Büyük Kalem Üstadı Merhum EŞREF EDİB

73

15 Aralık 1971’de -Hak bildiği yolda ömrü boyunca- Hilal’e karşı, yurt içinde ve yurt dışında aleni ve sinsi bir şekilde yapılan saldırıları, en dehşetli bozgun tufanlarının -vatan sathında- her tarafı kasıp kavurarak, yakıp yıkarak estiği yıllarda, uhdesinde bulundurduğu Sırat – Müstakim ve Sebilü’r – Reşad mecmualarıyla; pervasızca, fütursuzca göğüsleyen büyük kalem üstad – ı edibimiz Eşref Edib, aramızdan ayrılarak ebedi aleme uful etmişti.

Zaten o tarihe takaddüm eden son dört beş yıl, Türk – İslam aleminin adeta yaprak dökümü mevsimi idi. Yeri doldurulmaz nice büyükler; aramızdan birer ikişer, asli ikametgahlarına rücu etmiştiler. İşte o zaman bunlardan biri ve yine yeri asla doldurulamıyacak olanı da merhum Eşref Edib beyefendi idi.

Kelimenin tam manasıyla bir edibdi. Asrımız Türk nesrinin en büyük ve ehil mümessiliydi. Türk nesrinde nev – i şahsına münhasır bir mevkie sahipti. Hangi mevzuda kaleme sarılsa, sanki edebi bir eser kaleme alıyormuşcasına icale – i kalem eder, kelimeleri titizcesine seçerdi. Bu seçişte, asla kelimenin menşeini değil, cümle içinde muvafıklığını nazar – ı itibara alır, üslubun akıcılığına ve okuyanda bir musiki nağmesi tesiri bırakmasına, azami gayret sarf ederdi.

Hiç unutmam, neşrettiklerinin yeni bir tab’ı bahis mevzuu olduğu zaman, tekrar esere göz atar, adeta icap eden ilavelerle birlikte gereken tashihleri yapar, sanki eseri yeni baştan yazardı.Yine böyle bir esnada, “Kara Kitab”ın yeni baskısı münasebetiyle tekrar eline aldığı mezkur kitabında gereken tashihatı yapıyordu ki, bu sırada yapılan düzeltmenin tenkidini bana sormuş, nasıl bulduğumu benden sual etmişti.

Tabiatiyle tashihatını tenkid etmemin haddimin fevkinde bir şey olduğunu belirtmiş, mazur görmesini dilemiştim. Buna rağmen, o, tam bir mütevazilikle isteğinde ısrar etmiş tashihatını beğenip beğenmediğimi bu abd – i acizden istemiş ve : “Oğlum demişti, gözden göze fark eder. Benim görmediğim bir hususu sen fark etmiş olabilirsin.”

Bunu derhatır etmemin sebebi, üstad – ı edibimizin, fikre ve tenkide verdiği kıymettir. Türk nesrinin şahikasında olan Eşref Edib’in o halini hiç unutmam. Ayrıca yazılarını çok işlek bir Osmanlı Türkçesi / Klasik Türkçe ile kaleme alır ve bana tevdi ederdi. Osmanlıca’dan bugünkü harflere aktardığım yazılarını zamanın “Bugün” gazetesinde neşrederdik.

Türk  Edebiyat Tarihi’nde nasıl mümtaz bir mevki işgal ettiğini şüphesiz, Edebiyat Tarihçilerimiz ortaya koyacaklardır. Ben sadece üstadı son demlerinde tanımış “Sırat – ı Müstakim”e gönül bağlamış bir gençtim. Kıymetli sohbetlerine nail olmuş biri olarak – bizzat müşahede ettiğim – bazı hususları, onu gıyaben tanıyan okuyucu kardeşlerimin huzuruna sermek istiyorum. Daha önce beyan ettiğim gibi, Eşref Edib’imizi layık – ı veçhile tanıtmak haddimin fevkindedir.

