19.4 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1132

Ortaoyunu ve Yanlış Dans

TRT gibi bir kuruma yandaş hale gelmek doğrusu hiç de yakışmıyor. Aslında sadece TRT değil; özel kanallarının çoğunluğu iktidara hoş görünmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir dönemin tek boyutlu Demirperde basınına döndük. 17.04.2011 tarihinde TRT’nin akşam haberlerinden bir cümle: “Başbakan önemli bir açıklamada bulundu.” Peki, Sayın Başbakanın açıklaması önemli de diğerleri önemsiz mi oluyor? Ardından rahmetli Özal’la ilgili bir haber var. Haber, şu kelimelerle sıralanıyor: “Şüpheli bir ölümle aramızdan ayrılan…” Ölümün şüpheli olanını herhalde TRT tayin ediyor. Birçok ciddi ülkede siyasetçiler bizdeki kadar ekranları işgal etmiyor. Bizde Sayın Başbakan ile beraber canlı yayınlar yürüyor.

Siyaset spora da karışıyor. Alex’e ve Fenerbahçe Kulüp Başkanına Başbakan ziyaret ettiriliyor. Sayın Başbakan, belirli bir kulübü tutmuş olsa da tarafsız olmak durumundadır. FB Kulüp Başkanına yaramaz bir şey var mı mealinde sorduğu sorunun, hakemler üzerinde bir baskı yapmayacağı söylenebilir mi? Hangi hakem bundan böyle o kulüp aleyhine düdük çalabilir?

Hemen hemen her konuda aynı yanlışlarla karşılaşıyoruz. Üniversite giriş sınavlarından birçok alana kadar sınav sorularının emniyeti ortadan kalktı. Şifreler ortada dolaşıyor. Gerçekler karşısında yetkililerin açıklamaları kendileri dışında kimseyi tatmin etmiyor.  Şımartılmış ve dışarıdan destekli terör çeteleri İstanbul’da esnafa ve dükkânlara saldırıyor. Terör örgütü yandaşlarına gösterilen hoşgörü, protestocu vatandaşa uygulanan muameleden çok farklı…

Muhafazakâr görünüm altında liberal rüzgârlara açık olup her türlü değişmeye teslim olmayı demokratikleşme zannedenler; şimdi de Mevlid ile uğraşıyor. 10 milyon TL bütçeli 300 kişilik koro yeni eserler üretmek yerine, mevcudu bozma ve değiştirme ihtiyacını duyuyor. Türk üslubu içinde İslâm’ı yaşamanın önemli örneklerinden biri olan ve rahmetli Süleyman Çelebi’nin o muhteşem eseri kilise müziğine çevriliyor. “Kantant” adı verilen düzenlemeler Hıristiyanlara özgün bir müzik anlayışını ifade etmiyor mu? Bach’ın kantantlarına benzeyen müzik düzenleyerek bütün asırlara hitap eden ve Türk nesillerini manevi bakımdan doyuran Mevlid’le oynamak neden? Muhafazakâr olabilmek için muhafaza edilmesi gerekenleri bozmak mı gerekiyor?

Mevlidi uzun bir süredir Türk Kültürüne has bir gösterge olduğu için dışlamak isteyenlere hep rastladık.  Mevlidi 300 kişilik bir koroya anlamını yitirterek okutmak 3 dini birleştirici bir diyalog anlayışının eseri midir?  3 dinli ve 3 peygamberli, Hz. Muhammed’siz ve Kur’an’sız bir İslâm peşinde olanlar, burada da sırıtıyor. Diyanet İşleri Başkanı Diyarbakır’da Mevlid’ten bir parçayı Kürtçe okumak ihtiyacını duydu. Dünya dili olan Türkçe’ye arkadaş diller arama işgüzarlığını bırakalım.

Türkçe, Türkiye Cumhuriyetinin egemenlik haklarıyla ilgilidir. Aynen yargılama, para basma, vergi toplama, asker besleme ve eğitim-öğretim dili gibi… Dünyada hiçbir ciddi devlet, devletin dili varken, anadillere göre ortaoyunu oynamıyor. Anadilde eğitim zorlamaları, devletin dilini ve bayrağını değiştirtmeye benzer. Dışarıya hoş görünmek için yanlış danslar yapmayalım. Kürt açılımı macerasının ülkeye olan fatura büyük olacaktır. Bu macera bizi AB üyeliğine yaklaştırdı mı? AB üyesi Slovakya Macarca konuşanlara ceza koydu. AB bu yasağa karşı çıkmadığı gibi Slovaklara Macar açılımı yapın da demedi.

Paris’de Korsika dilinde konuştukları için bazı sanıklar, Mahkemeden dışarı çıkartılmışlardır. ABD’de İspanyolca çok yaygındır. Ancak ne ABD ne de onun dostları İspanyolca eğitimi seslendirmiyor. Türkiye’de ise, marjinal grupların dilleriyle Devlet yayın yapıyor, yer adları Türkçe dışına taşınıyor. ABD 2007 yılında İngilizce Dilbirliği Kanununu çıkarıyor. Gerekçesi ise, İngilizcenin farklılıkları birleştirici ve farklılıklar üstü özelliğidir. Bütün bu gaflet örnekleri “ileri demokrasi” diye hiçbir ciddi devlete kabul ettirilemez. 12 Haziran’da asıl bunlar oylanmalıdır.

Türkiye’nin Meselelerine Milli Bir Bakış

Bu gün çevremize, ülkemize ve dünyaya baktığımızda devamlı ve süratli değişmeler görmekte ve birbirini takip eden meselelerle karşı karşıya kalmaktayız. Bu durum yaşayan, hareket eden, gelişen veya gerileyen insan topluluklarının ortaya koyduğu tabii bir durumdur. İnsanlar var oldukça ve topluluk halinde yaşadıkça çok çeşitli alanlarda meseleler belirecek. Bunlar ekseri haller de iç içe girerek karmaşık bir mahiyet arz edecektir. Bu ise hayatın dinamik akışının tabii neticesidir.

Türk aydınların toplumu çevreleyen bu değişken mahiyetli meselelere kayıtsız kalmaları elbette beklenemez. Kayıtsızlık, bencillik, sorumsuzluk, ilkelliktir. Yüce Yaradan’ın sayılamayacak kadar çok nimetleri ile mükâfatlandırılmış olan insan bilgi ve idrak derecesi artıkça içinde yaşadığı toplumun meselelerine karşı daha derin ve daha yaygın bir sorumluluk hissesine sahip olacaktır. İşte bugünkü Türk aydını da sadece çevresi ve ülkesi ile sınırlı kalmayan ve fakat Türk Dünyası ve İslam âlemiyle dünyaya yayılan bir sorumluluk alanı ile çevrilidir.

İletişim ve ulaşım imkânlarının devamlı fazlalaşması iktisadi ve sosyal gelişmeler aydınların sorumluluk alanlarındaki müessiriyetlerini bir başka deyişle çözümler üretme, katkıda bulunma kapasitelerini artırmaktadır. Bu günkü aydın daha çok veri ve bilgiye ulaşabilmekte ve kendi düşüncelerini aktarabilme vasıtalarına sahip bulunmaktadır.

