9.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1318

Ruhsal Zekâmızı Geliştirmek

Eskiden insan zekâsından bahsedildiğinde sadece zihinsel zekâ (IQ) anlaşılırdı. “Zihinsel zekâ
çözümleme, akıl yürütme, soyut düşünme, dil kullanımı, zihinde
canlandırabilme ve kavrama becerimizi” ifade eden bir kavramdı.

Son
senelerde bilim adamları farklı zekâ türleri olduğunu anlatan eserler
vermeye başladılar. En çok kabul gören tanımlamalar 4 zekâ türü
olduğunu; zihinsel zekâ (IQ) yanında fiziksel zekâ (PQ), Duygusal zekâ (EQ) ve ruhsal zekâ (SQ) nın da varlığını ifade ediyor.

Gözlemlerime göre doğuştan gelen bu yeteneklerin zekâ olarak tanımlanmış olması, genellikle kavramların doğru algılanmasını engelliyor. Bu kavramları kullanırken zekâ kelimesinin yetenek veya kapasite anlamında algılanması uygun olacaktır.

Bedenin fiziksel zekâsı (PQ),
onun herhangi bir bilinçli çaba olmaksızın yaptığı muhteşem işleri
tarif etmektedir. Bedenimizin solunum, dolaşım, sinir sistemleri,
korunma ve kendini yenileme mekanizmalarını düşününüz. Bir tek sayfayı
çevirmek veya öksürmek gibi basit görünen bir iş için 7 trilyon
hücrenin hayret verici fiziksel ve biyokimyasal koordinasyonu
gerektiğini hatırlayınız. İşte bedenimizin bu yeteneği, fiziksel zekâ
(PQ) olarak tanımlanmaktadır. 

Duygusal zekâ (EQ)
kişinin kendisini tanıması, kişisel farkındalığı, sosyal duyarlılığı,
empatisi ve insanlarla başarılı iletişim kurma becerisidir. Uzun vadede
duygusal zekânın başarılı iletişim, ilişki ve liderlik konusunda
zihinsel zekâdan daha doğru bir belirleyici olduğu anlaşılmıştır.

Ruhsal zekâ (SQ)
ise sonsuz olanla bağ ve anlam ilişkisini ifade eder. Vicdanımızın
parçası olan gerçek ve değişmez ilkeleri ayırt etmemize yardımcı olur.
Yani SQ için pusulamız diyebiliriz. Ruhsal zekâmız, diğer zekâ türlerine yol gösterip, yönlendirir. Bu sebeple diğer zekâ türlerinden üstündür.

IQ
bilgisayarlarda da bulunur. EQ ise insan haricinde diğer gelişmiş
memelilerde de bulunur. Ancak SQ sadece insanlarda bulunur ve insanı
insan yapan en temel yetenektir.

Bu yetenekler doğuştan gelir. Ancak geliştirilebilir. Yukarıdaki tanımlamaları aldığım 8. Alışkanlık kitabında yazar Stephen R. Covey
bunları geliştirmek için pratik birkaç yol teklif ediyor. Doğuştan
gelen 4 zekâ türünün hitap ettiği, yaratılışımızın 4 parçası için birer
tane basit (!) alıştırma yapmamızı istiyor:

  1. Beden için – bir kalp krizi geçirdiğinizi varsayın; şimdi buna göre yaşayın.
  2. Zihin için – meslek hayatınızın 4 yıl olduğunu varsayın; şimdi ona göre hazırlanın.
  3. Kalp için – bir başkasının onun için söylediğiniz her şeye kulak misafiri olduğunu varsayın; şimdi ona göre konuşun.
  4. Ruh için – Yaratanla her üç ayda bir baş başa görüştüğünüzü varsayın; şimdi ona göre yaşayın.

Nasıl, alıştırma kolay mı?