Son demlerine kadar Cağaloğlu’ndaki Sebilü’r – Reşad bürosuna, günün muayyen saatlerinde – bilhassa öğleden sonraları – gelmeyi itiyad edinmişti. Gelir ve çalışmasına başlardı. Asar -ı İlmiye Kütüphanesi sahibi olarak, şahsi işleri meyanında Kur’an ve İslam’a yapılan taarruzları, sönmek bilmeyen keskin kalemiyle bizzat karşılar, bu hususta yaşından umulmayan bir enerji gösterirdi.

Pir – i fani olmuş haliyle, Cumhuriyet savcılarının karşısına çıkmak için, kaç defa Ankara yollarına düştüğünü hiç unutmam. Velhasıl Cumhuriyet savcıları yakasını son ana kadar bırakmamışlardı. Bu arada zamanın İstiklal Mahkemesi’nden dönmüş olduğunu da unutmayalım…

Yazılarını hazırlar, gazete idarehanesine (Bugün Gazetesi) bizzat getirir, bütün bu hizmetleri için asla bir karşılık beklemezdi. Bu satırların yazarı, o zaman mezkur gazetenin ikinci sahifesi yazılarını hazırlayan ve kendisi de bizzat yazan olarak, üstad – ı edibimizin yazılarını zevkle neşrederdim.

Ömrü vefa etseydi, Sebilü’r – Reşad’ı tekrar neşriyat sahasına sokacaktı. Hiç unutmam, gazete idarehanesinde oturduğum bir esnada kapıdan içeri girdi. Merhum üstad – ı edibimizi karşımda görmüş olmanın ve bilhassa benim yanıma gelerek abd – i aciz şahsıma karşı gösterdiği hüsn – ü teveccühün tezahürü olan bu mütevaziliği karşısında hayretle karışık bir memnuniyet halesi yüzümde dalgalandı. Hemen yer gösterip oturttum. Kısa bir hoş beşten sonra kalkıp gitti.

Hemen hergün yanına uğruyor, kendisini yokluyor, sohbetinden feyizyab oluyor, gittikçe artan teveccühüne mazhariyetim, arttıkça artıyordu. Uğrayamadığım günler sitem ediyor, mutlaka uğramamı istiyordu. Çünkü Sebilü’r – Reşad’ı  “Mekteb” olarak mütalaa ediyor, buranın havasını teneffüs etmemi ısrarla tenbihliyordu. Nice şahısların buranın havasından müstefid olduklarını beyan ederdi. Halen neşriyat sahasında kıymetli birer şahsiyet sahibi olanların isimlerini zikretmekten kendini alamazdı.

Mutad ziyaretlerimden birinde, her zamanki mütebessim çehresiyle bana bakarak: “Oğlum dedi, artık iyice ihtiyarladım. Sebilü’r – Reşad’ı sana devretmek istiyorum. Önce neşriyat müdürlüğünü uhdene alırsın. Daha sonra tedricen sana devretmiş olurum.” Bu arada kendisine heyetler gelerek Sebilü’r -Reşad’ı ihya etmek, hatta vakıf haline getirmek istediklerini beyanla: “Hey’etle, cemiyetle bunun yaşayamıyacağını, ancak bir kişinin uhdesinde olursa yürütülebileceğini, bunun için teklifleri, münasip bulmadığını” sözlerine ekledi.

Tabiatiyle böyle bir teklifle karşılaşacağımı hiç ummazdım. Şaşırıp kalmış ve heyecanlanmıştım. Zaman örfi idare / sıkı yönetim zamanıydı. Bir müddet beklememiz lazım geldiğini, vaziyet yatışınca, fiilen teşebbüse geçeceğini söyledi. İşte bu düşünce ve tasavvur içindeyken, aniden rahatsızlandı.

Hastahaneye kaldırıldı. O geç yaşta ameliyat oldu. Ameliyat sonrası Aksaray’da kaldığı yere, geçmiş olsuna gitmiştim. O hayat dolu, mütebessim çehre solmuş, canlılık ve kanlılığını kaybetmişti. Üzerinde uzun bir sefere çıkmanın hazırlık ve durgunluğu vardı. Çok çökmüştü. Hüzünlü bir şekilde yanından ayrıldım. Kısa bir müddet sonra Rahmet – i Rahman’a kavuştuğu haberiyle sarsıldım.

