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde, liseyi, günümüzde Aksaray iline bağlı olan Niğde’nin Ortaköy ilçesinde bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olduğu yıl, İstanbul Oruçgazi İlköğretim Okulu’nda öğretmen olarak göreve başladı.

Yüksek lisans çalışmasını 1990 yılında tamamladı. Aynı yıl mezun olduğu fakültenin Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı’na Araştırma görevlisi olarak girdi. Doktorasını 1993 yılında tamamladı. 1995 yılında Yardımcı Doçent olarak tâyin edildi. Romanya’da misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde üniversitede görev yaptı. Hâlen İstanbul’da Beykent Üniversitesi’ndedir.
Yazdığı, yayına hazırladığı ve tercüme edip yayınladığı, sayısı 30’u geçen kitaplardan bâzıları:

1- Ahmet Midhat Efendi’de Çalışma Fikri: (İstanbul 1994).

2- Şemsi Yastıman, Hayatı ve Eserleri: (İstanbul 1995).

3- Ahmet Rasim, Asker Oğlu: (İstanbul 1996).

4- Cumhuriyetle Yeniden Doğuş ve Atatürk (Komisyon üyesi. İstanbul 1999).

5- Mir Celal-Feridun Hüseynov: (Prof. Dr. Kemal Yavuz ile birlikte. İstanbul 2000).

6- Ali Nazima-Faik Reşad, Mükemmel Osmanlı Lügati: Necat Birinci, Kâzım Yetiş, Fatih Andı ile birlikte. Ankara 2002).

7- Gala Galaction, Mahmut’un Pabuçları: Gülten Abdulla ile. İstanbul 2003).

8- Ahmet Kabaklı Nerede, Ne Yazdı?: (İstanbul 2004).

9- Fazlı Necip – Dilâver: (Ankara 2005).

10- Türk Masalları: (İstanbul 2006).

11- Türk Kültüründe Nevruz: (İstanbul 2007).

12- Atatürk ve Çevresindeki Edebiyatçılar: (İstanbul 2007).

13- Mehmet Âkif Ersoy Hayatı ve Eserleri: (İstanbul 2007).

14- Çanakkale Zaferinin Türk Edebiyatındaki Yankıları: (İstanbul 2007)
Kitaplarının dışında ansiklopedilere yazdığı maddelerin, millî ve milletlerarası sempozyumlarda sunduğu tebliğlerin, gazete ve dergilerde yayınlanan ilmî makalelerinin sayısı 200’e yakındır. Bu çalışmalar; Ahilik, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün Tarihçesi, Bulgaristan Türklerinin Edebiyatı. İdil-Ural İlleri ve Türkçe’nin Dünya Dillerine Etkisi gibi konular, Kırımlı Şair Abdulla Lâtifzâde, Ayaz İshakî, Şemsi Yastıman, Fuad Köprülü, Abbaskulu Ağa Bakûhanlı Kudsî, Ahmet Kabaklı ve Ârif Nihat Asya ile diğer edebî şahsiyetler hakkındadır.
Ayrıca; söyleşi, röportaj ve mülakat tarzındaki çalışmaları, çeşitli gazete ve dergilerde yayınlanmıştır. İlmî çalışmalar kapsamında; projeler yönetmiş, yüksek lisans çalışmalarına danışmanlık yapmıştır.

 

Ayrılıkçı Kürtler Ne İstiyor? -3

0

Esasında Kongreler, mongreler hepsi tiyatro senaryo daha önceden başka yerde yazılıyor.

Hani geçenlerde başlatılan sivil itaatsizlik eyleminde, kendini Borris Yeltsin sanıp polis panzerinin üstüne çıkan ve inceden inceye halk kahramanlığına ve liderliğe soyunduğu için Öcalan tarafından; ‘bu zırtapoz ne yapmaya çalışıyor? Amacı nedir? Çıkıp sorumsuzca silahlı mücadele miadını doldurmuş’ diyor. Buna sen nasıl karar verirsin, bu hakkı kendinde nasıl bulursun? Silahlı güçlerin pozisyonu ve geleceği hakkında Kandil bile tek başına karar veremezken, sen kim oluyorsun, nasıl bunları söyleyebiliyorsun’ diye kükreyip tehdit ettiğini, ilgilenenler hatırlamıştır.

Öcalan’ın Baydemir’i fırçaladığı görüşmenin gizlenen bölümleri, 27 Kasım 2010 tarihli Akşam Gazetesinde Devrim Tosunoğlu imzası ile yayınlandı. Öcalan 12 Kasım günü İmralı’ da yaptığı görüşmede, avukatlarına Hazirana kadar uzattığı eylemsizlik kararını Marta çekebileceğini, KCK’nın tüm illerde illegal ve silahlı olarak yapılanması talimatını veriyor. “belirteceklerimi Kandil, BDP ve DTK’nın bilmesi şimdilik yeterli. Marta kadar bekleyeceğiz. Bir hakikat ve adalet komisyonu Marta kadar oluşturulmalı. Silahların devreden çıkması için ilk koşul komisyonun kurulmasıdır. Avukatlar, Öcalan’a, “size bir mektup gönderildi, bu günlerde size ulaşması gerekiyor”. Öcalan, Kandil’den mi, diye soruyor. “Evet” cevabını veren avukatlara BDP’ye yazdığı mektubun ulaşıp ulaşmadığını soruyor. Avukatlar orijinalinin verilmediğini, içeriğinin aktarıldığını söylüyor. Öcalan ise BDP’den cevap beklediğini söylüyor.