Aydınların özellikle bu günkü Türkiye şartları içinde meseleleri teşhis edip çözümler üretirken hareket noktaları dayanacakları tahlil zemin ve vasıtaları hayati bir önem taşımaktadır. Yanlış başlangıçlar ve tahlil araçları bizi çözümlere değil çözümsüzlük ve devamlı yeni meseleler üreten bir toplumda ise gerginlikler, çatışma ortamı, kopma, çözülme ve parçalanmalar kaçınılmaz bir sonuç olur ki bugün ülkemizin durumu bu halden çok farklı değildir. İnsanlarımızı hala uzlaşma kültürümüzle değil, çatışma kültürü ile yetiştirmekteyiz.

Öyleyse, meselelere bakış açısı ve onu tayın edecek olan hareket noktaları hayati bir öneme sahiptir. Bu bizi hayati ve çevreyi nasıl idrak edeceğimiz sualine götürür ki kaçınılmaz olarak kâinatın yaradılışın kuşatıldığı tutarlılık ve kuralları idrak etmeye başladığımızda da ilmi bulmaktayız. Birincisi dilimizde gönül veya kalp diye ifade edilen ruhumuzda diğeri ise varlığımızı dengeleyen bizi mükellef kılan aklımızda kaynaklarını bulmaktadır. Bu müşahede ve idrak sonucunda aydının çevresinde dünyada mevcut meselelere bakış açısını tespitte hareket edeceği noktalar, uzantılar kanaatimce açıklık kazanmakta. Ve bunlar İMAN ve İLİM olmaktadır.

Esasen bu iki unsur insanın önünde sonsuz genişlik ve zenginlikte aydın bir yol açmaktadır. Bu nimetlere sahip olan aydın hayatın getirdiği en güç meseleler karşısında dahi doğru ve dengeli bir şekilde çözümler üretebilecek ve bunlar içinde kendi sorumluluklarını tespit edebileceklerdir. Aksi hal ise insan ve toplumun karanlığa, karmaşaya, tutarsızlığa gerginlik ve çatışmalara itilmesi demektir.

Türkiye’de aydınların İMAN ve İLİMDEN hareketle, gelişme hedef ve yollarını tespit ederek meselelerimizin tümüne çözüm getirmeleri mümkündür. Fakat şurası da esef verecek bir gerçektir ki Türkiye’de,  birçok hallerde meselelerimizin teşhis ve çözümleri böyle sağlam zemin ve doğru bakış açısı içinde ele alınmamaktadır. Türkiye’deki karmaşa düzensizlik ve bir bakıma çözümsüzlüklerin kaynağı işte bu zemin ve bakış açısını kaybetmekten ileri gelmektedir.

Ülkemizin meselelerine sahip çıkma davranışında olan iddiacılar imanımızın bize bahsettiği İslam dini ve kültürümüzün karşısına bu değerlerimizle saldırarak çıkmakta ve ilmi verilerin önüne ise TABU’larla çıkma çabası içinde bulunmaktadırlar. Böyle bir tutarsızlık meydana getirmek durumuna düşenler için devlet yönetiminde bir şekil olan laikliğe kutsallık kazandırarak şahıslara indirmektedirler.

Aynı ilkel zihniyet ülkemizde mevcut meselelerin çağımızın getirdiği bütün birikimleri kullanarak hür bir zeminde tartışılıp çözümler getirilmesinin karşısına çıkmaktadırlar. Böyle bir engellemede toplumu zorlamak ve karşı görüşleri susturmak için TABU’lar öne sürülmekte İLMİ metot ve veriler gözden uzak tutulmak istenmektedir.

Ülkemiz gelişme ve güçlenme yolunda bu sapma ve engelleri aşma durumundadır. Milletimizin köklü imanı, selim aklına dayanan, ilme saygılı ve zengin kültürü ile büyük tarihi ilerleme yolunda dayanacağımız en sağlam unsurlardır. Sorumluluk alanlarımızda ki meseleler böylece en isabetli çözümlere kavuşacaktır.

 

  

Büyük Kalem Üstadı Merhum EŞREF EDİB

15 Aralık 1971’de -Hak bildiği yolda ömrü boyunca- Hilal’e karşı, yurt içinde ve yurt dışında aleni ve sinsi bir şekilde yapılan saldırıları, en dehşetli bozgun tufanlarının -vatan sathında- her tarafı kasıp kavurarak, yakıp yıkarak estiği yıllarda, uhdesinde bulundurduğu Sırat – Müstakim ve Sebilü’r – Reşad mecmualarıyla; pervasızca, fütursuzca göğüsleyen büyük kalem üstad – ı edibimiz Eşref Edib, aramızdan ayrılarak ebedi aleme uful etmişti.

Zaten o tarihe takaddüm eden son dört beş yıl, Türk – İslam aleminin adeta yaprak dökümü mevsimi idi. Yeri doldurulmaz nice büyükler; aramızdan birer ikişer, asli ikametgahlarına rücu etmiştiler. İşte o zaman bunlardan biri ve yine yeri asla doldurulamıyacak olanı da merhum Eşref Edib beyefendi idi.

Kelimenin tam manasıyla bir edibdi. Asrımız Türk nesrinin en büyük ve ehil mümessiliydi. Türk nesrinde nev – i şahsına münhasır bir mevkie sahipti. Hangi mevzuda kaleme sarılsa, sanki edebi bir eser kaleme alıyormuşcasına icale – i kalem eder, kelimeleri titizcesine seçerdi. Bu seçişte, asla kelimenin menşeini değil, cümle içinde muvafıklığını nazar – ı itibara alır, üslubun akıcılığına ve okuyanda bir musiki nağmesi tesiri bırakmasına, azami gayret sarf ederdi.

Hiç unutmam, neşrettiklerinin yeni bir tab’ı bahis mevzuu olduğu zaman, tekrar esere göz atar, adeta icap eden ilavelerle birlikte gereken tashihleri yapar, sanki eseri yeni baştan yazardı.Yine böyle bir esnada, “Kara Kitab”ın yeni baskısı münasebetiyle tekrar eline aldığı mezkur kitabında gereken tashihatı yapıyordu ki, bu sırada yapılan düzeltmenin tenkidini bana sormuş, nasıl bulduğumu benden sual etmişti.

Tabiatiyle tashihatını tenkid etmemin haddimin fevkinde bir şey olduğunu belirtmiş, mazur görmesini dilemiştim. Buna rağmen, o, tam bir mütevazilikle isteğinde ısrar etmiş tashihatını beğenip beğenmediğimi bu abd – i acizden istemiş ve : “Oğlum demişti, gözden göze fark eder. Benim görmediğim bir hususu sen fark etmiş olabilirsin.”

Bunu derhatır etmemin sebebi, üstad – ı edibimizin, fikre ve tenkide verdiği kıymettir. Türk nesrinin şahikasında olan Eşref Edib’in o halini hiç unutmam. Ayrıca yazılarını çok işlek bir Osmanlı Türkçesi / Klasik Türkçe ile kaleme alır ve bana tevdi ederdi. Osmanlıca’dan bugünkü harflere aktardığım yazılarını zamanın “Bugün” gazetesinde neşrederdik.

Türk  Edebiyat Tarihi’nde nasıl mümtaz bir mevki işgal ettiğini şüphesiz, Edebiyat Tarihçilerimiz ortaya koyacaklardır. Ben sadece üstadı son demlerinde tanımış “Sırat – ı Müstakim”e gönül bağlamış bir gençtim. Kıymetli sohbetlerine nail olmuş biri olarak – bizzat müşahede ettiğim – bazı hususları, onu gıyaben tanıyan okuyucu kardeşlerimin huzuruna sermek istiyorum. Daha önce beyan ettiğim gibi, Eşref Edib’imizi layık – ı veçhile tanıtmak haddimin fevkindedir.

