22.7 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1134

Bir Kez Allah Dese Aşk ile Lisan!

0

Aydınlar Ocağımız web sitesinde 2300’den fazla eseri yayınlanan, birçoğu nev’i şahsına münhasır yazar, çizer ve şairlerimiz ile bir araya geldiğimiz toplantılar devam ediyor. Gül – Selçuk Arslan ailesinin evsahipliğinde her biri birbirinden özellikli bir grupla bu toplantılardan yedincisini gerçekleştirdik.

Toplantının hikayesini anlatmadan önce hadisenin cereyan ettiği mekandan ve hikayenin kahramanlarından bahsetmek istiyorum.

Arslan ailesi, camiamızda ikramları ve misafirperverlikleri ile meşhurdur. Ailenin reisi, Selçuk Reis zaten ülkemizin kültürel özellikleri ve özellikle yörelerimizin yemek kültürü ile ilgili tecrübeleri sebebiyle yaşayan bir efsanedir. Diyarbakır’dan uçakla özel kaburga dolması geldiğine şahit olmuş birisi olarak yazıyorum bu satırları.

Aydınlar Ocağı faaliyetlerine 2006 yılının son çeyreğinde iştirak etmeye başladım. O günden beri her hafta en az 5 defa telefonla görüştüğümüz Hasan Uzunhasanoğlu’nun Aydınlar Ocağı web sitesi için araştırmalara başladığı günden beri yani. İtiraf etmem gerekirse eşi Emine Hanım’ı daha önce tanımıştım. Emine Abla ile aynı okulda 1 yıldan fazla görev yaptık. Hasan Abi ile daha sonra bahsettiğim şekilde tanışınca daha sık görüşmeye başladık. Artık ne zaman telefonum çalsa yanımdakiler ani bir refleksle “Hocam, Hasan Abi mi arıyor?” diyorlar. 4.5 senedir bir çok ortam değiştirdim, arkadaşlarım, çalıştığım yerler değişti ama “Hocam, Hasan Abi mi arıyor?” repliğini hep duydum. Geçenlerde bir kaç gün görüşemedik. Ofisteki arkadaşlardan birisi “Hocam, Hasan Abi bir süredir aramıyor. Rahatsız mı acaba?” diye merak etti.

Eşimle birlikte ilk katıldığımız Aydınlar Ocağı gezisinde Hasan Abi, “Yunus Hocam, gezilerde ve il dışı faaliyetlerde Genel Sekreterimiz Selçuk Arslan Bey’in peşini bırakma. Ben öyle yapıyorum, çok da memnunum.” diye taktik verdi. Hasan Abi’nin bunu niçin söylediğini anlamamakla birlikte Of’lu olduğu için “Bir hikmeti vardır” diye düşünüp tembihlerine harfiyen uydum.

Gezilerde telaştan, programın yoğunluğundan ve daha başka sebeplerden insanlar gittiğimiz bölgenin yöresel kültürünü ve yerel damak zevklerini ihmal edebiliyorlar. Hatta yemek yemeyi unutup öğünü atlayanlar bile oluyor. Selçuk Bey sayesinde biz her yerin en özellikli ve yerine göre otantik mekanında bu görevi ifa etme şansına eriştik ve yıllar geçtikçe Hasan Abi’nin bize bu öğüdü vermesindeki hikmeti daha iyi anladık. Unutmadan belirtmek isterim ki  geçen bu kadar yılda fiziksel olarak da Selçuk Abi’ye daha fazla benzemeye başladım. Hasan Abi’nin öğüdüne uymakla iyi mi yaptım, kötü mü yaptım bilmiyorum.

Arslan ailesi misafirperver, güleryüzlü ve birlikte olmaktan zevk alacağınız bir aile. Selçuk Bey, Türk Sanat Musikisi koleksiyonu yapıyor. Müzik marketlerde göremeyeceğiniz ilginç kaset ve CDler onların evinde mevcut. Eğer misafirliğe giderseniz, tespih koleksiyonunu da görmeyi ihmal etmeyin. İsterseniz, tespihlerin özelliklerini ve hikayelerini de bıkmadan bir bir size anlatır.

Bahçecikteki evlerinin alt katında bir bölümü şark usulü dizayn edip, misafirlerini orada ağırlamak istediklerini geçen seneden beri biliyordum. Hatta bu şekilde özel dizayn edilmiş bir alan olursa yukarıda saydıklarım haricinde de sergilenebilecek bazı eşyaların bulunduğunu biliyordum. Toplantı vesilesiyle yaptığımız ziyarette bu projenin de tamamlandığını gördük. Mekan bu haliyle canlı bir etnografya müzesini de andırıyor.

Kalabalık bir grupla gidince erkekler alt kattaki yeni mekanda, hanımlar ise üst katta olacak şekilde oturduk.

Bu seferki toplantıda tabiri caizse yaptığımız çalışmanın “en”leri vardı.

Sitemizde en fazla yazısı yayınlanan, en fazla ve en sadık okuyucu kitlesine sahip olan, Hasan Abi’nin tabiri ile “Baş Muharrir” Ruhittin Sönmez bu grupta yer aldı. Ruhittin Bey, benim yazı yazma hususunda tarzımı inşa ederken en fazla etkilendiğim yazarların başında geliyor. Birikimi ve sohbet tarzı ile de etkileyici. Her sohbette, her mevzu ile ilgili anlatacağı ilginç bir hikayesi muhakkak vardır. Bir ara sırf “ondan dinlediğim hikayeleri bir yerde yayınlasam mı acaba?” diye düşünmüştüm. Belki ileride yaparım böyle bir çalışma. Her hafta onun yazısını merakla bekleriz. Bu durum, sevdiğimiz bir televizyon dizisinin sonraki bölümünü beklemek gibi bir alışkanlık oldu.

Ruhittin Bey’in eşi Gülden Hanım, benim seyahat yazıları yazarken işimi en çok kolaylaştıran insan. Gezilerde zaten anlatacak bir kaç tane hikaye onun etrafında geçer. Ya programın bir bölümünü protesto etmiştir, ya ilginç bir söz söylemiştir ya da bunların hiç birisi olmamışsa sırf yazıya malzeme çıksın diye ben provoke etmişimdir ama illaki ilginç bir olayın failleri arasındadır.

Hem Arslan hem de Sönmez ailesi için yazacak çok fazla konu var ama elimdeki malzemenin tamamını bu yazıda kullanmak istemiyorum. Geleceği düşünüp bir kısmını başka yazılara da saklamalıyım.

Toplantıya Sakarya’dan SAÜ Rektörlük Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı Yrd. Doç. Dr. Emin Sezer Hoca ile aynı bölümden Adem Arı Hoca birlikte geldiler.

Adem Arı Hoca ile bu toplantıda tanıştık. Adem Hocam Kandıra doğumlu, Türk tarihinin her dönemi ile ilgili bir insan. Geçtiğimiz toplantı ile ilgili yazdığım Ahilik geleneğinden bahseden yazıma katkılarda da bulundu. Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferinden dönüşte pek çok Eş’ari alimi ülkemize getirdiğini, bu sebeple de Yavuz’dan sonra Osmanlılarda Maturidi itikadının unutulup alttan alta Eş’ari itikadının etkili olmaya başladığını söyledi. Ahilik geleneği de bundan etkilenmiş.

