19.4 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1133

Seçmenle Empati Kurmak

Partiler seçim beyannamelerini açıklamakta, peş peşe projeler ve vaatler sıralanmakta. Böylece seçmende bir sempati yaratmak ve oylarını kazanabilmek ümit edilmekte.

“Karşımızdaki kişiye sempati duyuyorsak, onunla birlikte acı çekeriz ya da seviniriz, anlamış olalım ya da olmayalım, karşımızdakine hak veririz.”

Seçim beyannamelerinde açıklanan projeler sempatizan bir kitle yaratır mı? Kanaatimce projeler mevcut sempatizanların bağlılığını artırır ancak partiye sempati duymayan kişiler sırf projeler sebebiyle sempatizan haline gelmez. Projeler sadece çok düşük bir oranda kalmış kararsızları etkilemekte tesirli olabilir.

Kişilerin oy kullanmasındaki en önemli parametre, parti yöneticilerinin “kendinden biri” olup olmadığına dair hissettikleridir.

“12 Eylül 2010 referandumunda Anayasa değişikliğinde neleri oyladık?” sorusuna on vatandaşımızdan dokuzu doğru cevap veremiyor. Ancak oy veren herkes doğru karar verdiğine inanmakta. Çünkü Onlar sempati duydukları parti ve liderine olan duygularıyla hareket etmişlerdir.

Haziranda yapılacak genel seçimlerde de çoğunluk aynı saikle yani sempatilerine göre oy verecek.

SEMPATİ NASIL KAZANILIR? İnsanlar kimleri, “kendinden birileri” olarak görüyor? Sempati kazanma nasıl sağlanabiliyor?

Parti lideri ve temsilcilerinin seçmenle EMPATİ kurabilmesi, istedikleri sempatizan kitlenin oluşmasının belki de tek şartı.

Empati kelimesi duygudaşlık olarak tercüme ediliyor. Fakat biraz daha fazlası demek. Yani “bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecini” anlatan bir kavram.

Hedef kitlenin değerleri, hayatı ve olayları algılamasını doğru teşhis etmek.. Bunun için  seçim zamanı dışında da hayatın paylaşılması.. Düğününde, cenazesinde, açılışında, kutlamasında, hastalığında, felaketlerde beraber olmak. Bu suretle insanların duygularını hissetmek bir siyasetçi için çok önemlidir.

Ancak cenazeye gelip, namazı dışarıdan seyrederseniz, tabuta omuz vermekten kaçınır, dualara iştirak etmek size ağır gelirse bir duygudaşlık oluşması mümkün olamayabilir.

Hayatında içki içmemiş kişilerin meyhaneye giderek empati kurması için de benzer zorluklar vardır.

CHP’NİN MUHAFAZAKÂR KİTLEYE AÇILMASI: CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun büyük gayretine rağmen klasik CHP’li seçmen kitlesinin dışına açılması pek mümkün olamıyor. “Vatandaşın evine girerken galoş giyin” tarzı uyarılara ihtiyaç duyulması, Cuma namazı saatinde seçim beyannamesi açıklanması gibi siyasi hatalar, CHP’nin muhafazakar kitle ile empati kurmakta çektiği sıkıntıları göstermekte.

AKP’NİN İLETİŞİM DİLİ: Başbakan Erdoğan’ın milli görüş geleneğinden gelen kitlelerle ve Özal döneminden itibaren palazlanan Anadolu sermayesi ile çok tabii bir iletişim dili oluşturması bu kitlelerle empatiyi kolay kurabilmesindendir.

Erdoğan’ın kendi tabii mecrası dışından kitleler ile iletişiminde zaman zaman yaşadığı yol kazaları, bu kitlelerle empati kuramamasından yani dünyaya onların gözüyle bakamamasından kaynaklanıyor.

Başbakan Erdoğan kendisine destek vermekte olan eski sosyalist yeni liboş yazarlarla ve TÜSİAD‘la bu tip yol kazaları yaşıyor. Ancak Onların zaaflarını çok iyi bildiği için desteklerini almaya devam ediyor. Kitlelerde durumu yönetmek o kadar kolay olmasa gerek.

AKP’NİN HEDEFİ MHP OYLARI: AKP son dönemde MHP oylarına göz dikmiş durumda. Erdoğan, “Kürt açılımına” şiddetle karşı olan bu kitlenin gözüne girebilmek için oldukça milliyetçi söylemler ve hatta “artık Kürt sorunu kalmamıştır” ifadelerini kullanmakta.

R.T. Erdoğan İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerinde meyhane ziyaretleriyle dikkat çekmişti. Bu defa MHP kitlesi için çalışma içinde.

MHP kitlesiyle hayat tarzı, dini inanış ve dince kutsal kavramlarda ortak noktalarda buluşan AKP’nin, milliyetçilik anlayışıyla farklılaştığı biliniyor. Ayrıca AKP’nin etnik ayrışma riskini artıran politikaları, MHP kitlesinde şiddetli tepki görüyor. “Asıl milliyetçilik duble yol yapmaktır, okul, hastane hizmetleri getirmektir” tarzı ifadeler, MHP’li seçmenin “yeni Anayasa’dan Türk kelimesi kaldırılacaktır” diyen bir partiye oy vermesine yetecek midir?

Başbakan’ın, Bozkurt‘un Türk tarihindeki öneminden ve efsanelerin, destanların millet oluşumundaki yerinden habersiz olduğu kanaati uyandıran ifadeleri oldu. Bu sözler MHP kitlesiyle empati kurmasında yaşadığı sıkıntının bir başka işaretidir.

MHP’NİN GENİŞLEME ŞANSI: MHP’nin tabii genişleme alanı, tarikat ve cemaat kontrolü dışındaki AKP’li seçmen kitlesi ile “ulusalcı” CHP’lilerdir. MHP’nin AKP’li kitle ile empati kurabilmesindeki en büyük eksikliği tarikat ve cemaat ilişkilerinin ve Anadolu sermayesi ile irtibatının zayıf olmasıdır. MHP’nin, Kocaeli’de Anadolu sermayesinin başarılı bir temsilcisi olan Lütfü Türkkan‘ı birinci sıradan aday göstermesi bu açıdan önemlidir.

MHP, AKP ve CHP içindeki “ülkenin bölünmesi endişesi yaşayan” milliyetçi/ulusalcı kitlelerle duygudaşlık kurabileceği uygun atmosferi değerlendirebilirse buralardan kaymalar sağlayabilir. AKP içindeki milliyetçi kesimden “vatan müdafaasının son kalesi” olarak nitelendirdikleri “MHP’yi Meclis’te güçlü bir şekilde görmek isteyenlerin” sayısı hiçte az olmayabilir.  

Güneydoğu halkıyla empati kurmak ise ayrı bir yazı konusu.

 

Sokrates Baldıran Zehirini Neden İçti?

Sokrates ilk çağın en seçkin en önemli düşünürü ve filozofuydu. Değişik kişiliği, ilginç tavır ve davranışları, konulara gerçekçi yaklaşımları ve özgür eleştirileriyle etrafındakileri derinden etkiliyordu.

Kimdi etrafındakiler? Öğrencileri olan gençlerdi. Eflatun (Platon), Aristo gibi, halkın çocuklarıydı. Hepsi de hocalarına hayrandı. Sokrates gösterişi sevmeyen, mütevâzı, çok sabırlı, alçak gönüllü, sözüne ve borcuna ölesiye sadık, dürüst karakterli bir insandı.

Sokrates gençlik döneminde askerlik, halk jürisi üyeliği, yargıçlık görevlerinde bulunmuş ve çok başarılı olmuştu. Yaşamı boyunca haksızlığa, kanunsuzluğa, çıkarcılığa ve hilekârlığa hiç bulaşmamıştı.

Sokrates bütün bu erdemli davranışlarıyla  yaşadığı yüz yıldan, binlerce yılı geride bırakarak günümüze kadar ulaşan nadir insanlardan biridir. Hem de düşüncelerini, değerlendirmelerini, değişlerini ve öngörülerini içeren  hiçbir kitabı ve yapıtı olmadan.

Ancak  başını Eflâtun’un çektiği öğrencilerinin ve arkadaşlarının derlediği belgelerden, bizlere kadar ulaşmış bilgileri içeren yapıtlardan, Sokrates’in bütün yaşamını ve kişiliğini öğreniyoruz.

Sokrates para sıkıntısı çekmesine rağmen öğrencilerinden hiç ücret almıyordu. Bu işi büyük bir zevkle yapıyordu. Durum gençler arasında yayılıyor ve öğrencilerin sayısı giderek artıyordu. Sokrates toplantıları giderek ilginçleşiyor ve   ciddi bir çekim merkezi oluyordu.

Ders konularının müzâkeresinde ve verilen örneklerin tartışılmasında bazı yeni görüşlerin gündeme gelmesi, mevcut statükonun eleştirilmesi ve bu durumdan çıkarı olanların geleceklerinden endişe duymalarına neden oldu. Bunun üzerine Atina yöneticileri,  Sokrates’in, gençleri düzene ve dine isyana teşvik ile  kent huzurunun bozulmasına sebep olduğu gerekçesiyle, tutuklanmasına ve yargılanmasına karar verdiler.

Sonunda Sokrates ön kabullü yargıçlar tarafından yargılanır ve ölüme mahkum edilir. Bir fincan baldıran şurubu içerek yaşamına son verecektir.

Öğrencileri ve taraftarları Sokrates’i hapisten kaçırarak kurtarmak istemişlerse de, Sokrates bunu kabul etmemiştir. Çevresindekilere “Ben, bu güne kadar Atina’nın kanunlarıyla yaşadım. Yaşım 70’i geçti. Ve ben suçsuzum. Şimdi teklifinizi kabul edersem, bu yasaları çiğnemiş olurum. İşte o zaman suç işlemiş olurum” diyerek, önerilerini red etmiştir.

Sokrates, öğrencilerine ve dostlarına günümüze kadar ulaşan son bir öğütte bulunarak:

“Kanunların aksayanlarını düzeltmeye çaba gösterin ama düzeltinceye kadar mevcut yasalara uyun” demiş ve bir fincan baldıran zehirini içmiştir.  Yıl M.Ö. 386’dır.