Son demlerine kadar Cağaloğlu’ndaki Sebilü’r – Reşad bürosuna, günün muayyen saatlerinde – bilhassa öğleden sonraları – gelmeyi itiyad edinmişti. Gelir ve çalışmasına başlardı. Asar -ı İlmiye Kütüphanesi sahibi olarak, şahsi işleri meyanında Kur’an ve İslam’a yapılan taarruzları, sönmek bilmeyen keskin kalemiyle bizzat karşılar, bu hususta yaşından umulmayan bir enerji gösterirdi.

Pir – i fani olmuş haliyle, Cumhuriyet savcılarının karşısına çıkmak için, kaç defa Ankara yollarına düştüğünü hiç unutmam. Velhasıl Cumhuriyet savcıları yakasını son ana kadar bırakmamışlardı. Bu arada zamanın İstiklal Mahkemesi’nden dönmüş olduğunu da unutmayalım…

Yazılarını hazırlar, gazete idarehanesine (Bugün Gazetesi) bizzat getirir, bütün bu hizmetleri için asla bir karşılık beklemezdi. Bu satırların yazarı, o zaman mezkur gazetenin ikinci sahifesi yazılarını hazırlayan ve kendisi de bizzat yazan olarak, üstad – ı edibimizin yazılarını zevkle neşrederdim.

Ömrü vefa etseydi, Sebilü’r – Reşad’ı tekrar neşriyat sahasına sokacaktı. Hiç unutmam, gazete idarehanesinde oturduğum bir esnada kapıdan içeri girdi. Merhum üstad – ı edibimizi karşımda görmüş olmanın ve bilhassa benim yanıma gelerek abd – i aciz şahsıma karşı gösterdiği hüsn – ü teveccühün tezahürü olan bu mütevaziliği karşısında hayretle karışık bir memnuniyet halesi yüzümde dalgalandı. Hemen yer gösterip oturttum. Kısa bir hoş beşten sonra kalkıp gitti.

Hemen hergün yanına uğruyor, kendisini yokluyor, sohbetinden feyizyab oluyor, gittikçe artan teveccühüne mazhariyetim, arttıkça artıyordu. Uğrayamadığım günler sitem ediyor, mutlaka uğramamı istiyordu. Çünkü Sebilü’r – Reşad’ı  “Mekteb” olarak mütalaa ediyor, buranın havasını teneffüs etmemi ısrarla tenbihliyordu. Nice şahısların buranın havasından müstefid olduklarını beyan ederdi. Halen neşriyat sahasında kıymetli birer şahsiyet sahibi olanların isimlerini zikretmekten kendini alamazdı.

Mutad ziyaretlerimden birinde, her zamanki mütebessim çehresiyle bana bakarak: “Oğlum dedi, artık iyice ihtiyarladım. Sebilü’r – Reşad’ı sana devretmek istiyorum. Önce neşriyat müdürlüğünü uhdene alırsın. Daha sonra tedricen sana devretmiş olurum.” Bu arada kendisine heyetler gelerek Sebilü’r -Reşad’ı ihya etmek, hatta vakıf haline getirmek istediklerini beyanla: “Hey’etle, cemiyetle bunun yaşayamıyacağını, ancak bir kişinin uhdesinde olursa yürütülebileceğini, bunun için teklifleri, münasip bulmadığını” sözlerine ekledi.

Tabiatiyle böyle bir teklifle karşılaşacağımı hiç ummazdım. Şaşırıp kalmış ve heyecanlanmıştım. Zaman örfi idare / sıkı yönetim zamanıydı. Bir müddet beklememiz lazım geldiğini, vaziyet yatışınca, fiilen teşebbüse geçeceğini söyledi. İşte bu düşünce ve tasavvur içindeyken, aniden rahatsızlandı.

Hastahaneye kaldırıldı. O geç yaşta ameliyat oldu. Ameliyat sonrası Aksaray’da kaldığı yere, geçmiş olsuna gitmiştim. O hayat dolu, mütebessim çehre solmuş, canlılık ve kanlılığını kaybetmişti. Üzerinde uzun bir sefere çıkmanın hazırlık ve durgunluğu vardı. Çok çökmüştü. Hüzünlü bir şekilde yanından ayrıldım. Kısa bir müddet sonra Rahmet – i Rahman’a kavuştuğu haberiyle sarsıldım.

Bir Osmanlı efendisi daha aramızdan göçüp gitmişti. Heybetli bir vücudu, keskin ve zeki bakışları, büyük bir medeni cesareti vardı. Artık Cağaloğlu’ndan her geçişimde, bürosunun bulunduğu, kendisi gibi asır – dide Han’ın (Eski Yeşilay binası) kapısı, gözüme takılır ve beni büyük hüzünlere gark ederdi.

Adeta canlı bir tarihti. Şahsiyeti İstiklal Harbi’nin öncesini, sonrasını ve safahatını idrak etmişti. Zamanın en kıymetli şahsiyetleriyle musahabelerde bulunmuştu. Hatta tarihi sohbetlerin bizzat hazırlayıcısıydı. Bilhassa Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Büyük İslam Şairi Mehmed Akif ve kendisi, devrin üç saç ayağını teşkil ediyor ve bu şekliyle Sebilü’r – Reşad’ı tezyin ediyorlardı.

Sebilü’r -Reşad neşriyat bürosunda, o eski havayı, gidenler muhakkak ki teneffüs etmişlerdir. Büronun mümtaz hususiyeti, eski bir iki koltuk ve bir masa, raflarda Sırat – ı Müstakim ve Sebilü’r- Reşad ciltleri ve Asar – ı İlmiye kütüphanesi olarak neşrettiği eserler… Duvarda asılı hasır bir seccade, diğer tarafta Akif merhumun renkli bir fotoğrafı yer alırdı.

Gönül ister ki, böyle, devrin büyük şahsiyetlerinin hatıralarını içlerine sindirmiş yerler müze olarak, son kaldığı haliyle muhafaza edilsin…Almanların Goethe’ye (1749 – 1832) gösterdikleri büyük alakanın onda birini, keşke bizler de kendi büyüklerimize gösterebilsek. Heyhat!…

Ne hazindir ki, bizde büyük müesseseler şahıslarla kaimdir. Onlar hayattar olduğu müddetçe hayattar, fani oldukları zaman ise kendileriyle beraber ömürlerinin semere – i gayesi olan bir nevi “Mekteb”leri söner gider. Bunda biraz da merhumların ihmali, halef – selef mes’elesine ehemmiyet vermemeleri; adeta kendilerinden sonrayı düşünmemenin, belki de buna fırsat bulamamanın dahli var kanaatindeyim.

Gönül yine isterdi ki, Sebilü’r – Reşad genç omuzlarda yükselsin. Müessese hayatiyetini muhafaza ederek daha da kökleşsin, “Mekteb” oluş keyfiyeti sadece muayyen bir devre münhasır kalmasın. Tabii ki, bunun için zamanında genç kabiliyetlerin tesbiti ve yetiştirilmesi şart idi.