Emin Sezer Hoca, sıra dışı bir kişilik. Toplantının başlarında, henüz İl Müftü Yardımcısı Nedim Özkal Hocamız gelmemişti. Emin Hoca, bir biri ardına eski Türkçe beyitleri okumaya başlayınca biz donduk kaldık. Nedim Hocam henüz gelmediği için ise bilmediğimiz kelimelerde sanki anlamış gibi davrandık ama çok zor oldu. Ben dilimin döndüğünce Nedim Hoca’nın yokluğunda Hasan Abi’ye simultane tercüme yaptım.  Her ne kadar bir miktar eski Türkçe ve eski kelime bilgim olsa da, bir yere kadar idare edebildim. Bilemediğim kelimeler oldu, çok zorlandım.  Ahsen Bey ve Ruhittin Bey tabiki Emin Hoca’nın bu akıcı, keyifli sohbetinden çok zevk aldılar. Nedim Hocam gelince görevi ona devredip rahatladım. Hoca biraz daha geç gelse halim nice olurdu.

Emin Hoca, gördüğüm kadarıyla aynı zamanda milli duyguları çok yüksek, tasavvufu bilen, değişik bir adam. Okuduğu beyitlerden ve anlattıklarından sonra “İlahi aşkın ete kemiğe bürünmüş hali” diye düşündüm. Etkileyici bir anlatımı var.

Belki hatırlayanlar vardır. Eskiden Ekmek Teknesi diye bir televizyon dizisi vardı. Dizinin kahramanlarından Heredot Cevdet kahvede sohbet ederken berber ayağa kalkıp cezbe halinde, kafasını sallayarak Allah diye bağırırdı. Emin Hoca konuşurken bir kaç kez böyle bir duyguya kapıldım ama bir şekilde kendimi tuttum.

İnternette, bilgi paylaşımının biraz fazla özgür ve anonim şekilde yapıldığı sözlük sitelerinde Emin Hoca ile ilgili bir hayli maddeye rastlarsınız. Sözlüklerden seçtiğim bazı yorumlar aşağıdadır:

  • Sakarya üniversitesi öğretim görevlisi.
  • Tarih bölüm başkanıdır. Ortak sınavlarda sınıfların kalabalıklığına kızarak “bu sınavsa ben de maymunum” deyip vize iptal etmiştir. Derste ağlayan,kendini kaptırıp bir şarkı patlatan o da yetmezmiş gibi kapıya kafasını vuran inanılması güç insan. O davudi sesiyle “ben deliyim.. deliyiiiiiiiiiiiiim beeen” diyerek koridorlarda gezindiği de görülmüştür.
  • Sınıfta anlattığı konuları daha anlaşılabilir hale getirmek için, kullandığı argo kelimelerden dolayı; “kızlarım beni affetsin” diyebilme inceliğini de yine kendisi göstermiştir.
  • Çok yönlü ve hemen hemen her konuda mutlaka bir tecrübesi ve bilgisi olan bir öğretim üyesidir. Bunu insan yapmış olamaz dedirten maceralarının her dersinde mutlaka dinlemişizdir.

Emin Hoca’nın da bir Ruhittin Sönmez hayranı olduğunu toplantıda öğrendik. Ruhittin Bey, her ne kadar “Estağfurullah Hocam, biz sizden ilham alıyoruz” diye tevazu gösterse de Emin Hocam, Ruhittin Bey’in yazılarını ilgiyle takip ettiğini, dostlarıyla da paylaştığını söyledi. Sitemiz yazarlarının birbirlerini takip etmesi, birbirlerini etkilemesi de bizim için görülmeye değer bir tabloydu.

Geçen toplantı için yazdığım yazıyı Başkanımız Ahsen Bey, bu toplantıda okumamı istedi. Okumadan önce etrafıma baktım. Geçen seferki toplantıda olup da burada olanlar Ahsen Bey,  Nursel Hanım, Hasan Bey, Göksu Hanım ve ben varız. Diğerleri yeni. Ben gönül rahatlığıyla yazıyı okumaya başladım. Niçin çekiniyorum diye sorarsanız, bu yazıda da olduğu gibi gördüğüm her şeyi ve aklımdan geçenlerin tamamını yazıyorum. Bazılarının vukuatlarını ifşa etmiş, bazılarının da arkasından atıp tutmuş oluyorum. Bu durumda onların da olduğu ortamlarda yazıyı okumak kolay değil. Ben okumaya tam başlamışken Zeki Aytekin ve eşi geldi. Zeki Abi ile ilgili bölümleri okumakta çok zorlandım. Yazıyı okumaya devam ederken Dr. Şefik Postalcıoğlu ve eşi de teşrif ettiler. Halimi siz düşünün.

Sosyolog Hümeyra Sağır, 26 yıllık Kocaeli Aydınlar Ocağı çalışmasını üniversite tezinde işleyen ve Ocağımızın bir teze konu olmasına, çalışmalarımızın akademik dünyada belgelenmesine vesile olan yazarımız. Abisi Erdal Sağır da sitemizde yazar. Annesi ile birlikte toplantıya geldiler. Hümeyra Hanım bugünlerde yaptığı çalışmalarını, kariyer hedeflerini anlattı. Öğrencilik yıllarını dolu dolu geçirmiş, çok güzel bir birikimi var. Yeni dönemde ne iş yapacağına karar verme aşamasında. Önümüzdeki yıllarda onun daha güzel çalışmalarını duyurmayı temenni ediyorum.

Sitemizin yazarı olmakla birlikte plaketlerimizin de tasarımcısı olan Saadet Şirin Coşkun Hanım, toplantıya eşi ve çocukları ile tam kadro geldi. Saadet Hanım, Ocağımızın plaket vb çalışmaları için çalıştığımız firmada grafik tasarımcı olarak görev yapıyor. Söz Sırası Gençlerde programımızda da konuşmuştu.

İl Müftü Yardımcısı Nedim Özkal Bey, Kocaeli İl Müftülüğü’nün Rahmet adlı dergisinin 2005 Haziran ayından beri Sorumlu Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yapıyor. Bize dergide yaptığı çalışmaları ve deneyimlerini anlattı.

Toplantının ilerleyen bölümlerinde Zeki Abi, bağlaması ile güzel türküler çaldı, söyledi. Şefik Bey, Selçuk Bey ve Ruhittin Bey de hemen koro oluşturup eşlik ettiler. Misafirimiz Emin Sezer Hoca da koroda yer aldı. Aslında hepimiz eşlik ettik ama koronun Ağır Abilerinden hassaten bahsetmesem olmazdı.

Arslan ailesinin misafirperverliğinden son derece memnun kaldık. Kızları Özlem Kütahya Dumlupınar Üniversitesi’nde öğrenciliğine devam ettiği için toplantı boyunca annesine yardımcı olmak Derince’de Yabancı Dil Bölümünde lise öğrenimine devam eden Özge’ye düştü. Özge, lisede sayısal bölüm yerine yabancı dil bölümünü seçerek ileride bilgisayar mühendisi olma ihtimalinden daha lisedeyken vazgeçti. Bu yüzden ilk senesinde aramız açıktı, sevmediğim insanlar listesine almıştım onu. Zamanla tarihe karşı ilgili olduğuna, Türk tarihini iyi bildiğine bir kaç defa şahit olunca fikrimi geçen sene değiştirdim. Kara listeden ismini sildim. İyi ki yabancı dil bölümünde okuyor. Geçtiğimiz günlerde misafir etmeye başladığı Endonezya’lı misafiri Mrs. Evanti Firstadea da oradaydı. Tekrar görüşmüş olduk. Özge, misafiri olmasına rağmen annesine olağanüstü yüksek bir performansla yardım etti.

Yazarlarımızın plaketlerini SAÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Emin Sezer’e Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar, Sosyolog Hümeyra Sağır’a Dr. A. Gülden Sönmez, İl Müftü Yardımcısı Nedim Özkal’a Dr. M. Şefik Postalcıoğlu, Erdal Sağır’a Ziraat Müh. Hasan Uzunhasanoğlu, Grafiker Saadet Şirin Çoşkun’a Eğitimci Göksu Özen, Av. Ruhittin Sönmez’e Ecz. Selçuk Arslan takdim ettiler.