Eş başkanlığını Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un yaptığı Demokratik Toplum kongresi 11-12 Aralıkta toplanıp Öcalan’ın önerdiği “Demokratik özerklik sistemi” kapsamında “öz savunma birliği” için Doğu ve Güneydoğu’da sosyal, siyasal ve güvenlik alanında örgütlenmeye gidilmesi ve “halkın kendi güvenliğini oluşturması” benimseniyor. Arkasından Diyarbakır’da 17-18 Aralık 2010 tarihinde DTK’nın tüm bileşenlerinin katıldığı meclisinde, “Demokratik özekliğin uygulamaya geçilmesi için son” şekli veriliyor.

İnsan hayretten küçük dilini yutacak duruma geliyor! Bir tarafta cezaevindeki Öcalan, durmadan plan ve proje üretip kitleleri harekete geçiriyor ve sürekli gündem belirliyor, diğer yanda iktidarı, muhalefeti, güvenlik ve adli birimleri, MGK’sıyla koskoca Türkiye Cumhuriyeti! Ne plan var ne proje. Pasif bir şekilde Apo’nun gündemini takip ediyor. Bol bol demeç ve tepkiler… O da olmadı, biraz pata küte! Birkaç şehit, birkaç terörist cenazesi… Her ikisi de bu vatanın evladı. Ne acı bir şey. Kedinin fareyle oynadığını bilirdik ama bunda farenin aslanla oynaması gibi bir tuhaflık var! Kos koca devleti yasak aşk yaşayanların mektuplarını taşıyan çaçalara çevirdik. Yazık çok yazık…

Ortaya hiçbir plan proje koymayıp sadece ” Demokratik açılım” diye çalım satanlara, içi boş bu projeyi ihanet planı diye niteleyerek efelenenlere, kafasını kuma gömüp onca tokada rağmen uyanmayıp menfaatim menfaatim diyen uyurgezerlere yazıklar olsun.

Anladınız mı şimdi isyancı Kürtler ne istiyormuş? ‘Türkiye Cumhuriyetinin yıkılmasını’ yerine ‘Büyük Kürdistan devletinin kurulmasını’ davul çalarak değil, top tüfek patlatarak, tokat atarak istiyorlar. Anlayana sivrisinek saz, hala anlamayana Cehennem bile az.

Peki, bu kumpastan nasıl kurtulacağız?
– Ölen teröristi evladımız bilip acısını yüreğimizde hissederek işe başlayabiliriz.
– Her vatandaş bu milletin canlı bir hücresidir, hücrelerimiz niye kanserleşiyor ve biz nerede hata yapıyoruz, bu sorunun cevabını mutlaka bularak.
– ‘Söz konusu vatansa onu biz savunuruz’ mantığını terk edip vatan savunmasına cümle vatandaşları kafa ve kalben ortak ederek.
– Vatandaş olarak aklımızı ve vicdanımızı başkalarına ipoteklemeyerek, vicdanı ve irfanı hür bir insan olarak.
– Bu işin üstünden siyaseten nemalanmayı terk ederek.
– Güneydoğu’daki halkı yardımlarla geçinen durumdan üreten duruma getirip Türkiye’nin kalkınmasına ve refahına alın teriyle ortak ederek.
– Kanunları uygulayıp adaleti yurdun her yerine yayarak.
– Ayrımcıların yanında yer almasınlar diye kendi vatandaşının elektrik, su vs. yolsuzluğuna göz yummayarak.
– İmkân, makam ve mevkileri bu amaçla rüşvet olarak dağıtmayarak.
– Yabancıların çıkarlarına uşaklık edenlerin halk kahramanı maskelerini suratlarından söküp alarak ve en önemlisi olabildiğince samimi ve şeffaf planlar yapıp adam gibi uygulayarak.
– Olura olmaza kırmızı çizgi çekip sonra yalayıp yutmayarak.
– Ulusal çıkarlarımızı başka milletlerin inisiyatifine terk etmeyerek.
– İçi boş plan ve projelere kendimizi ve milletimizi inandırmayarak.
– Korkunun ecele faydası olmadığını bilerek.
– Biraz empati yaparak ve gerisini akıl sahipleri olarak siz tamamlamak üzere benden bu kadar. (son)

 

Müslümanlar Birbirlerine Karşı Merhametlidirler

Yüce dinimiz İslam; Müslümanlığı iki kelimede hulasa etmiştir: Halika tazim, mahlûkatına merhamet. Yani Müslüman, yaratana karşı saygılı olmak, yaratıklarına karşı da şefkatli ve merhametli davranmak durumundadır.

Yüce Mevla kâinatta her şeyi insana hizmet için, insanı da kendisine kulluk için yaratmıştır. İnsan hayatına haksız yere el uzatmayı ve yine onun hayatının devamı için yaratılan şeyleri tahrip etmeyi günah saymıştır.

İnsanın dinine, canına, malına, aile şeref ve haysiyetine, ekmeğine, kazanç teknesine el uzatmak, hainlik etmek İslam Dini’nde büyük bir ahlaksızlık, insan haklarına tecavüz, dolayısıyla da büyük bir günah sayılmıştır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde, Müslümanı ve mü’mini şöyle tarif etmiştir: “Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların güvende olduğu kimsedir. Mü’min de insanların malları ve canları hususunda kendisine güvendiği kişidir.” (Müslim, İman, 14; Buhârî, İman, 3) “Mü’min, geçimi güzel olan kişidir. Geçimsiz kişi de ise, hayır yoktur.” (Ahmed bin Hanbeli, Müsned 400) Çevresindeki insanlara güven vermeyen kimseleri de cennete giremeyecekleri konusunda ikaz etmiş ve “Çevresindeki insanların şerrinden emin olmadığı kişi, cennete giremez” (Müslim, İman, 19) buyurmuştur.