Şimdi tarih M.S. 2011’dir.  Ülkemiz yeni bir milletvekili genel seçimine gitmektedir.

Ne gariptir ki, yıllardır milletvekili dokunulmazlıkları kaldırılsın diyen ve bunu adeta slogan haline getiren önde gelen muhalefet partileri, yargılaması devam eden bir davanın bazı sanıklarını, seçim listelerinin baş tarafında aday göstererek koruma altına almışlardır. Milletvekili seçilmelerini garanti ederek, dokunulmazlık kapsamına girmelerine teşebbüs etmişlerdir.

Yaptıkları işlemin,  sorarsanız mutlaka kendilerince verilecek cevapları vardır. Ancak en az iki soruya daha yanıt gerekmektedir;

İlki, hangi nedenlerle davanın diğer sanıkları, koruma altına alınmamışlardır?

İkincisi de, gönülden bağlı oldukları partilerine, bu güne kadar hizmet veren gerçek partililerin seçilme hakları neden ellerinden alınmış ve mağdur edilmişlerdir?  

21. Yüzyılda Türkiye

Türkiye 1923′ den bugüne önemli mesafeler almış ekonomik ve sosyal göstergelere göre belirli bir gelişmişlik, üretim ve rekabet seviyesine ulaşmıştır. Ancak gelir dağılımındaki bozuklukları, kronik hale gelen sosyal yapıyı bozucu ve sosyal tesirler oluşturan krizi aşamamıştır.

Türkiye, Sovyetlerin dağılması ve dünyadaki hızlı değişmelerle yeni imkânlara kavuştuğu gibi yeni zorluklarla da karşı karşıya gelmiştir.

Türkiye’nin 21. yüzyılda sahip olacağı vizyonu bozabilecek örnek ve engeller şöyle sıralanabilir.

Türk Milletine mensup olma şuurunu reddeden bölücü siyasi Kürtçülük ve mikro ırkçılık, Türk Milleti dışında millet ve hakların bulunduğu görüşü “kültürel haklar” ile kamufle edilmektedir. İslami kullanmak isteyen, vatan, bayrak ve sınır tanımayan millet ve milliyetçiliği reddeden, Cumhuriyete karşı “radikal İslamcı” çevreler ( bu çevreler çoğu kere bölücü akımlar ve fraksiyonlarla işbirliğine girmektedir.)

Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter millet ve devlet olarak yanlış kurulduğunu, demokrat olmadığını dile getiren Türk kimliğine ve laikliğe soğuk bakan Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına zemin hazırlayan ve kendilerini “ikinci cumhuriyetçi ” olarak ilan eden çevreler.

Türkiye Cumhuriyetini kuran iradeye bağlı olanları statükocu ve muhafazakârlıkla suçlayan romantik bir özgürlükçülük, sınırsızlık müdahalesizlik peşinde olup ferdi aşırı bir şekilde kutsallaştıran, misyonları itibariyle yukarıdaki gruplara adeta hayat hakkı tanımakla uğraşan bazı liberal çevreler demokratik bir ülkede bu ve benzeri guruplar olabilir. Herkesin her şeyi aynı şekilde düşünmesi de gerekmeyebilir. Ancak bunlar, Türkiye Cumhuriyeti için reddedilmez ortak temel esasları hedef almaktadırlar. Çoğu kerede görüşlerini insan hakları, demokratikleşme, kültürel çoğulculuk örtüsü altında gizlenmektedirler.

21. yüzyılda Türkiye’nin uygun bir vizyona sahip olabilmesi ve pazarlık gücünü artırabilmesi en az bazı ciddi devletler kadar milliyetçi tezlerle hareket etmesine bağlıdır.

Milliyetçiliği 21. yüzyılda sadece duygusal, dışa kapalı ve pratiği olmayan bir yaklaşım olarak zannetmek son derece yanlıştır.

Böyle bir dünyada “Önce Türkiye” diyenlere düşen görev, farklı görüş ve meslek sahibi kesimler arasındaki milli mutabakatları geliştirmek ve güçlendirmektir.

 

Sedaş Ya da; Vehbi’nin Kerrakesi!

Günlük yaşamda pek çok insan; “Haa, şimdi anlaşıldı Vehbi’nin kerrakesi” deyimini kullanır ama sorarsanız anlamını ve öyküsünü anlatamaz! Biz anlatalım;

Osmanlı dönemi. Vehbi adında birinin cübbesi giyilmez halde yıpranmış. Fakirlikten, yenisini de alamamış ve bir gün karısının feracesini giymiş! Ama eş dost durumu anlamış ve biri şöyle demiş; “Anlaşıldı Vehbi’nin kerrakesi/ züğürtlükten cübbe oldu karının feracesi!”

“Kerrake” bir zamanlar Ulemanın giydiği ince kumaştan dar bir üstlük.

“Ferace” ise, kadınlarının sokakta giydikleri, mantoya benzer, arkası bol, yakasız, ayaklara kadar uzayan bir giysi.

İşte, bu öyküden sonra, önce farkına varılmayan ama işin alacası, geç de olsa! sonradan anlaşılan olaylar için; “Anlaşıldı Vehbi’nin kerrakesi” deyimi kullanılır.

Bu deyimle SEDAŞ’ın ilgisi nedir?

Efendim; bu ülkede “ÖZELLEŞTİRME” adı altında yerli ve yabancı kişi ya da şirketlere yok pahasına satılan kamu tesisleri, yani “halkın ortak malları”  allı pullu gerekçelerle elden çıkarıldı.

Dediler ki;

–         Bu KİT’ler zarar ediyor, devletin sırtına yük oluyor.

–         Bunlar verimsiz,

–         Bunları satarsak, özel sektör daha verimli çalıştırır, teknolojisini yeniler, daha çok insan iş bulur,

–         Devlet bu kazançtan vergi alır, bu vergi ile halka daha çok hizmet edilir,

–         Vatandaş da daha iyi hizmet alır!

Türkiye’de Kamu eliyle üretilen elektriğin “Dağıtım” işini bu gerekçelerle özelleştirdiler.

Kısa adı SEDAŞ olan Sakarya Elektrik Dağıtım şirketi de böyle satıldı.

Sonra ne oldu?

Kocaeli ve Sakarya’da yaşayan vatandaşlar daha iyi bir hizmet mi alıyoruz?

Elektrik dağıtım şebekeleri, trafolar, yeni ihtiyaçlara göre yenileniyor ve bizler kesintisiz elektrik hizmetine mi kavuştuk? HAYIR!

AKP eski İl Başkanı, şimdi milletvekili adayımız  Zeki Aygün bile; “SEDAŞ’ı özelleştirdiğimize pişmanız!” demedi mi?

SEDAŞ’tan mahalle muhtarları şikayetçi; tükenen sokak lambaları yenilenmiyor!

Vatandaş şikayetçi; “sık sık kesilen elektrikler yüzünden elektrikli ev aletlerimiz bozuluyor, zarara uğruyoruz, bu zararı kim ödeyecek?” diye.

SEDAŞ, faturasını ödemeyenin elektriğini kesiyor, açtırana kadar canı çıkıyor vatandaşın! Kesiyor çünkü açma parası alıyor!

Bu sadece SEDAŞ örneği.

Zamanında fatura bedeli ödenmedi diye, otoyolların, okulların, emniyet müdürlüklerinin, gümrük kapılarının elektrikleri kesiliyor!

Yani, geç de olsa “Vehbi’nin kerrekesi anlaşıldı” ama atı alan Üsküdar’ı geçmiş, köprünün gerisinde kalan çaresiz!

Kimi farkında, kimi “Celladına aşık kurban” misali, kaval çalan çobanının peşinde, kapı önüne konacak bir torba erzağın derdinde!

Vatandaşın vergisinden alıp karnını doyurana kul köle!

“Sürü-çoban ilişkisi ve köle düzeni böyle kuruluyor!”

Hem de hiç çaktırmadan! Kurbağanın suyunu yavaş yavaş ısıtarak haşlıyorlar!

Böyle öldürüyorlar İNSAN ONURUNU!

Farkında mısınız?

 

“Fitne Katilden Eşedd”

              Yazık ki, ülkede fitne denen mikroplar uyandı,

               Asudelik pek de yakışan Türkiye’m, içten yandı.

 

               Dış devletler, aradıkları asıl fırsatı buldu,

               Yıllardır, içinde kıvrandıkları aczden kurtuldu.

 

               Düşmana bekledikleri kozu, asıl şimdi kendimiz verdik,

               Kahroldu vatansever: Dikkat çektiğimiz işte buydu derdik.

 

               Fitne, aldı başını gidiyor, yok mu bir dur diyen?

               Yoksa, kalırız hasret, bu güzel yurda ebediyen.

 

               Kandırılmış, küçük büyük vatandaşlarımız olan kitleler,              

               Nerde kaldı, bunlara engel olacak sürmeli yiğit eller?

 

               Bu ne suskunluk, gelirken Türkiye’nin altı üstüne?

               Beklediğiniz; yoksa, kalmasın mı hiç taş taş üstünde?

 

               Türkiye’nin dört bir bucağı, yanıyor alev alev!

               Kalmasın mı isteniyor, bacası tüten tek bir ev?

 

               Güçlü devlet, ne hallere düşüyor: “Ya sabır.” Diyerek!

               İç – dış odaklar, üfledikçe üflüyor narı, giderek!

 

               Zaafa veriliyor, güçlü devletin ağırbaşlı duruşu,

               Bu yüzden gafiller, artırdıkça artırıyor menhus vuruşu.

 

               Unutturduk haine, Arslancasına Türk Kükreyişi’ni,

               Verdik hayallerine, bölük pörçük olma bekleyişini.

 

               Yansın mı aziz vatan, dört bir yandan cayır cayır?

               Yok mu diyecek buna, bir Allahın kulu hayır?

 

               Ordu, değil mi dimdik ayakta vakurcasına?