Sakaryalı Misafirlerimizle de renklenen toplantımıza ev sahipliği yaptıkları için Selçuk Arslan ve eşi Gül Hanıma, bu toplantıları planlayan, organize eden Aydınlar Ocağımız yöneticilerine teşekkür ediyorum.

 

Kutlu Doğum – 2011

Genelde Diyanet İşleri Başkanlığımızı, özelde Kocaeli İl Müftülüğümüzü bu konuyla ilgili yapmış oldukları çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum. Devamını diliyorum.

CHP Genel Başkanı sn. Kemal Kılıçdaroğlu’nu da 14 Nisan’da kutlu doğun programında yapmış olduğu konuşmasından dolayı kutluyorum. Yeni CHP’ye samimi bir şekilde halkın milli ve manevi değerleriyle barışık olması yakışır.

Tepedeki yumuşama, tabandaki yumuşamayı da beraberinde getirecektir.

Ayrıca siyasetteki başarıda halka yakın olmaktan geçmektedir. Özlenen tablo bu ve devamıdır.

Mevlit kandili yani Peygamberimizin doğum yıl dönümüdür. Tüm insanlığa hayır ve mutluluk getirmesi dileğiyle yazıma başlamak istiyorum. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (sav) doğmadan iki ay önce babasını kaybetmiştir. O bir yetim olarak dünyayı şereflendirmişti. Altı yaşında annesini kaybedince de hem yetim hem de öksüz oldu.

Çocukluğu ve gençliği anne şefkatinden baba sevgisinden mahrum geçmişti..

O’nu öpüp okşayan kucaklayıp sevip koklayan ne annesi ne de babası vardı. O böyle bir ortamda büyüyor tüm insanların sevgi ve takdirini kazanarak “Muhammedül Emin” oluyordu.

Bu emin kişi kırk yaşına geldiğinde insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkarmak için peygamberlikle görevlendiriliyordu. O insanları seviyordu. O’na inananlarda O’nu seviyordu.      

Ayeti Kerimede “Sizden çabam karşılığında bir şey (ücret) istemiyorum. İstediğim tek şey içerisinde yakınlık olan sevgidir. “İçerisinde yakınlık olan sevginin ne olduğunu anlamak için önce yakınlık olmayan sevgiyi tanıyalım. Bu sevgi uzak bir sevgidir. Sevdiğini uzaktan sevmektir. Sevginin bedelini ödememek için sevdiğine uzak durmak bilerek ve isteyerek onun yanında yöresinde önünde ve arkasında yer almamak mücadelesine katılmamaktır.

Özetle bedava sevmektir.

Günümüzde istisnaları tenzih ederim bizim gibi Müslümanların peygamber sevgisi gibi.

Avamı tabirle “Kuru kuru kadan alam/ Takır takır kurban olam”  Böyle işi nenemde yapar dedemde. Peygamberi çok sevdiğini söyleyen günümüz Müslümanlarının peygambere benzer yönlerimi? Muhalif yönlerimi daha fazla?

Bizim sevgimiz içi boşaltılmış bir sevgidir. Sevgi hayatın bire sonsuz veren en değerli tohumudur. Fakat onu doğru zamanda doğru yere doğru biçimde ekmek gerekir.

Ektikten sonrada bakımını ve hizmetini yapmak gerekir. Otunu ayıklamak, sulamak, büyütmek ve beslemek yani emek vermek gerekir. İşte peygambere duyulan sevgi böyle bir sevgi olmalıdır.

Peygamberler insanları Allah’ın dinine çağırmaları, onların hidayetine sebep olmaları karşılığında ücret istemezler. Onların ücreti Allah’a aittir. Onların istediği içerisinde yakınlık olan sevgidir. Bedeli ödenmiş sevgi seveni sevilene yakın yapar. Seven sevilene yakın olunca Ehl-i Beyt’ten olur. Tıpkı Selman-i Farisi gibi. Selman ne Araptı ne de Haşim oğullarından.

Peygamberimiz (sav) “Selman bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” Buyurmuştur. Ama Selman bu sevginin bedelini ödemişti. O zamanının hatırı sayılır bilge kişilerindendi. Tanımadığı halde peygambere olan sevgisi onu Medine’ye kadar getirmişti. Malı, mülkü, makamı tüm dünyevi zenginlikleri terk edip sıradan bir insan olarak Medine’ye gelmişti. İşte peygamberi sevmek ve sevginin bedelini ödemek budur.

Her bir sahabenin buna benzer sevgi hikâyeleri vardır. Tıpkı hicret gecesi suikast düzenleneceğini bile bile Resullah’ın yatağına yatmayı; Göz göre göre ölüme gitmeyi kabullenen Hz. Ali gibi.

Tıpkı Allah yolunda infak emri gelince tüm malını Allah ve Resulü yolunda tasadduk eden Hz. Ebubekir gibi.

Artık seni canımdan da çok seviyorum diyen Hz. Ömer gibi.

20 yaşlarında hayatın baharında darağacını boylayan Hz. Hubeyb ve arkadaşı Hz. Zeyd gibi. Allah hepsinden razı olsun.

Bu sevgi öyle bir sevgi idi ki Taif dönüşü atılan taşlardan peygamberi korumak için vücudunu ona siper edip pervane gibi dönen kan revan içerisinde kalan azaldı kölesi Zeyd gibi.

Peki, bizim sevgimizin bedeli nedir? O’da öyle bir peygamberdi ki kendine ve Müslümanlara yapılan tüm işkencelere rağmen düşmanlara beddua etmiyordu. Tüm insanları insan olduğu için seviyordu Peki, biz inananları sevebiliyor muyuz?

Çünkü O insanlara rahmet olarak gönderilmişti. Kimseye tepeden bakmaz, kimseyi hor görmezdi. Hz. Enes (ra) on sene peygambere hizmet ettim. Bana bir sefer olsun şunu niye şöyle yaptın bunu niye böyle yapmadın diye kızmadı. İnsanlara değer verir. Onlarla istişare eder, çıkan neticeye uyardı. Ben peygamberim benim dediğim olacak diye bir tavır sergilemezdi. Uhud ve Hendek savaşlarında olduğu gibi.

Siz cemaat, tarikat, yâda siyasi parti liderinizin görüşünü bile bile farklı düşünceler ortaya koysanız o lider yâda önder sizi sever mi?  Yâda siz o cemaat vede partide barınabilirmisiniz?

Peygamberi sevmek sadece anlatmakla değil Onu içselleştirmekle yani yaşamakla olur.

Çocukları sever, onları öper, saçlarını okşar ve onlarla şakalaşırdı. Yanlış yapana kızmaz onlara doğruyu anlatırdı.

Bir gün peygamberimiz ve arkadaşları mescitte sohbet ederlerken bedevinin biri gelir. Mescidin içerisine küçük abdestini bozar. Bunu gören sahabeler kızar. Hz. Ömer ayağa kalkarak kılıcını çeker bu ne saygısızlık, bu ne cüret diye bedevinin başını kesmek ister. Bunun üzerine peygamber (sav) Hz. Ömer’e dur ya Ömer der. Bir kova su getirmelerini emreder. Bevledilen yeri temizletir. Bedeviyi de bir daha böyle yapma diye affeder. Bir an için ölüm korkusuna kapılıp da sonra affedildiğini gören bedevi Müslüman olur. Peygamberin bir bedeviye gösterdiği müsamahayı bizler din kardeşlerimize yada öz kardeşlerimize gösteriyor muyuz?

Bizim ecdadımızda görmeden O’nu sevmiş, sevgisinin bedelini de ödemiştir. Rivayet olunur ki Ahmet Yesevi hazretleri 63 yaşına geldiğinde peygamberimiz bu yaşta vefat etti deyip yerin altında kendine bir çilehane yaptırıp kırk küsur sene orada yaşamıştır.