Şimdi istenen her bir alıştırmanın başka kelimelerle ifade edildiğini hatırlayalım:

İnsana
kendi bedeninin bir emanet olduğunu ve korunması gerektiğini; elinizde
bir fidan var ve kıyamete bir fidan dikecek kadar zamanınız varsa, o
fidanın dikilmesi gerektiğini söyleyen; hakkında konuştuğun kişi
hakkında bırakın gerçek olmayan şeyler söylemeyi (iftirayı),
hoşlanmayacağı gerçekleri dahi söylemeyi (gıybeti) yasaklayan bir
kültürün içinden geliyoruz. Bu kültürün temelini teşkil eden İslam’ın
günde beş defa yaratıcıyla baş başa görüşmeyi (namazı) neden farz
kıldığını bir kere daha düşünelim.

Öyle anlaşılıyor ki 4 zekâ türünü geliştirerek “sıradan insan” olmayı değil “büyük insan” olmayı seçmek istiyorsak, “evrensel insanlık ilkelerini” uygulamak gerek ve biz bunun için çok uygun bir kültürel iklimde yaşıyoruz.

Bizi “büyük insan” olmaya götürecek, yukarıdaki alıştırmaları basit hale getirecek olan, içimizde bulunan adına vicdan denilen ahlaki duygu veya içimizdeki ahlaki yasa ile davranışlarımızın birleşmesidir.

“Ruhsal zekâ”nın temel bileşenlerinden olan dürüstlük, yani kişinin kendi yüce değerleri ve vicdanına sadık olması “büyük insan” olmanın ilk şartıdır.

Hazreti Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözünün bütün dünyada sevilmesi, insan vicdanında yansımasını bulan evrensel dürüstlük ilkesinin bir sonucu değil midir?

Ey Müslümanlar şimdi kendinizi bir dürüstlük testine tabi tutunuz. Camilla Badr’ın şiirinde söylediği gibi “Hazreti Muhammed sizi ziyarete gelseydi”
bugün yaşadıklarınızın ne kadarını O’nun yanında yaşayabilir,
dostlarınızın ne kadarını O’na tanıştırmaya cesaret edebilirdiniz? “Can
atar mıydınız kalsın diye sizinle,/ Ta sonsuza kadar./ Yoksa… Derin
bir nefes mi alırdınız,/ Sonunda gitti diye.

Ve siz Atatürkçüler.
Tam bağımsızlık ülküsünün öncüsü M.Kemal Paşa sizi ziyaret etseydi,
bugün savunduğunuz neo-mandacı, neo-himayeci fikirlerinizi O’na
anlatmaya cesaret edebilir miydiniz?

Kendini “en iyi Müslüman” sanan tarikat ehli
kardeşler, Şah-ı Nakşıbend, Abdülkadir Geylani, Mevlana Celaleddin
sizleri ziyarete gelse, birçoğunuz Onların Müslümanlıklarını beğenmez
bir kısmınız da onlara benzemek için mevcut halini değiştirmez miydi?

Aynı sözler Hacı Bektaş Veli’nin ziyaret ettiği Bektaşiler, Hazreti Ali’nin ziyaret ettiği Alevi kardeşlerimiz için de geçerli. Bu zatların yanında mevcut fikir ve davranışlarınızın ne kadarını savunabilirdiniz?

“Öyle elbiseler gördüm içinde adam yoktu; Öyle adamlar gördüm üstünde elbise yoktu” diyor Hazreti Mevlana. Şimdi bu evrensel ilkelerin ışığında, önce kendimize sonra da elbiselerine bakmaksızın “adam” saydığımız herkesi yeniden değerlendirelim. İçimizdeki “büyük adamı” dışarıya çıkaralım. Sosyal hayatımızda da “büyük adam”ları arayıp bulalım. Sadece gerçekten büyük ve değerli olanları önemli yapmaya çalışalım.

Kısa Hac Anıları

Sevgili Dostlar,

30 Kasım 2007 de Marmara Balık restoranda güzel bir uğurlama yemeği
ile sizlerle vedalaşmıştık. Her arkadaşımız ayrı bir tarihte hac görevi
için Suudi Arabistan’a hareket etti.

Önce Mekke’ye gittik.

Bilindiği gibi bayrama doğru Hüccac Mekke’de toplanmaya başlar.
Dolayısıyla tavaf için Kabenin gittikçe kalabalıklaşacağını biliyorduk
ve elimizi çabuk tutmalıydık. Arefe günü Arafat’a çıkana kadar Temettü
haccı için niyet edenler önce umre yaparlar.. Bizde umremizi yaptık.
Arkasından yapabildiğimiz kadar tavaf yapmaya gayret gösterdik.