               Bir şahlanmaya görsün, artık bakmaz arkasına.

 

               Ya Polis’in, var mı Asker’den geri kalan yeri?

               El ele vermeye görsün, Polis ile Askeri.

 

               Meydanı boş bulduk sananlar, yanar devletin narına

               Esameleri bile okunmaz olur, kalmaz yarına.

 

               Ne sanıyorlar bu şanlı milleti, bu büyük devleti?

               İnsanlıktan uzak, kalmamış olanlar cibilliyeti.

 

               Herkesin gözü onda, ne duruyor diye devlet?

               Bekliyor alsın diye, bu duruma bir vaziyet.

 

               İş halka düşerse  -Allah etmesin-  kopar kızılca Kıyamet!

               Mahşere benzer durum, olur sanki dehşetli büyük alamet.

 

               Taviz ve ödün kadar olmaz, devlet için derin yara,

               Allah etmesin, sonuçta döner devlet, kanlı diyara.

 

               Kaplar ülkeyi anarşi, döner kırık dökük viraneye,

               Dolar acı, elem ve keder; ocağı sönmüş her haneye.

 

               Basiret odur ki, olacağı görmek olmalı evvelden,

               Yoksa, çöker manen millet, sarsılır devlet, hem de temelden.

 

               Devlet denince, durmalı akan sular o an, hemen,

               Kişi, sırasında olmalı devletine kölemen.

 

               Devlet yoksa eğer, yok olur millet anlayalım,

               Devlet kavramını kötüleyene, kanmayalım.

 

               Devlet; Milletiyle olur her daim payidar,

               Millet de, Devletiyle olur sahib – i vekar,

 

               Olamaz biri birisiz asla, her iki unsur,

               Aramasın birbirinde, her ikisi de kusur.

 

               Kenetlenirse Devlet – Millet, düşmana karşı el ele,

               Bir de baş başa verip, içten olursa gönül gönüle.

 

               O milletin, getiremez sırtını düşmanlar yere,

               Sürer o milletin varlığı, uzanır ta Mahşere.

 

               Milletin kahir ekseriyeti olsa da, hangi unsurdan,

               İstemiyor ne bir kargaşa, ne de mahrum olmak huzurdan.

 

               İçlerinden, bir avuç aydın denilen karanlık yüzler,

               Hiç yoktan, kardeşliği nasıl yıkarım diye dikizler.

 

               Biliyorum ki, tüm çabaları çıkacak boşa,

               Fakat neylersin, yaptıkları hiç gitmiyor hoşa.

 

               Meydanı boş bulduk sanıp, estiriyorlar terör,

               Kalmaz yanına, kimsenin yaptığı, bekle de gör.

 

               Rüzgar eken, gün gelir elbette biçer fırtına,

               Binen çabuk iner, başkasının huysuz atına.

 

               Bu asil millete, kimler çekmediler ki silah?

               Lakin, hepsinin de sonları oldu, ah ile vah.

 

Seçim Sistemleri ve Siyasi Partiler İsimli Kitabın Yazarı Avukat Zeki HACIİBİRAHİMOĞLU ile, Türkiye’deki seçimleri ve siyasî partileri konuştuk

‘Siyasî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurları değil, genel başkanların vazgeçilmez ihtiraslarının ürünüdür.’
SEÇİM SİSTEMLERİ VE SİYASÎ PARTİLER İsimli Kitabın Yazarı Avukat Zeki HACIİBİRAHİMOĞLU ile, Türkiye’deki seçimleri ve siyasî partileri konuştuk.
TÜRKİYE’DE SEÇİMLER VE SEÇİM SİSTEMLERİ
Türkiye’de ilk milletvekili genel seçimi, 5 Kasım 1876 tarihinde yapıldı. ‘Meclis-i Mebusan’ adı ile oluşan milletvekilleri heyeti, 23 Aralık 1876’da ‘Kanun-i Esâsî’ adı verilen Anayasa’yı kabul etti. Böylece, 13 Şubat 1878 tarihine kadar devam eden Birinci Meşrutiyet dönemi başlamış oldu. Bu seçimde; her il bir seçim çevresi olarak kabul edildi ve seçimler gizli yapıldı.

Seçilme şartları bugünden çok farklı idi. Aday olabilmek için Türkiye’de az-çok bir emlak sahibi olmak gerekiyordu. İstanbul ve çevresi dışında kalan yerlerin milletvekillerini, o yerlerin idâre meclisi üyeleri gizli oyla seçtiler. İstanbul ve çevresi ise 20 seçim çevresine ayrıldı. Eşraf ve erkândan birer seçim kurulu kuruldu. Seçim çevresi halkından 25 yaşını bitiren, emlak sahipleri iki vekil seçti. 40 kişi olan bu vekillerse İstanbul milletvekillerini seçtiler. Birinci Meşrutiyetin tek seçimi bu oldu.
23 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilan edilince,  ‘İntihab-ı Mebusan’ adı ile Türkiye’de ilk Seçim Kanunu hazırlandı. Bu kanuna göre, yine servet sâhibi olanlar arasından iki dereceli seçim sistemi ile ve çoğunluk esasına göre milletvekili seçimi yapıldı. Yine bu seçimde ilk defa siyasî partiler aday gösterip seçim mücâdelesine giriştiler.
Kurtuluş Savaşı sırasında; birincisi, 23 Nisan 1920 tarihinde toplanacak olan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) için 19 Mart 1920’de; ikincisi ise 29 Ekim 1923 tarihinde toplanacak olan TBMM için 14 Ekim 1923 tarihinde iki defa seçim yapıldı. Bu seçimlerde servet esası kaldırılmış, seçmen yaşı 18’e indirilmişti. Sonraki seçimler; 1927, 1931, 1935, 1939, 1943 yıllarında yapıldı. Çok partili ilk seçim 1946 yılındadır. 1950, 1954 ve 1957 yıllarında da seçim vardır.
27 Mayıs 1960 tarihinde İhtilal oldu. Yeni bir Anayasa ve Seçim Kanunu hazırlandıktan sonra 15 Ekim 1961 tarihinde,  milletvekili seçimleri nisbî temsil, Cumhuriyet senatosu için çoğunluk sistemi uygulandı. Sonraki seçimlerin her birinde farklı seçim sistemleri uygulandı.
Cumhuriyet döneminin ilk seçim kanunu, 5 Aralık 1934 tarihinde kabul edildi. Bayanlara da oy verme hakkı kabul edildi ve seçmen yaşı 22 oldu. 1942 yılında Mebus Seçimi Kanunu ile yeni bir seçim kanunu yürürlüğe konuldu. Bu kanunla milletvekili seçimleri iki dereceli olarak yapılıyordu. 1946 yılında tek dereceli seçime dönüldü ve açık oy, gizli tasnif usulü uygulandı.
Türkiye’de, gerçek millî iradeyi, dürüst bir şekilde yansıtabilecek ve çok partili hayata yol açabilecek ilk seçim kanunu, 16 Şubat 1950 tarihli ve 5545 sayılı Milletvekilleri Seçimi Kanunu’dur. Bu kanuna göre, 14 Mayıs 1950’deki seçimle tek parti iktidarından, çoğulcu demokrasiye geçildi. 1954 ve 1957 seçimleri de aynı şekilde ve ekseriyet sistemine göre yapıldı. Kuvvetli ve millet çoğunluğuna dayanan iktidarlar işbaşına geldi.
10 Ekim 1965 tarihinde yapılan TBMM ve Senato seçimleri için millî bakiye, 12 Ekim 1969 tarihinde yapılan genel seçimde Barajlı D’Hondt sistemi uygulandı.