Peygamberi sevmek onu örnek almak hayatımızı ve yaşantımızı ona benzetmekle mümkün olur. O’nun sünnetine tabii olmakla mümkün olur. O’nun dürüstlük ve güvenilirliğini örnek almakla mümkün olur.

Acaba yaşantımız O’nun yaşantısına ne kadar benzer? Günümüz Müslümanlarının yaşantısı O’nun emin sıfatına ne kadar uyar?

Allah (cc) bizi kendisine gerçek manada kul Peygamberine ümmet eylesin.

Kutlu doğum haftasının ülkemize, İslam âlemine ve tüm insanlığa hayırlar getirmesini temenni ederim. .

 

 

Bayraksızlar, Soysuz Sopsuz Bayraksızlar

 

“Pişmiş yumurta gibisin kardeşim

 İçin cıvık mı, katı mı belirsiz”

 Uzun saçlarını atlarının yeleleriyle yarışan, nal sesleri gök gürültülerine karışan ahir zaman süvarileriyle girdik bu ANAlar diyarına.

Alparslan‘ın beyaz atının kuyruğu düğümlendiğinde düğümlenmişti kaderimiz zafer koşularına.

Melikşah‘ın  “bu deniz karşıma çıkmasaydı senin adını daha ötelere taşırdım” dediği davaydı derdimiz. Dinime, bayrağıma uzanan elleri kırdık yüzbinlerce korku fanusu gibi.

Selçuk dedik, Osman dedik, Kemâl dedik yürüdük. Gökyüzünü çiftbaşlı kartallara, üç hilâllere, ay-yıldızlara bürüdük. Din ü devlet, mülk ü millet‘ti dört yapraklı yoncamız.

Takvimler karagün görmeye dursun ölmeden mezara konulursun. Kıtlık mı daha kötü, âfet mi daha beter? Bayraktır şeref ve şerefsizliktir elden gitmesi.

30 Ekim 1919. Fransızlar geldi, girdi. Maraş kalesindeki aziz bayrağı indirdi. Biz de onları indirdik. Sütçü İmam‘la, Şahin Bey‘le vicdan azabımızı biraz dindirdik.

Vatandı namus, namustu pervasızlığımız. Kutsallığımıza bulaşanlardı kızdığımız, paraladığımız.

14 Ağustos 1996. Lefkoşa sınırındaki Rumun biri bayrak direğimize tırmandı. İnmedi, indirildi. Ağzındaki sigara gibi söndürüldü. Hem de G-3 mermisiyle..

31 Mart 2011. Diyarbakır Anaokulu‘nun bayrak direğindeki Türk Bayrağı indirildi.

2 haftadır bekliyorum, tek tık Sebahattin Önkibar. Televizyonlarınızda ve haber ajanslarınızda haber değeri yok. çalçene politikacılarınızdan tek demeci yok.

Ulan, devlet kurumundaki ‘nazlı hilâl‘ gözlerden iniyor da kalbinize inme de mi inmiyor? Hani bayraktı bağımsızlık alâmeti?

O bayrak o irtifada dalgalansın diyedir kestiğimiz biçtiğimiz haçlı artıkları, emperyalizm yırtıkları. O sönmesin diyedir söndüğümüz, söndürdüğümüz ocaklar.

Bayrağa saygısızlık yapan kendini bayrak direğine oturtulmuş bulur. Bu işin şakası, kibarlığı, efendiliği olmaz. Bayrağa sıkıntı veren piç cami duvarına işeyen it muamelesi görür.

“Ha bayrağımı üzdünüz

Ha derimi yüzdünüz”

Yaşıyorsak onur için, haysiyet adına yaşıyoruz. Kitabın ortasından konuşuyoruz kutsallarımıza kuduzlar musallat olduğunda.

Siz hala Fener, Cimbom bayrağıyla takılın. Dünya değiştirince tabutunuza kaşkollasınlar da görün. Devekuşu demiş ki “avcı nişan alınca gözümü kapıyorum; beni göremiyor“.

Ben Nazif‘ten daha karabahtlı bir Süleyman‘ım. Mehmet Aycı‘nın kelimeleri olsun ağlayanım:

            

“Can ateşte pişer iken arkada

Bayrak yere düşer iken arkada

Kalanın şairi değilim gülüm”

 

           

           

İşte size çılgınlıklar listesi

Herkese Merhaba… Herkese Merhaba… Herkese Merhaba…
Ülkemin en çılgınları projelerini açıkladılar… Süpper…
Öyleyse şimdi hep birlikte memleketim insanının çılgınlıklarına bir bakalım…
AKP hükümetiyle beraber bir özelleştirme çılgınlığıdır almış başını gidiyor… Dur durak bilmiyor…
Ülkemizin en karlı kuruluşları bile bile, birer birer elden çıkarıldı… İşte çılgınlık budur…
Elde satılacak sanayi tesisi hemen hemen kalmadığından, bu sefer de gözler altyapı tesislerine, doğal kaynaklarımıza çevrildi… İşte çılgınlık budur…
Peki onlar da biterse ne olacak derseniz sevgili okur, çılgınlığın sonu mu olur… Anlatayım da okuyuverin bir zahmet…
Otoyollarımız, köprülerimiz, akarsularımız da satılır ne olacak… Çılgınlık bu ya…
Onlar da biter merak etmeyin…
Sıra gelir topraklarımıza…
Kapanın elinde kalacak zaten ya, topraklarımız demedi demeyin… İşte size çılgınlık…
Paraya sıkıştıkça parça parça satarız ne olacak anlayışı çılgınlık değil de nedir sevgili okur sorarım size…
Bütün bu özelleştirmelerden elde edilen paralar ne oldu diye soran yok nasılsa…
Aziz milletimin dişinden, tırnağından keserek arttırdığı birikim ürünleri olan kuruluşları satarak aldığımız para ile dış borçlarımız azaldı mı yoksa kapandı mı dersiniz… Yoooo kapanmadı da, azalmadı da bilemediniz arttı, işte çılgınlık bu değil midir sevgili okur…
Pekiii gelen bu paralar nereye gitti diye sormazlar mı adama… Sorarlar… Sorarlar…
Nereye gidecek bu para yenmedi ya… Nereye gittiğini de varın biraz siz düşünün…
Atalarımızdan kalanı satarak “para kazanmak” dünyanın en kolay işi…
Sormazlar mı adama ekonomiye yeni tesisler mi kazandırdınız?
İnsanlara iş olanakları mı sağladınız?
İşte tüm bunların sorulmaması çılgınlık değil de nedir öyleyse?
Gün gelecek satılacak bir şey kalmayacağını düşünmemek çılgınlığın alasıdır sevgili okur…
Ekonominin en önemli sektörü bankaların satılması az çılgınlık mıdır sorarım size?
Ulusal çıkarlarımızı düşünmemenin ötesinde çılgınlık mı vardır yahu öyle demeyin…
Anacım hükümet çılgınsa, milletin de ondan arta kalan yanı yok ya…
Bu memleketin insanları, bürokratları, siyasetçileri, işadamları, basın mensupları da çılgın mı çılgın… Çılgın olmasalar milli birikimlerinin yabancı ulusların servetine birer birer eklenmesine, Türk ekonomisinin, adım adım işgaline çanak tutarlar mı? Tutmazlar…
Çılgınlığın sonu mu olur sevgili okur… Olmaz… Olmaz… Bu iş olamaz…
Memleketimin gözbebeği silahlı kuvvetler mensupları gözden düşürülmeye çalışılırken, teröristler, hırsızlar, katiller davullu zurnalı salıveriliyorsa, bundan ala çılgınlık mı olur…
Ayranı yokken içmeye, yarım milyonluk cep telefonu taşıyan memleketim insanı az mı çılgın…
Ya gençlerimizin bizim anlamadığımız bir dili kullanır hale gelmesi, o güzelim dilimizin Türkçemizin unutulmaya yüz tutulması da bir başka çılgınlık çeşidi sayılmaz mı?
Ya memleketimdeki her bir etnik grupla ayrı yönetim payı pazarlıkları yapılmasına ne dersiniz? Çılgınlık değil midir?
Ancaaaakkk…
Zaman çılgınlık zamanı değildir…
Artık birlik ve beraberlik vaktidir…
Akbabalar yanı başımızda cirit atıyor…
Bence herkes sınır komşularımıza bir baksın, artık aklını başına toplasın…
Ve bundan sonra adımlarını ona göre atsın… Yoksaaaa…
Derken bakın aklıma ne geldi…
“Ben ezelden beridir… Hür yaşadım hür yaşarım…
Hangi ÇILGIN bana zincir vuracakmış şaşarım…
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım…
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım…”
Daha size ne diyeyim ben sevgili okur…
Anlayana sivrisinek saz…
Anlamayana “Her Şeye Maydanoz”unuzun davulu az gelir az sevgili okur… Az… Az… Az…
Güm be de güm güm… Güm be de güm güm… Güm güm güm… Güm güm… Güm…
Hazır davulumu da elime almışken, ayrılık vaktimizin geldiğini de söyleyeyim size…
Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…
En çok beni özleyin… En çok beni özleyin…
Hatta bir tek beni özleyin… Özleyin…

