Cennet Cennet Dedikleri

127

     Allah’ın her şeye
gücü yeter. Hiçbir şeye, hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur.

     Kendi kendine
yeten, yegâne / tek varlık. İsteseydi yarattığı insanı cennette yaşatır. Orada
daim ve devamlı kılar, dünyaya göndermezdi.

     Ama insan orada ne
kendisinin, ne de cennetin kıymetini bilmez, var edilişinden asla lezzet ve tad
alamazdı! Varlığı yokluğu eş anlamda olur! Hissiz, güçsüz, algısız malgısız bir
robot gibi yaşar giderdi!

     Tabii, eğer bu
yaşamak sayılırsa. “Neden?” derseniz;

     Çünkü cennette
hiçbir şeyin zıddı yok! Cennette her şey var. Cennette yok yok!

     Çünkü cennette
karanlık olmadığı için, aydınlık olduğu halde, ışık nedir bilinmezdi.

     Çünkü cennette hiç
açlık çekilmediği için, tok olmanın zevkine varılmazdı.

     Çünkü cennette
susuz kalınmadığı için, suyun kıymeti anlaşılmazdı.

     Çünkü cennette
hasta olunmadığı için, sıhhat / sağlık diye bir şeyin farkına varılmazdı.

     Çünkü cennette
ayrılık ve hasret çekilecek gibi bir durum olmadığı için, vuslat / kavuşmak
diye hoş bir  mutluluktan bahsedilemezdi.

     Zira ayrılık ve
uzak düşüş diye bir şey yoktur ki, kavuşmanın hasretin ilâcı olduğu
bilinsin.  

     Çünkü cennette
çirkin bir şey olmadığı, güzel bulunacak, güzel bilinecek, daha doğrusu
güzelliği fark ettirecek bir zıt bulunmadığı için, güzellik bir şey ifade
etmeyecek, meçhul kalacaktı.

     Kısaca cennette
yok, yok olduğu için; varlığın, var oluşun, sahip ve malik oluşun zevk ve
huzuru da olmayacaktı.

     Çünkü her şey
zıddıyla bilinir, zıddıyla kendini gösterir.

     Hani derler ya:
Hz. İsa’ya sormuşlar: “Ahlâkı kimden öğrendin?” “Ahlâksızdan!” demiş.

     Kıştan sonra
bahara kavuşmak ne güzel.

     Hastalıktan sonra
iyileşip sağlığına kavuşmak ne hoş.

     Ayrılıktan sonra
kavuşmak, açlıktan sonra doymak, yorulduktan sonra oturmak ve yorgunluk çayı
içmek, seneler sonra, kadının çocuk sahibi olması, ona ne büyük bir sevinç hâli
yaşatır.

     Evet zıt zıttını
hatırlatır, kıymet ve değerini bilmemizi sağlar.

     Tok olarak
oturduğumuz sofradan lezzet alabilir miyiz?

     Ara vermedikçe,
hep tekrarladığımız iş ve hareketlerden zevk duyabilir miyiz?

     Yerimizden
yurdumuzdan bazen uzaklaşmadıkça, orada yaşamaktan bıkmaz mıyız?

     Evlerinden
uzaklaşıp, bir süre sonra yorgun argın yuvalarına dönenlerin “Evciğezim
evciğezim sen bilirsin halciğezim.” diyerek evlerine nasıl bir kavuşma
coşkunluğu içinde girdiklerine çok zaman şahit olmuşuzdur.

     Gelelim sadede.
Sevgili dostlar! Dünya cennetin gurbetidir. Dünyaya gönderiliş sebebimiz;
cennetteki nimet ve zenginliklerin farkına varmamız içindir. Dünyadan zıtları
tanımış olarak cennete girenler; cennetin değerini, kıymetini, güzelliğini,
eşsizliğini; dünyadaki zıtları tanıdıkları için, daha iyi anlayacaklar ve eşsiz
doyumsuz bir hayatın ebediyyen tadını çıkaracaklar.

     Hatta cennetteki
nimet ve kazanımlara ülfet, ünsiyet ve alışkanlık; zamanla insanı
körleştireceği için, cennettekilere cehennem ve içindekiler gösterilecek ki,
nasıl bir nimet içinde olduklarını bir an bile unutarak zevklerine gölge
düşmesin.

     Bunun gibi,
Cehennemliklere de cennet gösterilecek ki, nasıl bir zevk u safayı
kaybettiklerini görsünler de, nelerden mahrum olduklarını hatırlasınlar.
Böylece ülfet, ünsiyet ve alışkanlıklardan ötürü, çektikleri azapların
hafiflemesine fırsat bulamasınlar.

     İnsan gurbete
niçin gider? Daha iyi şartlarla vatanına dönmek için değil mi? Hatta senelerce
yabancı diyarlarda kaldığı halde, eli boş dönenin yüzüne tükürürler ve onu
kınarlar.

     İşte bizim de
dünyaya getirilişimizin sebebi; zıtların bulunmadığı cennet nimetlerini;
dünyada edindiğimiz zıtlar bilgisi sayesinde takdir etmemiz, kıymetini bilmemiz
içindir.

     Hani derler ya:
Gecelerin ne kadar uzun olduğunu, sen hasta olup yatağında ıztırap, acı ve
üzüntüden kıvranan ve bir türlü sabahı getiremeyen hastalardan sor.

 

 

 

 

 

 

Önceki İçerik‘Talibân Devleti’ Mi? (-I)
Sonraki İçerik‘Talibân Devleti’ Mi? (-Iı)
Avatar photo
1944 yılında İstanbul'da doğdu. 1955'de Ordu ili, Mesudiye kazasının Çardaklı köyü ilkokulunu bitirdi. 1965'de Bakırköy Lisesi, 1972'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. 1974-75 Burdur'da Topçu Asteğmeni olarak vatani vazifesini yaptı. 22 Eylül 1975'de Diyarbakır'ın Ergani ilçesindeki Dicle Öğretmen Lisesi Tarih öğretmenliğine tayin olundu. 15 Mart 1977, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Osmanlıca Okutmanlığına başladı. 23 Ekim 1989 tarihinden beri, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünde Yakınçağ Anabilim Dalı'nda Öğretim Görevlisi olarak bulundu. 1999'da emekli oldu. Üniversite talebeliğinden itibaren; "Bugün", "Babıalide Sabah", "Tercüman", "Zaman", "Türkiye", "Ortadoğu", "Yeni Asya", "İkinisan", "Ordu Mesudiye" ve "Ayrıntılı Haber" gazetelerinde ve "Türkçesi", "Yeni İstiklal", "İslami Edebiyat", "Zafer", "Sızıntı", "Erciyes", "Milli Kültür", "İlkadım" ve "Sur" adlı dergilerde yazıları çıktı. Halen de yazmaya devam etmektedir. Ahmed Cevdet Paşa'nın Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefası'nı sadeleştirmiş ve 1981'de basılmıştır. Metin Muhsin müstear ismiyle, gençler için yazdığı "Irmakların Dili" adlı eseri 1984'te yayınlanmıştır. Ayrıca Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nce hazırlattırılan "Van Kütüğü" için, "Van Kronolojisini" hazırlamıştır. 1993'te; Doğu ile ilgili olarak yazıp neşrettiği makaleleri "Doğu Gerçeği" adlı kitabda bir araya getirilerek yayınlandı. Bu arada, bazı eserleri baskıya hazırlamıştır. Bir kısmı yayınlanmış "hikaye" dalında kaleme aldığı edebi yazıları da vardır. 2009 yılında GESİAD tarafından "Gebze'de Yılın İletişimcisi " ödülü kendisine verilmiştir.