13.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1130

3 Mayıs ve Alpaslan Türkeş

Türk Milliyetçisi olduğu için, 1980 darbesi ile gözaltına alınan ve ANKARA sıkıyönetim Mahkemelerinde yargılanan Merhum Alpaslan Türkeş beyi saygı ve rahmetle anıyorum.

Türkeş’in yargılandığı mahkemede avukatlığını yapma şerefine nail olduğum içinde ayrıca şeref duyuyorum.

Başbuğ Alpaslan Türkeş 1944 yılında da Türkçü olduğu için daha genç bir üsteğmen iken yargılanmış ve beraat etmiştir. Dünya Türklüğünün lideri büyük insan başbuğ Türkeş’i bir gazete de, bir köşe yazısı ile anmak ve anlatmak mümkün değildir. O büyük insan, hayatını Türk Milletine adamış, bu uğurda işkenceler görmüş vatanından sürgün yemiş insanı. Onun için kurulacak bir araştırma enstitüsü ile Türk Milletinin tarihine damgasını vuran kimse olarak tarihe geçirmek her Türk’ün onur görevi olması gerekmektedir.

Başbuğumuzun idealinde değil yarınların, yarınlarının da yarınları vardır. Bu sebeple harekete, hareketin en özlü hali olan düşünceye ölüm tanımamıştır. Onu sayı çokluklarının matematik ifadelerin yekünü ile değerlendirmemiştir.   

Merhum Başbuğumuzun yolu Türk dünyasının dilde, iş de, fikirde birlik yoludur. Bu yoldaki gayreti, üstün kıymetlerini büyük bir hızla kaybeden milletimizi adil bir teşkilat içinde toplamak bütünleştirmek asil temeline yerleştirmek ve cihanda mükemmel bir model yapmak cehdidir.

Bir millet iktidarı acz içinde zaaf gösterdiği için varlığının tükenmesine razı olamaz. Başbuğumuzun hareketi de bu acz ve zaafa razı olmama hareketi bir başkaldırma hareketidir.

Türkçülük ve milliyetçilik fikirlerinin filizlenmeye başladığı dönemde bu hareketin öncülüğünü yapan dürüst ve vatansever bir düşünür olan Ziya Gökalp ve etrafında kümelenen gençler yapmıştır. Ziya Gökalp şöyle der; ” Ey genç muharrir gel sen bir kahraman ol. Nefsini düşünme. Boş gururu menfaat perverliği bırak, milletini uyandır. Senin milletin daha kendi adını bilmiyor. Kendi lisanını bilmiyor. Zaman yürümüş o uyumuş, geride kalmış. Dost sandığı, bağrına bastığı düşmanları bütün servetini yağma etmiş senin milletin. Kendi vatanında bir köle, bir esir, bir bekçi, bir fakir, ona ilim servet, saadet duygu ideal ver.”

Ömer Seyfettin de diyor ki ” Bu memleketin başına ne geldiyse mütefekkirlerin, Güzideler sınıfının milli olmamasından gelmiştir.

Merhum Başbuğumuz da diyor ki; Milliyetçiler yeni bir yolun takipçisidir. Bu yol, Türk Milletini millet yapan unsurları asil benliğine kavuşturmak, ona sonradan eklenmiş ondan olmayan onun özbenliğine aykırı olan yamalardan kurtarmaktır. Türk’ün cemiyet kumaşındaki yırtıkları kendi ipliği ile örmektedir. Duyguda, düşüncede milli olmaktır. Bu millileşme sanatı ilim ve ekonomiyi millileştirmekle mümkün olacaktır.

Millet yapma bir varlık değildir. Ne kahramanlar, ne âlimler, ne sanatkarlar bir millet imal edemezler. Millet binlerce sene içinde, kanın, imanın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleriyle billurlaşmış. Müşterek davranışlar halinde görülmekte olan, haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi olmadan birbiri gibi olan birbiri gibi düşünen bir varlıktır.

Milliyetçilik milli vasıf ve değerler, milli davranışları muhafaza ve devam ettirmek olduğuna göre bundan sonrada milliyetçiler bu yolda yürüyeceklerdir.

Başbuğumuz sen rahat uyu, senin çizdiğin yolda, Türk Milliyetçileri senin ışığında yürüyecektir. Allah Rahmet eylesin.

 

 

12 Haziran Siyaset Okumaları -3/ Adalet ve Kalkınma Partisi

0

AK Parti için 12 Haziran seçimlerinin en riskli partisi demek abartı olmaz sanırım. AKP iktidarı kendi gayretinden ziyade onu oluşturan şartların neticesiydi. İşe mağduriyet avantajıyla başladı ve bu kapıdan sağlanan desteklerle başarısını referandum sonuçlarıyla perçinledi. Bu seçimde artık o kapı kapandı. Şimdi sekiz yıllık iktidarının yarattığı mağduriyetler ve memnuniyetsizlikler karşısına dikildi. Rakiplerinin şaşkınlığı sona erdi.

Bu seçimin tartışmasız galibi ilan edilmenin tehlikesini görmedikleri, AKP kadrolarının söylem ve eylemlerinden anlaşılıyor.

Yüzer-gezer seçmenin, “AKP nasıl olsa kazanacak bari ben şuna oy vereyim” dediğini duymuyorlar, görmüyorlar.

Milli görüş çizgisinin tevazu ve halk adamlığının yerini gurur ve kibirin aldığı bir anatomi var karşımızda. Liyakat esaslı istihdam tesis edilemeyince, kamuda sadakat esaslı bir yapı oluştu. Bürokratik oligarşiden, hukuk devletine olan yolculuk yörüngesinden çıkıp parti devletine doğru kaymaya başladı ve bu akılsız dostların verdiği zararı AKP ye rakipleri veremedi.

İnsan doğası gereği, iyi hizmetleri alır kullanır, “hakkımdı” der unutur. Gerçekleşmeyen arzularının hesabını iktidardan sorar. Seçmenin bu algısı, AKP iktidarının risk alanlarından bir başkasını oluşturuyor.

AKP’ye seçimleri rakipleri kazandırıyordu, bu seçimdeki tek rakibi kendinden kaynaklanıyor. Sayın ERDOĞAN, kendini besleyen karizmatik özelliğini tek lider konumuna oturtuyor. Bu yönüyle, Atatürk’ün yöntemini kullandığını söyleyebiliriz. Atatürk, bir engeli aşarken dayanışma içinde olduğu en yakın silah arkadaşlarını ters düştükleri ilk konunun ertesinde çevresinden uzaklaştırmıştı.

Başbakan da, düşüncesine aykırı söz ve davranışta bulunanları asla affetmiyor. Siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıran değişikliğe karşı oy kullanan vekilleri de affetmediğini onları liste dışı bırakarak gösterdi.

Başkanlık Sistemi tartışmasını açtı. Sayın Gül ve daha sonra Sayın Arınç, Başkanlık Sistemine mesafeli olduklarını açıkladılar. Sonuç: Sayın Arınç Manisa’dan değil, Bursa’dan aday. İşin daha ilginci; henüz adaylık süreci başlamadan bir ay önce Sayın Arınç’ın Bursa’dan aday olacağı kamuoyunda söylenti olarak dolaşıyor, bir ara Urfa’dan olacağı söyleniyor. Listeler açıklanmadan birkaç gün önce Sayın Arınç; ” Manisa’da başladım, Manisa’da bırakacağım” diye beyanatta bulunuyor. Listeler açıklanıyor ve Arınç, Bursa’dan aday… Bu konudaki okumalarımın hepsini burada ifşa etmemin kimseye yararı olmaz ama bir kişinin bildiğinin, bir ay önceden kamuoyunda söylenti haline gelmesini ve sonra bu söylentinin gerçekleşmesini anlamış değilim.

‘Camiye lazım olan mescide haramdır.’ Bizim için Manisa cami, Bursa mescittir. Hani bu yer Bursa değil, Urfa, Erzurum v.s olsaydı; o bölge insanının Sayın Arınç’a olan hayranlığını, saygısını ve sevgisini bildiğimden partiye daha fazla milletvekili getireceği için bu fedakârlığın yapıldığını düşünürdüm.

Sayın Arınç, ilah değil, peygamber değil netice itibariyle o da bir insan, muhakkak ki kusurları olduğu gibi seveni sevmeyeni de olacak ama önemli bir siyaset ve dava adamı olduğunu en seçkin özelliğinin akçalı işlerden uzak durmak olduğunu kimse inkâr edemez.

İnsan zaaflarını içinde taşır. Arınç’ın zaafı; affetmede sorun yaşaması, şüpheyi itimattan önde tutması, dilini bir ok gibi rakibin kalbine saplaması, yakın çevresindekilerde liyakatten ziyade sadakat aramasıydı. Bu son tercihinin onun etrafında, öz güveni zayıf, toplumsal etkisi tartışmalı bir çevre oluşturduğunu inşallah anlamıştır.

Siyasetten kişisel beklentiler murat etmeyen birisi olarak; Arınç’ın Manisa adına büyük kayıp olduğunu düşünüyorum. Manisa ne bakanlar çıkardı! İçlerinde hazine bakanları vardı ve onlar, Manisa’ya kayda değer hangi yatırımları getirdi? Manisa Cumhuriyet tarihinde ilk kez klasik oranların üstünde yatırıma kavuşmuştu. Arınç sayesinde Manisa’nın sorunları devlette kolaylıkla muhatap buluyordu. Kim ne derse desin, AKP’nin Arınç’sız vitrininin ışığı, pervanelere sönük kalacaktır!

Yerel seçimler ve halk oylamasında AKP, Batı’da yükselen karşı dalgayı durduramadı. Bu dalga, Ege, Akdeniz, Marmara, Trakya ve Karadeniz kıyılarında yükselmesini sürdürecek ve iç kesimlere doğru ilerleyecek gibi görünüyor.

Son YGS sınavı ve şifre iddiası aileleriyle birlikte 3-4 milyon seçmeni etkiledi. Devlet erkânının açıklamaları bile oluşan güven kaybını önleyemedi. Bunun anlamı; AKP’nin, ‘yakışan iftiralar’ karşısında koruma kalkanlarının çalışmadığıdır. “Biz nerede hata yaptık” diye durup düşünürler inşallah.