Ömür Dediğin

İnsan su misali akıp giderken

Ölüm saati yok gelirse erken

Ha bugün ha yarın yaparım derken

Ya bitiverirse ömür dediğin..

 

Neden yaratıldın bilmezsen eğer

Zaman boşa gider vermezsen değer

Bitmez zannedilen bitermiş meğer

Hayallerle geçer ömür dediğin..

 

Nefsinin elinde oyuncak olan

Hayal aleminde kuruyup solan

Haramlar günahlar hep sana kalan

Eyvah dersin geçti ömür dediğin..

 

Her şey canlı cansız onu zikreder

Ona kul olmazsan yaratan neder?

Ne fazla ne eksik herkes rızkını yer

Nefsin doymaz geçti ömür dediğin..

 

Gençlik ve güzellik sende kalmadı

Hayaller rüyalar gerçek olmadı

Malım mülküm dedin ama kalmadı

Düşünürken geçti ömür dediğin..

 

Sanki dünya baki gibi sarıldık

Her şey kaldı hey hat boşa yorulduk

İkaz eden kardeşlere darıldık

Eyvah dedik geçti ömür dediğin..

 

Uyuduk ölümdü uyandık hayat

Çeşit çeşit meyve hepsi ayrı tat

Oraya gidenler ediyor feryad

Duyamadın geçti ömür dediğin…

 

Dizde derman kalmaz gözlerinde fer

Her yer dağ taş olur ben gidemem der

İhtiyarlık seni yavaş yavaş yer

Dönüşü yok geçti ömür dediğin..

 

Öyle sarıldık ki fani olana

Dünya değermiydi yalan dolana?

Bir bilsen defterde sana kalana

Yanlışlarla geçti ömür dediğin..

 

Nasıl geçti dersin aylar ve yıllar

Ona dua dua açılsın eller

Teşekkür ve niyaz da olsun diller

Bu yolda tükensin ömür dediğin..

 

Hayat neticesi beş metre kefen

Diyemezsin yaptım her şeyleri ben

O istemez ise yapamazsın sen

Ona kul ol geçsin ömür dediğin..

 

Tabuta girmeden aklın al başa

Yatırırlar seni teneşir taşa

Ölüm gerçek bir gün gelince başa

Pişman olma geçti ömür..

 

                                                          

Özgürlük, İki Kere İkinin Dört Ettiğini Söyleyebilmektir

Başlıktaki söz, George Orwell’in 1984″ isimli (filmi de çevrilmiş olan) romanının kahramanı olan Winston Smith‘e ait.

İngiliz yazar George Orwell’in, 1949 yılında yayımlanan eserinde tasvir ettiği hayali ülkede, “insanlar yöneticilerin korkusu ile sinmiş, özgürlükler kaldırılmış, ahlâki ve insani duygular yok edilmiş, düşünme ve düşündüğünü söyleme yasaklanmıştır. Bireylerin kişilikleri tamamen silinmiştir. Totaliter bir merkezi tek Parti’nin yönetiminde korku, propaganda ve beyin yıkama ile halk ve hayatı manipüle edilmektedir.”

Big brother/ Ağabey“in yönettiği sistem bütün insanları izlemektedir. Sürekli sesli ve görüntülü propaganda ile verilen bilgilerin tamamının doğruluğunun kabul edilmesi beklenmekte ve beyin yıkama ile bu sağlanmaktadır. Roman kahramanı Smith, “Doğruluk Bakanlığı”nda çalışmaktadır. İşi kendisine gönderilen notları eski verilerin ve bilgilerin yerine yazmaktır yani tarihi değiştirmektir.

Smith bir süre sonra sistemi ve sistemin verdiği bilgileri sorgulamaya başladığında, herkesten gizlediği günlüğüne başlıktaki cümleyi yazar.

Oysaki sistemin sloganları: SAVAŞ BARIŞTIR, ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR, CEHALET KUVVETTİR. “Karşıt kavramlar bir arada kullanılarak kişinin bariz gerçeğe aykırı olanı kabul etmesi beklenir. Zira kitaptaki düzende merkez partiye bağlılığı göstermesi için, insanın gerekirse akla aykırı olanı bile doğru bellemesi gerekir.”

Her ev ve işyerinde hem alıcı, hem verici olarak kullanılan bir alet olan “Tele Ekran“lar vardır. Düşünce polisi, romanın kahramanı Winston Smith’in düşüncelerini ve günlüğünü, “tele ekran” vasıtasıyla öğrenir ve “düşünce suçlusu” olarak yakalar. “Sevgi Bakanlığı” denilen binada çeşitli işkence ve beyin yıkama işlemlerinden geçen Smith, bütün algıları ve değerlerini kaybeder. Artık düşünce polisinin dediği gibi, “iki kere ikinin beş ettiğinetüm kalbiyle inanmaktadır. “Sevgi Bakanlığı”ndan çıktıktan sonra çok rahat şartlar altında, hiç izlenmeden yaşamaya başlar. Hiç arkadaşı yoktur ama bunun onun için bir önemi de yoktur. Ve geçen her gün, Parti ve Ağabey’e olan bağlılığı artarak mutlu(!) bir şekilde yaşamaya devam eder.

Bu roman entelektüel seviyede çok tartışılmış bir eser. Romanda tasvir edilen ülkenin birebir aynısı yok. Fakat her ülkede, insanı ve onu insan yapan özgürlüğünü yok etmeye çalışan ve kısmen başarılı olan mekanizmaların olabileceğini düşünmemiz gerekmekte. Böylece bireyleri ve toplumu kontrol etmeye çalışan bu sistemleri sorgulamak ve farkındalık yaratmak özgürlüğümüz açısından önemli olabilir.

*****

Türkiye’de değerlerimizin ve algılarımızın değiştirilmekte olduğunu daha önce de yazmıştım. Ben propaganda edilenlerden çıkardığım sonuçları anlatayım, lütfen siz de 1984 romanındaki sloganlar ile mukayese ediniz:

  • Ø Ayrılıkçı Kürtçülerin propagandasına göre, “demokratik özerklik” kavramı ile ülkenin bütünlüğüne hizmet ediyorlarmış. Bu kavramla ifade edilen, ayrıştırarak bir arada tutmak demekmiş. Hadi daha kısaltarak söyleyelim, “ayrıştırmak, birleştirmektir.”