İyi bir Müslüman, herkesin hak ve hukukuna saygılı olmalı, herkese karşı merhametle davranmalı, kimseyi kırıp incitmemeli, kul hakkıyla Allah’ın huzuruna çıkmaktan son derece sakınmalıdır. Dünyada meydana gelen birçok kötülüğün, kavga ve cinayetlerin, huzursuzlukların, kul haklarına saygı göstermemekten meydana geldiğini unutmayalım. 

Toplu halde yaşayan bütün varlıklar birbirlerine yardım etme, birbirlerini gözetme duygusu ile bezenmiş olarak yaratılmışlardır. İslam Dini de bu duyguyu pekiştirmiş, Müslümanların bir bütün halinde yaşamalarını tavsiye etmiştir.           

Müslümanlar, birbirlerine saygı ve sevgiyle bağlı, her birinde şefkat, merhamet, hoşgörü ve diğergamlık duygularının hakim olduğu bir topluluk oluştururlar. Bu toplulukta mü’minin mü’mine bağlılığı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in “Müminler, duvarları birbirine sımsıkı bağlı bir bina gibidirler” (Buhari, Edeb, 36; Müslim, Birr, 65) buyurduğu gibi, taşları birbirine kenetli yalçın duvar gibi sağlamdır.      

Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de; “İyilik ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir” (Maide Suresi, 2) buyurmaktadır. Bu ilahi emir, Müslümanın yalnız kendisi için değil, aynı zamanda diğer insanlar için de faydalı olan şeyleri gerçekleştirme konusunda çalışması gerektiğini, ayrıca günah işlemek ve düşmanlık yapmak suretiyle kendisine ve başkalarına zarar vermekten sakınılması gerektiğini bildirmektedir.

Yüce Rabbimiz mü’minlerin kardeş olduklarını (Hucurat, 10) ve mü’minlerin kardeşlik hukukunun gereği olarak kendi aralarında merhametli olduklarını (Fetih, 29) bildirmiştir.

Bir Müslüman, din kardeşine daima merhametle muamele etmeli, kardeşine kendisi herhangi bir şekilde zarar vermediği gibi, ona bir başkasının zarar vermesine de asla müsaade etmemelidir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.)  de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Müslüman müslümanın kardeşidir. O’na zulmetmez ve (başına gelen musibette) onu yalnız bırakmaz, terk etmez. Bir kimse Müslüman kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse, Allah da ona yardım eder. Bir kimse bir müslümanın sıkıntısını giderirse,  Allah da ona yardım eder. Bir kimse bir müslümanın sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet günü sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da Kıyamet gününde onun ayıbını örter.” (Tecrid-i Sarih, 12/134)    

Din kardeşinin dertlerine, üzüntülerine karşı duyarlı olması,  ihtiyaçlarını karşılamak, sıkıntılarını gidermek için çaba göstermesi Müslüman için en büyük bahtiyarlıktır. Hz. Peygamber (s.a.s.) böyle davranmanın Allah’ın rızasına vesile olan üstün bir meziyet olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle haber vermektedir: “Allah, bir kimseye bir iyilik murad ettiği zaman onu insanların ihtiyaçlarının mercii yapar.” (Keşfül Hafa, c.1, s.78, H.189)

Hz. Peygamber (s.a.v.), “Mü’min olmak istiyorsan komşuna iyilik et, Müslüman olmak istiyorsan; kendin için istediğin şeyi diğer insanlar için de iste” (Tirmizi, Zühd, 2; İbni Mace, Zühd, 24) buyurmuştur.                                                             

Müslümanlar, Allah Resulü (s.a.v.)’in; “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de olgun mü’min olamazsınız” (Müslim, İman, 93) “Birbirini sevmede, birbirine acımada ve birbirine şefkat göstermede mü’minler bir vücut gibidir. Vücudun bir uzvu rahatsız olunca diğer uzuvları da ona ortak olur” (Riyazü’s-Salihin, 1/277) sözlerini çok iyi anlamalıdır.   Hiçbir ayrım yapmaksızın bütün din kardeşlerini Allah için sevmeli, onlara karşı anlayışlı, alçakgönüllü, cömert ve merhametli olmalıdır.

Yoksul, kimsesiz biçarelere yardım etmek, düşeni kaldırmak, hastayı ziyaret etmek, açları doyurmak, açıktakileri barındırmak, dul ve yetimlerin elinden tutmak, küçüklere şefkatli, büyüklere saygılı olmak her Müslümanın görevidir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.): “Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir” (Keşfü’l Hafa, 2617) buyurmuştur.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in uyarılarına dikkat etmeli, tavsiyelerine kulak vermeliyiz. Yüce Rabbimizin bütün mahlûkatına merhamet göstermeli, hiç kimseye ve hiç bir şeye zarar vermemeye çalışmalıyız.  Yakınlarımıza, iş arkadaşlarımıza, komşularımıza ve bütün insanlara güven telkin etmeli ve bunu, bir hayat prensibi haline getirmeliyiz.