Sayın Erdoğan, ustalık eserinin inşasında birlikte çalışacağı meclis kadrosunu yarı yarıya yeniledi. Bu yenileme esnasında; “lider benim ve hepiniz otoriteme tabiisiniz ve ben otoritemi paylaşmam” mesajını verdi ve Irak’ın işgali öncesinde yaşanan ‘teskere’ sorununun benzerini bir daha yaşamamak üzere bütün tedbirlerini aldı. Erdoğan, tek adamlığını perçinleyip gücüne güç katıyor. Güçlü olmak iyidir ama o güç sınırlanamaz ise sonuç nasıl olur? Doğrular Sn. Erdoğan’ın düşündüklerinden ibaret olmayabilir ama ona bunu artık kim söyleyebilecek? (devam edecek)

Küresel Düzen Düşmansız Yaşayamaz

“İnsanın insanı sömürüsü” ahlaksızlığına dayanan kapitalizm, önce sömürgeci, daha sonra da emperyalist aşamaya ulaştı.

Kapitalist ekonomi-politikanın en büyük sermayesi, “düşman yaratmak” dır!

İkinci Dünya Savaşı sonrası düşman, “Komünizm tehlikesi” idi. NATO, bu düşmanla savaşmak için kuruldu. “SOĞUK SAVAŞ” dönemi ve kimi ülkelerde sürdürülen lokal savaşlar sonunda, 1991 yılında  Sovyetler Birliği ve sosyalist blok dağıldı.

Kapitalizm ve onun en büyük siyasal gücü ABD, “Tek Kutuplu Dünya” nın yeni efendisi oldu!

ABD’li kovboyun iki silahı vardı; Biri NATO, diğeri İMF ve Dünya Bankası!

Öncelikle, dünyanın gelişmekte olan ülkelerine taktılar kancayı. Yüksek faizle borçlandırıp, uyuşturucu müptelası gibi “borçla yaşamaya” mahkum ettiler.

“Borç veren emir de verir” ilkesine uygun olarak, bu ülkelerin iç ve dış siyasetlerine egemen oldular. Her ülkede, kendi çıkarlarına uygun siyasal grupları buldular ya da yarattılar!

Ama Sovyetler’in dağılmasından sonra yeni bir “düşman” yaratmak gerekiyordu! “Medeniyetler Çatışması” dediler ve “İslam dünyası” Batı medeniyeti ve dünyanın selameti açısından “uygarlık dışı”  ve “düşman” olarak belirlendi.

Petrol merkezi Ortadoğu’da kendileriyle işbirliği içinde olan Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt gibi ülkelerin diktatörleriyle gül gibi geçinirken! Çıkarlarına çomak sokan liderleri “barbar/diktatör” olarak niteleyerek, halklarını özgürleştirmeye kalktıklar!

CIA tarafından eğitilen ve Afganistan’da Sovyetler’e karşı Taleban’ı ve El Kaide’yi örgütleyen Usama Bin Ladin‘i, 11 Eylül 2001 Dünya Ticaret Merkezi saldırılarının elebaşı ilan edip, önce Afganistan’a, sonra da Kuveyt’i işgal salaklığını gösteren Saddam’ın Irak’ına saldırdılar. Her iki ülkede de “Kukla yönetimler” oluşturdular!

Önce Saddam sonra da Usama Bin Ladin’in  limon gibi suyu sıkıldı ve tarihin çöplüğüne atıldılar!

Usama, ne zaman öldü?  Son 10 yıldır bir türlü yakalanamayan bu adam nasıl bir anda bulundu ? Usama, gerçekten öldürüldü mü? Doğru ise neden sahte fotoğraf kullanıldı? Bu soruların net yanıtı yok!

Ama şu bir gerçek; Çok Uluslu Küresel Tekeller, dünya ekonomisini ve enerji ve su kaynaklarını tamamen ele geçirene kadar, yeni düşmanlar bulacak ve yeni gerekçelerle dünyayı kana bulamaya, mazlum ulusları “etnik ve dinsel farklılıkları”  çatıştırarak bölüp parçalamaya devam edecek.

Çünkü, bu insanlık dışı yamyam düzen insan kanı ile besleniyor!

Sonunda kendi kanını da içip tükenene kadar bu vahşetini sürdürecek.

Peki, bu vahşetten kurtuluş umudu yok mu?

Elbette var; “Halkların kardeşliği ve ortak düşmana karşı birleşmeleri” bu kirli düzeni bozacak tek çıkış yoludur.

Ben umudumu yitirmedim.

Allah’ın insana verdiği en büyük hazine olan “AKLI” kullanmayı er geç mazlum halklar da öğrenecek…

 

Birleşsek Artık Üç Hilalin Altında

0

Anınca bu topraklarda Türk İslam Medeniyeti kuran Selçukluyu,

Bilince üç kıtaya hükmeden Osmanlıyı,

Duyunca kıtaları fetih eden Göktürkleri, Oğuzları, Hunları,

Okuyunca Akdeniz’i Türk Gölü yapan Şanlı Donanmayı,

Üzülürüz…

 

Hatırlayınca Tuna Nehrinde cirit atan Akıncıları,

İzleyince Estergon da akın yapan fedaileri,

İşitince denizlerde rüzgar gibi esen Leventleri,

Görünce bu topraklar için destan yazan Mehmetçiği,

Hissedince yüreğimizde vatan için canını veren Şehitleri,

Dinleyince Burası Huştur, yolu yokuştur ezgisini,

Hüzünleniriz…

 

Düşününce Türkün eski azametli günlerini,

Öğrenince kaybettiğimiz Turan İllerini,

Anlayınca Anadolu’da parya olup ezilmeyi,

Algılayınca Ata Yurdunda bölünmenin eşiğine geldiğimizi,

Hıçkırırız…

 

Önce ağlarız halimize,

Sonra sorarız kendi kendimize,

Nereden geldik, nereye gidiyoruz diye,

Sorgularız bazen, tüm bu emperyal saldırılar niye,

Gidişat iyi değil, parçalanıyor Cennet Vatan gizlice,

Bin yıllık kardeşlik bozuluyor, anlamıyor hiç kimse…

 

Ama bir şey var içimizde, ta derinlerde,

Titre ve kendine gel diyor, ama olmuyor nafile,

Bir dönsek özümüze, sözümüze,

Dayansak çınar ağacının köklerine,

Atsak ölü toprağını üzerimizden ve silkinsek yine,

Şaha kalkacağız inan hep birlikte…

 

Gel gardaş, telaş etme, üzülme,

Sil gözyaşlarını ağlaman nafile,

İnan; bir sarılsak ALLAH’ın ipine,

Yürütürüz gemileri yeniden Haliçe,

Asıl sorun içimizdeki vesvese,

Kardeş dimi bütün müminler,

Bu kadar düşmanlık niye?

 

Bıraksak artık kini nefreti,

Atsak üzerimizden bu çirkin husumeti,

El ele, omuz omuza versek,

Sevsek bir diğerini,

Birlik bütünlük içinde olsak,

Kucaklasak aydınlık geleceği…

 

Gözlerimiz gülse, yüreğimiz ısınsa,

Çiçekler açsa gönlümüzde,

Kış bitse, rüzgar geçse,

Bahar gelse ilimize.

Umutlarımız yeşerse, milletimiz sevinse,

Barış olsa ülkemizde.

Hasret bitse, çile dinse,

Birlik olsak bölgemizde.

 

Yaratılanı sevsek, Yaratandan ötürü,

Kursak aramızda gönül köprüsü,

Birleşsek artık üç hilalin altında,

Sonra yürüsek yeniden yıldızlara…

 

 

 

“Kerkük’ün altı servet, üstü sefâlet…” Kerkük Türklerinden Mimar Prof. Dr. Suphi SAATÇİ Irak’ın bu gününü ve geleceğini tahlil ediyor

Amerika’nın Irak’a müdâhalesinden sonra durumları Saddam dönemindekinden daha da kötü olan Türkmenler yeni bir tehlike ile karşı karşıya. Şehre göç eden Kürtler güvenlik noktaları kurarak Türkler üzerinde baskı oluşturuyorlar. Binlerce Kürt milis ellerinde silahları ile şehirde terör estiriyorlar. Bu durum Türkmen ve Arapları endişeye sevk ediyor. Aylarca bekledikten sonra kurulabilen hükümet; asayişin, can ve mal güvenliğinin sağlanacağı konusunda ümit vermiyor.

Dünyanın 4. büyük petrol rezervlerine sâhip olan, çok etnik yapılı Kerkük’teki endişeli bekleyiş Kürtlerin kanun dışı uygulaması ile kritik boyutlara yöneldi.

Irak anayasasına göre Irak ordusundan başka bir gücün Kerkük’te askerî faaliyet gösterme, silah bulundurma ve silahlı dolaşma hakkı yoktur. Buna rağmen Kürtlere ‘Dur’ diyen, hesap soran da yoktur. Daha kötüsü, Kürtlerin oluşturduğu milis kadrosu, başka bir gücün şehre girmelerine izin vermemektedir.

Komşularıyla ‘sıfır problem politikası’ uygulamaya çalışan Türkiye’nin hedefi, Kürtlerin kanun tanımaz davranışları sebebiyle ‘sıfır çözüm’ anlayışına dönüşmüştür. Yıllardır faili meçhul veya suçlusu belli cinâyetlerle, katliamlarla, salgın hastalıklarla, sürgünlerle mücâdele eden Irak Türkmenlerinin artık tahammül gücü kalmamıştır.

Bu karışıklıklar yaşanırken; 20 Ağustos 2010 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin askerleri, (güya) Irak’ı terk etti. Ancak, ABD Irak’ta yönetimi elinde tutmaya devam ediyor. Irak’tan çekilen, ‘muharip birliği’ olarak anılan bir grup askerdir. Muharip kelimesinin anlamı lügatlerde; ‘Savaşan, savaş tekniğini iyi bilen’ olarak veriliyor.

Kale gibi 5 binada üstlenen özel birlikler, Irak’ta göreve devam edecekler. Güya bu birlikler, zor durumdaki sivillere yardım edecekler. Irak’tan 40.000 asker ayrıldı. Kalanlar ise 56.000. Bunlar 2011 yılının sonuna kadar yerlerinde kalacaklar.

Böylece ABD, 2003’te işgal etiği Irak’ta Saddam Hüseyin’i astı, sivilleri öldürdü ve muazzam bir enkaz bıraktı. İşte bilanço:

Ölen Amerikalı sayısı: 4.415 kişi. Yaralanan ABD askeri: 31.897. Öldürülen ıraklı polis ve asker: 9.571. 2003’ten sonra ülkesini terk eden Iraklılar: 230.000. 2010 yılında öldürülen siviller: 1.989. 1 Amerikan askerinin Irak’a gönderilme mâliyeti: 390.000 dolar. 2003’ten beri Irak’ı terk eden vasıflı işçiler: Mevcut vasıflı işçilerin % 40’ı. Öldürülen gazeteciler: 141. ABD askerlerinin öldürdüğü gazeteciler: 14.