Hükümetin Türkiye’de bilmem kaç tane etnik kimlik olduğuna dair ifadeleri ile “Kürt açılımı, Roman açılımı, Alevi açılımı, Ermeni açılımı” gibi kavramlarla yaptıkları da aynı anlama geliyor olsa gerek: “ayrıştırmak, birleştirmektir.”

  • Ø Türkiye ekonomik açıdan 16. Büyük ekonomi imiş. Türkiye’nin ekonomik yönetimi bütün dünyada saygı uyandırıyormuş.

Aralık 2002 de 148,5 milyar USD olan devlet borçları, Aralık 2010’da 306,5 milyar USD olmuş. Özel sektörün dış borcu 43 milyar USD dan, 180 milyar USD a çıkmış. İç borç stoku ise aynı dönemde 149,9 milyar TL iken,  352,8 milyar TL ye çıkmış.

Demek ki, “BORÇLU OLAN GÜÇLÜDÜR.”

  • Ø Türkiye Cumhuriyet döneminin en büyük kalkınmasını gerçekleştirmekte imiş.

Oysaki Türkiye’nin 1946-2002 arası ortalama yıllık büyüme hızı yüzde 5. 2002-2010 arası ise yüzde 4,95. Hemen hemen aynı.

Düşünce polislerinin bize öğrettiği doğru ise, “EŞİT OLAN RAKAM BÜYÜKTÜR.”

  • Ø Hadep Eski Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Metiner‘in, CHP Eski Genel Sekreteri Ertuğrul Günay‘ın, Alpaslan Türkeş’in küçük oğlu Ahmet Kutalmış‘ın AKP‘den aday gösterilmesi “kucaklayıcılıktır“; CHP ve MHP’nin eski DYP ve ANAP’lılardan adaylar göstermesi “ilkesizliktir.”

Demek ki neymiş: “KUCAKLAYICILIK İLKESİZLİKTİR.”

  • Ø Başbakan Avrupa Konseyi Genel Kurulunda sert konuşmuş, Avrupalıları paylamış.

Başbakan Erdoğan bu konuşmasında ne demiş: “Ortodoks Patriği seçilmesi Lozan Anlaşmasına göre Sensinot Meclisi’nde yapılır. Sensinot Meclisi, Lozan Anlaşması’na göre TC vatandaşı olmak durumundadır. TC vatandaşı olmadığı halde şu andaki Ortodoks Patriğinin seçimine biz göz yumduk. Ben bundan önceki Başbakan değerli dostum Karamanlis’e şunu söyledim: ‘Söyleyin, müracaat etsinler. Vatandaşlığa alalım, Lozan’ı çiğniyorlar, Lozan’ı çiğnetmeyelim.‘ O dönem olmadı. Şimdi değerli dostum Yorgo’ya da aynı şeyi söyledim, ‘Bunları vatandaşlığa alalım, bu işi meşrulaştıralım.’ Daha sonra bunu Patriğe de söyledim. ‘Lütfen müracaat etsinler, bunları vatandaşımız yapalım.’ Sonunda müracaat ettiler, şu anda bizim vatandaşımız durumundalar.”

Lozan Anlaşmasını çiğnemek, Ortodoks Kilisesi üzerindeki hâkimiyetimizi Yunanistan’a devretmek, AB’ye efelenmek demekmiş. “Nato’nun ne işi var Libya’da?” dedikten kısa bir süre sonra Nato’nun Libya’ya müdahalesine destek vermek, “LİDER ülkenin büyük dış politika başarısı” imiş.

Demek ki neymiş:“LİDERLİK AKINTIYA KAPILMAKTIR.”

*****

İki kere ikinin beş ettiğine” inananlardansınız, çok şanslı olmalısınız. Sisteme bağlı, huzurlu ve mutlu vatandaşlar olarak yaşamaya devam ediniz.

Engizisyon Mahkemesi Galile‘ye tezini inkâr ederek, “dünya düzdür” dedirtmeyi başarmıştı. Ama O yargılamadan sonra kendinin zor duyabileceği bir sesle “her şeye rağmen Dünya dönmeye devam ediyor” demişti.

Rakamları ve kavramları eğip bükerek bir zaman insanları yanıltmak mümkündür. Ancak ebediyen gerçekleri örtmek ancak hayali bir ülkede mümkün olabilir.

Türkkan; Sıvı yağda 2 milyar dolar dış ticaret açığımız var

Sıvı yağ üretiminde Türkiye’nin dışa bağımlı olduğunu söyleyen TÜGMAD Yönetim Kurulu Başkanı Lütfü Türkkan, “Sıvı yağ için yılda 2 milyar dolar harcıyoruz. Tarıma dayalı sanayi Türkiye’nin hem istihdam sorununu çözer, hem de dünyayı vurması beklenen gıda fiyatları krizinden kurtulmamızı sağlar.” dedi.

TÜRKİYE’nin tarıma dayalı sanayiye geçiş yaparak, hem istihdam sorunundan hem de önümüzdeki dönemin en büyük kriz sebeplerinden biri olarak gösterilen yüksek gıda fiyatlarından kurtulabileceğini söyleyen TÜGMAD Türkkan Gıda Yönetim Kurulu Başkanı Lütfü Türkkan, Türkiye’nin yeterli yağlı tohum yetiştirilmediği için sıvı yağ üretiminde de dışa bağımlı olduğunu söyledi. Dünyada ülkelerin gıda zenginliğinin yağ tüketimi ile belirlendiğini söyleyen Türkkan “Türkiye zenginleştikçe sıvı yağ tüketimi de artıyor. Yağ tüketimi her yıl yüzde 6.5 artış gösterse de yağlı tohum üretimi gelişmiyor.” dedi.

4 milyar dolarlık sektör
Konsolide olarak 160 milyon dolar yıllık cirosu bulunan TÜGMAD’ın 1999 yılına kadar ihracat gerçekleştirdiğini ancak daha sonra iç pazara yönelme kararı aldığını anlatan Türkkan, şunları söyledi: “Türkiye’de bitkisel yağ sektörü 4 milyar dolar büyüklüğe sahipken yıllık tüketim de 2 milyon ton. Ancak Türkiye bu hacmin sadece 700 bin tonunu kendisi üretebildiği için yağ politikası da dışa bağlı. Dolayısıyla sektörün 2 milyar dolarlık, yani 1.3 milyon tonluk kısmı ithalattan oluşuyor. Büyük miktarlarda yağ ihraç eden bir ülke olmamıza rağmen, İran Türkiye’den ayçiçeği yağı alıyor. Türkiye o pazarda sessiz sedasız büyüyor.”

Yerinde istihdama yönelik sanayileşme için tarıma dayalı sanayinin teşvik edilmesi gerektiğini vurgulayan Türkkan, şöyle konuştu: “Bu sayede hem tarım ürünleri çeşitlenir, hem de Türkiye önümüzdeki dönemde beklenen açlık tehlikesinden uzak olur. Yağ tüketiminin dünyada iki farklı şekilde kullanılıyor. Burada ilk olarak fast-food alışkanlığı büyük rol oynuyor. İkincisi ise yemek kültürü. Biz yemek kültürü olan bir millet olarak aynı yemeğe daha fazla yağ koyarak yağ tüketimimizi artırmıyoruz.”

Kanola üretimi teşvik edilmeli

TÜRK çiftçisinin, bioyakıt üretiminde en önemli katkı madde olan Kanola bitkisinin yetiştirilmesi için teşvik edilmesi gerektiğini ifade eden Mücahit Türkkan, bunun Türkiye’nin çevrecilik konusundaki çalışmalarına da katkı sağlayacağını söyledi. Türkkan, “Almanya yılda 7 milyon ton Kanola bitkisi yetiştiriyor. Almanya’da insanlar evde Kanola yetiştirip devlete satıyor. Bunun Türkiye’de de yaygınlaştırılması lazım.” diye konuştu.