Kardeşiniz daha önce 1999’da bekar olarak Hac görevini yerine
getirmişti. Bu sefer hanımımla beraber olarak bu görevi yapmaya gittik.
Tabi şimdiden bir tavsiye mahiyetinde söylüyorum, şimdi niyetlensem
önce umre yapardım. Tecrübemi öyle kazanırım. Hem hacda kuyruk var. O
zaman tabi 30 günden kısa hac imkanı yoktu. Bugün imkanlar çok fazla
14-15 günden başlayan kısa hac yapmak mümkün. Eskiden yemekli değildi.
Şimdi gittikçe hüccac maddi imkanına bağlı olarak iki kişilik odaları
tercih ediyor. Tabi otel sayısı çok artmış. Hergün de artıyor.

Gelelim Mekke’ye. Orada Mustafa Toka Bey’le ve başka
arkadaşlarımızla görüşme imkanı da bulduk. Mekke’de hava genellikle
gündüzleri 28-30, geceleri de 21-22 derece idi. Dolayısı ile mükemmel
denecek hava şartları mevcut idi.

En çok koktuğumuz Arafat’a çıkıldığında geceleri geçen senelerde
olduğu gibi üşüme ihtimali idi.Böyle olmadı. Mükemmel bir hava vardı ve
hemen hemen çoğu hüccac hiç rahatsızlanmadan haccın bu farzlarını
yapabildi.

Haccın Farzları Arefe günü İhram giyinilmesi ile başlar. İhramdan
sonra iki rekat namaz kılınır ve hacca niyetleniş yapılır. Diğer
ibadetlerde olmayan bir şekilde Cenab-ı Hak’tan Haccı kolay kılması ve
kabul edilen Haclardan eylemesi dilenir. Daha sonra Arafat’a çıkılır
otobüslerle. Arafat’ta her ülkenin çadır yerleri ayrılmıştır. Bizde
bize ayrılan çadırlara gittik. Öğlene kadar telmiye, tekbir getirildi,
zikirler yapıldı, vaaz, Kuran-ı Kerim dinlenildi. Öğlen namazı vakti
girdiğinde öğlen ve ikindi cem edildi. Bir süre sonra vakfeye duruldu.
Bu hayatın en önemli anlarından biri. Çoğu kimse gözyaşı içinde. Sadece
kefen gibi iki havlu içinde herkes eşit ve Rabbiyle baş başa…

Akşam vakti girince Otobüslerle Müzdelife’ye hareket edildi. Burada
Mina sınırına yakın bir çadırda konaklama yapıldı. Yatsı namazı vakti
beklenildi. Akşam namazı zamanında kılınmayarak yatsı vakti girdiğinde
yatsıyla cem edilerek kılındı. Tabi cemaatle. Bir süre sonra Vakfeye
duruldu. Dualar, zikirler. Birkaç senedir Diyanetin aldığı karar
doğrultusunda Hüccac sabah saat 06’ya kadar büyük şeytanı taşlayarak bu
bölgeden uzaklaşıldı.

Şeytan taşlamada üç kat halinde geniş yollar yapılmış. Tek yönde
hareket mümkün. Yollarda oturma ve çadır kurma kaldırılmış. Artık
izdiham bitmiş denebilir. Yani geçmişteki sıkıntıların uzun bir süre
yaşanmayacağı kanaatindeyim. Haccın teknik altyapısı gittikçe
iyileşiyor. Böylece daha huzurlu bir ibadet yapma imkanı artıyor. İlk
gün müzdelife’de topladığımız 72 taştan (Bunlar nohut ile bakla
arasındaki büyüklükte) 7 adedi sadece büyük şeytana atılıyor. Burada
amaç gönülden samimi duygularla sembolik olarak şeytanı taşlamaktır.
Kimi terliklerini fırlatıyor veya taşların hepsini kızgınlıkla birden
fırlatıyormuş. Bunlar yanlış. Daha sonra Haremi-şerifte farz olan
ziyaret tavafı yapıldı. İki rekat tavaf namazına müteakip Safa ve Merve
tepeleri arasında say yapıldı. Otelimize döndük Her vakit namazımızı
ıskalamadan Kabe’nin etrafında Haremde kılmak nasib oldu Allah’a şükür.
Kurban kesilme haberini alır almaz traş olup ihramdan çıktık. İkinci ve
üçüncü günlerde üç şeytanı da taşlamak gerekiyor. Mekke’den ayrılmadan
önceki son tavafınız veda tavafı olmuş oluyor.