Irak Türkmenlerinden Prof. Dr. Suphi saatçi ile Irak Türkmenlerinin içler acısı durumunu konuştuk.

Oğuz ÇETİNOĞLU: ABD’nin Irak’ın işgalini başlattığı 20 Mart 2003 tarihinden günümüze kadar geçen 8 yıla yakın süreyi genel bir değerlendirmeye tâbi tutar mısınız?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: ABD işgalinden sonra Irak, raydan çıkan tren misali, bir türlü toparlanamamış ve normal devlet sürecine girememiştir. Ülkede siyasî düzen kurulmuş ve istikrar sağlanmış gibi 3 defa seçim yapılmışsa da, taşlar yerine oturmamıştır.
Oğuz ÇETİNOĞLU: Son seçimlerin yapıldığı 7 Mart 2010 tarihinden günümüze kadar 7 aydan fazla süre geçtikten sonra hükümetin ancak ve zorluklarla kurulabilmiş olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: 2003 yılından bu yana, birkaç defa hükümet kurulmuştu. Her şeyin düzeleceği düşüncesiyle beklenti içerisine girenler, her seferinde büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Uğursuzluk sayılabilecek yorumlarda bulunmak istemiyorum. Ancak siyâset çoğu defa bizleri gerçeğin acı yüzü ile karşı karşıya getirmekten, ne yazık ki bir türlü vazgeçmiyor.

Hükümet kurulması safhasında, siyâset ile meşgul olan herkesin, kendine göre bir hesabının olması tabiidir. Aslında, siyâsîlerin kendileri ile ilgili hesaplar yapmadan önce bir politika belirlemeleri gerekir.

Hükümet kurulması safhasında herkes, kimin ne tür projeleri vardır, bu projelerini uygulamakla nereye varmayı düşündüğünü öğrenmek ister. Aslında bu tür açıklamaların seçim öncesinde yapılması gerekir. Ne yazık ki bu açıklamalar, seçim öncesinde de seçim sonrasında da yapılmamıştır.

Tabidir ki Türkmenlerin de beklentileri vardır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Neler bekleniyor?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Şimdilik insanca yaşamaktan, can ve mal güvenliğinin temin edilmesinden baka bir beklenti söz konusu olmamaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU:  Diğer grupların beklentileri nelerdir?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Irak’ta her topluluğun belirli bir gücü ve potansiyeli vardır. Arapların Şii ve Sünni olarak sâhip oldukları hacim ve güç, birlikte hareket ettikleri takdirde, ülkeyi yönetmek için gerekli çoğunluğa sâhiptir. Aslında köken olarak iki taraf da Arap olmasına rağmen, iki aynı etnik toplulukmuş gibi yapılandırılmıştır. Böylece güçsüzleştirilmiştir. Açıkça söylemek gerekirse, bunları birbirine düşüren mihraklar, iki tarafı da belirli bir kesime tâviz verme pozisyonuna mahkûm edilmiştir.

Irak’ta bu durumdan en çok yararlanan, iki Kürt partisidir. Kabul etmek gerekir ki, Kürt partilerinin iki noktada serbest hareket etmeleri, onlara büyük üstünlük sağlamaktadır. Birinci nokta, sıkıntıya düştükleri an, çözümü kolaylaştırıcı faktör olan ellerindeki militarist gücü kullanmaları, diğer nokta ise ABD ve batılı diğer güçlerin himâyesine başvurmalarıdır. İki Kürt partisi, şimdilik birlikte hareket etmekle büyük kazanımlara sâhip olabiliyorlar.

Arap ve Kürt topluluklarının dışında kalanların durumu ise yürekler acısıdır. Bu hususta söylenecek fazla bir şey olmadığı gibi, yorum yapmaya bile değmiyor. Çünkü ortada ne bir güç var, ne de üretilen bir siyâset. Kurulacak hükümet konusunda kimin ne istediğini anlamak mümkün değildir. Bilinen ve anlaşılan tek şey; kimin kendisi için ne istediğidir. Herkesin rüyâsı, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık veya yardımcılıkları, bunlar olmuyorsa, bakanlık koltuğuna kurulmaktır. Hiç kimse, belli bir makama geldiğinde hangi projeleri gerçekleştireceğini söyleyecek bir programa, yol haritasına sâhip değildir.

 

Oğuz ÇETİNOĞLU: Irak halkında; Saddam’ın dikta rejiminden kurtulmuş olmanın sevinci uzun sürmedi. Kürtler dışındaki etnik grupların yeni rejim hakkındaki kanaatlerini tahlil eder misiniz?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Saddam’ın dikta rejiminden kurtulmanın sevinci kursağında kalan mâsum Irak halkı, ülkede her gün meydana gelen terör eylemlerinden bunalmış durumda. Ülkede devletin güçlü elini göremeyen vatandaşların ümidi ve beklentisi giderek kaybolmaktadır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: İşgalden sonra Irak’ta demokrasiyi yerleştirme eylemenin provası olarak yapılan 3 genel seçim, halkın demokrasiye güven duymasını sağladı mı?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Halkın demokrasiye alıştırılması için yapılan seçimlerden sonuç alınamaması, vatandaşların bu rejime güven duymasını sağlamadı, aksine beklenen ümitleri sarstı. Kullanılan oylara saygı gösterilmeyişi, halkın bu rejim sistemine olan güveni zayıflamıştır.

Oğuz ÇETİNOĞLU:  Irak’ta halkın güven duyduğu kavram ve kurumlar var mı, varsa hangi kavram ve kurumlardır?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ:  ‘Irak’ta halkın güven duyacağı kurum yoktur.’ Denilebilir. Ülkede ilk olarak ve âcilen güvenlik oluşturulmalıdır. Bunlar, iç güvenliği sağlayan polis, emniyet ve jandarma gücüdür. Ülkenin dış güvenliğini sağlayan millî ordu bulunmamaktadır. Kürtlerin kendi milis güçleri ve asayiş dedikleri teşkilatı var. Bunlar sadece Kürt halkının hizmetinde çalışıyor. Merkezî hükümetin emrinde millî ordu ve millî güvenlik teşkilatı gerekir.

 

ABD Irak’a müdâhale edince ilk olarak, ülkenin ordusu ile güvenliğini dağıttı. Bugün Irak’ta askerlik hizmeti kaldırılmıştır. Yaşı 18’e gelen gençler askerlik hizmetine çağrılmıyor. Devlet millî güvenliği oluşturmak için uğraşırken, meclis buna onay vermiyor. Bazı etnik gruplar ve mezhep mensupları da bunun oluşmasına geçit vermiyor. Kısaca Irak’ta herkes öncelikle kendisinin ve ailesinin güvenliğini düşünüyor ve istiyor.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Irak’ta en fazla mağdur edilen grup, şüphesiz Türkmenler… Mâruz kaldıkları haksızlıkları bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Ülkede yaşanan kaos ortamından yararlanılarak, Türkmenlerin mülkiyet haklarına tecâvüz edilmiştir. Saddam döneminde Türkmenlerin taşınmaz mal varlıklarından olan evler, arsalar ve binlerce dönümlük tarım arazileri ellerinden alınmış ve adeta gasp edilmiştir. Beşir, Tirkâlan ve Tisin gibi yerleşim merkezi olan nahiye ve köyler yerle bir edilmiş ve Türkmen halkları dağıtılmıştır. Yapılan bütün bu haksızlıkların giderilmesi ve Türkmenlerin mal varlıklarının geri alınması beklenirken, bu sefer eskisinden daha korkunç biçimde yeni tecavüzlerin yapılmasını görmek insanı çileden çıkarıyor.

Oğuz ÇETİNOĞLU: En vahim olaylar Kerkük’te yaşandı. Detaylar hakkında bilgi verir misiniz?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Kerkük’ün başına gelenler ve bu kente yapılan haksızlıklar her geçen gün daha da vahim bir hal almıştır. İster Bağdat yönetiminin kusur ve ihmali olsun, ister Kerkük’teki yerel meclisin ihmali ve yetersizliği olsun, sonuç olarak Kerkük adeta bir ortaçağ kasabasının düzeyinde bir şehir görümüne bürünmüştür. Altı servet, üstü sefalet olan Kerkük’te ne bir alt yapı var, ne de belediye hizmeti… Çöplük bölgesi gibi kullanılan şehir, bir mezbelelik alanına dönüşmüştür. Kerkük’te değil içme suyu, sağlıklı kullanım suyu bile yoktur. Yazın cehennem sıcağında kavrulan halka verilen 1-2 saatlik elektrik, büyük nimetten sayılıyor. Petrol üretim merkezi olarak dünyanın 6. bölgesi olan Kerkük’te benzin karaborsada satılıyor.

Buna karşılık, Kerkük’ün petrol üretiminden hisse alan kuzey hükümetine 7-7,5 milyar dolarlık bütçe verilmekte, bununla Erbil’de ve Süleymaniye’de 5 yıldızlı oteller, binlerce villa ve apartman dairesi, alışveriş merkezleri, işyerleri, eğlence merkezleri, parklar ve bahçeler yapılıyor. Kerkük’e tahsis edilen bütçeler ile hangi yatırımlar yapılıyor, bunları bilen ve işiten varsa lütfen bize de söylesin. Bombalanma sonucu Amirli’de, Tazehurmatu’da evleri yıkılan, eşleri dul ve çocukları yetim kalan binlerce Türkmen kadını ve yavrusuna başlarını sokacak yeni yuvalar sağlandı mı? Bunlar için devletten yardım ve destek alınabildi mi? Yoksa verilen sözler unutuldu mu, dersiniz?

Oğuz ÇETİNOĞLU:  Birleşmiş Milletler Teşkilatı; Irak’ı, dünyanın en tehlikeli ülkesi olarak belirledi. Aynı rapora göre Bağdat, can ve mal güvenliğinin en az olduğu şehir. Bu olumsuzlukların sebepleri hakkında neler söylenebilir?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Irak’ta ne yazık ki bütün siyasî oluşumlar, bütün olumsuzlukları terör odaklarına yüklüyorlar. Ayrıca her siyasî oluşum diğer siyasî oluşumları terör odakları ile işbirliği yapmakla suçluyorlar. Hepsi doğru söylüyorsa, artık kimseye güven duymak mümkün değil demektir.

Her şeyden önce ülkenin millî ordusu ve güvenlik gücü oluşturulmamıştır. Bu yüzden ülkenin sınırları kontrol edilemiyor. Irak bölgesi dünya terör örgütlerinin eğitim ve uygulama alanı olmuştur. Bu bakımdan Bağdat, önemli bir terör cazibe merkezi olarak ilgi çekiyor. Ülkeye her taraftan değişik örgütlere mensup teröristler rahatlıkla sızabiliyor.