 

 

Başbuğ’um

Yanıklığımız Çankaya yokuşunda rüzgâra tutulmuş bir tutam saçınaydı Başbuğ’um.   Balkanlardan Asya’nın bozkırlarına dek yetim Türklüğümün yetim yavruları can bulurdu her bir telinde. Sen Piyer’in kubbesinde parlayan kızıl bir destanı gönlümüze işlerdik yitik sevdalarımızda. Tanrı Dağı eteklerine kurarken kıl çadırımızı. Kırk Çeriyi tamamlama kavliyle sıralanırdık Dedem Korkut otağında. 

Tabutlukların kapılarını her gıcırdatışımızda Yusuf’un zindanları gülümserdi gözlerimize. Sazların tellerine bir başka vurulduğu anlarda biz hep hüzünlü boynu bükük Azeri türküler söylerdik.  Oyuk oyuk yaramıza tuz basardı ağlayan karanfiller. Yurt gecelerini sehere emanet ederken, Mamak’tan gelecek muştulara dönerdik yüzümüzü. Azatlığa baş eğmeyen yiğitler tören geçidi düzenlerdi hülyalarımızda. Esendağ’ın çıkınında bir mendil, Duracık’ın dilinde şehadet olurduk. Kayaların yosun tutmuş yüzlerine anlatırdık rüyalarımızı sabah niyetine. 

Karanlığa at süren son sipahileri bekledik yıllar yılı. Er meydanlarında çakallar türedi, bir de bıldırdan kalma kurbağalar. Öksüzlüğümüz sezildi de Başbuğum; zincirleri koparıldı salyalıların. Üstümüze her salınışında kan doldurdu topuğumuzdan ayaklarımızdaki lastiklerimizi. Kangrene dönüşmesin diye kestik tâ diz kapağımızdan.  

 Çürümüş uzuvlarımız edilirken talan, bir yüreğimizdir baki kalan. Lakin hasretimiz demir dağları eritir. Ergenekon’um art niyetli dillerdedir. Bir Börteçine liderliğinde yürürüz ışık huzmesine. Yollar çetin, çıkış dar Başbuğum! Yaren bellediklerimiz çoktan sırtımıza saplamış hançeri. Kurt nefesli çocuklar!  Kurt nefesli çocuklar, “Mezar bile dar gelmişti Ercüment’ime” sözlerini antlaştırarak genç dimağlarına çekerler ahde vefa adına.

Ah Başbuğ’um ah!  Biz seni bir Ankara sabahında tanımıştık, dillerde dua, havada kar, ebediyete uğurlarken uçmağa varan yiğitlerinle şeb-i aruz yaşayacağını bilemedik. Sen, Tuna’da bir Itrî beste, Altaylarda bir kutlu düğün, Anadolu’da övündüğümüzdün. “Ne mozaiği ulan” cevabıyla son noktayı koyan, üç vekille devlet yöneten büyüğümüzdün. Koca Türk Dünyası’nın Turan lideri gördüğümüzdün. Fatihalarla anıp, ruhun şad olsun derken yüreğimize gömdüğümüzdün…

 

Ben seni bir Ankara sabahında tanıdım

Sisli puslu bir hava, soğuk kaldırımlar

Kor düşmüştü yüreklere bir kez

Ağır ağır işliyordu adımlar

 

Ben seni bir Ankara sabahında tanıdım

Önder olmuş yüz binlere bir lider

Dillerde dua ardında sevgi seli

Bu Türklük çınarı ebediyete gider

 

Ben seni bir Ankara sabahında tanıdım

Çileye talip olmuş binlerce nefer

Karların altında basarken ter

Sanki kutlu savaşların emriydi sefer

 

Ben seni bir Ankara sabahında tanıdım

Salâ yankılanırken gök kubbede, yiter

Saf tutmuştu sipahiler birer birer

Başbuğum,  kendimizdeyiz der, titrer

İslamın Kıvamı Olan Millet

Türkiye’de kendisini ayrı-gayrı gören veya görecek olan hangi unsur; kuvvete başvurmayı aklından geçirir ve silaha sarılmayı kafasında kurarsa; ister istemez hak ile yeksan yani yerle bir olması mukadder ve muhakkaktır. Üstelik buna müstehaktırlar; böyle istenmeyen bir sonucu hak etmiş olurlar.

Fakat böyle düşünmeyip de, akla dayanır, akıllıca hareket eder; devlete karşı çeşitli cebir, dayatma ve zorluklar çıkarmayarak vatana, millete ve devlete karşı muhabbet besler; mevcut imkanlardan faydalanarak maddi-manevi yükselişleri için sa’y ü gayret içinde bulunurlarsa; önce kendileri, sonra vatan, millet ve devlet kazançlı çıkacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri ve Türkler; nasıl olsalar, bizler farklı bir unsur olarak bir türlü rahat edemiyor ve yükselemiyoruz! Bizler de, başımızı kaldırıp, onların üzerinden aleme ve dış dünyaya bakmak istiyoruz! Ellerimizi onlarla beraber safi suya daldırmak arzusundayız! Yani, kendimizin de ayrı bir kavim olduğumuzu göstermek niyetindeyiz! Bu tasavvur ve tahayyülümüz karşısında, acaba devlet nasıl bir tutum ve davranış içinde olur diye de, doğrusu merak etmiyor değiliz!

Diyenlere ve diyeceklere derim ki, Cumhuriyet ve Demokrasi; hakimiyet – i millettir. Millet hakimiyetidir. Yani, efkar-ı ammenin / kamuoyunun misal-i mücessemi / cisimlenmiş, somut bir misal ve örneği olan mebusan / milletvekilleri hakimdir. Hükümetler; hadim ve hizmetkardırlar. Binaenaleyh, öyleler; kendilerinden teşekki ve şikayet etmelidirler. Her kabahati Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerine ve Türklere atmakla çok aldanır ve yanılırlar.