Bu satırların naciz muharriri, asrın en büyük alimi Bediüzzaman’ın büyük şahsiyetini ve üzerinde estirilen şüphe bulutlarının, ne menem şeyler olduğunu, onun kaleme aldığı “Risale -i Nur Muarızlarına Cevap” adlı eserinden öğrenmiştir.

Merhum Eşref Edib, canlı bir tarih olması hasebiyle zaman zaman kendisine yakın tarihimizle alakalı bazı sualler tevcih eder, pür – dikkat dinler, yakın tarihimizin henüz resmi kitaplarda yer almayan bazı safhalarından haberdar olurdum. İnşallah onları da bir vesile ile yazmak müyesser olur.

Aramızdan ayrılalı kırk sene  olan merhum Eşref Edib üstadımıza Allah’tan rahmetler diliyor ve aziz hatırasını saygıyla anıyoruz. Ruhu şad olsun.

 

 

Allah Korkusu/Takva (1)

– Cehennemden korunma, Cennete kavuşma yolu-

Yüce Allah insanı yoktan yaratmış ve onu sayısız nimetlerle donatmıştır. İnsan için faydalı ve zararlı olan her şeyi de elçileri vasıtasıyla emirler ve yasaklar çerçevesinde bildirmiştir. Bu emir ve yasakları kabul etmek, gereğini yerine getirmek, kalbin Allah ile irtibatının, takva dairesinde yaşamasının alâmetlerinden olup, İslam’ın temel kurallarındandır. Kur’an’da bu durum “kalplerin takvası” olarak nitelendirilmektedir. (Hac,22/32) Takva ehli olmak veya muttaki (takvalı) olabilmek, Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmek ve onlara saygı duymak, onlara inanıp hayata geçirmekle elde edilir.  Bu da kalplerin takvaya ulaşmasıyla elde edilir. “Kalplerin takvası”, takvanın kalple yani gönülle alâkalı olmasıdır.

Takva, “gönül eylemi” dir. Takva temiz akıl ile de ilişkilidir. (Bakara, 2/197)Akıl ve düşünce ile dosdoğru yolu bulmak da takvayı oluşturur. (En’am,6/153) Takvanın kalpte olduğunu Hz. Peygamber de, “Takva buradadır” diyerek göğsüne işaret ederek göstermiştir. (Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18) Zira kalp imanın karargâhı, cenabı Allah’ın nazargâhıdır. O,salah içinde olursa bütün vücut salah içinde olmakta, O, fesat içinde olunca bütün vücut fesat olmaktadır. Mü’min’in temel görevlerinden en başta geleni de kalbini istenen temizliğe ulaştırmak, sağlam imana kavuşturmak, takvada en ileri mertebeye yükseltmektir.

İnanmış bir mü’min Allah’ın her işinde ve emrinde bir hikmet olduğunu bilmeli ve buna inanmalıdır. Dünyadaki geçici lezzetlere ebedi hayattaki lezzetleri tercih etmemelidir. Kendisine açık düşman olan şeytana ve gizli düşman olan nefsine uymamalıdır. Her iki düşmanından kendisini korumalı, onlara uymaktan sakınmalı, onlardan korunmalıdır. Allah’ın emirlerini tutmalı, yasaklarından kaçınmalı ve azabından korunmaya çalışmalıdır. İşte bu durum “Takva”, “Allah korkusu”, “Allah’ın korumasına girmek”, “Allah’a bağlılık” ve “Peygamberimize tam anlamıyla bağlanmak” olarak tarif edilir.

Takvanın daha geniş manası da şöyledir: Dinin prensiplerini tam bir hassasiyet ve incelikle görüp gözetmek, yaratılış kanunlarına uymak, cehennem ve cehennemi netice veren davranışlardan, cenneti netice verecek hareketlere yönelmek, açık ve gizli her türlü şirkten ve şirke götüren şeylerden korunmak, düşünce ve hayat tarzında başkalarına benzemekten sakınmak, Kur’an ve sünnete uygun yaşamak takvadır.

Takvâ kelimesi, “veka” fiilinden gelir. Veka: “Korundu, kendisine zarar ve acı veren, eziyet veren şeylerden sakındı” demektir. Veka fiili ve türevleri Kur’an-ı Kerimde iki yüz elli sekiz yerde geçmektedir. Kur’an’ın en önemli kavramlarından biridir. Kulun Allah’a yakınlığının derecesini en iyi ifade eden sıfattır. Takvâ, nefsi korktuğu şeyden, azaptan, korumaktır. Kavram olarak, en kuvvetli bir himaye olan Allah’ın korumasına girerek korunmak, nefsi günahlardan, haramlardan korumak demektir.

Yüce Allah mü’minlere sürekli olarak “Allah’ın sınırlarını aşmayın” değil; “Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın” (sınırlar: Allah’ın yasakladığı haramlar) yani korunun diye emretmektedir. (Buhârî, İman 39; Müslim, Müsakat 107) Yaklaşıldığında ise sınırların aşılması tehlikesi vardır. İşte, bu şekilde Allah’ın çizdiği sınırları aşma korkusuyla bu sınırlara yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak da takvâdır.

Takvâ, haşyet (tazim ve saygıdan ileri gelen korkma) manasına da gelir. Takvâ alelâde bir korku değildir; Bu, sevginin azalmasından endişe duymak, Allah’ın rızasının gideceğinden kaygılanmak, bunun için sakınmak demektir. Rutin hayatın dışına çıkarak, her anı dikkatli yaşamak, her adımı ölçülü atmak, her zaman aynı ölçüde emredilen istikamet üzere, dosdoğru davranış içinde olmaktır.

Hz. Ali’ye göre de takvâ: “Günahlara devam etmeyi ve yaptığı ibadetlerle avunup aldanmayı bırakmaktır.” “Dünyada insanların efendisi cömertler; ahirette de muttakiler (takvalılar) dir. Hasan el-Basri’ye göre ise takvâ: “Allah’tan başkasını Allah’a tercih etmemek ve bütün işlerin Allah’ın kudretinde olduğunu bilerek her an dikkatli hareket etmektir.”

(Haftaya devam edecek)

                       

Zerafet İçerde Tutsak, İhanet Dışarda Serbest

 

Sebahat T. 30 yıllık hayatında hep PKK‘nın siyasi kanadı HADEP / DTP çizgisinde görev yaptı. Terör örgütlüğünde müseccel marka olan PKK’ya üyelikten ve bölücülükten hüküm giydi. Kocaeli Gebze‘de cezasının 9. ayını çektiği sırada başına Milli Piyango bileti kondu. İstanbul III. Seçim Bölgesi halkı 2007 seçimlerinde bu şahsı yattığı yerden (hapisten) Milletvekili seçerek 32 yaşında TBMM‘ye gönderdi. Mahpus idi, mebus oldu ama ihanet çizgisinden hiç sapmadı. Bu başarısına karşılık 2011 seçimlerinde başına gelebilecek ‘minik‘ bir sıkıntı Devletimizce derhal giderildi. Tekrar Vekil olmasına engel teşkil eden 1 yıl 6 aylık hapis cezası 6 aya indirildi ve ileri bir tarihe ertelendi. Böylece onlara muradına erdi, Our Boys kerevetine çıktı.