Devletin emniyet ve sivil istihbarat örgütü çalışmıyor. Özellikle Bağdat elektrik ve su gibi en basit hayatî konforlardan; telefon, internet ağı gibi çağdaş iletişim araçlarından mahrum bulunmaktadır. Şehir ulaşımı felç, araç-gereç gibi aygıtlar, elektrik ve elektronik kontrol âletleri yok. Bağdat’ta halk mezhep ve taifeler olarak artışmış, Sünnî ve Şii mahalleleri duvarlarla ayrılmış. Herkeste silah olduğu için, herkes potansiyel katil durumundadır. İşin en feci tarafı, Irak Anayasası’nın halkı parçalanmaya itmesi ve hatta teşvik etmesidir. Demek ki düzeltme öncelikle Anayasadan başlamalıdır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Irak’ta insan hakları ihlalleri had safhada yaşanıyor. Gerek Irak’ta, gerekse Türkiye’de ve diğer ülkelerde yaşayan Türkmenlerin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdindeki teşebbüsleri ve sonuçları hakkında bilgi verir misiniz?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Irak’ta insan hakları ihlalleri olmasına rağmen, ne yazık ki bunlar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine artık intikal etmiyor. Çünkü şikâyetlerin sonuçlanması üzerine çıkan kararlar uygulanmıyor. Uygulayacak makamların yaptırım gücü yok. Bağdat’taki merkezî hükümete iletilen şikâyetlere karşılık Bağdat hükümetinin kararlarını Kerkük’teki mahalli Kürt yönetimi uygulamıyor ve zaten Bağdat’ı ve Bağdat’ın kararlarını tanımam diyor. Bu hususta ABD işgal gücü ise “biz bu işlere karışmıyoruz” diyerek, işi ciddiye almıyor. Bunları gören halkın, artık hiçbir kuruma güveni kalmamıştır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Sizce, Irak’ta yaşanan insanlık dışı dramı önlemek için nasıl bir hükümet gerekli? Vahşetin devamı, nasıl bir programın, hangi güçler tarafından uygulamasıyla sona erdirilebilir? Konu ile ilgili düşüncelerinizi okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ:  Şüphesiz ki ilk önce güvenliği sağlayan bir otorite olmalıdır. Irak’ı yeniden inşa ederken, yürürlüğe konan şimdiki anayasa ortadan kaldırılmalıdır. Çünkü üniter bir Irak isteniyorsa toplumu bölen ve siyasî örgütleri etnik yapılar ve mezhep gruplarına göre ayıran böyle bir anayasanın çağdaş demokrasilerde yeri yoktur. Bütün halkı Iraklılık bilinci içinde ele alan ve yeniden bir millet inşa eden böyle bir otorite, siyasî partilerin silahlı milis güçlerini dağıtmalıdır. Halkın içinde hiçbir kimsenin silah taşımasına izin verilmemelidir. Silahtan arındırılan ve tamamen sivilleşen halkın demokratik biçimde yeniden teşkilatlanmasına başlanmalıdır. Birinci derecede bu husus gerçekleşmediği takdirde, ikinci bir adım atmak mümkün değildir.

Bu işin başlangıcında ülke dışından, mesela Birleşmiş Milletlerden Barış Gücü istenebilir. Yine geçici süre için Türkiye’den de aynı şekilde Barış Gücü talep edilmesi mümkündür. Önemli olan ülkede taşlar yerine oturana kadar bir otoriter hakem olmalıdır. Ancak bu hakem de âdil olmalıdır. Çünkü âdil olmayan hakemle aynen bugünkü kaotik ortam devam edip gider.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Irak’ta geniş çaplı imar hareketleri bulunduğundan söz ediyorsunuz. Oluşturulan istihdam imkânından Türkmenler yararlanabiliyorlar mı?

 
Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Hayır. Yalnız Kerkük’te değil, bütün Türkmeneli’nde binlerce işsiz Türkmen genci var. Sadece Telafer’de 20.000’e yakın boş gezen üniversite mezunu genç bulunmaktadır. Buğday ve arpa gibi hububat ambarı olan Telafer’de makarna, bulgur, erişte ve şehriye fabrikası kurulsa, Irak’ın bütün ihtiyacını karşılayabilir ve binlerce gence ekmek kapısı açılabilir. Bunlara el atacak, hamiyetli, vatanperver iş adamları aransa ve istense bulunabilir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Türkmenlerin eğitim problemleri de olmalı…

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Bu konuda da Türkmenlere büyük haksızlıklar yapılmaktadır. Eğitim hakları anayasa ile garantiye kavuşturulmalıdır. Türkmen okullarının araç ve gereçleri olarak kullanılan kırtasiye malzemeleri, kalem-defter ve okul müfredatına göre düzenlenmiş kitaplar, Irak’ın Eğitim (Terbiye ve Talim) Bakanlığının bütçesinden karşılanmalıdır. Devlet bu hizmetleri yapmakla yükümlüdür. Aynı bakanlık her yıl 1500-2000 dolayında öğrenciyi yüksek öğrenim için yurt dışına göndermektedir. Gönderilen Arap, Kürt ve diğer etnik topluluklara mensup öğrenciler var. Ancak bu eğitim hakkından her yıl acaba kaç Türkmen öğrenci yararlanmaktadır?

Bunun gibi yüksek lisans (master) ve doktora öğrenimi için gönderilenler arasında neden Türkmen öğrencilerini göremiyoruz? Şunu da hemen söyleyelim ki Irak’ta yurt dışına gönderilen öğrencileri devlet, babasının hayrına okutmuyor. Öğrencilere harcanan paralar devletin millî bütçesinden ayrılmıştır. Yani millî servetten ayrılan paralardır ki bu paralarda her vatandaşın, tüyü bitmemiş yetimlerin bile hakkı vardır. Türkmen öğrencileri Irak Türkmen Cephesi de okutabilir ama devletin öğrencilerimizi bu haklardan mahrum bırakmasına da izin verilmemelidir.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Irak Türkmenlerinin köklü ve zengin kültürlerinin yaşaması ve geliştirilmesi yönünde, Türkmenlerin devlet desteğinden yararlanma imkânı var mı?

 
Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Hayır yok. Irak Türkmenlerinin zengin musiki mirasının yaşatılması ve eğitimi akademik bir kurumun çatısı altına alınması gerekir. En azından Kerkük’te bir Türkmen Müzik Akademisi kurularak, hoyrat, türkü, divan, gazel ve makam yanında musiki aletlerinin eğitim ve öğretimi sağlanmalıdır. Şan yani ses ve saz bölümü içeren böyle bir konservatuara verilecek isim de, bana kalırsa Abdulvahit Küzecioğlu olmalıdır. Kerkük’te, Erbil’de, Telafer ve Tuzhurmatu’da bütün haşmetiyle varlığını sürdüren Türkmen müziğini ilmî bir kurum içinde beslemeli ve bu zengin kültür mirasını dünyaya tanıtmalıyız.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Türkiye’de basın artık ‘Dördüncü Kuvvet’ değilse de, devamlı ve toplu olarak ele alınan meseleler, hükümetlerin gündeminde yer bulabiliyor. Irak Türkmenleri ile ilgili problemlerin basında yer alması için neler yapıyorsunuz, gelecekteki tasarılarınız nelerdir?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Basın elbette ki dördüncü kuvvet olarak ihmal edilemeyecek durumda. Basın genellikle reyting kaygıları ile de bazen konulara yaklaşıyor. Haklı, doğru ve üstelik Türkiye’nin yararına olan bir gelişmeyi medya göz ardı edebiliyor. Buna karşılık ülkenin hayrına olmayan, yalan yanlış ve üstelik haksız olan kimi söylem ve gelişmeleri basın, birinci plana çıkarabiliyor. Ancak bu böyledir diye bezginlik içine girmiyoruz. Bıkmadan, usanmadan basını sürekli bilgilendirmek ve doğruları dillendirmek gerekir. Kimi köşe yazarlarına aleyhte yazdıkları için de küsüp kızmamak gerekiyor. Onları kazanmak yolunda çaba harcamalıyız diye telkinlerde bulunuyoruz. Günün birinde insafa gelip doğruları yazarlar diyoruz. Her münasebette serinkanlı, sabırlı ve inatçı bir üslupla davamızı anlatmağa gayret ediyoruz.

Üç defa Türkmen Basın Kurultayı yaptık. Irak’ta Kerkük’ten, Erbil, Telafer, Tuzhurmatu ve Bağdat’tan Türkmen basını, medyası ve internet sitesi yöneten bütün temsilcileri İstanbul’da topladık. Türkiye’den, Avrupa ülkeleri, Kanada, ABD ve Avustralya’dan da Türkmen basın ve yayın işlerinde çalışan temsilciler davet edildi. Bu kurultaylarda söylem birliği, güç birliği ve dünyaya açılma konusunda tartışma, görüşmeler yapıldı. Gelecek yıl bu kurultayın dördüncüsü yapılacaktır.

Oğuz ÇETİNOĞLU: Irak Türkmenlerinin geleceği ile ilgili olarak temenni ve tahminleriniz olarak neler söylemek istersiniz?

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ: Türkiye dışındaki Türkler arasında en mazlum ve en sıkıntılı topluluk, Irak Türkmenleri, Doğu Türkistan ve Kırım Türkleri başta gelmektedir. Türk dünyası içinde diğer Türk toplulukları gibi, bu toplulukların da huzur, barış ve güven içinde, insanca ve demokratik haklarına kavuşmuş olarak yaşamalarını yüce Allah’tan niyaz ediyorum.

Prof. Dr. Suphi SAATÇİ:
1946 yılında Kerkük’te doğdu. İlk ve orta öğretimini Kerkük’te tamamladı. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi (bugünkü Mimar Sinan Üniversitesi)’nin Yüksek Mimarlık Bölümü’nü 1974 yılında bitirdi.

Bir süre tarihi çevre koruma ve restorasyon alanında serbest çalıştı. Bu arada çeşitli kurum ve kuruluşlarda târihi çevre koruma uzmanı olarak danışmanlık yaptı. ‘Kerkük Kenti ve Ev Mimarisi’ konulu doktora tezini İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Restorasyon Ana Bilim Dalı’nda 1992 yılında tamamladı.

1995’te doçent oldu, 2002 yılında da profesörlüğe yükseltildi. Evli ve bir çocuk babası olan Saatçi, halen Mimar Sinan Üniversitesi Meslek Yüksekokulu Mimarî Restorasyon Bölümü’nde öğretim üyesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Rektör Yardımcısıdır. .