Buna bir misal: Her tarafa kanallar ile dağıtılan bir büyük çeşme başında bir değişiklik olursa, her tarafa da sirayet eder / bulaşır. Fakat, yüz pınarın ortasında büyük bir havuz olursa, o havuz pınarlara bakar ve onlara tabidir. Faraza, o havuz tamamen değişirse veyahut Allah etmesin bozulursa da, havuzu besleyen çeşmelere tesir etmez.. Eğer pınar, pınar olursa.

İşte bu örnekte olduğu gibi, Ankara göl, Hükümetler havuz hükmündedir. Türkler de, göl veya havuz gibidir. Veya öyle olmak gerekir. Her yörenin milletvekilleri havuzu besleyen pınarlardır. Nitekim öyle olmaları lazım.

Şöyle de izah edebiliriz: Meclis göl gibidir. Göl; çevreden gelen ırmaklarla beslenir. Bu durumda, göl; ırmaklara değil, ırmaklar göle hakimdir. Irmak suyunun rengi ne ise, göl de o renge bürünür. Yani, yurdun her köşesinden gelenler söz sahibidir. Merkeze onlar yön verir, onlar yol gösterir.

Meclis; her yörenin sesini duyurduğu, meramını dile getirdiği Türkiye’nin müşterek merkezidir. İşte bunu muhafaza etmeli, kıymeti bilinmelidir.

Velhasıl, kendilerini farklı görmeye yeltenmek isteyenler; kendine gelerek çalışmalarını tek vatan, tek devlet, tek dil, tek bayrak ve tek millet üzerinde yoğunlaştırıp; ancak çalışmalarını bu minval üzere yürütmelidirler. Ve hepimiz için sebep-i saadet olan Cumhuriyet ve Demokrasiyi takviye için, müspet milliyet fikriyle, bilim ve fazilet yolunda el ele vermeliyiz.

Ve şu husus unutulmasın ki, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinden, Ankara ve Türklerden; nasıl olsalar olsunlar, kimseye fenalık ve kötülükleri dokunmaz. Fakat, iyilikleri gelir. Nitekim gelmiştir. Tarih buna şahittir.

Evet, yakinen / kesin olarak bilinmeli ki, Türkiye’deki her unsurun içtimai / sosyal hayatı;  ancak Türklerin hayat ve saadetinden neş’et edip çıkar. Çünkü maya ve harç onlardır.

Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez. Çünkü Arap’tan sonra İslam’ın kıvamı, yani O’na sahip çıkan, O’na arka olan, O’nu koruyup gözeterek, O’nunla hem-hal olan; başta hep Türkler olmuştur. Allah; Türk Milleti’ni bin senedir Kur’an’a hizmet ettirmiş, Türk Milleti’ni İslam’a bayraktar tayin etmiştir. İnanıyoruz ki, Yüce Allah böyle bir milletin muhteşem ordusunu, muazzam cemaatini, geçici arızalarla  -inşallah-  perişan etmeyecek. Yine O’nu asli görevine iade edecek. Yine O’na İlahi misyonunu yaptıracak. Bu asil vazifede O’nun hizmetini devam ettirecektir. İşte bu durumda, her unsura, O’na köstek değil, destek olmak düşer.

Üstelik bu günler; inanın:

“Kimbilir belki yarın belki yarından da yakın.”

İşte bunun için diyoruz ki:

“Ölmez bu vatan, farzı muhal ölse de hatta
 Çekmez kürenin sırtı, bu tabut-u cesimi.”

 

 

 

 

 

 

 

 

Rahmet Peygamberimiz (S.A.S.) -2

Hz. Peygamber (s.a.s.); “Ben Muhammed’im, Ben Ahmed’im, Ben Mukaffî -son peygamberim- Ben Hâşir’im. Ben tevbe ve rahmet peygamberiyim” (Müslim, Fezâil 126; Ahmed b. Hanbel, 4/395) buyurmuştur. Allah Resûlünün rahmetinin genişliğinden, Cibril’in dahi istifade ettiği rivayet edilmektedir. Bir gün Hz. Peygamber Cibril’e sorar: “Sana da bu rahmetten bir şey ulaştı mı?” Cibril: Evet Ya Resûlallah! Çünkü ben de âkibetimden emin değildim. Ne zaman ki: “Kuşkusuz o, değerli bir elçinin sözüdür. O elçi güçlü, Arş’ın sahibinin yanında çok itibarlıdır. Orada ona itaat edilir, güvenilir” (Tekvîr, 81/19-20) ayeti nazil oldu, ben de emniyete erdim” buyurmuştur.