Sevgi E. 60 yıllık ömrü boyunca hep Türkiye Cumhuriyeti Devleti‘nin milletiyle bölünmez bütünlüğünü savundu. AB‘den Kıbrıs‘a, Trabzon‘dan Misyonerliğe kadar her milli meselede onurlu bir duruş sergiledi. Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü olmasına rağmen panel, konferans ve yazılarıyla İslamiyet’e nice Müslüman’dan daha çok hizmet etti. ‘Fener Rum Patrikhanesi içimizdeki Truva atıdır‘ diyerek Türk Milletinden 1071 ve 1919‘un intikamlarını almaya çalışanları ifşa etti. Sülale boyu bu ülkenin emrinde oldular. Dedesi Papa Eftim‘in Milli Mücadeleye katkıları için AtatürkBu memlekete bir ordu kadar hizmeti geçmiştir‘ diye takdir etti. Terör örgütü üyeliği şüphesiyle 2007‘de tutuklu yargılanmak üzere içeri alındı. Sebahat çıktı, Sevgi girdi. İhanet dışarıda serbest, hamiyyet hala içerde tutsak. Kadere bak!

Keçiboynuzu için demişler ya ‘bir gram bal yemek için 1 çeki odun yemeğe ne gerek var?  Devletimizin derin aklı Ortadoğu‘nun yeniden şekillenmesinde Amerika‘nın yanında yer alarak Özal‘ın 1 koyup da alamadığı 3’ü haklı olarak almak istemiştir. Bunu anlarım. Keşke Erbil’e pirinç giderken Erzurum’daki bulgurdan olmasak. Fakat insan hele hele genç insan zihnindeki hainlik ile kahramanlık, bağımsızlık ile işbirlikçilik, adalet ile zulüm, demokrasi ile derebeylik kavramlarının yer değiştirmesi kıyamet alametidir.

Amerika’nın hakkı üçtür‘ diye 12 Haziran‘da da keçiboynuzuna yatırım yapacak olan Genelkurmayımız sonrasında inşallah ipin kaçan uçlarını yakalayabilir. Yoksa yeni Neyzen‘ler yetiştiriyor. Bir tek Yılmaz Özdil de değil..

Geçen gün YSK‘nun uygulamalarına yönelik N. Tevfik‘den bir şiir e-postası geldi. Yazımın başlığına ithafen paylaşıyorum:

Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus! dediler…
Künyeni almak için, partiye ettim telefon:
Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus dediler!..

Kaddafi Diyor ki

Şu anda, Türkiye’nin de üyesi olduğu NATO güçlerince sürekli saldırı altında tutulan, kellesi istenen Libya Lideri Kaddafi, 22 Nisan 2011 günü tüm dünya medyasına iletilen bir bildiri yayınladı.

Bildirinin içeriği hayli ilginç;

Kaddafi diyor ki;

En az 40 yıldır, insanlara evler, hastaneler, okullar yaptım. Bengazi’de çölü ekilebilir toprağa çevirdim. Evlat edindiğim öksüz kızımı öldürdüğünde kovboy Reagan’ın saldırılarına karşı durdum. İnsanların gerçek demokrasiyi öğrenebilmeleri için elimden geleni yaptım. “Halk Komiteleri” ile kendi ülkelerini yönettiler. Fakat bu bile yeterli olmadı. Hatta, 10 odalı evi olan, giysileri, yeni eşyaları olanlar bile hiçbir zaman tatmin olmadılar. Kaf dağındakilere “özgürlük” ve “demokrasi” ye ihtiyacımız var dediler. Ve o sistemin bir yengeç sepeti olduğunu, en büyüğün her zaman diğerlerini yediğini kavrayamadılar!

Kaf dağında da hiçbir zaman bedava ilaç, bedava hastane, bedava lojman, bedava eğitim olmadığını, hatta dilenmeden veya çok uzun çorba kuyrukları hariç bedava gıda olmadığını algılayamadılar. Yaptıklarımın hiç önemi yoktu bazıları için. Fakat, diğerleri bilirler ki, sahip olduğumuz tek gerçek Müslüman Arap lideri Selahaddin’den bu yana gelen Cemal Abdül Nasır’ın oğluyum ben.

Nasır, Suveyş Kanalı’nın sahibinin kendi halkı olmasında ısrar ederken, ben de halkım için Libya’nın sahibi olmalarını istedim.

Ben de onun izinden giderek, kendi halkımı  koloniyal diktadan, bizi soyan hırsızlardan koruyup, özgür olmalarını sağladım. Şimdi, askeri tarihin en büyük gücü tarafından saldırıya uğradım. Benim Afrikalı torunum Obama, beni öldürmek ister! Ülkemizi özgürlüğünden yoksun bırakmak, bedelsiz hizmetlerimizden olan ev, tıp, gıda ve kendi varlıklarımızdan özgürce yararlanmamızdan mahrum bırakmak ister. Bütün bunları, adı kapitalizm olan “Kaf Dağı beleşçiliği” ile değiştirmek ister! Bu, çok uluslu şirketlerin ülkemizi ve daha sonra da dünyayı yönetmeleri ve halkın acı çekmesi demektir.

İşte bunun için, benim için artık başka çözüm yok. Tedbirlerimi almak zorundayım. Ve Allah istiyorsa, onun yolunu izlerken ölürüm. Ölmeyi arzulamıyorum ama, bu toprakları, halkımı ve hepsi de çocuklarım olan binlerce insanı korumam için gerekiyorsa ölmeye razıyım. Bu vasiyet benim tüm dünyaya sesim oldu. Haçlı Ordularının NATO’sunun saldırılarına kafa tuttum. Zulme direndim, aldatılmaya karşı koydum.

Batı’ya ve sömürgeci hırslarına karşı ayağa kalktım ve dik durdum.

Başkaları şatolar yaparken ben mütevazı bir evde ve bir çadırda yaşadım. Ulusal paramızı hiçbir zaman düşüncesizce harcamadım.

Batı ülkelerinde bazıları benim için deli, çatlak diyerek yalan söylemeyi sürdürüyorlar. Biliyorlar ki, ülkemiz sömürgeci hakimiyet altında değil. Bağımsız ve özgür. Benim davranışlarım, görüşlerim halkım için içten ve son nefesime kadar halkımın özgürlüğünü korumak için çarpışacağım.

Yüce Allah, bize inançlı ve özgür kalabilmemiz için yardım etsin.”

Kaddafi’nin bu “vasiyet” gibi bildirisini, altını çize çize okudum.

Lütfen, sizler de dikkat ve insafla okuyun.

Halkına zulmeden hiçbir iktidar sahibini hoş görmem.

Ama, Kaddafi’yi bir kalemde “Zalim Diktatör” diye lanetlemeden önce, anlamaya çalışıyorum.

Acaba, Kaddafi bir “mutlak egemen” olarak davranmasaydı, Libya bugünkü güçlü Libya olabilir miydi?

Libya halkı demokrasi tutkunuydu da Kaddafi mi demokrasiyi yok etti?

Yoksa Kaddafi, Libya halkı için bir nimet miydi?

Anayasasında “Demokratik Hukuk Devleti” olduğu ne devletler biliyorum ki; ne demokrasinin ne de hukukun kırıntısı yoktur!

Yaşadığımız ülkeyi düşün:

Her partinin başında bir “mutlak egemen” var. Onlar ne derse o oluyor!

Demokrasi, siyasi partilerimizde bile yok! Ülkede demokrasi olur mu?

Hukuku, çıkardıkları kimi yasalarla “guguk” haline getiren; “Yargı bile milli iradeye biat olacak” diye “Milli İrade” kavramını yalnızca kendilerine oy verenler olarak gören, kendileri dışındaki milyonları milli irade saymayan anlayışın neresi demokratiktir?