12 Eylül 1980 tarihinde ihtilal oldu. Oluşturulan Temsilciler Meclisi, yeni bir anayasa ve Seçim kanunu yaptı. 1983 yılında yapılan seçimde milletvekili sayısı 400’e indirildi, 1987’de 450’ye çıkarıldı. Türkiye geneli ve seçim çevresi için ayrı ayrı olmak üzere % 10 baraj şartı getirildi. Sonraki seçimlerde Türkiye geneli için baraj şartı kaldırıldı. 1991 seçimlerinde tercihli oy pusulası kullanıldı. Sonraki seçimde bu sistemden vazgeçildi.
Seçim Sistemleri
Günümüzde milletvekili genel seçimlerinde pek çok değişik sistem uygulanmaktadır. Bu seçim sistemlerini; çoğunluk esasına dayanan sistemler, nispî temsil esasına dayanan sistemler ve karma sistemler olarak üç bölümde toplamak mümkündür.
Çoğunluk Esasına Dayanan Seçim Sistemleri
Çoğunluk esasına dayanan seçim sistemleri kendi içinde, tek turlu dar bölge çoğunluk sistemi, blok oy, alternatif oy ve iki turlu çoğunluk sistemi olmak üzere dörde ayrılmaktadır. Çoğunluk esasına dayanan seçim sistemlerinin kendilerine has özellikleri ve işleyiş şekilleri şöyledir:
İki turlu dar bölge çoğunluk seçim sisteminde ülke her biri tek aday çıkaran küçük seçim bölgelerine bölünür. Her seçim çevresinden en çok oyu alan aday, milletvekili seçilir. Seçilebilmek için mutlak çoğunluk aranmaz, basit çoğunluk yeterli sayılır.
Blok oy sistemi, her seçim çevresinden birden çok kişinin seçilmesine imkân tanır. Aday esaslı blok oy sisteminde seçmenler partiler yerine adaylara oy verirler. Değişik partilerin adayları arasından karma liste yaparak oy kullanmak da mümkündür. Partiye dayalı blok oy sisteminde ise adaylara değil partilere oy verilir. Birinci gelen parti o seçim çevresindeki tüm milletvekillerini kazanır.
Alternatif oy sisteminde her seçim çevresinden yalnızca bir aday seçilir. Seçmenlerden o seçim çevresinde seçime katılan adayları birden başlayarak sıralamaları istenilen alternatif oy sisteminde, seçilebilmek için % 50 oy oranını aşmak gereklidir. Alternatif oy seçim sistemi, seçmenlerin ilk tercihlerinin yanında diğer tercihlerini de göz önünde bulundurmaktadır.
İki turlu çoğunluk seçim sisteminde her seçim çevresinden tek bir aday seçilmekte, ilk turda % 50 çoğunluk aranmaktadır. Eğer hiçbir aday bu çoğunluğu sağlayamazsa, ikinci tur seçim yapılmakta; bu turda seçilmek için ise en çok oyu almak yeterli olmaktadır.
Nispî Temsil Esasına Dayanan Seçim Sistemleri
Nispî temsil esaslı seçim sistemi, liste usulü nispî temsil sistemi, karma üyeli nispî temsil ve aktarılabilir tek oy olmak üzere üç ayrı şekilde uygulanmaktadır.
Liste usulü nispî temsil sisteminde, seçmenler partilere oy verirler, adaylar da partilerin aldıkları oylarla orantılı bir biçimde milletvekili seçilirler. Bu sistemde ülke birden çok milletvekili çıkaran seçim çevrelerine bölünür. Liste usulü nispî temsil sisteminde partilerin oy oranları ile kazandıkları milletvekili sayıları arasında genellikle âdil bir dağılım gözlenir.
Karma üyeli nispî temsil sisteminde Meclis’in bir kısmı dar bölgelerden çoğunluk esasına göre, bir kısmı da ülke genelinden nispî temsil esasına göre seçilmektedir. Seçmenler hem dar bölge adayları hem de ülke genelinde partiler için oy kullanmaktadırlar. Sonucu partilerin ülke genelinde aldıkları oy oranları belirlemektedir.
Aktarılabilir tek oy seçim sistemi, en karmaşık sistem olarak bilinmektedir. İrlanda’nın çok uzun zamandır uyguladığı bu sistemde seçmenlerden adayları tercihlerine göre birden başlayarak sıralamaları istenmekte, belirlenen seçilme kotasını geçen adaylar kazanmış sayılmaktadır. Seçilme kotasından fazla oy alan adayların oyları diğer adaylara dağıtılmakta, bu işlem tekrar edilerek seçmenlerin diğer tercihleri belirlenmektedir.
Karma Seçim Sistemleri
Bu seçim sisteminde hem çoğunluk hem de nispî temsil sistemleri birlikte kullanılmaktadır. Toplam milletvekili sayısının ne kadarının çoğunluk esasına, ne kadarının da nispî temsil sistemine göre belirleneceği her ülkeye göre değişmektedir. Rusya bu oranı yüzde 50/50 olarak uygularken, Tunus’ta milletvekillerinin % 88’i çoğunluk, % 12’si de nispî temsil esasına göre seçilmektedir.
Oğuz ÇETİNOĞLU
Oğuz ÇETİNOĞLU: Siyasî partiler, demokrasilerin vazgeçilmez unsurları. Fakat siyasî partilerin iç düzenlerinde demokrasinin bütün kurum ve kuralları ile işlemediği iddiaları var. Siz bir değerlendirme yapar mısınız?

Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: ‘Siyasî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır.’  Sözü hukukî bir sözdür. Ancak bu söz yazıldığı gibi kalmıştır. Uygulamada tam tersi yapılmaktadır.

Siyasî partilerin iç düzenlerinde demokrasinin bütün kurum ve kuralları işlemediği doğrudur. Çünkü siyasî partilerimiz içindeki demokrasi azlığından hatta yokluğundan dolayı kısmen farklı düşünen üyeler yönetim organlarına getirilmemekte çoğu zaman da ihraç edilmektedir. Bu durum partilerden ayrılmalara, kopmalara ve yeni partilerin kurulmasına sebebiyet vermektedir. Çoğu partilerin bu şekilde kurulduğu gözlenmiştir. Hatta bir günde üç parti kurulabilmiştir. 12 Nisan 1995 tarihinde Adalet Partisi, Büyük Adalet Partisi, Türkiye Adalet Partisi kurulmuştur.

Partiler kurulurken parti ismi seçmede çok hassas davranmışlar. Demokrasinin vazgeçilmez unsuru olarak değil ama halkın kulağına hoş gelen isimler bulmuşlardır. Parti isimlerinin önüne veya arkasına eklenen bu isimlerden 15 partinin isminde Cumhuriyet, 11 partinin isminde çiftçi, 12 partinin isminde işçi, 11 partinin isminde köylü, 15 partinin isminde sosyalist, 34 partinin isminde Demokrat, 2 partinin isminde Adalet, 6 partinin isminde Vatan kelimeleri yer almıştır. İşi daha ileri götürmüşler otobüs firmalarındaki yarışlar gibi Öz Adalet, Hür Adalet, Öz Demokrat gibi isimler alınmıştır.

Yâni siyasî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurları olmak yerine genel başkanların vazgeçilmez ihtirasları olarak değerlendirilebilir.  

Oğuz ÇETİNOĞLU: Gelişmekte olan ülkelerde çok sayıda siyasî parti oluşunun sebepleri biliniyor mu?

Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Gelişmekte olan ülkelerde çok sayıda siyasi parti oluşunun sebeplerini sadece ana hatlarıyla ifâde etmek gerekirse, denebilir ki az gelişmiş ülkelerde mevcut siyasî partiler birbirinden farklı bir siyasî yapı ve doktrine sâhip bulunmamaktadır. Bunlar az gelişmişliğin tabii neticesi olarak sosyal yapının farklılıklarını aksettirmek, cemiyete mevcut çeşitli görüş ve menfaat ayrılıklarına farklı doktrinlerle tercüman olmak özelliğinden mahrumdur.

Kısaca birden fazla siyasî partinin varlığı, toplumun kuruluş ve işleyişi ile ilgili doktrin farklılıklarından doğma yerine daha çok vatandaş kitlesinin hissî bir takım sebeplerle bölünmüş olmasından doğmakta ve siyasî partilerde çoğu kere bu nevi ayrılığı teşvik ve tahrik etmektedir.

Az gelişmiş ülkelerde gerçek mânâsıyla doktrin partileri yerine, önceki sorularınızdan birinin cevabında işâret ettiğimiz gibi birbirinden sâdece hissî sebeplerle ayrılan partilerin kurulduğu gerçeğini Türkiye’mizde bu günkü durumda pek açık bir şekilde göstermektedir. Nisbî seçim (1) usulünün tabîi neticesi olarak ortaya birçok partiler çıktığı halde, siyasî hayat daha ziyâde hissi tesirler altında iki ayrı grupta toplanmakta ve netice fiilen iki partili bir sisteme doğru gidilmektedir.

Böyle olmakla beraber memleketimizde de sosyal gerçeklere ve samîi fikir ayrılığına dayanan partilerin kurulmasına doğru bir gelişme görülmektedir. Bu gelişme özellikle 12 Eylül darbesinden sonra kuvvetlenmiştir. Şu an da Türkiye’de kayıtlı partilerin sayısı 54’dür.

Bu durumdan da anlaşılacağı gibi parti kurmanın gelişmekte olan ülkelerde çok kolay olduğu, pazarlık yapma şansı oluşturduğu için parti sayısı da devamlı artmaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Milletvekili transferleri ve milletvekillerinin parti değiştirmeleri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU: Milletvekili transferleri hiçbir zaman insanî ve siyasî ahlakla bağdaştırılamaz. Ancak Türk siyasî hayatında bu gibi olaylarla karşılaşmaktayız. İktidar olmak için az sayıda milletvekiline ihtiyacı olan bâzı siyasî partiler bu yola kolaylıkla başvurmaktadırlar.

Transfer işinde bir zorluk olmadığına göre hele transfer olan millet vekillerine rant ve makam vaat edilir ve verilirse Türkiye’mizde bu transferlere sık sık rastlanır. Mesela Bülent Ecevit ‘Kişiliğini aşmış kumar borcu olmayan milletvekili istiyorum.’ demiş ve Adalet Partisinden 11 Milletvekiline de bakanlık vererek hükümetini ancak bu yolla kurabilmiştir.

Aslında bunu önüne geçmek için bağımsız olarak milletvekili seçilmenin yolunu kapamak hiç de antidemokratik bir tavır sayılmaz. Ancak ülke barajını bir şekilde delme imkânı sağlayan bu sistemi, mutlaka değiştirmek gerekir. Bağımsız aday olup seçildikten sonra partisine geri dönüp, orada milletvekilliğine devam etmeleri kesinlikle önlenmelidir.

Hükümet kurmak için milletvekili transferi de bir şekilde engellenmelidir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Siyasî partilerin hazineden yardım alması ve yardım miktarının belirlenmesindeki ölçüler sizce uygun mu?

 Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU; Siyasî partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurları olduğuna göre seçim için halkla bütünleşmesi ve gayriahlakî yöntemlere başvurulmaması için yardım yapılması uygundur. Ancak bunu da çok iyi değerlendirmek gerekmektedir.

Türkiye’de şu anda kurulu 58 parti vardır. Hepsine yardım yapmak imkânsızdır. Dünyada bir benzeri de yoktur. Yardım miktarında da bir takım oyunlar oynanmıştır. Bu konuda birçok kanun değişikliği yapılmıştır. Bize göre genel seçimlerde geçerli oyların % 10 ve yukarısı oranında oy olan partilere hazine yardımı yapılması uygundur.
Oğuz ÇETİNOĞLU; Siyasî Partiler Kanunu’nun yeniden düzenlenmesi söz konusu olsa ve fikriniz sorulsa, kanun metninde; ‘olmazsa olmaz’ şartıyla tavsiye edeceğiniz 5 maddeyi yazar mısınız?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU;  Şu hususları teklif ederdim:
1- Siyasî parti enflasyonunu önlemek için doktriner veya kitle partisinin sayısını tespit ederek siyasî partiler kanununda önüne gelen, aklına esen herkese parti kurma imkânı verilmemeli ancak mevcut partilerden biri kapatılırsa onun yerine kurulacak partiye (kapatma sebebi devletin bölünmez bütünlüğüne karşı eylemlere kalkışmak olmamak şartıyla) izin verilmelidir.
2- Siyasî partiler kurulurken kurucu sayısını belirlemek siyasî parti kanununda olmamalıdır.
3- Siyasî partiler; devletin bölünmez bütünlüğüne karşı işlenen suçlardan başka bir sebeple kapatılmamalı.  
4- Üyesi bulunduğu partiden birkaç kişi bir araya gelerek ayrılmak suretiyle başka bir parti kurulması engellenmelidir.
5- Siyasî partilerin, hangi şartlarda hazine yardımı alacağı, siyasî partiler kanununda çok açık olarak belirtilmelidir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sık sık seçim kanunu değişiyor. Ülke şartları mı gerektiriyor, başka sebepler mi var?

Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU;  Seçim kanunları çok partili hayata geçtiğimiz 1946 yılından bu güne kadar her seçimde değiştirilmiştir. Bu değişikliklerin ülke şartlarının gereği olarak yapıldığını söyleyemeyiz. Seçim kanunlarını değiştiren iktidarlar, bir sonraki seçimde kendi yerlerini daha sağlamlaştırmak için ya tek başlarına veya başka partilerle uzlaşarak seçim kanunlarını değiştirmektedirler. Bu durumun, siyasî ahlakla bağdaşmadığı açıktır. 

 Oğuz ÇETİNOĞLU;  Dar bölgeli ve iki kademeli (1) milletvekili seçim sistemi bize uyar mı?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU;  Bu sistemi memleketimizde uygulamak çok zordur. Bize uymaz.
İki sebepten uymaz, birinci sebep dar bölge sistemi bazı bölgelerimizde çok yanlış neticeler doğurur. Beklenmedik bir netice ile karşılaşabiliriz. Böyle bir seçim sistemini isteyen niyeti bozuklar vardır. Böyle bir sistem, ülkeyi bölünmesine kadar götürür.
İkinci sebebi de iki kademeli seçim sistemi çok masraflı olup ekonomiye büyük yük getirir.

Oğuz ÇETİNOĞLU; Lider sultasını önlemek için Yüksek Seçim Kurulu nezâretinde iki kademeli (*) seçim sistemi düşünülebilir mi?

 Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU;  Hayır. İki kademeli seçim sistemi ile lider sultasını önlemek mümkün değildir.
Çok partili siyasî hayata girdiğimiz günden bu yana memleketimizde seçim sistemlerinin münakaşası yapılır. Ve sık sık seçim kanunu değiştirilir. Her siyasî parti, kendi lehine sonuçlara ulaşabilmek maksadıyla düzenlemeler yapmak ister. 1983 seçimlerinde ülke barajı ve il barajları konmuştur. 1987 seçimlerinde de oy pusulasına, seçilecek milletvekilinin sayısının 2 katı aday ismi yazılmış, seçmene tercih hakkı tanınmıştır. Ancak çoğunluğu elinde bulunduran iktidar, bu sistemle beklentisine kavuşamadığı için sonraki seçimde, sistemi değiştirmiştir.  
Lider sultasını kaldırmak için her partinin oy pusulasına yazılacak milletvekilini adaylarını, yalnız parti üst kademe yöneticileri ve delegeleri değil o partiye kayıtlı bütün partililer belirlemelidir.  
Bu sistem parti içi ve partiler arası demokrasi yönünden çok faydalar sağlayacaktır.
1- Parti enflasyonu önlenecek
2- İllegal partiler kurulmayacak
3- Bölge particiliği yapılmayacak
4- Hülle particiliği ve maceraperestlerin parti kurması önlenecek
5- Teşkilata dayanmadığı ve aday olmadığı için seçilemeyen birçok kıymetlerin parlamentoya girmesi imkânı verilecektir
6- Demokrasinin yerleşmesine imkân verecektir. Böylece de lider sultası ortadan kalkacaktır.  

Oğuz ÇETİNOĞLU;  Uygulanmakta olan baraj sistemi hakkındaki görüşlerinizi okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU;  Baraj sistemi mutlaka uygulanmalı, ancak temsilde adalet ilkesi zedelenmemeli.
Türkiye şu anda iki partili bir sisteme uygun değildir. Ancak parti enflasyonunu da önlemek için, baraj sistemine devam edilmelidir. Halkın irâdesine herkesin saygılı olması gerekmektedir. Liberal muhafazakâr, milliyetçi muhafazakâr ve sosyal demokratlar halk huzuruna çıkıp, rahatlıkla görüşlerini bildirmeleri için gerekli düzenlenmelerin yapılması şarttır. Ancak halkın irâdesi her şeyin üzerinde olduğundan seçimler sonucunda seçimi kazanan partiye de saygı duymak ve yapılacak muhalefeti de kanunlar çerçevesinde hukuka uygun olarak yapmak gerekmektedir.

Oğuz ÇETİNOĞLU;  Seçim kanununun yeniden düzenlenmesi söz konusu olsa ve fikriniz sorulsa, kanun metninde; ‘olmazsa olmaz’ şartıyla tavsiye edeceğiniz 5 maddeyi yazar mısınız?
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU;  Tekliflerim şunlar olurdu:          
1- Seçim sistemi nisbî temsil (1) olmalı
2- Müşterek oy pusulaları ile seçime gidilmeli
3- Her partinin milletvekili adayını yalnız parti idarecileri seçmemeli en azından partiye üye kişiler tarafından ön seçimle yapılması sağlanmalıdır.
4- Tercih sistemini uygulamak ve listedeki milletvekili adaylarından seçmen istediğini işaret ederek tercih hakkını kullanmalıdır.
5- Seçilen milletvekili kendi partisinden ayrılmak mecburiyetinde kalırsa bağımsız olarak kalmalı. Başka patilere transfer olma hakkı verilmemelidir.

Her seçim sisteminde mutlaka noksanlıklar vardır. Bunları en aza indirme gayreti içinde olursak, insanları seçimle gelen krallara kul köle olmaktan kurtarırsak demokrasiyi ülke yönetimine hâkim kılarız.
Av. Zeki HACIİBRAHİMOĞLU:
18 Haziran 1948 tarihinde Rize’nin Çayeli İlçesi’nin Çataklı Hoca Mahallesi’nde doğdu.
İlkokulu Çataklı Hoca İlkokulu’nda okudu. Ortaokulu Çayeli’nde, Liseyi Rize’de bitirdi.
1967 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1971 yılında mezun oldu.
Avukat stajını İstanbul Barosu’nda tamamladıktan sonra, İstanbul’da serbest Avukatlığa başladı.
37 senedir İstanbul’da serbest Avukatlık yapmaktadır. Terörist başı Öcalan’ın yargılandığı İmralı’daki duruşmaları Şehit ailelerinin avukatı olarak devamlı tâkip eden yedi avukattan biridir. Ayrıca Avrupa İnsan Haklan Mahkemesine Şehit aileleri adına Strasbourg’daki duruşmaya Türkiye’den katılan tek avukattır.
Hacıibrahimoğlu’nun birçok gazete ve dergilerde makaleleri yayınlanmıştır.
Yayınlanmış kitapları:

1- Bir Demet Hukuk, Bir Tutam Adalet.

2- İmralı’dan Strasbourg’a,

3- Siyasî Partiler ve Seçim Sistemleri,

4-  Türkeş.

 

Demokratikleşmeye Bak

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutluyoruz. Bu gibi anlamlı bayramları sadece bayramlık ve günlük olarak değerlendirmekten uzaklaşmalıyız. Bugün asıl tartışılması gereken konu, Türkiye’nin ne ölçüde kuşatıldığı, iradesine ipotek konulduğu, milli egemenlik ve milli bağımsızlığın hangi noktalara doğru götürülmekte olduğudur. Bugüne kadar hiçbir ciddi devletin tartışmayacağı ve taviz vermeyeceği, hangi hayati konulardan tavizler verdik ve veriyoruz?  Egemenlik haklarının ona buna devredilmesinin tartışıldığı bir ortamdayız. Yapılmak istenen değişiklikle Anayasanın 6. ve 7. Maddelerinde “hiçbir suretle bırakılamaz ve devredilemez” denen haklarımız, AB üyesi olmadan AB üyeliğinin gerektirdiği hallerde devredileceğini öngörüyor. Şimdi de Devlete ve egemenliğe iç ortak arıyoruz.

Ses bayrağımız ve egemenlik göstergelerinden biri olan Türkçeye de ortak aranıyor. Türkiye, yapısına uymamasına rağmen; yamalı bir bohça haline getirilmek isteniyor. Etnikliği bile bilimsel olarak tartışmalı olan marjinal gruplar, Anayasaya taşınmaya çalışılıyor. Peter A. Andrews’ün bile “Türkiye’de Etnik Gruplar” adlı kitabında (sh. 253) tam etnisite özelliği taşımadığını belirttiği Gürcüler, Çerkezler ve diğerleri bizzat onlara rağmen, milli kimliğe ötekileştiriliyor. Bu etnik taassup ve ırkçılık demokratikleşme diye yutturuluyor. Büyük bir oranla sandıktan çıkan iktidar da bunu destekliyor.

Terör örgütlerinin siyasi kolları olan partiler, Avrupa’da kapatılırken, İspanya’da kapatılan parti için AİH Mahkemesinden “Terörle bağlantılı olanların demokratik hakları kullanmaya layık olmayacakları” kararı çıkarken; bizde malûm partinin milletvekilleri sokak eylemlerinde başrol alıyor. Halkı itaatsizliğe kışkırtıyor. Her konuyu istismar ediyor ve bazılarına göre, Türkiye demokratikleşiyor. 

Türkiye’de terör örgütünün temsilcileri ve faal eylemcileri haline gelenler, maalesef Çankaya’ya davet ediliyor. Bunlar ise, bu davete nazlanıyor ve gitmiyor. Cumhurbaşkanlığının itibarı zedeleniyor; ama Türkiye demokratikleşiyor. 