Mekke’den Medine’ye otobüslerle gidiliyor. 466 Km.7-9 saat arası
sürüyor. Orada havalar biraz daha soğuktu .Geceleri 8 derece. Burada
Peygamber efendimizin mezarı bulunuyor. O’na aldığımız selamları
ulaştırdık. Ravza’da ibadet çok heyecan verici. Medine Mekke’ye göre
çok daha planlı ve temiz. Gerçi eskiye göre temizlik her geçen gün daha
artıyor.

Hacıların da kalitesi yükseliyor. Oraya dünyanın her yerinden insan
geliyor. Muazzam bir iletişim oluyor. En eğitimli hacılar; Endonezya ,
Malezya, Mısır, Türkiye hacıları idi diyebilirim. Tabi az da olsa
batılı hacılar çok farklı. Türk hacılar da gençleşiyor. Hatta çok
sayıda bebek ve çocuklu hacı gördüm.

En üzüntü verici gelişme Mekke’de Haremin çevresinde dev otellerin
çok yakınlara yapılması. Hem Kabe’ye üstten bakılması, hem de namaza
duruş mekanını çok sınırlaması kötü.Para için bunlar
yapılmamalıydı.Manevi havaya tecavüz olmuş. Bu iş İslam konferansının
müdahalesini gerektirir diye düşünüyorum.

Tavaf yerinde de sıkışıklık oluyor.

Kişisel kanaatim Osmanlı revaklarının bir kısmı (Altınoluk ve
müezzinlik tarafı) yıkılmalı. Böylece tavaf yeri bir miktar rahatlar.

Arabistan’a dünyanın her yerinden mal geliyor. İsteriz ki
Türkiye’den alınanların artması için gayret gösterilsin. Muazzam bir
Pazar var. Her şeyi Çin ele geçirmiş. Çin’den Doğu Türkistan’dan da
epey hacı gördüm. İnşallah sayıları artar.

Orada yakınlarımızdan başlayarak ülkemiz ve İslam alemi için dualar
ettik. Gönlü olan herkesin Hacca gidebilmesini Cenab-ı Hak nasib etsin.
Aklından geçmeyenlerin gönlüne düşürsün inşallah.

Sevgi ve muhabbetlerimle.

Hac Esintileri – 1

Allah nasip etti, 2007 hac döneminde eşimle beraber hac vazifemizi
yaptık. İnşallah yüce Rabbimiz haccımızı kabul edilenler arasında
sayar.

Hacla ilgili süreçte yaşadıklarımızı sizinle paylaşmak istedim.
Sürecin başlangıcında gerek Aydınlar Ocağındaki gönül dostları çevresi,
çalıştığım özel sektördeki iş arkadaşlarım, Hereke’deki cami cemaati ve
yine Hereke’deki komşu ve dost çevremiz ile hemen hemen tamamı
Adapazarı’ndan yaşayan, eşimin ve benim akrabalarımızın göstermiş
oldukları yakın teveccüh altında ezildik. Ancak bunun altından aslında
bu teveccüh bize değil, yüce Allaha ve onun Habibi yüce peygamber
Muhammed Mustafa’ya olduğunu anladık. Ancak bu teveccüh gerçekten
tarifi imkansız bir yönelişti. O zaman rahatladık ve o teveccühü
gösterenlerin selam ve dualarını yerine götürmek en büyük
görevlerimizden biri olduğunu asla ihmal etmememiz gerektiğinin
bilincine vardık.