6 milyon dolar yatırdı, günlük kapasite 1000 ton oldu

2010 yılında gerçekleştirdikleri 6 milyon dolarlık yatırımla fabrikasının kapasitesini günde bin tona çıkardıklarını anlatan TÜGMAD Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Mücahit Türkkan, “1997 yılında kurulan fabrikamız 500 ton kapasiteye sahipti. 2004 yılında 700 ton 2010’da 1000 tona çıktık. 300 tonluk kapasite artırımı için 6 milyon dolarlık yatırım gerçekleştirdik” diye konuştu. Türkkan, fasulye, soya mısır ve ay çekirdeği gibi her türlü çekirdekli tohumdan ham yağ çıkardıklarını belirtti.

Aslan BATUR

http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/17445537.asp?gid=384

 

 

Çocuk Suçluluğu III

Türkiye dahil bütün ülkeleri yakından ilgilendiren, suç işleyen çocukların kendilerine, ailelerine, suçu işledikleri taraflara, suçun işlendiği yöreye ve topluma zarar veren çok önemli sosyal bir sorundur. Çocuk suçluluğunda günümüzde daha çok çevre faktörlerinin etkili olduğu kabul edilmektedir. Sevgi yoksunluğu, yanlış veya eksik eğitim, baskıcı disiplin yöntemleri, çocuk istismarı, iç ve dış göçlerin oluşturduğu kültür çatışmaları, gecekondulaşma, yöresel gelenek ve görenekler, ekonomik bunalımlar, çocuğun çalışmak zorunda kalması, parçalanmış aileler, ailede suçlu birey örnekleri ile kitle iletişim araçlarındaki şiddet ve suçlarla ilgili programlar çocukları suça iten nedenler arasında sayılabilir.

Suç işlemede arkadaş çevresinin rolü de önemlidir. Çevreyle iyi iletişim kuramayan çocuklarla, otoriteye başkaldırma eğilimi gösteren çocuklar belirli bir arkadaş grubuna katılmakta, bu grupta sosyal kabul görme ve bir statü sahibi olabilmek için grup dayanışmasına gereksinim duymaktadırlar. Bu beraberlik zaman içinde ergenlik çağının özelliklerinin de etkisiyle bir suçluluk çetesine dönüşebilmektedir.

Ailelere çok büyük görev düşmektedir:

  • Aile içerisinde bebeklikten itibaren bilinçli bir eğitimin verilmesi. “Okula başlayınca öğretmen onun hakkından gelir.” demeyin. Çünkü eğitim okuldan önce evde başlar.
  • Çocuğun maddi olduğu kadar duygusal ihtiyaçlarının da karşılanması ve değer verilmesi.
  • Küçük yaştan itibaren okul eğitiminin sağlanması. Aynı zamanda okulda verilen eğitimle, ailede verilen eğitim birbiriyle tutarlı olmalıdır.
  • Ailelerin kontrol edebilecekleri kadar çocuk sahibi olması.
  • Çocuğun içerisinde bulunduğu sosyal çevrenin önemi ve ailenin bu konuda seçici olması.
  • Çocuğun örnek alabileceği karakterlerin seçimi konusunda ailenin dikkatli davranması.
  • Özellikle okul ve okul dışındaki arkadaş seçiminde çocuğun yönlendirilmesi.

Çocuğunuzu her haliyle kabul edin. Onu sevin, sevmeye ve sevilmeye hepimizin ihtiyacı var. Şimdiden karşılığını yıllar sonra alacağınız bir yatırım yapın ve çocuğunuzla ilgilenin. Çocuğunuzla kurduğunuz ilişki ömür boyu kuracağınız ilişkinin temelini oluşturacaktır. Temeli iyi atın ki binanız sağlam olsun. Çocuğunuza iyi bir örnek ve iyi bir model olun. Organize suç örgütlerinin çıkar sağlamak için suçta kullandığı çocukları, parçalanmış, aile düzeni olmayan, aile korumasından uzakta olan çocuklardan seçtikleri unutulmamalıdır.  “Çocuk yetiştirmek dünyanın en zor sanatıdır.” Ona ne verirseniz, size de aynısını geri verecektir. Doğru, dürüst olmasını istiyorsanız. Siz de yalan söylemeyin. İçinizdeki çocuğa seslenin, onu oradaki uykusundan uyandırın. Kendi çocukluk yıllarınıza dönün. Neler hissettiğinizi neler yaşadığınızı düşünün.

Adalet duygusu doğuştan edinilen kavram değildir. Adalet, büyümeye başladıktan sonra aile ortamında ortaya çıkar, gelişir ve insanın sosyokültürel yapısını alır. Adalet duygusu ailenin çocuğa verdiği suç-ceza, başarı-ödüllendirme kavramları ve onun üstünde şekillenen sosyokültürel dengedir. Sosyal ilişkilerin olmazsa olmaz bileşeni olan hukuku var eden, yaşatan ve koruyan ailedir. Birey hukuku, bireyin varlığı ve haklarını koruma altına alan temel insan haklarıdır. Tüm diğer hukuk süreçlerinin çıkış noktasıdır. Tüm toplumsal hukuk süreçleri kaynağını birey hukukundan, eş deyişle aileden alır. Birey hukuku adaletin dengesi üzerinde şekillenir.

Günümüz liberal toplumlarında bu denge tüketimi arttırmaya çabalamak uğruna toplum lehine, birey aleyhine bozulmuştur. Aile giderek yok olmaktadır. Günümüz çağdaş ailesi diye sunulan çekirdek aile modeli tüketimin kaynağı olarak yeniden kurgulanmıştır. Aileler, kuruluşundan itibaren tüketimin objesi olmaktadır. Örnek gösterilen aile modelinde anne ve baba yoğun iş temposu ile çalışmakta, daha çok tüketebilmek ve tüketimi çeşitlendirmek üzere çocuklar da tüketimin objesi olarak sunulmaktadır.

Çocuklar adalet duygusundan uzak, giderek birey hukukunu tanımayan bencil insanlar olarak yetişmektedir. Bu nedenle, günümüzde , bir kısım gençlerin kendilerini toplum gözünde hep suçlu hissettiklerini ve cezalandırılma kaygısı taşıdıklarını, bir kısmının ise suç işlese bile ceza almama alışkanlığı ile birey haklarından, temel insan haklarından habersiz yaşamaktadır.

Çocuklar toplumun geleceğidir. İnsanın en çok sevdiği şey çocukları olmasına karşın yeryüzünde milyonlarca çocuk açlığın ve yokluğun pençesinde kıvranıp can vermekte, savaşlarda ölmekte ve çocukluğunu yaşamadan suça, cezaevlerine düşmektedir. Yapılan araştırmalar “Suçlu çocuk yok, ancak suça itilmiş çocuk var” tarzını doğrulmaktadır.

 

Konuşursam Yer Yerinden Oynar

“Yanlış anlaşıldım” ” ben onu demek istemedim” “konuşursam yer yerinden oynar.” Bu cümlelerden çok rahatsız olurum. Bu cümlelere sığınanlardan da nefret ederim. İnsanlar kamuoyu önünde konuşurken çok dikkatli olmalıdırlar. Kurdukları cümleleri düşünmelidirler. Yani söz ağızdan çıkana kadar senindir, ağızdan çıktıktan sonra artık onu değiştirme imkânın yoktur. Varacağı yere nasıl söylemişsen öyle varır.