Millî ve milletlerarası sempozyum ve toplantılarda sunulmuş bildirileri ve yayımlanmış bir çok makale, inceleme ve araştırma yazıları vardır.

Yayımlanmış kitapları:
*Kerkük Çocuk Folkloru: Fuzûlî Yayınları, İstanbul, 1984.

*Mimar Sinan: İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Yayını, İstanbul, 1987.

*Mimar Sinan’ın Yapılarındaki Kitabeler: İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Yayını, İstanbul, 1988.

*Mimar Sinan ve Tezkiretü’l-Bünyan: Emlak Bankası Yayını, İstanbul, 1989.

*Mimar Sinan and Tezkiretü’l-Bünyan: Emlak Bankası Yayını, İstanbul 1989.

*Irak Muasır Türk Şairleri Antolojisi: Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1991 (Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile birlikte)

*Kerkük’ten Derlenen Olay Türküleri: Anadolu Sanat Yayınları, İstanbul 1992.

*Tarihi Gelişim İçinde Irak’ta Türk Varlığı: İstanbul, 1996.

*Kerkük Güldestesi: Ötüken Neşriyat A. Ş., İstanbul, 1997.

*Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi: Ankara, 1997.

*Kerküklü Mehmet Râsih Öztürkmen-Hayatı ve Şiirleri: Kerkük Vakfı Yayını, İstanbul, 2001.

*Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri: Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, Nisan 2003.

*Kerkük Evleri: Klasik Yayınları İstanbul, Ekim 2003.

*Altunköprü: Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği, İstanbul, Mayıs 2004.

Ekran Baykuşları ve Sivil Diktatörlük

Halk arasında “baykuş” ifadesi, genel olarak uğursuzluk karşılığı ya da habercisi olarak algılanır… Kişilerin algıladığı uğursuzluk eğer bir toplum için söz konusu ise, gelecekten endişe edilir… Hele bu baykuşluk görevini laf ebeleri yapıyor ve telkinleriyle halkı yanlışa sürüklüyorsa, o takdirde iş daha da vahimdir demektir… Ülkemizi bilinmeyen bir girdaba doğru sürüklenme potansiyelini çoğaltan bazı “ekran baykuşları” tarafından yapılan telkinlerin yanlışlığı fark edilmelidir.

Bu baykuşların her akşam geç saatlere kadar renkli cam aracıyla evlerimizin içine girerek, milletin kulağını tırmalayan uğursuz söylemlerine dikkat etmek gerek. Buna aracı olanların da sorumlulukları vardır. Akıl çeldirici değerlendirmelerine karşılık doğru ve etkili yanıt vermek her vatansever aydın ve akademisyenin görevidir. Bunu yaparken etkili dil olan Türkçenin doğru kullanımına da dikkat etmek gerek…

**

Bir akademisyenin görevi sadece alan dersini vermek ve makale yazmak değildir; bunları zaten yapacaktır; yapmaya mecburdur; asli görevidir; ekmek teknesi onları yapmayı mecbur kılar…

Diğer asli bir görevi daha var akademisyenin ve dahi aydının; ülkenin gidişatı hakkında halkını bilgilendirmek, aydınlatmaktır; böylece düşmanların oyununu bozmaktır… Bunun için görevi olan aydınlatma işlevini etkili olarak yapmak ve sürdürmek… Bu görev, aydın kişi olmanın sorumluluğudur, aynı zamanda görevi… Renkli ekranın meczup baykuşların dışa vurulan kin ve nefret dolu ifadelerine bilgi ve bilim ile doğrudan yanıt vermek, aydınlatıcı olacağını da hatırlamak gerek…

**

Birey mi diktatörlük mü?

Demokrasilerde kişilere dayalı rejimlerin miadı dolmuştur. Bundan böyle söz hakkı, diktatörlüklerde değil, hakkıyla “birey” ve “vatandaş” olmuş insanların oluşturduğu toplumdadır…

Bu hak, Cumhuriyetle birlikte Mustafa Kemal’in Türk Milletine hediyesidir. Birey olmak vatandaş olmak demektir ve bu son derece önemlidir. Zaten savunduğumuz cumhuriyet ve demokrasi bunu amaçlamaktadır. Bunu istemeyenler, ayrı ajandaları olup farklı kulvarlarda ayak sürtenlerdir…

“Devlet”, koruyucu-denetleyici-gözetici bir şemsiye olarak görevi üstlendiği takdirde, gerçek “birey-vatandaş” olunur. T.C. Devletinin kuruluş felsefesindeki temel amaç da kişiyi “birey-vatandaş” yapmaktır.

Vatandaşlık, her türlü feodalizmin köleliğinden, padişahın kulu ve tebaası olmaktan kurtulma esasına dayanır. Buna engel olanlar, başta dikta rejimini benimseyenlerdir…

**

Modern zamanda diktatörlük…

Diktatörlük, illaki monarşi ile gelecek diye bir şart yoktur. Seçimle de diktatörlük olur… Her nedense diktatörlük denildiğinde hep askeri cunta akla geliyor… Yanlış… Süngüsüyle gelen diktatörlükler kadar seçimle gelen sivil diktatörlükler de vardır. İşte yakın tarihten örnekler; Hitler ve Mussolini rejimleri sivil diktatörlüklerdir… Ve bunlar seçimle, yani halkın oyuyla -hani şu meşhur cumhur denilen güç var ya- iktidar olmuşlar ve diktatörlüklerini ilan etmişlerdir…

**

 “Modern zamanlarda sivil diktatörlük nasıl gerçekleşiyor” sorusunun yanıtını bulmak ve insanlara anlatmak, her ülke aydınlarının, düşünürlerinin temel görevidir…

Ne demek modern zamanda sivil diktatörlük?

Bunun irdelemesini yapalım; bu süreç son derece plânlı ve programlı olarak, “ustaca” gerçekleştirilmektedir… Süreç şöyle işler; önce alt yapısı hazırlanır, etap-etap yol alınır; işe kadroların yetiştirilmesiyle başlanır…

Devletin idaresinde etken olacak alanlara özellikle kadrolar yetiştirilir. Örneğin hukuk, siyasal, istihbarat ve eğitim alanlarında kadroların yetişmesine özel bir ilgi gösterilir…

Son aşamaya gelindiğinde özel eğitimle yetiştirilen (kayıtsız ve şartsız biat kültürüyle yetiştirilen) bu kadrolar, devletin tüm kademelerini işgal etmeye başlar… Özel olarak eğitilmiş bu kadrolar mükemmel derecede takiye yapmayı öğrenirler ve uygularlar… Suratı haktan görünürler, “sevimli” görünmek, sempati için çok önemsenir; karşısındakileri aldatmak ve kandırmak için her renkte ve şekilde maske takarlar; bunlar sahte “humanite maskeleri” dır…

Sıradan vatandaşları aldatmak, kandırmak için onların “hakkını savunuyormuş gibi” davranmak ilkesi vardır… Esas amaçlarını gizleyerek verilen görevi yaparlar; rollerini çok iyi oynarlar… Devletin imkânlarıyla vatandaşın aklı, fikri, oyu, ruhu, parası gasp edilir… Bunun sonunda sözde “seçim” denilen bir kandırmacıyla vatandaşın oyu ile iktidar olurlar…

Hâlbuki yapılan iş “seçim” değildir; vatandaş tarafından “seçilen” kimse yoktur; birileri tarafından hazırlanmış “günahkâr” takımı bir listenin vatandaşa tasdik ettirilerek kusura ortak arama sistemidir… Artık her türlü hileyi, istismarı yapmak mubah sayılır; önlerine çıkan her engeli, çeşitli bahaneler yaratarak kılıflar hazırlayarak aşarlar… Her tür yalan ve istismarı kullanarak olayları kendilerine yontarlar… Artık devletin her kademesinde “diktatörlük” rüzgârları aralıklı olarak esmeye başlar… Zahiri bir diktatörlük hissedilir… Bir korku atmosferi oluşur; toplum müthiş bir baskı hisseder…

**

Halkın diktaya hazırlanması…

Toplumda bu diktatörlük havasını yaratabilmek için halkın kandırmacılarla hazırlanması gerekir… Yani, oylarının gasp edilmesi için halkın buna hazır hale getirilmesi gerekir… Önce halk “muhtaç” konuma sokulur… Fukaralaştırılır… Sonra bu biatli kadrolar dönüp suratı haktan görünürler… Sahte “halk koruyucusu” yapmacık rollerle “yardım” sektörü oluşturulur… Kimine yakacak, kimine yiyecek, kimine giyecek, kimine de ev aletleri dağıtılır…

Kimin kesesinden, tabii ki devletin… Herkesin cebinden çıkan vergiden… Fakat muhtaç vatandaş bu yardımların devletin değil de (X) partinin yardımı sanır ve oyunu ona verir… Bir durum daha dikkate alınarak istismar edilir; fakir fukaranın, garip gurabanın sığınak ve teselli kapısı olan “manevi değerler sığınağı” bu kadrolar tarafından çok iyi derecede istismar edilir…

Vatandaşın gözünde bu kadrolar, güya, “dindar” damgasıyla anılırlar… Çeşitli renkli ambalajlarla halkı kandırmak için “din” kullanılır… Kısaca din ticareti yapılır… Diğer taraftan bu ticaret sayesinde yaratılan “elit” ve zengin bir tabaka iş başında olur… Mabet referanslı kapitalizm hortlar… Devletin imkânları bu tabakaya peş-keş çekilerek kontrolsüz, kayıtsız büyük bir “gizli sermaye” oluşturulur…

“Takkeli kapitalizmin elitleri” yeni lüks villalarda, malikânelerde otururlar; 4 çeker ciplere binerler… En pahalı markaları giyer ve takarlar… Bu şaibeli “takkeli kapitalizm” sermayesi, sivil diktatörlüğün birinci derecede destekçileri olur ve medyatik destek için basın-yayın kuruluşlarını devreye sokarlar…

İktidar partisinin düdüğünü çalmayan basın-yayın organları, sivil toplum örgütleri çeşitli bahanelerle müthiş bir ekonomik baskı altına alınır… Akşamdan sabaha “vergi memurları” kapıya dikiliverir…

İktidar aleyhine kelam söyleyenin sesi kısılır… Bu ister yazılı basın ister görüntülü yayın olsun; derhal baskılanır… Bir kısmına çeşitli bahanelerle suçlar uydurularak “kodes” yolu gösterilir…

Sürekli bir reklâm ve propaganda ile vatandaşın zihni çeldirilir… Rakip sese dahi tahammül edemeyen bir zihniyet toplumda korku atmosferi yaratırken kendini de “alternatifsiz” göstermeye çalışır… Böylece sözde seçimle iktidar olan bu özel eğitimli ve örgütlü kadrolar, sıradan vatandaşların üzerinde çeşitli argümanlar kullanarak, devletin imkânlarını politik menfaatleri ve ikballeri için seferber ederek sivil diktatörlüklerini sürdürürler…