Hürriyetler kısıtlanıyor, korku, baskı ve endişe yaygınlaşıyor, bazılarına Silivri kampı hedef gösteriliyor, binlerce insan dinleniyor, ÖYS ve diğer birçok sınav hakkında kuvvetli şaibeler ortaya çıkıyor, güven zedeleniyor, bazı siyasiler tatmin oluyor, millet ise, tatmin olamıyor. YSK, malûm partinin bağımsız adaylığa soyunanlarına önce ret cevabı veriyor, üç gün sonra siyasi baskı ile karar değişiyor, ama yine de ülke demokratikleşiyor.

Doğu Karadeniz’de, ülkenin birçok yöresinde kanser tavan yapıyor, GDO’lu gıdalar, kanserojen etki yapan kırtasiye, giysi ve oyuncaklar, laminantlar, Kore ve Çin malı süslü duvar kâğıtları birçok ülkede satılmazken, Türkiye’de vatandaşa pazarlanıyor. Üretim frenleniyor, ithalat patlıyor, dış ticaret açığı ve cari açık artıyor, IMF’nin yerini sıcak para girişi alıyor, tek amacı kâr olan “vahşi kapitalizm” örnekleri bütün hızıyla sürüyor, kamu sağlığı, kamu düzeni ve ahlâkı hiçe sayılıyor; ama Türkiye demokratikleşiyor.

Terörbaşı katilin kitapları vitrinlerde yer alıyor, ama henüz basılmamış kitaplar hakkında takibat yapılıyor. “Teröristbaşının görüşlerinden de istifade edilebilir” diyen Başbakan yardımcıları ortada dolaşıyor, teröristbaşıyla müzakere yapılıyor, ama yine de Türkiye demokratikleşiyor.

İşte 23 Nisan 2011 Türkiye’sinden bazı manzaralar!

Şerif Hüseyin ve David Cameron

Osmanlı Devleti, Ortadoğu Ülkeleri, özellikle de Arap alemi İngiltere ve günümüz Türkiye’sinin geldiği süreci ve bazı gerçekleri bilmekte büyük  faydalar vardır.

Osmanlı Devleti, tarih sürecinde önemli bir zaman dilimini şanıyla, şöhretiyle uygulama ve dirayetiyle yaşamış ve de yaşatmış sayılı Dünya devletlerin başında gelir.

1300’lü yıllardan taa 1900’lü yıllara kadar, Asya’da Avrupa’da ve Afrika’da hüküm sürmek her millete ve devlete kolay kolay nasip olmaz.

Yıllar sonra devrilen koca çınarın dibindeki filizler büyüdü ve bugünkü Büyük Türkiye’yi oluşturdu.

Biz biraz da yarınlara gidelim ve Osmanlı – Arap aleminin sıkıntılı yıllarına dönelim. Mekke Şerifi Hüseyin, İngilizlerin destek ve yol göstermesiyle ECYAD KALE’sine ilk kurşun sıkan kişidir. Diğer anlamıyla Arap aleminde Osmanlı’yı isyana başlatandır. İngilizler onu sözde Büyük Arap Krallığının başına getireceklerdi. Casus LAWRANCE’de danışmanı olacaktı ve Arap dünyası da artık, Osmanlı’nın değil Arapların ve Haşimiler’in egemenliğinde olacaktı. Böyle hayal ediyorlardı, yabancı güdümündeki Araplar.

Şerif Hüseyin’lerin bu hayalleri kısa dönem gerçekleşir gibi olduysa da, İngilizler onu Hicaz Krallığından ettiler ve yerine Suud sülalesinden birilerini kral yaptılar.

Osmanlı’ya ihanetin acılarını yaşamaya başlayan Şerif Hüseyin aynı zamanda İngilizlerin entrikalarını ve oyunlarını da nihayet görmüştür. Tabi iş işten geçmiş, olan olmuş ve kendisi de soluğu Kıbrıs’ta almıştır.

Rauf DENKTAŞ, babası ile Şerif’i ziyarete gittiklerinde, Şerif Hüseyin “Ah ben Osmanlıya nasıl ihanet ettim? Şimdi ihanetin cezasını çekiyorum” diyerek iki gözü iki çeşme ağlamıştır.

1931’de Amman’da ölürken de, yaptıklarından son derece pişman olduğunu, Osmanlıya ve Türklere yaptıklarından derin üzüntü duyduğunu söyleye söyleye ölmüştür.

Ama,ne yazık ki Şerif Hüseyin gibi oğulları ve torunları da hayatları boyunca bu ihanetin pençesinden kurtulamadılar.

İngilizler oğulları FAYSAL’ı Suriye Kralı yaptılar. Fransızlar istemeyince de onu alıp IRAK’a Kral yaptılar. İngilizlerin Irak’a Kral yaptığı Faysal ancak iki yıl hüküm sürdürebildi ve çaresiz bir hastalığa yakalanarak, hayata veda etti.

Bu sefer de İngilizler ölen Faysalın yerine, oğlu Gazi’yi Kral ilan ettiler. Ancak Gazi erken uyandı. İngilizlerin Ülkesini ve Arap alemini nasıl soyup soğana çevirdiğini gördü ve Türk yanlısı bir politika izlemeye başladı. Bunu İngilizlerin hazmetmesi mümkün değildi ve işinin bitirilmesi gerekiyordu. Nihayetin de Bağdat’ta bomboş bir yolda bir trafik kazası neticesinde, 1939 yılında Kral Gazi ölecektir.

Bu sefer sırada II.Faysal vardır. Onu Irak’ın başına getirdiler, yanına da Naibi Abdüllilahi’yi verdiler. Bunların da ömrü uzun sürmedi ve halk ayaklandırılarak ve her ikisi de parçalanarak öldürüldü.

Şerif Hüseyin’in diğer oğlu Abdullah’ta, Ürdün’ün başına getirilmişti. Uzun süre Ürdün’de hüküm süren Kral Abdullah, İsrail’in kurulmasından üç yıl sonra bir Filistinli tarafından oda öldürülecekti.

Kısaca; Osmanlıya ihanet eden bir ailenin, 30 yıllık bir dönem de neler yaşadığının ibretlik hikayeleridir, bu yaşanan olaylar.

Casus LAWRENCE, ne mi oldu?

Lawrence, Arap dünyasındaki, halkı Osmanlı’ya baş kaldırma ve bozgunculuk gibi kanlı ve hain planlarını gerçekleştirdikten sonra İngiltere’ye döndü. Unutulan ve gittikçe gözden düşen LAWRENCE, 1935 yılında bir motosiklet kazasında feci bir şekilde ölecektir.

Bugün Ortadoğu dediğimiz ve Kuzey Afrika’daki Arap aleminin iki yakası bir araya gelmiyorsa, birbirlerini yemeğe devam ediyor ve huzurları yoksa, İngilizlerin o günlerde attığı tohumların hala günümüze yansıması devam ediyor demektir.

Çok şükür ki  Arap dünyası, Türkleri ve Türkiye’yi anlamaya, geçte olsa gönül bağlarını kurmaya, gerçekleri de ortaya çıkarmaya başladı. Diğer taraftan da, İngilizlerin, Amerikalıların, Fransızların ve İtalyanların kendilerini nasıl sömürdüklerini ve de kavga ettirildiklerini de görmeye başladılar.

İngiltere mi?

Dünün güneş batmayan imparatorluğu, Britanya Krallığı artık o eski gücünde değil. O da diğer batılı ülkeler gibi gerileme dönemine girdi. Ülkesinde ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşan, yaşlı, dişleri dökülmüş bir ülke konumunda.

David Cameron’un Türkiye ziyaretindeki sözleri bence çok önemliydi.

Şöyle diyordu Cameron “ilk ziyaretlerimden birini Türkiye’ye yapıyorum. Yeni dünya da Türkiye ile beraber, Türkiye ile beraber yürümek istiyoruz. Bizim için üç ülke çok önemli. Bu ülkeler, Türkiye, Brezilya ve Hindistan’dır. İngiltere olarak, Türkiye ile stratejik ortaklığa bile varız. Çünkü, Türkiye bölgesinde, dünyada güçlü ve etkili bir ülke oldu. Bunu görüyoruz ve kabul ediyoruz.” Bu mealdeki sözleri Televizyonda izlendi ve gazetelerde daha da geniş bir şekilde yer buldu.

Bu bir taktikte olsa, yeni bir İngiliz siyasetinin oyunu da olsa, bu sözler Türkiye ve dünya kamuoyunun gözü önünde söylendi.

Tabi kabul etmeliyiz ki, burada Türkiye’nin geldiği nokta da önemli. Bu gerçekleri de görmemiz lazım. Buna, tarih sürecinin bu millete sunduğu şans ve imkanlarda diyebiliriz.

Ülke sınır çizgileri kalkan bir dünyada daha bilinçli ve temkinli olmak durumundayız. Büyük bir milletin zengin bir kültürün çocukları olarak, zaten bize de bu yakışır. Başka da bir yolumuz yoktur.

Mısırlı Dr. Fehmi ŞİNNAVİ’nin şu sözlerini de aktarmadan edemeyeceğim. Diyor ki: ŞİNNAVİ “Günümüz Arap zirvelerinde temel mesele, İsrail’e ne kadar boyun eğileceği. Eğer Osmanlı’ya bunun binde biri kadar boyun eğebilseydik, şimdiye kadar elimize geçenlerin milyon katını kazanırdık”.

Son yıllara kadar ne yazık ki Arap alemi de, Osmanlı’da ve Türkiye’de birçok  hatalar yaptılar. Her taraf bundan ders çıkarmalı. Zaten önemli olan bugün ve bundan sonrası değil mi?

           

Rahmet Peygamberimiz (S.A.S.) – 3

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in âlemlere rahmet olduğu Kur’an-ı Kerim’in değişik ayetlerinde ifade edilmektedir. “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 21/107) ayet-i kerimesi bu hakikati açıkça göstermektedir.

Sevgili Peygamberimizin, âlemlere rahmet oluşunu biraz izah etmeye çalışalım. Mesela, âlemin bir parçası olan bütün insanlık ve hususiyle de bizim için Allah Resûlü bir rahmettir. Öyle bir rahmet ki; O’nun sayesinde bütün karanlıklar aydınlığa dönüşmüş, insanlık cehalet ve zulüm çukuruna yuvarlanmaktan kurtulmuştur.