Cenâb-ı Hakk, Resûlullah’a merhametli olmasını ve mü’minlere kanat germesini tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Ve müminlere kol kanat ger, şefkatle koru onları” (Hicr 15/88), “Sana tabi olan müminlere kol kanat ger.” (Şuârâ 26/215) Yüce Allah diğer ayet-i kerimelerde de Hz. Peygamber (s.a.s.)’in onlar için bir rahmet olduğunu bildirmiştir: “Onlardan bazıları Peygamberi incitmek için ‘O herkese kulak veren safın biridir’ derler. De ki: ‘Evet öyledir, ama hep hakkınızdaki iyi sözlere kulak veren biridir, Allah’a inanır, mü’minlere güvenir. İman edenleriniz için bir rahmettir O!” İşte böylesi bir Allah Resûlünü incitenler yok mu? En acı azap onlara olacaktır.” (Tevbe 9/61) Ayrıca kendisine ait iki isimle de O’nu vasıflandırmıştır; “Size kendi aranızdan öyle bir Peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, mü’minlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe 9/128)

Hz. Peygamber (s.a.s.), ümmetine o kadar düşkündür ki, zaman zaman bu yüzden gözyaşı bile dökmektedir. Bir gün Resûlullah, Hz. İbrahim (a.s.) hakkındaki; “Ya Rabbi, doğrusu onlar (putlar) insanların birçoğunu saptırdılar. Artık bundan sonra kim bana tabi olursa, o bendendir. Kim de bana karşı gelirse o da senin merhametine kalmıştır, şüphesiz Sen Gafursun, Rahimsin” (İbrâhim 14/36) ayeti ile Hz. İsa hakkındaki; “Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Senin kullarındır. Onları affedersen, üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi ancak Sensin” (Mâide 5/118) ayetini okuyarak ellerini kaldırmış: “Ya Rabbi! Ümmetî! Ümmetî!” diye dua etmiş ve gözyaşı dökmüştür. Bunun üzerine Allah Teâlâ: “Ya Cibril! Muhammed’e git, O’na niçin ağladığını sor -Rabbin O’nun niçin ağladığını pekâlâ bilir ya-” demiş. Cibril (a.s.) de O’na gelerek sormuş. Resûlullah da kendisinin ne söylediğini ona haber vermiş -Halbuki Allah O’nun ne söylediğini pekalâ bilir.- Nihayet Allah: “Ya Cibril! Git Muhammed’e şunu söyle: Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni üzmeyeceğiz” (Müslim, Îman, 346) buyurmuştur. Ayrıca, “Rabbin sana verecek ve sen hoşnut olacaksın” (Duhâ 93/5) ayetiyle de bu durum te’yid edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), insanları inanmadıkları zaman karşılaşacakları kötü akıbet karşısında uyarıyor ve onları hidayete davet ediyordu. Ancak onlar, kendilerini hayra çağıran bu insana karşı koyuyorlar ve inanmak istemiyorlardı. Bu durum karşısında şefkat ve merhamet timsali Allah Elçisi dayanamıyor, sıkıntılı anlar geçiriyordu. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle haber vermektedir: “Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen onların ardına düşüp nerdeyse kendi kendini yiyip tüketeceksin!” (Kehf 18/6), “Onlar iman etmiyor diye üzüntüden neredeyse kendini yiyip tüketeceksin.” (Şuârâ 26/3) Resûlullah’ın bu sıkıntısını gidermek, onu rahatlatmak için Yüce Allah, hidayet ve dalâletin kendi elinde olduğunu belirterek şöyle buyurmuştur: “… Allah dilediğini sapıklık içinde bırakır, dilediğini doğru yola iletir. O halde insanlardan ötürü üzülüp kendini mahvetme! Çünkü Allah onların bütün yaptıklarını bilir.” (Fâtır 35/8)

Resûlullah (s.a.s.), son derece hassas ve gözü yaşlı bir insandı. Fakirlere acır, İnsan, hayvan bütün canlılara şefkat ve merhametle muamele eder, halka da hayvanlara karşı şefkatli olmalarını tavsiye ederdi. Rahmet, Hz. Peygamber’in âdeta rûhu, O’nun yaratılıştan kendisinde bulunan güzel bir hasletiydi. O, şefkat ve merhameti, içinden gelerek gönülden tatbik ediyordu.

Bu rahmet duygusundan dolayıdır ki O; namazı uzun kıldırıp da başkalarına sıkıntı verdiğinden dolayı birini azarlamış; namazda çocuk sesini duyunca, namazı kısa kesmiş; çocuklarını sevip okşamayanı ikaz etmiştir. Bir köpeğe acıyıp, onun susuzluğunu gideren bir kişinin bu davranışını övmüş ve cennete gitmesine sebep göstermiş; bir kedinin ölümüne sebep olan birisini de cehennemlik olarak vasıflandırmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Allah, ancak merhametli kullarına merhamet eder.” “Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16) buyurarak ümmetini de merhametli olmaya teşvik etmiştir.

(Haftaya devam edecek…)

Siyasi Yazıyorum

Milletvekili aday listeleri üzerinde konuşmaya gerek var mı?

Gücü elinde bulunduranlarda hala Demirel mantığı hakim.

Ben belirlerim halk onaylar.

İsterse soba borusu olsun.

Bu mantığın Cumhurbaşkanını biz belirleriz meclis onaylar.

Düşüncesinden ne farkı var?

Siyası partiler arasında fark varmı?

Varsa ne kadar fark var?

İçki bütün kötülüklerin, mide ise bütün hastalıkların anasıdır.

Siyaset ise bütün ayak oyunlarının gerginliklerin ve kutuplaşmaların sahasıdır.

Siyasette bu olmaz bu politikadır diye itiraz eden olabilir.

Bu gün yönetimde ve siyasi partilerde hâkim kültürde politikadır.

Gerçi siyasetin doğasında da bu var.

Yönetme yâda yönetimde söz sahibi olma isteği,

İnsanları çoğu zaman yalana yanlışa ve komploya sevk eder.

Bu durum siyasilerin inançlarından yaşantılarından kimlik ve kişiliklerinden ziyade

İşin doğası gereği olduğuda düşünülmelidir.