Hepsi bir yana; Uluslar arası siyaset ulusal çıkarlar için yapılır.

Biz, Libya-Kaddafi olayında ulusal çıkarlarımızın değil, emperyalizmin çıkarlarının peşine takıldık!

Kaddafi, Türkiye’ye her zaman dost olmuş, destek vermiştir. Kıbrıs Barış Harekatı’nda ABD ve diğer Batı ülkeleri bize ambargo uygularken, destek veren yegane dost Libya ve Kaddafi değil miydi?

Türk işadamları ilk yurtdışı işlerini Libya’da yapmadı mı? Halen de yapmıyor mu?

O halde biz, Türkiye olarak neden ABD’nin, Fransa’nın, emperyalist güçlerin yanındayız?

1955’de de Cezayir halkı Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı örnek alarak Fransız emperyalizmine başkaldırırken, Demokrat Parti, Fransa’nın yanında yer aldı ve Arap dünyası Türkiye’ye lanet okudu!

 

Macarlar’a Aferin, Sıra Diğerlerinde

24 Nisan yine geldi…

Sayın müttefik ülkelerimizde bir telaş aldı başını gidiyor…

Türkler Ermenileri kesti mi, kesmedi mi diye meclislerinden karar çıkartmak için uğraşıp duruyorlar.

Her 24 Nisan’da rutin olarak yaşadığımız bu Demokles kılıcı operasyonundan dolayı ben vatandaş olarak bıktım artık.

Her yıl Türkiye’den çeşitli tavizler koparmak için güzel bir yol bulmuşlar, ülkemizi söğüşlemeye çalışıyorlar.

Devlet olarak biz ise tutturmuşuz bir yol gidiyoruz…

“Tarihi olaylara tarihçiler karar verir!”miş.

İyi de arkadaş olay, tarihi değil ki!

Siyasi!

Hatta ve hatta Ermenileri katletme diye bir olay yok ki, kim neyin kararını verecek?

Ha, şu denilse anlarım.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da 1915 öncesi yaşayan 500 binden fazla Müslüman Türk nasıl birkaç ay içinde ortadan yok oldu?

Bu insanlar nasıl buharlaştı?

Bunu bize Rusya, Ermenistan, Fransa, İngiltere, ABD önce bir izah etsin.

Bir önceki nüfus sayımında var olan Türk köyleri, bir anda nasıl haritadan silindi, koca koca camiler, nasıl bir anda yandı yıkıldı?

Önce tarihçiler buna bir karar versin…

Çünkü bunlar somut gerçek.

İzleri hâlâ Doğu Anadolu’da duruyor.

Sonra, Ermeni iftiralarını araştırsınlar…

***

Aslında en güzel savunma, ‘hücumdur’ derler.

Biz de ülke olarak bu konuda karşı atağa kalkarsak, belki de daha güzel sonuçlar alabiliriz.

Meselâ Macaristan’daki Milliyetçi Parti olarak da bilinen ‘Daha İyi Macaristan Hareketi’nin (Jobbik) Macar Meclisi’ne sunduğu bir yasa teklifi var.

Buna göre Macaristan Parlamentosu, Ermenilerin Dağlık Karabağ’da Azeri Türkleri’ne karşı toplu katliam gerçekleştirdiğini tanıyan bir karar tasarısını gündeme aldı. 

Jobbik’in teklifiyle gündeme gelen tasarı önümüzdeki günlerde oylanacak.

Ancak tasarı Erivan’ı daha şimdiden ayağa kaldırdı.

Ermenistan hükümeti tasarıya tepki göstererek, kabul edilmesi halinde Macaristan’ın uluslararası imajının sarsılacağını iddia ederek tehdit etti.

AB nezdinde baskı ve caydırma politikasına başladı.

Buna karşı Jobbik Partisi ise soydaş olarak tanımladığı ‘Türklere karşı yapılan bu soykırıma karşı sessiz kalınması insanlık suçudur’ diyerek tasarının parlamentodan geçmesi için Atilla’nın torunları olarak birbirimize yardımcı olmalıyız diyerek bir karşı kampanya başlattı. (Hürriyet – 15 Nisan 2011)

***

Şimdi acaba diyorum, diğer dost ve kardeş ülkeler nezdinde bu şekilde peş peşe kararlar çıkartsak da Türkiye olarak biraz rahat nefes alsak diyorum…

Çünkü bu Demokles kılıcı artık çok oldu…

Ne dersiniz?

Ortadoğu ve Afrika

Ömer Muhtar ve tüm şühedanın kemikleri sızlıyor.

Aydınlarımızın birçoğunun zannettiği gibi sadece petrol ve doğalgaz savaşı değildir.

Teknoloji zaman içerisinde petrolün ve doğalgazın alternatifini üretebilir.

Ama hammadde ve pazarın alternatifini üretemez.

Buraya dönmek üzere bir nokta koyalım.

Bu sitede yazdığım bir yazının başlığını dün Endülüs, bu gün Filistin, yarın tüm İslam dünyası olarak belirlemiştim.

Endülüs’ü bilmeyenler için bir cümle ile belirteyim.

Endülüs yani İspanya sekiz yüz sene İslam devleti, Müslüman ülke olarak yaşamıştır.

Ayrıca İslam medeniyetinin de beşiğidir.

Sonra bir haçlı soykırımı ardından altı yüz senedir Hıristiyan olarak varlığını devam ettiriyor.

Bu gün bu ateş ve soykırım bütün İslam dünyasına yayılmak üzere.

Bu başlığı atarken keramet göstermedik.

Düne baktık, bu günü gözlemledik yarını tahmin ettik.

Bu günde dünün yarını değil midir?

İslam dünyası Türkü, Arabı, Farsıyla..

Sünni’si, Şii’si, Laik’i ve dindarıyla ya silkinip kendine gelecek yâda bu ateş bütün İslam dünyasını cehenneme çevirecek.

Atmış seneye yakındır peşinden koşmakta olduğumuz AB ile gen kan ve doku uyuşmazlığı

Sadece yöneticiler tarafından değil halk tarafından da yüksek sesle konuşulmaya başlandı.

Tek taraflı aşk mutluluk getirmiyor.

Ayrıca AB, Türkiye ve Türk halkı için ekonomik olarak cazibe merkezi olma özelliğini yitirdi.

Bundan 20 sene kadar önce AB vizeleri kaldırıp serbest dolaşım hakkı tanısa meclisteki milletvekilleri de işçi olarak Avrupa’ya gider meclis boşalır diyen siyasiler vardı ki bu da bir gerçeği yansıtıyordu.

Bu gün artık işi olan sıradan bir vatandaş bile Avrupa’ya gitmek istemiyor.

Ekonomisi dibe vurmuş krizlerle çalkalanan bir Avrupa’nın bize ne faydası olabilir ki.

Bu halde bile adamlar kibiri elden bırakmıyor.

Kendilerinden olmayanlara tepeden bakarak mevali muamelesi yapıyorlar.

Artık bu gerçeği görüp AB’ye karşı olan tek taraflı aşkımızı gözden geçirmemiz gerekmez mi?

İnanıyorum ki halkın gördüğü bu gerçeği yöneticilerde görmüşlerdir ve gereğini yaparlar.