Dünya topyekûn bir mateme bürünmüş iken, O’nun engin şefkat ve merhametiyle insanların yüzleri gülmüş; yetimler, kimsesiz, yoksul, zayıf ve düşkünler sahipsizlikten kurtularak, sevinç ve mutluluğa kavuşmuştur. En önemlisi de küfrün ve dalaletin korkunç girdabından kurtulup iman nimetini elde etmemiz O’nun sayesinde mümkün olmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bizim için bir rahmet kaynağıdır. Ancak O’na gönül veren, tam manasıyla itaat eden, O’nun sünnetine sarılıp yolundan gidenler bu rahmet deryasından istifade edebilirler. Bu sayede hem dünya, hem de ahiret mutluluğunu kazanmış olurlar.

Allah Resulü, aynı zamanda hayvanlar âlemi, taşlar ve ağaçlar gibi cansız varlıklar için de bir rahmettir. Çünkü Allah Teâlâ, O’nun vasıtasıyla yerde, gökte ne varsa hepsini insanın emrine musahhar kıldığını bildirmiş ve bunlardan istifade etme yolunu göstermiştir. Bizler de, Allah Resûlü sayesinde hiçbir canlının boş yere yaratılmadığını, her şeyin bir manası ve hikmeti olduğunu öğrendik.

Bütün yaratılmışlara karşı sorumlu olduğumuzu, hiçbir şeye hor bakmamamız gerektiğini, bütün mahlûkata sevgi, şefkat ve merhametle muamele etmemiz gerektiğini de bize, O öğretti.

Hz. Peygamber (s.a.s.), hayvanların keyfi bir şekilde öldürülmesini, zevk için dövüştürülmesini, nişan atılan hedefler yerine konulmasını, onlara eziyet edilmesini, taşıyamayacağı kadar ağır yük yüklenmesini, yüzlerine vurulmasını yasaklamış; hayvanlara merhametli davranılmasını, iyi bakılıp beslenmesini emir ve tavsiye etmiştir.

O, öyle geniş bir rahmettir ki, ahirette “Rahmeten lilâlemîn” olduğunun bir ifadesi olarak mücrimlere ve günahkârlara da şefaat edecektir. İslam alimleri, Reasulullah (s.a.s.)’ın mahşerde herkese rahmet olacağını ifade etmektedirler. Kafirler, O’nun âlemlere rahmet olması sayesinde mahşerin dehşeti, şiddeti ve bunaltıcı havasından kurtulacak, hesapları çabuk görülecektir. Yukarıda da ifade edildiği gibi Efendimiz (s.a.s.), ahirette müminlere şefaat edecektir. Bu müjdeyi Allah Resulü (s.a.s.) bize, “Her Peygamberin bir duası vardır. Ben ise duamı kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek için saklıyorum” (Müsned-i Ahmed, c.1, s.295-296) ifadeleriyle vermektedir.

Başka bir hadislerinde yine Allah Resulü, ümmeti içinde büyük günah işleyenlere şefaat edeceğini bildirmektedir. Bu; büyük günahlar işlemiş, düşmüş kalkmış fakat ümidini yitirmemiş, imanla ve ümitle İlahi huzura gelmiş ne kadar mücrim-günahkâr varsa hepsi için büyük bir müjdedir.

Yüce Rabbimiz O’na, “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyuracaktır. Biz ümmetine çok düşkün olan Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de bu teveccühü değerlendirecek; başını yere koyup,  “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvaracak ve bağışlanmamızı isteyecektir.  (Müsned-i Ahmed, c.1, s.295-296)

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.), hayatı boyunca gönderiliş gayesine uygun olarak tüm varlıklara şefkat ve merhametle muamele etmiştir. Ahirette de bizlere sahip çıkarak hususi ilgisini, şefkat ve merhametini gösterecektir.

Öyleyse Müslümanlar olarak bizler de; O’nu her şeyden ve herkesten fazla sevmeli, sünnetine sarılmalı ve her fırsatta salâtü selam getirmeliyiz.

 

 

 

“Türkiye’de Din ve Siyaset İlişkisi”

Bu ülke, dünyada vahdet ve birliğin; bu vatan, dünyada sevgi ve muhabbetin başkentidir. Nitekim hangi ülkenin Yunus Emre’si, hangi memleketin Mevlana’sı var?

Bu topraklarda kimler yaşamadı ki, Hattiler, Luwiler, Hurriler, Hititler, Gaşkalar, Palalar, Lukkalar…

Bu topraklardan kimler gelip geçmedi ki? Anadolu topraklarını ticaret kervanlarıyla bir baştan öbür başa kimler arşınlamadı ki?

Fakat, bu coğrafyada çok eskilerden beri bulunmalarına rağmen özellikle 1200 yıldır kesintisiz hakimiyet kuran ve bu topraklar üzerinde söz sahibi olan Türklerdir. Türklerin bu topraklarda yani Anadolu’daki varlığı, en az 4-5 bin yıl evveline dayanmaktadır.

Bununla beraber, bu topraklarda herkesin gözü kalmıştır. Halen de, kalmaktadır!

Bunun içindir ki, Türk Milletinin şair ve idarecileri her vesileyle bu topraklarda her şeyden önce birlik ve beraberliğe vurgu yapmışlar:

“Gelin canlar bir olalım.” Çağrısında bulunmuşlar.

Bilhassa, Yavuz Sultan Selim Han ( 1512 – 1520 ) vatanın birlik ve beraberliğini en iyi anlayanlardan biri olmuştur.

Nitekim, Osmanlı’nın 1300’lerde başlayan Anadolu Birliği’ni sağlamak için gösterdiği azim ve kararlılık iki buçuk asra yakın bir zaman almış; ancak, Yavuz Sultan selim’in 1514 Çaldıran, 1517 Ridaniye savaşları sonunda gerçekleşmiş; Osmanlı’nın Anadolu’da Türk Birliği’ni kurma çabaları yani, çekirdek vatanı gerçekleştirme gayretleri; iki asrı aşkın her türlü uzun bir mücadeleden sonra, hakikat olmuştur. Böylece, aynı zamanda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları da, ta o zamandan çizilmiş oldu.

Yavuz Sultan Selim, Türkiye’nin birlik ve beraberliği üstüne o kadar titremiştir ki, bu vatanın birlik ve beraberliğinin önemini vurgulayan samimi ve içten şu dörtlüğü ile milli hissiyata da tercüman olmuştur:

“İhtilaf u tefrika endişesi
 Kuşe-i kabrimde hatta bikarar eyler beni
 İttihatken savlet-i a’da-yı def’a çaremiz
 İttihat etmezse millet, dağdar eyler beni.”

Birlik – beraberlik konusunun formülünü ise, İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy dile getirmiştir:

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

İstiklal Marşı şairimiz, Mehmet Akif de, muhteşem beytinde hem birlik ve beraberliğin ehemmiyetini nazara vermiş; hem de, bunu ortadan kaldıracak tehlikeye  -veciz bir şekilde-  dikkat çekerek: Hem kurtuluş reçetesini, hem de yıkılış sebebini aynı anda kaleme almasını bilmiştir.

Bütün bu hakikatlere rağmen karşıtlıkların yurtta cirit atması; çatışma ideolojilerinin vatanda serbestiyeti, toplumun dingin temeline dinamit koymaktan farksız bir hal almaktadır.

Bir zamanlar, meydan; Marks’ı okumadan Solcu; Kur’an’ı okumadan Sağcı olanlardan geçilmiyordu. Oysa, toplumun bölük pörçük olarak; aşırı uçlara itilmesi, birbirine zıt kutuplarda kümelenmesi, aslında Avrupalılara has hususlardandı.

Halbuki, bizim toplumumuz aynı konumda aynı gruplaşmalarla aynilik taşımıyordu. Çünkü Türk Milleti’nin diğer ülke toplumlarına benzer bir tarafı yoktu. Adeta nev-i şahsına münhasır / kendine has özel bir yapıya sahip nitelikler içeriyordu.

Türkiye’de  -Avrupa’da olduğu gibi-  soyluluğu ifade eden farklılıklar yoktu. Avrupa’da insan kesimlerinin bazıları ezilmişlik psikolojisi altında ezilir ve hor görülürken bizim toplumumuz arasında böyle bir ayrımcılık söz konusu bile değildi. Çünkü, farklılığı gösteren unvan sahiplerine halkımız yabancıydı.

18. asırda, üretilen sloganlar zamanla bizde de, revaç buldu. Rağbete mazhar oldu. Neticede milletimiz birbirine girdi. Oysa, Müslüman; eli, dili ve belinden emin olunan kimsedir. Zira edep erkan sahibidir. Bu hususta ecdat, aslında daha da titizdi.

Günümüzde ise, ideolojiler arası çatışma bitti. Medeniyetler arası çatışma başlatıldı. Kapitalizm – Komünizm çatışması sona erdi. Medeniyetler arası çatışma ise, bedeli ağır bir çatışmadır. Bu durumda, çatışmayı İslam Medeniyeti’nin içine taşımak lazım geliyor; sonra da, dünyayı istediği şekilde dizayn etmek gerekiyordu, Batılılarca.

Kapitalizm – Komünizm arasındaki çatışma geçici oldu. Gerçek çatışma İslam Uygarlığı ile Batı Medeniyeti arasında olacak ve oluyor. Nitekim, Yeşil Kuşak Projesi’ni hatırlayalım.

Hindistan’da İngiliz hakimiyeti sona erer. Son genel vali uçağa giderken, Hindistan yetkililerinden biri: “Bizleri ayrıştırdınız!” der. Genel Vali kulağına eğilerek: “Bunları yaptık ama, SİZ DE ÇOK MÜSAİT İDİNİZ!” diye acı bir gerçeği dile getirir.

11 Eylül saldırısı yeni yapılmıştı. Bernard Lewis bir makale yayınlar:

“Terörün nedeni Müslümanlar değildir. İslam dini yapısal olarak teröre / şiddete uygun (!) bir dindir! İslam dinini yapısal olarak dönüştürmeden terörü önlemek mümkün değil.”