Sonuç…

Sonuç olarak, diktatör olmak için mutlaka monarşi ya da askeri süngü gerekmez… Modern zamanlarda buna heveslenenlerin izledikleri yöntemi özetledim yukarıda… İnanmış örgütlü kadroların yapamayacağı sivil diktatörlük olmaz… Örgütlü ve inançlı kadrolar tarafından milyonlarca insan tek celsede “esir” alınabilir… Bu diktatörce yapılanma kurulurken kullanılan en önemli aldatmaca sloganı; “daha çok demokrasi” ve “daha çok insan hakları” olur… Bunun farkında olmak ve ona göre demokratik tavır almak gerekir… Halkın karşı karşıya bulunduğu aldatmacanın iyi açıklanıp anlatılması gerekir… Başta bu görev, “aydın” geçinenlere, milli ideolojisi olan dürüst millici siyasetçilere (politikacılar değil) düşmektedir…

Bir ülkenin aydınları, akademisyenleri, bilim insanları, sanatçıları, yazarları, kanaat önderleri; eğer adaletsizlikler, hukuksuzluklar karşısında susuyor-susturuluyorsa, orada sivil diktanın ayak sesleri var demektir… Farkında olup da susmak, esarete davetiye çıkarmak demektir… Aydınların, sanatçıların, üniversitelerin sustuğu yerlerde her türlü dikta rejimlerin oluştuğunu unutmamak gerekir…

 

Vahdettin ve Mustafa Kemal

0

Yakın tarihe ışık tutacak bilgilerin yer aldığı ve 90 yıldır İngiltere Devlet Arşivi’nde bulunan Türkiye Raporu orijinal haliyle yayımlandı. 1921’de İstanbul’da bulunan İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un kaleme aldığı raporda Padişah Vahdettin’in Milli Mücadele’ye açıkça destek verdiği anlatılıyor.

İstanbul’daki nazırlardan birinin bu süreçte Milli Mücadele güçlerine silah ve cephane tedarikinde bulunduğu belirtiliyor. Anadolu’ya asker, savaş malzemesi vs. göndermek için İstanbul’da örgütlerin kurulduğuna da dikkat çekiliyor. Ayrıca şu tespitlere yer veriliyor: “İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede Ankara’dan yana tavır koymuştur…”

Türkiye hakkında ayrıntılı ve çarpıcı bilgiler içeren belgeleri yayımlayan Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Satan, söz konusu raporların kapsamlı ve soğukkanlı analizler olduğunu belirterek, objektif veriler barındırdığını ve döneme ait bilgilerimizi zenginleştirdiğini dile getiriyor. Raporda şu ilginç tespitler yer alıyor: “İstanbul hükümeti, Yunanlılarla mücadelede doğal olarak Ankara’dan yana tavır koymuştur…

 Sadrazam ve Hariciye nazırı, Ankara hükümeti ile doğrudan ilişkilerinin olmadığını söylese de buna inanmak güçtür… İstanbul hükümeti nazırları Ankara’dan bağımsız görünmekle beraber Ankara’nın görüşlerini göz önünde tutuyorlardı.”  Öte yandan, İngiliz diplomatlar yazdıkları raporda, İtilaf Devletleri’nin Türk – Yunan savaşında tarafsız olduklarını ilan etmelerinden sadece birkaç gün sonra bu karara uymama konusunda anlaştıklarını itiraf ediyor.

Ali Satan, Ankara’nın Milli Mücadele zamanında Müslüman ülkelerden yardım istemesinin İtilaf Devletleri’ni kaygılandırdığının raporlardan anlaşıldığını ve bu durumun raporlara, “Ankara’nın dış ilişkilerinde panislamist bir etki görülmektedir.” Diye geçtiğini ifade ediyor. Satan, “Raporlarda, azınlıkların durumu, ekonomik ve adli reformlar, sıhhi hizmetler, gümrükler gibi pek çok konuda bilgiler sunulmakta…” diyor. (Samet Altıntaş – İSTANBUL;  Zaman, 21 Nisan 2011)

Dokümanların ortaya koyduğu gerçekler:

“Sadrazam ve Harbiye nazırının inkar etmesine rağmen İstanbul hükümeti, Anadolu direnişini destekliyor, silah ve cephane gönderiyor.”

“Ankara’nın dış ilişkilerinde panislamist etki görülmektedir.”

“İngiltere Türklerin mukavemetini, direncini görmek istiyor.”

“Türkler, Yunanlıların arkasında İngiltere’nin olduğunu bilerek hareket ediyor.” (Zaman, 21 Nisan 2011)      

Bu gazete haberi beni çok gerilere götürdü. Ta Üniversite yıllarıma. “İlim Adamlarımız” adlı bir makalemden ötürü, zamanın İstanbul’un Erenköy Güneş Koleji Müdiresi Nezahat Nureddin Ege Hanımefendi benimle tanışmak istemişti. Görüştüğümüzde, Türk Kültürü hakkında derin sohbetlere dalmış; bilhassa Türkçe hakkındaki fikir ve düşüncelerimi çok beğenmiş ve takdir etmişti.

Yanımda, hemen telefona sarılarak, merhum Nihad Sami Banarlı’yı (İstanbul 1907 – 13 ağustos 1974) aramış ve mutlaka bu genci tanımalısın diye ona benden sitayişle bahsetmişti. Zaten, ben de özellikle Türkçe üzerine yazdığı makalelerini zevkle okuyor, fikirlerini candan benimsiyordum. Zamanın haftalık “Meydan” dergisinde Emin Bayraktar takma adı ile makaleler yazıyordu. Türk Edebiyatı’nda otorite idi. Bir çok değerli yapıtları arasında, özellikle iki büyük ciltlik “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” adlı eseri; sahasında aşılamamış nitelikte bir şaheserdir.

Nihayet bir gün; sırtını Bebek yamaçlarına yaslamış, Boğaz’a nazır evinde beni ağırladı.

Samimiyetime inanmış olacak ki, çok şeylere temas etti. Sohbetine doyum olmuyordu. 27

Mayıs’tan, Cemal Gürsel’den, Türk Dil Kurumu’ndan ve Yakın Tarih’ten bahsederek görüş ve hatıralarını dile getirdi. Giderek söz döndü dolaştı; Mustafa Kemal’e kadar geldi:

“Evladım, dedi. Mustafa Kemal, siyasette dahi idi. Nerede, ne zaman hangi toplulukta neyi ve nasıl konuşması gerektiğini çok iyi biliyordu. Böylece milletin bir ve beraber olarak, aynı Meclis çatısı altında toplanmasını sağladı. Milli Mücadeleyi başarıyla yönetti. Ordu’yu kendisi gibi çok değerli kumandan arkadaşlarıyla birlikte, maharetle sevk ve idare etti. Bütün bunları yaparken, İslam Alemi’ni ve Türk Dünyası’nı yanına almayı da unutmadı.

Fakat tüm bunlara rağmen, bir milletin kurtuluşu, sadece tek bir kişiye verilemez. Çünkü kazanılan zaferde; erinden paşasına kadar her askerin payı vardır. Yenilgiden ise sevk ve idareyi layık-ı veçhiyle yapamayan bir kişi, yani sadece başkomutan sorumludur. İşte bu yüzden, neticeyi sırf bir kişiden bilmek; emrindekilerin hakkını görmezden gelmek olur. Şayet, ille de bir kişiye vermek icap ederse, o şahıs ancak Sultan Vahdettin olabilir.

Çünkü, öncelikle Mustafa Kemal’i seçerek Anadolu’ya gönderen bizzat O’dur. Maddeten ve manen Mustafa Kemal’i destekleyen de yine O’dur. Fakat, harp hiledir. Zahiren İngiliz’den yana görünerek: ‘Kuva-yı Milliye’yi, siz bana bırakın, halk bana bağlıdır. Onların üstesinden ancak benim donattığım güç ve kuvvet gelir. Yeter ki bana silah temin edin.’ Diyerek arka arkaya üç defa İngilizleri oyuna getirmiş olması. Onlardan sağladığı silahlarla kurduğu askeri birlikleri, güya Anadolu’ya sevk etmesi.

Lakin Kuva-yı Milliye’ye karşı gönderdiği bu kuvvetler; bir iki tak tuktan, yani birbirlerine danışıklı ateş açtıktan sonra,  -ne hikmetse- Kuva-yı Milliye’ye katılmaları; İngilizlerin nihayet akıllarını başına getirmiş. Oyuna geldiklerini anlamışlarsa da, artık, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş bulunuyordu.”

Nitekim, 3 Şubat 1920’de Harbiye Nazırı olacak olan; Milli Mücadele kahramanlarından merhum Fevzi Çakmak’tan (İstanbul 1876 – İstanbul 1950)  Sultan Vahdettin;  Anadolu’ya gönderilecek, kabiliyetli subayların isimlerini yazmasını irade eder. Verilecek listenin başında ise,. Mustafa Kemal’in adını görmek ister. Bu konuyu merhum Mareşal Fevzi Çakmak, “Bu sırla ölmek istemiyorum.” diyerek -yanlış hatırlamıyorsam- Tercüman gazetesinde yazmıştı.

Yaptığım şu alıntı ise, merhum Nihad Sami Banarlı’yı teyit eder ve doğrular mahiyettedir:

“Altıncı Sultan Mehmed Vahidettin için ‘Vatan haini’ derler, ben küçük bir ilave yapacağım, ‘Vatanına ihanet ile idama mahkum olup yaşının çok ilerlemiş olması, Fransa’ya eski hizmetlerinin hatırlanması ve Fransa’yı sevdiğinden şüphe edilmemesi dolayısı ile ölüm cezası müebbet kalebentliğe çevrilen Mareşal Peten gibi’ diyeceğim.

“Mazileri çok temiz olan ve memleketleri felaket girdabına düştükten sonra iş başına geçen, ağır mes’uliyetler yüklenen, yenik milletlerini daha fazla çiğnetmemek için nefret edilen galip düşmanlara dostane el uzatmak durumunda kalan o kara bahtlı insanlar, milletlerin tarihlerinde sigorta lambalarına benzerler, kendilerinin yanması büyük tesislerin kurtulmasını temin eder.

“Altıncı Sultan Mehmed Vahidettin’in tuttuğu yol başta Topkapı Sarayı hazinesi ile müzelerimizdeki ve milli kütüphanelerimizdeki kıymetlerine baha biçilmez, en küçük bir parçası yerine konulmaz hazinelerimizin kahhar düşmanlar tarafından yağmasını önledi.”