Ortadoğu ve Afrika’daki halk hareketleri ihtimal vermem ama yüzde yüz batı tarafından kurgulanmış olsa bile bu hareketlerin önünden ve arkasından gelen bombardıman ve işgaller

Aydınlarımızın birçoğunun zannettiği gibi sadece petrol ve doğalgaz savaşı değildir.

Teknoloji zaman içerisinde petrolün ve doğalgazın alternatifini üretebilir.

Ama hammadde ve pazarın alternatifini üretemez.

Avrupa ve ABD’nin sanayisini ve de ekonomisini devam ettirebilmesi için bol ve ucuz hammaddeye,

Ürettiğini satabilmesi içinde büyük bir pazara ihtiyacı vardır.

O Pazar ve hammadde deposu Ortadoğu ve Afrika’dır.

Avrupa ve ABD’nin pazar olma özelliği bitti onlar artık tüccar.

Pazar ve hammaddesi olmazsa iflas etmeye mecbur ve de mahkûm olur.

Bu halklara ve onların liderlerine sesleniyorum.

Diktatörlüğe ve despotizme karşı olun ama birbirinizi boğazlamak suretiyle batının ülkelerinizi işgal etmesine zemin hazırlamayınız.

Bunun dünyada da ahirette de vebali büyüktür.

Liderler sadece muhalefetin değil tüm halkın sesine kulak vermeli yapılması gerekenleri halkları ve ülkeleri için bir an önce yapmalıdırlar.

Ülkelerinizi cehennem yerine çevirtip halkınızı katledip yâda katlettirip sömürgeye zemin hazırladıktan sonra gitseniz ne olur kalsanız ne olur.

Dünyanızı da ahiretinizi de berbat etmeyiniz.

Hiç kimse kendisini vazgeçilmez zannetmemelidir.

Halkına uzak şer güçlere yatın her yönetimin bir son kullanma tarihi vardır.

Son kullanma tarihi gelenler artık tarihin çöplüğünde yerlerini alacaklardır.

Aynı zamanda efendilerinin kendileri için hazırlamış olduğu sona da boyun eğmek durumunda kalacaklardır.

O sonda Saddam’ın sonundan farklı olmaz.

Evet, Putin’den sonra Fransız bakanda söyledi Libya’nın bombalanması ve peşinden gelebilecek bir işgal haçlı seferidir.

Bunu anlamak için geç kalınırsa anlamanın bir anlamı da kalmaz.

Geç olmadan..

Bu ateş tüm İslam ülkelerini sarmadan, silkinip kendimize gelmeliyiz.

Bu konuda motor görevi Türkiye’ye düşer.

Bu vahşi batı iki defa dünya savaşı çıkararak bir birlerini katletmişlerdir.

Müslümanlara mı acıyacaklar?

Savaşsız ve huzur dolu yarınlar temennisiyle…

                                                                                

Ben gidiyorum buradan

‘Veda’ kelimesi zor geliyor bana, babamın bizlere veda ettiğinden bu yana.

O yüzden ‘gidiyorum’ dedim.

İnternethaber ile organik bağımı kesmiyorum. Hep buralarda olacağım.

Belki yazılarımla değil ama demeçlerimle, yaptıklarımla..

Hepsi yine Türkiye‘nin selameti üzerine olacak.

Yine öfkeleneceğim Türkiye’yi satanlara.

Yine öfkeleneceğim, bayrağımıza ve kızımın başörtüsüne ‘bez parçası’ diyenlere.

Yine öfkeleneceğim din satan siyaset bezirganlarına.

Ama bir yazar olmayacağım.

Siyasi sıfatımla olacağım karşınızda.

11 Nisan günü kesinleşen Milletvekili Aday Listesi’nde Milliyetçi Hareket Partisi Kocaeli 1.sıra Milletvekili Adayı oldum.

Beni okuyanlar için sürpriz olmamıştır bu.

Ülkücü olduğumu hiç saklamadım.

Aksine gururla taşıdım,

Çocuklarıma bırakacağım en şerefli mirasım olarak 35 yıldır taşıyorum bu Ülkücü ruhu.

Yaklaşık beş yıla yakın bir süredir Milliyetçi Hareket Partisi’nde MYK Üyesi olarak görev yapıyorum.

Allah nasip eder, Milletimiz de teveccüh gösterirse, 12 Haziran’dan sonra TBMM‘de Milletvekili olarak, ülkemize hizmet etmeye, ülke sorunlarının çözümüne katkı vermeye çalışacağım.

Hadi Özışık‘a; “Bir gün seçilir vekil olsam bile, yazmaya devam edeceğim” diye söz vermiştim.

Heyhat gelin görün ki; daha kampanya başlamadan bunun neredeyse imkansız olduğunu gördüm.

Hadi Özışık’a verdiğim sözü tutamadım.

Bir vilayetin liste başı olmak, Adaylık dışında, farklı sorumlulukları da beraberinde getiriyor.

Bunların yerine getirlmesi boynumun borcu.

Bana güvenenleri mahcup etmemeliyim.

Yüzümün akı ile çıkmalıyım seçimden.

Ankara’ya gitmek için değil, peşimdeki Aday arkadaşları da beraberimde götürmek için Aday oldum ben.

O yüzden, önce Hadi Özışık dostumdan, sonra da yurdumuzun her tarafından tebrik mesajları yazan okurlarımdan beni anlamalarını bekliyorum.

Yazdığım süreçte kem söz sarfetmemeye gayret ettim. Kalp kırmamaya çalıştım. Ama beşerim ben de, nefsime mağlup olduğum anlar olmuştur.

Her kim ise kırılan, gücenen yazdıklarımdan ötürü, bir kez daha af diliyorum.

Haklarınızı helal ediniz.

Nezaket buyurdunuz, zaman ayırdınız.

Okudunuz, yorum yaptınız, eleştirdiniz, alkışladınız.

Herşey için teşekkür hepinize.

Sizden destekten ziyade dua istiyorum.

Allah beni mahcup etmesin.

Yanlışa, yeise, benliğe saptırmasın.

Allah’a emanet olun.

 

 

İran’dan Tayland’a

Tayland Hakkında…
*Tayland’ın %85 Budist. %7 Müslüman ve %1 Hıristiyan yaşıyor.
*Tayland’da 1500 cami ve 7 milyon Müslüman yaşıyor.
*Taylandlı kızlarla evlenen Türkler var. Taylandlı  kadınlar çok çalışkan.
*Taylandlı erkekler tembel ve Tayland kadınları her yerde çalışıyor.
*Potanı, Pataya ve Puket Adası bölgesinde  çok sayıda  Müslüman var.
* 90 yaşındaki Tayland Kralı manevi lider ve ordu krala bağlı.
*Tayland ihtilallar ve devrimler ülkesi ve en çok askeri darbe olan ülkelerden birisi.
*Siyam ikizi, Siyam kedisi… Tai dansı. Tai masajı… Tai boksu… ile ünlü. 
*Taylandlı Müslümanlar ile Osmanlı arasındaki ilişki 120 yıl önce başladı.
*Tayland’a İslamiyet Arap tüccarlara tarafından götürülmüştü.
*Yeni yıla ve yaza giriş bayramı ile 3 gün boyunca insanlar bir birini ıslatıyor.
*Tayland’da namus anlayışı çok önemli. Kadınlar eşlerine çok bağlı.
*Türkiye ile Tayland arasında 4 saat zaman farkı var.