Nerede bir tefrika varsa, orada İngiliz gizli servisi var. Üstelik İslam’ı çok iyi biliyorlar. Çünkü, düşmanı yenmenin yolu onu iyi tanımaktan geçer. Bu da her türlü istihbari bilgiye ulaşmayı zaruri kılar. Bu şekilde yumuşak karnımızı keşfettiler ve oradan vurmaya devam ettiler ve ediyorlar.

İngiliz, fiziken vazgeçti sömürgelerinden. Fakat idrakleri zapt ediş devam etti ve ediyor. Halkı zihnen inandırırsanız; orada hakimiyetiniz sürer. Yani kafalarının içi fethedilmiş insanların ülkesine hükmetmek imkan dahiline girer. Evet, beyinler fethedilince, toprağa ayak basmaya lüzum kalmaz.

Soğuk savaş sonrası dünyayı dizayn etmek gerekiyordu. Türkiye AB’ye girerse mesele yok. Ama öyle bir doğuş emaresi ufukta görünmüyor. Görüneceği de meçhul…

Kuzey Afrika olaylarını ABD; önceden müjdelemişti. Dini kullanarak Allah’a karşı  savaş açan devletler, dine karşı olmuş; fakat sonuç alamamışlardır.

Yapılması gereken; basit sloganların arkasına sığınmak değil; dünyayı algılayan insanlar yetiştirmektir. Aksi takdirde; emperyalizme alet olacak nesiller, hep ortaya çıkacaktır.

Dünyada dinsiz devlet olmamıştır. Dinin toplum üzerindeki etkisini göz ardı ederek başarı sağlanamaz. Nitekim, Mevlana hazretlerinin: “Dün dünde kaldı cancağızım…” demesi. Hz. Peygamber’in: “İki günü eşit olan ziyandadır.” Anlamında konuşması. Yunus Emre’nin: “Biz her dem yeniden doğarız. Bizden kim usanası?” diye dikkat çekmesi düşündürmeli bizleri. Çünkü İslam, her dem yeniden doğmaktır.

Bu yol, yorgunluk ister. Çalışmayı gerektirir. Bizler ise, tekrarlarla yerimizde sayıyoruz. Oysa, boşluk bırakmamak gerekir. Türkiye’de İslam ruhu, yüceltici ruhu bırakıldı. Siyasi bir rant haline getirildi. Halbuki, dini siyasete alet edenler; isabet dahi etseler büyük bir vebal altındadırlar. Zira, Kur’an’ın  % 95’i, hatta  % 99’u ahlaktır. Siyaset değil.

Libya halkı, 41 senelik despotu istemiyorum dedi. Mısır halkı, Mübarekler gitsin artık diye direndi. Yemen, saltanata hayır şeklinde haykırıyor.

“Egemenlik Milletindir.” Diyen ise Mustafa Kemal’dir. Arap alemi, işte bunu örnek alıyor.

Buna rağmen, son zamanlarda dolaylı bir şekilde Atatürk yargılanıyor!

İki gazeteci tipi var bugün Türkiye’de: Hasan Tahsin’in çocukları, Ali Kemal’in evlatları.

Mustafa Kemal, Araplara kendi kendilerini kurtarabileceklerini öğütledi.

Türkiye’ye koşan, Türkiye’ye can atan insanlar; Anadolu’ya ne getirdiler dersiniz? Tarihin getirdiği travmayı, kolay kolay atamadılar içlerinden!

Zağra müftüsünün dediği gibi: “Vakt-i aziz idik. A’da (düşmanlar) zelil kıldı bizi.”

İşte bu yüzden Anadolu; ana rahmi gibi ona sığınan herkesi bağrına basmıştır.

Bu olurken, acı olaylar da yaşanmıştır. Mesela, II. Abdülhamit Kırım’dan Çerkezleri Anadolu’ya getirtirken Ruslar geride kalan gemileri batırmıştır.

Fakat, yanlışlıklar var diye Devlet’e, Millet’e, Tarih’e laf etmek nankörlük ve hıyanettir.

Bir yolculukta tanıştığım iş adamı şöyle diyordu: “Okumadım ama, tarihte yektayım! ‘İstiklal Savaşı’ diye bir şey yoktur! İngilizler İstanbul’u işgal ettikleri halde, niye çekip gittiler? Çünkü, geride kendi adamlarını bıraktılar da ondan!”

Güler misiniz, ağlar mısınız; bilmem ki ne dersiniz?

Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı menfi bir propaganda mevcut! Bu hususta menfi ideoloji taşıyanlar var! Karşınızdakinin oyununu bilmezseniz, oyunu bozamazsınız.

Avrupa, Türkiye bir şekilde Atatürk resimlerini kaldırmalı!… Diyarbakır’a otonomi veren bir sistem getirilmeli diyor! İngilizler Atatürk’le uğraşıyor! Oysa, Batı’da kimsenin aklına kendi büyüklerinin resimlerini indirmek, heykellerini kaldırmak gelmiyor.

Halbuki Atatürk bir tutkaldır. Çimentodur. Topluma bilinç kazandırmıştır. Çok iyi biliyorlar ki, O ortadan kaldırılmadıkça Türkiye fethedilemez.

Bir Alman Enstitü Müdürü: “Atatürk’ün Paşa fermanıyla yarattığı Türkiye, Türk Ulusu…Böyle bir ulus yani Türk Ulusu yoktur. Bundan vazgeçilmeli!” diyebiliyor!

Ne hikmetse “Türk Milleti”ni ağızlarına almaktan kaçınan bazıları; sabah akşam her fırsatta malum bir unsurun adını anmaktan geri durmuyorlar!

30 Ağustos törenlerinde bir milletvekili, konuşmasında tam 8 defa “millet” diyor. Fakat bu milletin kim olduğunu meçhul bırakıyor! Yani “Türk Milleti” demeye bir türlü dili varmıyor!

Oysa, “Türk Milleti” etnik bir kavram değildir. “Ben” derken vücudumuzdaki tüm organlarımızı zımnen / dolaylı olarak nasıl zikretmiş oluyorsak;. “Türk Milleti” derken de, Türkiye’deki bütün unsurları zımnen söylemiş oluyoruz. O halde bundan gocunmak niye?

Evet, “Türk Milleti” ifadesi; kavim, aşiret, oymak oluşumlarının üstünde ve fakat hepsini içeren bir cami / toplayıcı kavramdır. Tarihsel bir kategoridir. Onların gayesi ise, “Türk”ü etnisite durumuna düşürmek ve bu yolla O’nu zihinlerden silmeye çalışmaktır.      

Fatih Altaylı’nın bir “Teke Tek” programında şöyle bir soruyla karşılaştım:

“Bulgaristan’daki isim değişikliğine ne dersin?”

 “Yanlış sorunun, doğru cevabı olmaz. İkisi çok farklı. Bulgar ve Türk her bakımdan iki ayrı millet; Türklerle Kürtler ise her bakımdan aynı millet. Çünkü hem dilleri bir, hem de dinleri. Kaldı ki, Din –  Dil bir ise Millet birdir.”

ABD, kendi yurttaşlarına: “Kendinizi gruplar olarak düşünmeyiniz. Fransız, İngiliz olarak yaşarsanız birliği gerçekleştiremez; hakiki vatandaş olamazsınız. Etnisiteyi belirtmek çatışma getirir ancak.” Derken, Türkiye’de yaşayanlara tam aksini telkin ediyor! Bu ne perhiz…

Türkiye’de kendimizi; Alevi, Sünni, Doğulu, Batılı v.b. diye birbirimizden ayrı ve gayrı görmeye başlarsak vahdetimize halel gelir. Durum bu merkezdeyken,  kimilerin: “Beyaz Türk” deyişlerine ne demeli? Hele hele kendi geçmişimizi ifrat – tefrit bir şekilde tenkit ederek, iç – dış düşman odaklarına aradıkları fırsatı verenleri ne yapalım?

ABD’nin Irak’ta yaptığı tek şey; kuzeyde bir kukla devlet kurdurmak oldu. Çünkü, ikinci bir İsrail’e ihtiyaç var. Ona ilave edilmesi gereken topraklar var! Nerede? Suriye, Irak, İran ve Türkiye’de!

Kürt sorunu, Güneydoğu’daki Kürtlerin sorunu değildir. Oralardaki vatandaşlarımız, adeta rehin durumundadır!

Türkiye’de herkes aynı kanunların hükmü altındadır. Hiçbir unsura farklı bir muamele, asla söz konusu değildir. Herkes birinci sınıf vatandaştır. Kimseye, hayatının hiçbir safhasında ne dini, ne ırkı sorulmaktadır. Yani sorulmamaktadır.

Amaç bambaşkadır. Sağ gösterip sol vurmaktır. Kendimizi kandırmayalım: Ortada siyasi talepler var! Ordu kurmak, bayrak dikmek, sınırları belirtmek gibi.

Fakat, kimse boşuna hayal kurmasın. Kürtlerle Türkler et ile tırnak gibidir. Aralarında kız alıp vermişlerdir. Aynı dine mensup olup, aynı ortak dili yani Türkçeyi konuşmaktadırlar. Üstelik her ikisi de, Türkiye’nin her tarafında yaşamaktadır. Emin olun, isteseler de ayrılamazlar. Çünkü, pazarları da bir, mezarları da. Üstelik Kürtlerin çoğu batı kentlerinde yer almakta, zenginleri de buraları mekan tutmuş bulunmaktadır.  

-Allah etmesin-  çıkacak bir iç çatışmada, kimlerin zararlı çıkacağını iyi düşünmeli.

————————————————–

NOT:  24. Şubat 2011 Perşembe günü, saat: 19.00’da Gebze’de, Osman Hamdi Bey Salonu’nda, Sn. Prof. Dr. Özcan Yeniçeri: “Türkiye’de Din ve Siyaset İlişkisi” hakkında bir konferans vermişti. İşte bu yazı, muhterem hocamızdan serbest alıntılar yaparak ve onlara eklediğim ihtiyari katkılarımla kaleme alınmıştır.