Meydanlarda halka hitap eden politikacılar, her hangi bir konuda kamuoyunu aydınlatmaya çalışan yöneticiler fikirlerinin beğenilmediği, tasvip görmediği ve tenkit edildiği noktada sığındıkları cümleler beni çok rahatsız eder. “YANLIŞ ANLAŞILDIM” “BEN ONU SÖYLEMEK İSTEMEDİM” bu sözleri nerede duysam, aklıma bunu söyleyenin karşısındaki insanları idrak yetersizliği ile suçladığı gelir. Meydanlar da konuşulan sözleri Türkiye’de yayınlanan bütün gazeteler ve televizyonların verdikleri aynı cümleleri kullanmışlarsa sen nasıl yanlış anlaşılmışsın. Olsa olsa son söylediklerinin nasıl bir netice doğuracağını düşünmemişsin. Kaba bir deyimle ” işkembei kübradan atmışsın.” Kamuoyu önünde söylenen sözleri inkâr etmek insani bir davranış değildir.

Siyasilerimiz ve yöneticilerimiz söze başlarken daha net daha açık ve herkesin anlayacağı cümlelerle konuşsalar “yanlış anlaşıldım” ” ben onu demek istemedim” sözlerine sığınmaya ihtiyaçları kalmayacaktır. Bu sözlere sığınmaya çalışırken de daha çok batağa saplandıklarını fark edememektedirler.

Yine bir başka cümle “ben konuşursam yer yerinden oynar.” Bu sözü genelde makam, mevki sahibi olup da hakkında suçlama olan ve adli tahkikat yapılmaya başlanmış kişiler çok kullanırlar. Çok şey bildiklerini söylemek suretiyle haklarında ki adli tahkikatı etrafa korku vererek ortadan kaldırmak isterler. Bu kişileri bir hücreye kapatacaksın bütün bildiklerini söyleyene kadar burada kalacaksın dense bu kişi hakikaten yer yerinden oynayacak bilgilere sahip midir? Yoksa o da bu cümleye sığınarak kendini kurtarmaya mı çalışmaktadır?  Mutlaka hiçbir şey bilmemekte ve kendisini kurtarmaya çalışmaktadır.

Bizde bu cümlelere sığınanların şerrinden Allaha sığınırız.

 

 

 

 

Alıntılardan Bir Demet

“Milli Eğitim Bakanlığı, 4 yıl içinde 40 bin yabancı öğretmen getirme planları yapıyor. Duyumlara bakılırsa bu öğretmenlerden bir bölümü Türkiye’ye gelip sözüm ona İngilizce öğretmeye başlamış bile. 19. Yüzyıl’da aynı şeyi Bangladeş ve Hindistan da yapmış toplumsal dokuları bozulmuş, kendi ülkesi ve toplumuna yabancılaşan nesiller yetişmişti. Emperyalizm, her delikten girmeyi denerken, bu girişimlerini kolaylaştıran basiretsiz yöneticiler, Türk ulusunu nasıl bir tehlikenin beklediğini hesap edemiyorlar…

“Atatürk’ün ‘Cumhuriyet’i biz kurduk; onu yaşatacak olan sizlersiniz’ derken ‘sizler’ dediği, bizim öğretmenlerimizdir; yoksa yabancı İngilizce öğretmenleri değildir. Milli Mücadele’yle, savaşarak kurduğumuz Cumhuriyet’i, eğitimi emanet edeceğimiz yabancı öğretmenlere mi yıktıracağız?” (Prof. Dr. Şahin Filiz, Aydınlık, 28 Mart 2011, s.7)

“40 bin yabancı öğretmeni eğitim çevrelerine sorduk. Eski YÖK Başkanvekili Prof. Dr. İsa Eşme; atama bekleyen 16 bin İngilizce öğretmenine dikkat çekti.

“Yıldız Teknik Üniversitesi Öğretim Görevlisi Feyza Hepçilingirler de, bu düzenlemenin Türkçe açısından yıkım getireceğini belirterek, ‘biz Türkçe’nin içine dolan İngilizce sözcükleri nasıl halledeceğiz diye düşünürken; bu yabancı hocaların daha İlkokul çağından çocukların beynini yıkaması felaket getirir’ diyor.

“İngilizleştirme çabası; yoksa İngilizce öğretme değil’ diyen Hepçilingirler, çocukların İlkokul çağından itibaren; Türklüğe, toplumuna, kültürüne yabancılaştırılacağını söylüyor. Hepçilingirler; anadilden kopuk bir yabancı dil eğitimi verilemeyeceği gerçeğini, bir kez daha hatırlatıyor…

“Prof. Dr. Rıfat Okçabol, yabancı öğretmenle topluma İngiliz kültürünün aşılanmak istendiğine dikkat çekiyor.” (Meral Akkaya, Aydınlık, 5 Nisan 2011, s. 16)

“Gençliğimde Barış Gönüllüleri vardı. İşte Amerikan tipi, Avrupai bir takım gençler Türkiye’ye gelir, Anadolu’nun dört bir yanına dağılır, okullarda dersler verirlerdi. Anadolu köylüsü de, kasabalısı da, bunlara fakir sofrasını açar, misafir diye bağrına basardı. Sonra, yıllar sonra, mezhep çatışmalarının, etnik çatışmaların çıktığı yörelerden, bu misyoner Barış Gönüllülerinin gelip geçtiğini anladık…

“İşte şimdi… ithal öğretmen gelecekmiş. İşsiz öğretmenlerimiz bir yana, bu gelenler, o benim gençliğimdeki yapma Barış Gönüllüleri olacaktır.” (Afet Ilgaz, Yeniçağ, 1 Nisan 2011, s. 2)

 “Türk olmaktan korkan ve utananların Andımız’ı kaldırma adına verdiği mücadele, kendi öğretmeni açlıktan intihar ederken İngiltere’nin işsizliğini çözmek ve kültür emperyalizmini çocuklarımızın beyinlerine yerleştirme adına kırk bin öğretmen ithalatına kapı aralamak. Müfredatımızı bir yerlerin isteğine göre düzenleyenlerin, eğitimde büyük aşama kaydettik diyenlerin söylemleri nedir?” (Şuayip Özcan, Yeniçağ, 6 Nisan 2011, s. 13)

“Dostumuz Tarık Emre, geçmişte yaşanan benzer durumların sonuna ilişkin anısını aktardı bize:

“Hasan Tan’ın rektör olduğu dönem, ODTÜ’de İngilizce öğretmeni olan annem, sosyal bir kişilikti; arada bir meslektaşlarını eve yemeğe çağırırdı. Bu davetlerin birine ABD’li iki kadın -yaşları en fazla 30’du- Barış Gönüllüsü öğretmen gelmişti. Laflıyorduk ailece onlarla. Yaz yaklaşıyordu, babam ABD’li öğretmenlere tatil programlarını sordu. Öğretmenler ABD’ye dönmeyeceklerini, Türkiye’yi çok beğendiklerini falan söylediler. Ankara’nın doğusunda kalan bölgeleri, Türkiye’deki diğer yabancı öğretmenlerle birlikte karış karış gezeceklerini söylediler. Babam, ‘Yanlış anlamayın’ gibilerinden bir şeyler dedikten sonra ailelerinde Ermenilik olup olmadığını sordu; hani ata topraklarını gezip görmek durumundan ötürü, Öğretmenler, ‘Hayır, yalnızca gezeceğiz’ dediler. Onlar gittikten sonra babam, ‘Bence misafir öğretmenlerin bu gezisinin amacı başka, masumane bir iş değil’ demişti.’  

“Tarık Emre, o günden bugüne Türkiye’de toplu kıyımlara, tek tek öldürümlere tanık olduğunda hep babasının o sözlerini anımsamış.”(Işık Kansu, Cumhuriyet, 4 Nisan 2011,s 15)    

Demişler ki bir gün Kurt’a: Niye kalın boynun öyle?
Kendi işimi kendim gördüğüm için kalın böyle.