İran’dan Tayland’a

Tarih: 10 Nisan Pazar: İstanbul/ Tahran
Siyam ikizleri ve Siyam kedisi ile sözlü edebiyatımıza giren ve bugün çok farklı bir şekilde de anılan Tayland’a gitmeye hazırlanıyoruz. Tayland’a gitmeden önce Tayland hakkında kısa bir araştırma yaparak Tayland’ın kültür ve medeniyetimiz tarihindeki yerini ve önemini öğrenmeye çalıştım. Tayland önemli bir yer. Devr-i Alem diyerek Tayland’a yola çıkıyoruz. Bugün  10 Nisan Pazar günü saat 14.35’de İran hava yollarına ait Mahan Air ile İstanbul’dan  İran’a hareket ettik. Türkiye semalarını geçip Van hava sahasından İran’a giriyoruz. Uçağımız İran hava sahasında iken binlerce yıllık İran tarihi  gözlerimin önünde canlandı. Allah resulü dünyayı şereflendirmesinden sonra yıkılan Kisra’nın Sarayları ve sönen Mecusi ateşlerini hatırladım. . Bugün bir kısmı İran topraklarında olan muhteşem Horasan Medeniyeti hatırıma geliyor.  Uçağımız bulutlu bir havada öğleden sonra Van üzerinden Türkiye semaların  geride bırakıp Urumiye üzerinde bir kartal edasıyla Tahran’a doğu süzülürken Kültür ve medeniyet tarihimizde de İran gözlerim önünde canlandı.
İsfehan, Şiraz ve Meşhed Semalarındayız…
Cihanın yarısı anlamına gelen İsfehan, Şiraz ve Horasan Medeniyetinin başkenti Meşhed bizlere hoş geldin diyar. Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail’i, Çaldıran meydan muharebeleri ve daha neler neler?. Sanki tarihi yeniden yaşar gibi oluyorum. Uçağımızı Tahran hava limanına yaklaşmak üzere inişe geçtiğinde  uçsuz bucaksız İran Topraklarını bir halı zarafeti ile adeta yerlere serilmiş gibi  göz ve gönül ziyafeti sundu. Kıraç dağlar, kum tepecikleri ve İran toprakları Anadolu’dan farksız. Uçağımız Tahran hava sahasına yaklaştıkça hava açıyor. İstanbul’dan bulutlu ve Nisan yağmurunun sağanak sağnak yağdığı bir havada   başlayan yolcuğumuzun ilk etabı 2.5 saatlik bir uçuşla Tahran hava limanında  sona eriyor. Uçağımız havalimanına inişe geçtiğinde Tahran şehri ve etrafı bir tablo gibi karşımıza çıkıyor. Uçağımız güneş batarken kızıl duvaklı al gelin gibi süslü bir ortamda Tahran hava limanına güzel bir iniş yapıyor.

Tahran küçük ve kıraç dağlar ile kum tepeleri arasında  bir bölge. Tahran ile İstanbul arasında 1.5 saatlik zaman farkı var. Uçağımız havalimanına indiğinde başları açık hanımlara görevliler beyaz bir eşarp verdiler. Uçaktan çıktıktan sonra ellerinde telsiz olan İranlı kadın polisler bizleri karşıladı ve transit salonuna götürdü. Pasaport ve uçuş kartlarımız kontrol edildi ve İranlı bir Azeri görevlinin “Haçen Kaç kişisiniz” sözleri dikkatimi çekti. Transit bekleme salonunda bizlere 5 dolar karşılığında kart verdi ve bu kartlar bir tatlı ve portakal suyu alıp içtik.

Mescid’in Adı Nemazhane..

Güneş batmak üzere ikindi namazı kılmak için mescid ararken Nemazhane yazan mescide girip namazlarımızı kıldık. Çok temiz bir mescit, girişinde beyaz elbiseli Ayetullah ve namaz kılanların fotoğrafları vardı. 3 Sandalye ve  sandalyelerin üstünde de taşlar ve karton kaplar içinde Kerbela taşları. Kuran-ı  Kerimler. Hava limanında okunan ezan ve televizyonlarda da yazı ile geçen ezan. Hava limanı binasında hoş bir seda bırakıyordu. Akşam namazı ezanı  hava limanı içinde verildikten sonra namaz kılmak üzere mescide indim ve gelenler önüne taş alarak tek tek namaz kılmaya başladı. Bir kaç molla  başlarında sarıklar ve siyah cübbeleri ile cemaat oldu ve ayakta dualar ederek namazlarını kıldılar.

Tayland’a Doğru Yolumuz Devam Ederken..

11Nisan 20ll Pazartesi.. İran (Tahran) / Tayland ( Bankgong)
Transit salonunda Tayland’a gitmek üzere uçağa biniyoruz. Uçak tam zamanında kalkıyor. İran hava yollarına ait Mahan Air’in 500 kişilik yolcusunu alarak hareket ediyor. Uçakta yanıma oturan Sait adlı Şirazlı genç bir İranlı var. Kendisisi ile İran ve dünya  olayları üzerine sohbet ediyoruz. Uçak zaman zaman türbülansa giriyor. Türkiye ile Tayland arasında 4 saatlik zaman farkı var. Uçağımız Afganistan, Pakistan, Hindistan, Bangladeş  geçmişin Burması bugün askeri yönetimi altındaki Miyammer Semalarından geçerek Tayland’ın başkenti Bangkok’a doğru yol alıyordu. Bizler 12 bin metre  yükseklikte çekimler yapıyorduk. Güneş ufuktan muhteşem bir şekilde doğarken Türkiye’de vakit gece yarasını gösteriyordu.

Uçağımız Bankgong Hava Limanına İniyor

İran’ın başkenti Tahran’dan kalkan uçağımız zaman zaman türbülansa girerek bize zor anlar yaşatıyor. Dakikalar süren türbülanstan kurtulan uçağımız sabahın ilk ışıkları ile Tayland’ın başkenti Bangkok”a iniyor. Gümrük işlemlerimi tamamlayarak havalimanından ayrılıyoruz. Sıcak ve nemli bir hava bizi karşılıyor. Bangkok’a ilk kez 1996 yılında gelmiştim. Aradan geçen 17 yıllık zamana rağmen değişen fazla bir şey bir şey yok. Şehrin genel hali ve tariki itadidi keşmekeşlik alenen. Yeni inşaatlar ve imalat yapı çalışmaları devam ediyor. Bangkok’ta ilk durağımız Buda heykelleri oluyor. Buda topraklarında Buda heykellerini gezdikten sonra Merkürü Otele yerleşiyoruz.

Rehberimiz bizlere Budizm ve Tayland’la ilgili genel bilgiler veriyor. Şehir gezisinde de çeşitli bölgeleri gezdikten sonra akşama mükellef bir akşam yemeği yiyoruz. Yemekte de Tayland’a ve Uzakdoğu’ya özgü soya yağı kokusu ve sosu olmayan mükellef bir akşam yemeği yiyoruz. Yemeğimiz Tavuk lokantasında. Tavuk çorbası ve Tavuk  ızgara. Hemen belirtelim. Tavukçulukta Tayland oldukça iddialı. Türkiye’de faaliyet gösteren ünlü tavukçuluk firması “CPİ  TAVUKÇULUK” Taylandlı bir firmaya ait. Dev gökdelenlerin arasındaki  lokantadan çıkıp otelimize geliyoruz.