Siyasi partilerin ana konularda birbirlerinden farkı varmı?

Varsa ne kadar var?

Kim olursa olsun gücü elinde bulunduranlar

 Her şey benim istediğim şekilde olsun demiyor mu?

Adayları ben tespit ederim

Sıralamayı ben yaparım

Halkı iradesi kaç para

Halk belirleme ehliyetine sahip değildir.

Önüne konulanı yemek zorundadır.

Benim adamım yâda dediğim olmayacaksa seçim kazanmakla kaybetmenin bir farkı yok.

Siyasi partilerin yaptırdığı temayül yoklamaları anketler vs hepsi hikâye

Her şey önceden ayarlanmış belirlenmiştir.

Siyasette iki iki anlayış söz konusudur.

1 – Amatör siyaset: Halkımızın tertemiz duygularla vatan millet dava aşkıyla partisini sahiplenmesidir.

Burada çıkar ve şahsi menfaatten ziyade fedakârlık ve özveri hâkimdir.

2 – Profesyonel siyaset: Tepe nokta ve yönetim kadrolarında hâkim olan siyasi anlayıştır.

Şahsi çıkar ve gelecek düşüncesi hâkimdir.

Benim partim yerine Listede olup olmayacağım.

Olursan kaçıncı sırada olacağım,

Yâda benim adamım,

Ben değilsem ,

Benim adamım değilse,

Gerisinin ne önemi var.

İşte buna profesyonel siyaset denir ki sağı solu milliyetçi ve muhafazakârıyla,

Bütün partilerin yönetim kademesinde hâkim olan zihniyet budur.

İl ilçe ve genel merkez kongrelerindeki olaylar ayrılıklar ihraçlar neyin ifadesidir?

Ve neyin gereği olarak yapılır?

Bütün bunlara rağmen hepsini her yönüyle aynı potaya atmakta doğru değildir

Yöneticiler gibi seçmende profesyonel siyaset yapmaya başlayınca bu işler azda olsa düzelme yoluna gider.

Seçmenin iradesine saygı duymayan seçmeni adam yerine koymayan siyasi parti ve onların yöneticilerine seçmen sandıkta gerekli dersi verse bak o zaman keyiflerine göre hareket edebiliyorlar mı?

Temayül yoklamaları anketler halkın istekleri hepsi hikâye..

Esas olan ağaların ne dediği.

Halk adam yerine konulmama pahasına vatan millet ve dava diye partisine sadakat gösterir.

Listeler açıklanınca biraz kızar bağırır çağırırlar ama sonunda tıpış tıpış gelir oylarını verirler.

Nihayetinde seçmende bağrına taş basarak sandık başına gider

Onlarda halkın bu zaafını istismar ederler.

Elbette partilerin ve zihniyetlerin arasında fark olmasını temenni ediyorum

Meclisteki üç partiden hangisi barajların kalkmasından yana?

Siyasi partiler yasasının değiştirilmesinden yana?

Siyasetin birde tüm insanları ilgilendiren ekonomik boyutu var.

Partiler arasında ekonomiye bakışta ne fark var?

Mesela dindar bir iş adamı işçilerine ücreti inandığı görüş esaslarına göre mi, yoksa işine geldiği için kapitalist sisteme göre mi veriyor?

Bu konuda diğerlerinden farkı var mı?

Varsa nasıl bir fark var?

Siyasetin ana hastalıklarından biriside eylem ve söylem uyuşmazlığıdır.

Güvensizliğin ana sebeplerinden biride budur

Bu tutarsızlık siyasette iş dünyasında medyada birçok kurum ve kuruluşta maalesef mevcuttur.

Siyaset balığın başıdır.

Siyasi partilerin işsizlikle eğitim ve sağlıkla,

 Emekli memur işçi ve çiftçiye bakış açılarını,

Balkanlar orta doğu ve dış politikayla ilgili görüşlerini,

 Varsa farklarını ortaya koymalıdırlar.

Hamasi duygularla siyaset yapanları sandık çarpar.

Adayların vatana millete hayırlı olması temennisiyle…

                                                                                                             

                                                                                               

 

Ey İnsan

Bir tohum içinde ormanı
Bir zerre içinde hayatı

Bir damla içinde deryayı
Altı gün içinde Dünya’yı

Topraktan ve sudan Adem’i
OL. emriyle bütün Alem’i

Yaratan’ı tanıyor musun?
Gereğini yapıyor musun?

Dünya’da ne varsa yalandır.
Ahmak, Dünya’ya aldanandır.

Çanakkale Şavaşında, Sıhhiye Çadırında Helalleşme

0

Çanakkale’de savaş tüm şiddetiyle devam etmekteydi…

Şehit cesetlerinden siperler yapılmış düşmana aman verilmediği anlar yaşanıyordu…

Cepheye en yakın yerlerine sıhhiye çadırları kurulmuştu, yaralılara ilk müdahaleleri yapmak için… Bu sıhhiye çadırlarından biri de “Kocadere Köyü” yakınlarında kuruluydu.