(Osmanlı Padişahları, Reşad Ekrem Koçu, İstanbul – 1981, s: 439)

 

 

12 Haziran Siyaset Okumaları 2/ 12 Rakamı ve CHP

0

Türkiye 12 Haziran genel seçimine hazırlanıyor. 12 Mart Muhtırası, 12 Eylül Darbesi, 12 Eylül Halk Oylaması ve 12 Haziran Genel Seçimleri…    12 rakamının anlamı Türkiye için farklı olsa gerek. 12 Haziran’da genel seçim yapılıyor ama arkasından 2012 geliyor.

2012 yılı deyince; kehanetlerin havada uçuştuğu malum. Maya takvimine dayandırılan iddialara göre büyük bir tufan olacak, sonrasında yeni bir çağ başlayacak. Kimilerine göre Deccal ortaya çıkacak. Bir başka iddia; Üçüncü Dünya Savaşı “T” harfli bir ülkeden başlayacak ve bu ülke muhtemelen Türkiye olacak…

Böyle şom ağızla yazıya başladığım için üzgünüm. Biz yine de iyi düşünelim, iyi olsun ama bazen işi kış tutup yaz olunca keyiflenmekte ya da atalarımızın “eğer istiyorsan sulhu salah, hazır ol cenge” öğüdünü tutmakta yarar var.

12 Haziran seçimleri, 12 Eylül halk oylaması ile ciddi bir dönemece giren Türkiye’nin kilit noktalarından biri olacak. Bu seçimle oluşacak meclis, yapacağı yeni anayasa ile Türkiye’yi küresel bir planın parçası yapabilir ya da küresel planda bir devlet.

Gelecekte ne olacağını kesin olarak Allah bilir ama önemli bir geleceğe adım attığımızın işaretlerinin ortada dolaştığı da bir gerçek. Gönül ister ki; Türk halkı, bu seçimde bütün aktörlerini güçlü bir şekilde meclise göndersin ve iktidar, olası tehlikeler karşısında yalnız bırakılmasın!

Bu önemli zaman diliminin eşiğinde yapılacak genel seçimleri; AKP, CHP, MHP ve BDP gibi partiler üstünden yorumlamaya çalışacağım ama benim siyasete organik bir bağım yok. Şirazlı Sadi bir beyitinde; “Be deryader menafi bi şumarest / Eğer ahi selamet, der kenarest.” Yani; ‘denizde sayısız faydalar vardır. Eğer selamet isterseniz kenardadır’ der.

Siyasetin dışında olmak selametli midir bilmem ama siyaseti dışarıdan ön yargısız bir şekilde gözlemenize yardım ettiği kesin… Siyasi gelişmeleri, olayları, anlamını ve olacakları işte bu avantajla okumaya çalıştım.

Dilerseniz okumaya Mevlana’nın tabiriyle “yeni şeyler söyleyerek” başlayalım. Söylenecek en yeni şey; bu seçimde CHP’nin sürpriz yapacağı ve seçimin en karlı partisi olacağıdır.

Bu seçime en dinamik şekilde giren parti Cumhuriyet Halk Partisidir. CHP’ye uygulanan senaryo, AKP örneğindeki gibi tutmuşa benziyor. Şimdilik bir “Karaoğlan” efsanesi kadar olmasa da CHP seçime sadece Manisa’da değil Türkiye’de toparlanarak giriyor. Belli zihin kalıplarını yıkmaya çalışan CHP, eskileri tasfiye ederek geniş kitlelerin dikkatini üstüne çekmeyi başardı.

Manisa’da ancak iki vekil çıkarır denilirken, üçüncüyü garantilemiş görünüyor. Bu CHP açısından sevinilecek bir durum. Ancak CHP’ye yapılan operasyon yönüyle bakıldığında; bu olumlu gelişmenin Türkiye’ye ne getireceği konusu henüz net değil.

Tasfiye edilen genel başkan Baykal’ın; Türkmen ve Sünni olan kimliği, Türkiye’nin bütünlüğü konusundaki kararlılığı ve azmi -gizli iktidar odaklarıyla olan dirsek temasıyla gölgelense de- Türkiye üzerinde uygulanmak istenen küresel planlar için tehlike arz ediyordu. Baykal’ın tasfiyesi CHP’yi iktidar etmekten ziyade, CHP’nin direncini kırmak içindi. Yeni CHP bu paralelde mi hareket eder? Buna Manisa’dan seçilecek milletvekillerine -dostum Hasan Ören’e, genç yetenek Özgür Özel’e ve diğer adaylara- bakarak kolaylıkla ‘hayır’ diye cevaplarsınız.

CHP’nin, Manisa’da vitrine koyduğu adaylar ve onların onurlu bir şekilde halkın tercihine sunuluşu; siyasetimiz adına küçük, demokrasimiz adına büyük bir adım. Türkiye ölçeğinde göstermelik bir hareket gibi görünse de, halktaki yansımaları çok olumlu.

CHP’nin seçimden birinci parti olarak çıkması için bunlar yeterli mi? Asla! CHP %70’leri oluşturan karşı seçmen kesiminden de oy almak zorunda. TV spotlarında Sn. Kılıçdaroğlu; ‘benim için sağcı-solcu fark etmez’ dese de, Haberal ve Sinan Aygün’ün listelerde yer alışına gösterilen hazımsızlığı görünce, CHP’nin yakın gelecekte ‘Karaoğlan Fırtınası’ estirmesi için daha çok çalışması gerekecek ama son seçimlerdeki oy oranını geçeceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Cihaner’in adaylığı konusunda yaşanılan ikilem; siyaset dışı oluşumların CHP’ye etkilerinin ve iletişimin devamı olarak göze çarpıyor. 

Seçimin oluşturacağı yeni mecliste yapılacak ‘Yeni Anayasa’ çalışmaları, CHP’deki değişimin hangi yönde olduğunu netleştirecek. İsyancı Kürtler ve onların sözcülüğünü yapan siyasi organ ve dış güçler; yeni Anayasada ortak kimliğin “Türk” kelimesiyle tanımlanmasına karşı çıkıyor ve “Güneydoğu bizim, Türkiye hepimizin” mantığı içinde iki dilli, iki bölgeli federatif bir yapı dayatmasında bulunuyorlar. İşte bu aşamada yeni CHP ve içine aldığı yeni unsurların nasıl hareket edeceği çok önemli.

CHP, meclisteki iradesini Türkiye’nin federatif bir yapıya kavuşması, iki dili olması yönünde mi kullanacak, iradesi aksi istikamette olsa bile içindeki bir takım unsurların bu yönde tercihte bulunmak istemeleri halinde ne yapacak? Onu şimdiden öngörmek imkânsız ama CHP’nin kendi içinde bir fikir ayrılığı yaşaması ihtimallerden biri olarak karşımızda duruyor.

Yeni CHP işsizlik, eğitim, üretim, tarım, ticaret, ihracat vb. alanlardaki projelerini henüz halka takdim edemedi. “Aile Sigortası” konusundaki projesine halkın dikkatini çekmiş görünüyor. Umarız bu proje, partiler arasında halkı tembelleştirme, sosyal parazite dönüştürme yarışına dönüşmez.  (devam edecek)

 

“Yeni Türkiye”nin Arkasındaki Sözde Dostlar

İktidar mensupları sık sık çetelerden bahsediyorlar. Görmek istemedikleri asıl bölücü ve ırkçı çeteler İstanbul ve birçok şehrimizde terörü zirveye taşıyor. 1 Mayıs’ta Taksim Atatürk Anıtı’na katil başının resmi ve malûm örgütle bağlantılı partinin bez afişi asıldı. İçişleri Bakanı ve onun emrinde çalışan İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nü herhalde tebrik etmek gerekmiyor.

Sırtınızı dışarıda bir yerlere dayadınız mı Türkiye’de terör dahil her şeyi yapabiliyorsunuz. Böylece Taksim Atatürk Anıtı da Kürt Açılımı kapsamına alınıverdi ve anıt demokratikleştirildi!

Kürt sorunu denen aslında Kürtçülük sorunu, Kürtlere rağmen işbirlikçiler ve bundan menfaat sağlayacaklar tarafından sürdürülüyor. Başbakan dahil birçok çevre sürekli fikir değiştiriyor ve akılları karıştırıyor. Sorun, Kürtlerin sorunu olmaktan çok; Kürtleri dün Osmanlı’ya bugün de Cumhuriyet Türkiye’sine karşı kullananların sorunudur. Batı ve ABD kendi çıkarları için kullandığı terör çetelerini koruyor, bir dönem kullanıp daha sonra devre dışı bıraktığı Ladin gibi örnekleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ülkeyi yönetenler bundan rahatsız.

Yabancıların PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmelerini ve gereğini yapmalarını istiyorlar. Siz, örgütle mücadele yerine müzakere yolunu seçeceksiniz, güvenlik güçlerini yıpratacaksınız, ondan sonra ABD ve Batılı ülkelerin sizinle teröre karşı işbirliği yapmalarını bekleyeceksiniz. Önce herkes kendi evini düzeltmeli. Sivil asker kutuplaşmasından siyasi çıkar bekleyenler, asker vesayetinden bahsedenler, ülkenin Atlantik Ötesi tarafından kuşatıldığını ve değişik bir vesayet altına sokulduğunu gizleyemezler. 

Türkiye’de ülkenin gerçek sorunları tartışılmıyor. Anayasa değişiklikleri bile neredeyse Türklüğü ve milli kimliği inkâr etmek, milli devleti dışlamak için sadece giriş maddelerine odaklanmış. İşsizlik, yatırımsızlık, dış ve iç borçlar, dış ticaret açığı, tehlikeli bir kumar olan ve IMF’nin yerini alan cari açığı büyüten sıcak para, orta sınıfın çöküşü, esnafın perişanlığı, AVM’lerin mantar gibi çoğalması, fikir, düşünce ve basın hürriyetindeki daralmalar, demokrasi ile bağdaşmayan örnekler, siyasi misyonerlik ve Doğu Karadeniz’de tavan yapan kanser olayları, tarımın perişan edilmesi, yanlış tohum politikası, GDO’lu ve früktozlu gıdaların serbestliği, hukuk devletinin parti devletine dönüşmesi, sırf ticari çıkar hesapları ile Irak’ın Kuzey’inde Türkmen gerçeğinin göz ardı edilmesi ve buradaki sözde yönetimle samimi ilişkiler,

Türk Dünyası ile olan ilişkilerin zayıflaması, Kıbrıs’taki gelişmeler, rezalete dönüşen AB ilişkileri, 16 yıldır Gümrük Birliği dolayısıyla ülkenin karşılaştığı zararlar, Rusya ve Ukrayna ile vize görüşmelerine başlayan AB’nin Türkiye’yi dışlaması, “sıfır sorun dış politikası”nın iflası, Türkiye yerine Mısır’da Filistinli tarafların görüşmeleri, yetersiz asgari ücret, artan vasıtalı vergiler, ÖSYM’de YGS ve ALES gibi sınavlarda yandaş koruma tezgâhları, bankaların yabancılaşması, çarpık özelleştirmeler,  gençliğin yurt ve barınma sorunları, kırk bin yabancı öğretmen ithali ve diğerleri sanki Türkiye’nin sorunu değil.