Bir Osmanlı efendisi daha aramızdan göçüp gitmişti. Heybetli bir vücudu, keskin ve zeki bakışları, büyük bir medeni cesareti vardı. Artık Cağaloğlu’ndan her geçişimde, bürosunun bulunduğu, kendisi gibi asır – dide Han’ın (Eski Yeşilay binası) kapısı, gözüme takılır ve beni büyük hüzünlere gark ederdi.

Adeta canlı bir tarihti. Şahsiyeti İstiklal Harbi’nin öncesini, sonrasını ve safahatını idrak etmişti. Zamanın en kıymetli şahsiyetleriyle musahabelerde bulunmuştu. Hatta tarihi sohbetlerin bizzat hazırlayıcısıydı. Bilhassa Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Büyük İslam Şairi Mehmed Akif ve kendisi, devrin üç saç ayağını teşkil ediyor ve bu şekliyle Sebilü’r – Reşad’ı tezyin ediyorlardı.

Sebilü’r -Reşad neşriyat bürosunda, o eski havayı, gidenler muhakkak ki teneffüs etmişlerdir. Büronun mümtaz hususiyeti, eski bir iki koltuk ve bir masa, raflarda Sırat – ı Müstakim ve Sebilü’r- Reşad ciltleri ve Asar – ı İlmiye kütüphanesi olarak neşrettiği eserler… Duvarda asılı hasır bir seccade, diğer tarafta Akif merhumun renkli bir fotoğrafı yer alırdı.

Gönül ister ki, böyle, devrin büyük şahsiyetlerinin hatıralarını içlerine sindirmiş yerler müze olarak, son kaldığı haliyle muhafaza edilsin…Almanların Goethe’ye (1749 – 1832) gösterdikleri büyük alakanın onda birini, keşke bizler de kendi büyüklerimize gösterebilsek. Heyhat!…

Ne hazindir ki, bizde büyük müesseseler şahıslarla kaimdir. Onlar hayattar olduğu müddetçe hayattar, fani oldukları zaman ise kendileriyle beraber ömürlerinin semere – i gayesi olan bir nevi “Mekteb”leri söner gider. Bunda biraz da merhumların ihmali, halef – selef mes’elesine ehemmiyet vermemeleri; adeta kendilerinden sonrayı düşünmemenin, belki de buna fırsat bulamamanın dahli var kanaatindeyim.

Gönül yine isterdi ki, Sebilü’r – Reşad genç omuzlarda yükselsin. Müessese hayatiyetini muhafaza ederek daha da kökleşsin, “Mekteb” oluş keyfiyeti sadece muayyen bir devre münhasır kalmasın. Tabii ki, bunun için zamanında genç kabiliyetlerin tesbiti ve yetiştirilmesi şart idi.

Bu satırların naciz muharriri, asrın en büyük alimi Bediüzzaman’ın büyük şahsiyetini ve üzerinde estirilen şüphe bulutlarının, ne menem şeyler olduğunu, onun kaleme aldığı “Risale -i Nur Muarızlarına Cevap” adlı eserinden öğrenmiştir.

Merhum Eşref Edib, canlı bir tarih olması hasebiyle zaman zaman kendisine yakın tarihimizle alakalı bazı sualler tevcih eder, pür – dikkat dinler, yakın tarihimizin henüz resmi kitaplarda yer almayan bazı safhalarından haberdar olurdum. İnşallah onları da bir vesile ile yazmak müyesser olur.

Aramızdan ayrılalı kırk sene  olan merhum Eşref Edib üstadımıza Allah’tan rahmetler diliyor ve aziz hatırasını saygıyla anıyoruz. Ruhu şad olsun.

 

 

Önceki İçerikAllah Korkusu/Takva (1)
Sonraki İçerikTürkiye’nin Meselelerine Milli Bir Bakış
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.