Sürekli yaralı taşınıyordu, el yapımı tahta ve çadır sedyelerle…

Her taraf yaralı doluydu; kimi Bosna’dan, kimi Urfa’dan, kimi Kafkasya’dan, kimi Konya’dan, kimi Halep’ten, kimi Harput’tan, kimi Sivas’tan, kimi Erzurum’dan, kimi Edirne’den, kimi Denizli’den…

Hepsi yaralı…

Kimisi ölümle randevulu, kimisi bilincini yitirmiş, kimisi inliyor acıdan…

Yurdun hemen her köşesinden vatan savunmasına katılmak, doymayan emperyal düşmana haddini bildirmek, nefesini bitirmek için Çanakkale cephesinde…

Türk askerlerinin taşıdığı asil ruhun bayraklaştığı pek çok sahne ve olay yaşanmakta… 

**

Yaralılardan biri de Gelibolu Yarımadasına yakın Lapseki’nin “Beybaş Köyü“ndendi…

Yarası oldukça ağırdı, şahadete belki dakikalar vardı…

Zor nefes almaktaydı, göğsü kalkıp inmekteydi…

Arada gözleri kapanmakta…

Son bir gayretle nefes alıp bir diyeceğini komutana söylemek istedi…

Son gayretle komutanın eline yapıştı, zorlanarak şunları mırıldandı; kelimeler teker teker döküldü dudaklarından;

“…Komutanım, ölüm ihtimalim çok yüksek…

Ben bir pusula yazdım…

Arkadaşıma ulaştırın” dedi…

Tekrar derin bir nefes almak için gayret sarf etti; birkaç kez yutkundu ve şöyle dedi;

“Ben…

Köylüm Lâpsekili İbrahim’den 1 (bir) mecidiye borç aldıydım.

Kendisini göremedim…

Belki ölürüm…

Ölürsem hakkını helal etsin” dedi…

“Sen merak etme evladım” dedi, komutanı ve kana bulanmış alnını eliyle okşar, kollarında şehit olur…

Son sözü de “…söyleyin hakkını helal etsin”…

Komutanı hafifçe gözlerini eliyle kapatır ve başını sediyeye bırakır…

Ağlamamak için çok zor tutar kendini…

Ama ne mümkün…

Ağlanacak o kadar çok acıklı durum vardı ki…

**

Aynı gündü, çok zaman geçmemişti aradan, kollarında ruhunu teslim eden askerin söylediklerine için için ağlıyordu komutan; sıhhiye çadırına sürekli getirilen yaralıları gözlüyordu, kimisine müdahale, kimisine hiç dokunamıyordu…

Yaralıların çoğu, daha yaraları sargıya alınmadan şehit oluyordu…

Sıhhiye çadırı bazen cesetlerle dolardı…

Sıhhiye erleri de yeni yaralılara yer açmak için, çoğunu dışarıda ya ağaçların altında, ya da kayaların dibinde toplu halde gömülmek üzere bekletirlerdi…

Şehit olan askerlerin üzerinde çıkan şahsi eşyaları, künyeleri komutanına verilir ve kayıtlara geçilirdi… 

**

Yine bir künye ve yine bir pusula konuldu önüne, komutanın…

Komutanın daha gözyaşları kurumamıştı…

Gelen yeni künye ve pusulaya baktı, pusulayı açtı ve okudu…

Gördüklerine, duyduklarına hayret etti ve oracıkta bir süre baygınlık geçirdi…

Ellerini yüzüne kapattı, titremeye başladı, bu kez gizleyemedi, tutamadı hıçkırıklarını, hüngür hüngür ağlamaya başladı…

Pusulada görüp okuduğu not aynen şöyleydi:

“Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil’e 1 (bir) mecit borç verdiydim.

Kendisi beni göremedi.

Biraz sonra taaruza kalkacağız.

Belki ben dönemem.

Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim…”

İşte sözün bittiği nokta…

**

Gençlere hatırlatma…

Evet, sevgili gençler, işte Çanakkale ruhu dediğimiz bu masumiyet, saflık, arılık, inanç ve iman gücünün birleştiği bir ruh hali…

Peki, ya siz bu olayın neresindesiniz?

Kendinizi bu olay içinde mi dışında mı görüyorsunuz?

Ecdadın ayaklarından dökülen çamur kadar olamayacak bir şuursuzluğa esir düşmüş, yozlaşmış toplum yapısı olmak istemiyorsak; kul hakkı yiyenleri, haksız kazançları “hüppe” edenleri topluma tanıtmak gerek…

Yetmez, tüm ayıplı hallerini topluma teşhir etmek gerek…

O saf, arı ecdadın sahip olduğu anlayışın binde birine dahi sahip olamadığımız düşünerek bugünleri iyi değerlendirmek gerek…

Gerçekleri ters yüz edenleri; akı kara, doğruyu yalan yapan düzenbazları; ikiyüzlü yalancı politikacıları; kandırıkçı, aldatma ustası demagoglarını (laf ebelerini) iyi teşhis etmek ve göstermek gerek…

Sevgili genç arkadaşım, yoldaşım, dindaşım, ırktaşım, meslektaşım bu sesi iyi duy, bu ruhu iyi anla ve hisset…

Geçmişini, Çanakkale ruhunun mirasını tüketenlere karşı elinde en değerli silah olan fikir, bilgi ile mücadele et… Sırası geldiğinde seçmen olarak en değerli demokrasi silahın oyunu, bu menfaatçılara düzenbazlara ders vermek için kullanmalısın…

Vatan, millet, bayrak sevdasında görünüp memleketi bitirenler…

Yetim hakkına bile göz dikenler…

Haksızca hak iddia edenler…

Onların yüreğine, varsa eğer, gönül penceresinden seslenmek gerek…

Yoksa görmeyen gözlerine gerçeği sokmak için bu olayı iyi anlamak ve Çanakkale’yi de iyi anlatmak gerek…