Var mı, yok mu Kürt sorunu ve Graham Fuller‘in Yeni Türkiye Projesini tartışmak ve Amerika’ya yaltaklanan sözde aydın çeteleri.  Meçhul bir derin devletin ortadan kaldırılarak yerine yabancı bir derin devletin geçirilme gayretleri ve Anadolu Federasyonu’nun kurdurulma çabaları… Lafta muhafazakâr, icraatta tamamen farklı, dışa bağımlı ve uysal iktidarlarca 2023’e, meçhule doğru yol alan Türkiye…

Türkiye üzerinde siyasi abluka kuranlar, bize asıl meselelerimizi konuşturmak ve tartıştırmak yerine; kendi istedikleri gündemi dayatarak tartıştırıyorlar: Yeni Türkiye. Sanki ülke büyük bir meydan savaşını kaybetmiş de mütareke şartları konuşuluyor. Zorla bir etnik sorun yaratanlar,  insanları birbirine düşman yapmak için her şeyi kullanıyorlar.

Şimdi de birtakım kasetler gündeme geliyor, ABD kaynaklı internet siteleri MHP ile uğraşıyor. MHP’nin hedef yapılması herhalde düşünen herkesin gözünden kaçmıyor. Bu internet sitelerinin yandaşı bazı sözde araştırma merkezlerinin ne kadar yanlı oldukları ve kimlere hizmet ettikleri sandıklar açılınca görülecektir. 12 Haziran Türkiye için bir milad olmak durumundadır. Bazıları fark etse de etmese de ses vermek durumundadırlar.

Önümüzdeki hafta, Ordu’da yapılan Aydınlar Ocakları 36. Büyük Şurası‘nı ve son derece önemli olan sonuç bildirisini ele alacağız.

 

 

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının Amasya ve Ordu Seyahati (1)

Kuruluş tarihinden itibaren bugüne kadar Yurdumuzun birçok yerlerine muhtelif gayeler ile gezi tertip etmiş bulunan Kocaeli Aydınlar Ocağı mensupları, bu defa Aydınlar Ocağı Derneklerinin 36. Büyük Şurasına iştirak etmek üzere 29 Nisan 2011 Perşembe günü Ordu’ya gitmiştir. Bu seyahate,

Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar, Eşi Nursel Okyar ve kızları Zeynep Gökçen Okyar

Ziraat Mühendisi Hasan Uzunhasanoğlu ve eşi Emine Uzunhasanoğlu

Avukat Ruhittin Sönmez ve eşi Dr. Ayşe Gülden Sönmez

Harita Mühendisi Ali Kahraman, eşi Asuman Kahraman ve Sündüs Mutlu 

Bilgisayar Öğretmeni Yunus Özen ve eşi Göksu Özen

İSKİ Eski Yönetim Kurulu Üyesi Musa Ordu ve eşi Reyhan Ordu

İnş. Yük. Mühendisi Mithat Bora Bulut ve eşi Fulya Bulut

İş adamı Ahmet Barlak ve eşi Figen Barlak

Yeminli Tercüman Cemal Barış

Mali Müşavir Hamit Akbulut iştirak etmişlerdir.

Ayrıca, Balıkesir Aydınlar Ocağı Başkanı Recep Sabit ile Sakarya’dan da yine Ocak Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu ve eşi Emel Hanım, İnşaat Mühendisi Cengiz Aslan ve eşi Perihan Hanım, Türkiye Kamu Çalışanları Kalkınma ve Dayanışma Vakfı (TÜRKAV) Sakarya Şubesi  Başkanı İsmail Hakkı Serdaroğlu ve eşi Nurcan Hanım ekibimize dâhil olmuşlardır.

Seyahat,  günü ve saati önceden duyurulduğu üzere Perşembe günü tam saat 24.00 de başlamıştır.  Seyahate katılan bütün arkadaşlarımız gezi başlangıcında olduğu gibi gezi boyunca da verilen saatlere azami derecede riayet etmişlerdir ki, bu takdire şayan bir durumdur.

Perşembe günü, Perşembe Pazarı’ndan hareket ettikten sonra her seyahatte olduğu gibi öncelikle bir kafile başkanının seçilmesi lüzumu hâsıl olmuştur. Yapılan kısa bir istişareden sonra Bilgisayar Programlama Uzmanı Yunus Özen Bey kafile başkanı olarak tayin edilmiştir. Tayin edilmiştir diyorum çünkü herhangi bir seçim yapılmamıştır.  Fakat şu hususu ifade edeyim ki, yapılan bu tayinin ne kadar isabetli olduğu daha sonra çok iyi anlaşılmıştır.

Zira gezi boyunca kafilede bunanlar ile çok yakından alakadar olmuş, daima güler yüzlü ve tatlı dilli kalmasını bilmiştir. Sabahleyin “nerede kahvaltı yapalım?” diye düşünürken bir sürpriz yaparak saat yedi sıralarında dört yıldızlı bir otelin kahvaltı kalitesini aratmayacak şekilde Ahsen Beyin eşi Nursel Hanım ve Hasan Beyin eşi Emine Hanımın evde itina ile hazırlanmış oldukları kahvaltılıklar oturduğumuz koltuklara kadar getirilerek servis yapılmıştır. Servis esnasında Ocak sekreteri Hasan Uzunhasanoğlu‘nun da büyük destek ve gayretleri olmuştur. Kendilerine yardım ve katkılarından dolayı ne kadar teşekkür edilse azdır.

Yapılan programa göre ilk durağımız olan Amasya’ya saat 8.00 sıralarında vasıl olduk. Burada bizi Amasya Aydınlar Ocağı Başkanı Cahit Aktaş ve eşi Nesrin Hanım karşıladı. Karşılama çok samimi bir havada oldu. Tanışma faslından sonra, zamanımız az olduğu için hemen şehrin görülebilecek mekânlarını gezmeye başladık. Zira günlerden hem Cuma, hem de öğleden sonra esas hedefimiz olan Ordu’ya hareket etmek icabediyordu.

Bu cümleden olarak, Amasya Ocak Başkanı Cahit Aktaş ve eşi Nesrin Hanım rehberliğinde başta tarihi mekânlar olmak üzere birçok yeri görme imkânımız oldu. Bu meyanda şu hususu ifade edeyim ki, tam ortasından Yeşil Irmak’ın geçmekte olduğu Amasya tabiat güzelliği itibariyle harikulade bir yer. Irmağın kenarında bulunan tarihi evler çok güzel bir manzara teşkil ediyor.  Muhteşem ecdadımız Osmanlı burayı boşuna Şehzadeler şehri olarak seçmemiş. Bu şehirde birçok şehzade yaşamış.

Amasya’da bulunan Şehzadelerin balmumundan yapılmış heykellerini, tarihi evlerden birisini müze haline getirmek suretiyle burada bir araya getirmişler. Müze yetkililerinin verdiği izahattan anladığımıza göre burada yaşayan Şehzadelerden bazıları valilik yapmış, fakat Padişah olamamışlar. Bunların balmumundan yapılmış olan heykelleri müzenin birinci katına yerleştirilmiş.

Bir kısmı da valilik yaptıktan sonra, bilahare padişah olmuş. Burada vali olarak vazife yaptıktan sonra padişah olanlar arasında, Yıldırım Bayezit Han, Çelebi Sultan Mehmet, 2. Bayezit, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve 3. Murat bulunmaktadır. Bunlardan Yavuz Sultan Selim Amasya’da Şehzade olarak bulunmuş olmasına rağmen burada valilik yapmamış, Trabzon’a vali olmuştur. Bunların balmumu heykelleri de binanın ikinci katında sergilenmektedir.

Tarihi evleri gezdikten sonra Yeşilırmak‘ın kenarında bulunan Belediye Çay Bahçesine geçerek, burada Karadeniz’e doğru süzülerek nazlı nazlı akan nehrin sularına bakarak çaylarımızı içtik. Burada biraz dinlendikten sonra hemen nehrin yakınında bulunan Osmanlılar zamanında yapılan ve halen sağlam bir şekilde ayakta duran Sabuncuoğlu  Şerafettin Bimarhanesini gezdik. Burada akıl hastalarının müzik ile tedavisi yapılırmış. Şimdi ise bu Bimarhane, Türk Sanat ve Türk Halk Müziği çalışmaları için kullanılmaktadır.

Bimarhaneyi gezdikten şehrin en yüksek tepelerinden birisi olan Çakallar Tepesi‘ne çıktık. Buradan Amasya’nın harikulade bir manzarasının olduğunu gördük. Adeta bütün şehir gözlerimizin önüne serilmişti. Şehrin doyumsuz manzarasını seyrettikten sonra günün Cuma olduğu da dikkate alınarak Cuma Namazına yetişebilmek için saat 11.30 a doğru Şehrin tarihi mekânı olan Amasya Evi‘ne gittik. Burada Amasya’nın fevkalade leziz olan mahalli yemeklerini tatmak imkânını bulduk ve çok beğendik.

Yemekten sonra Ezan vakti yaklaştığı için hemen abdestlerimizi alarak Cuma namazını eda etmek üzere tarihi Bayezit Camii‘ne gittik. Seferî olmamıza rağmen bu hakkımızı kullanmayarak Allah’ın izniyle Cuma Namazını Kıldık. Cami çok kalabalık olduğu için ancak dışarıda yer bulabildik.

Böylece, buradaki programımız tamamlanmış olduğundan saat 14.30 sıralarında Cahit Bey ve Eşi Nesrin Hanım ile birlikte Ordu’ya hareket etmek üzere Amasya’dan iyi ve güzel intibalar ile ayrıldık.

O gün hava yağışlı olduğu için sağımızı solumuzu pek fazla göremeden saat 18.30 sıralarında Ordu‘ya vardık. Ekibimize, Şehrin içinde Samsun – Trabzon Karayolu üzerinde bulunan Grand TESK Otelinde yer ayrıldığı için odalarımıza yerleştik.