Şunu ifade etmek isterim ki Hacca, Umreye gidipte oralara yönelik
yanık düşünce ve dileklerini iletenlerin yanı sıra beni en çok
etkileyen oralara hiç gitmemiş ve muhtemelen gitme ihtimali de olmayan
helallik istemeye ve Allahaısmarladık demeye gittiğim insanların daha
sözümü bitirmeden “Benden Hz. Muhammed’e selam söyle diyerek
ağlayışları aklıma geldikçe hala gözümü yaşartır ve Allahım bu aşkı
bana da ver diye dua ederim. Tabii ki selam söyleme ve dua makamında bu
aşk ehlinin sözleri ve yüzleri ilk önce hayalimde canlandı.

Hep düşündüm “Allahım sana ve Resulüne bu kadar müştak olan bir
millet var mı acaba?” Hacısını bu duygularla gönderen bu millet
inşallah layık olduğu yerleri bulacaktır

Programımıza göre ilk önce 4 gün Medine’de kaldık. Söylenenlerin
etkisinde mi kalıyoruz acaba, bilmiyorum ama söylemeden edemeyeceğim
“Allahım o ne yumuşak hava ne rahat otel ne güzel insanlar o ne güzel
ibadetler o ne saygılı sevgili kalabalıklar.

Sabahları çekirge sürüsü Mescidi Nebevinin bahçesini işgal ediyordu.
Doğrusu ürktük ve rahatsız olduk. Ta ki kafile başkanımız Kartal Vaizi
Ali Arıcan “Şu gördüğünüz çekirgeler mübarek çekirgelerdir, sakın ola
ki üzerlerine bilerek basmayın. Bunlar Medine müdafaasında Osmanlı
askerinin yiyeceği olmuştur. İngilizlerin ve işbirlikçilerin muhasarası
altındaki Osmanlı askeri açlıktan kırılırken Fahrettin Paşa bu
çekirgeleri kavurup önce kendisi yedi sonra askerlerine yemelerini
emretti.” Şeklinde tarihi vakayı anlatıncaya kadar. Ondan sonra bu
çekirgelere başka gözle bakmaya başladık.

Medine, Yesrib iken Hazreti Peygamberin hicret etmesiyle Medinetül
Münevvere olan, Medinetün Nebi olan yüce şehir. Yok edilmeye çalışılan
ama başarılı olunamayan Osmanlı tren garı ziyareti hocamızın
anlattıklarıyla derin bir hüzne dönüştü. Osmanlı yıkılış döneminde
bütün dünya yapılamaz derken dünya müslümanlarının desteğiyle
Osmanlının yapmayı başardığı Hicaz demiryolunun bitiş noktası. Hicaz
demiryolunun bitiminden sonra kısa bir süre içerisinde Medine nüfusu
5-6 kat artıp cazibe merkezi oluyor. Ancak ardından gelen Vehhabi
zihniyeti ağırlığınca şilin verilen rayları söküp İngilizlere satınca
maalesef bu proje günümüze kadar atıl kaldı.

Arkasından yapmış olduğumuz Uhud ve Hendek ziyaretlerinde,
savaşların yapılmış olduğu bölgelerde yok edilen tarihi miras
yüreklerimizi oyuk oyuk etti. İskana açılmış olan bu bölgeler tarihin
mirasından hiçbir şey taşımayacaklar.

Devam edecek.

Hicri Yılbaşı ve Hicret

10 Ocak 2008 Perşembe günü, 1 Muharrem 1429 hicri yılbaşı…

Hicri Yılbaşının tüm insanlığa barış ve huzur getirmesi dileği ile yazıma başlamak istiyorum. 

Hicri yılbaşı Peygamber (sav) ve müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmelerini esas alan bir takvimdir.

Miladi takvim Hz. İsa (as)’ın doğumu ile başlar, bu takvimde bir sene 365 gündür. Dünyevi işlerimizi bu takvime göre yaparız.

Hicri takvim 622 yılında Medine’ye yapılan hicreti başlangıç kabul
eder 354 gündür. Ramazanın başlangıcı, dini bayramlar, hac vb ibadetler
bu takvime göre tespit edilerek yapılır. Hicri takvim miladi takvime
göre 10-11 gün kısa olduğundan her sene ramazan ayı ona bağlı olarak da
bayramlar 10 gün önce gelir. Böylece biz müslümanlar 4 mevsim oruç
tutmuş oluruz.

Müslümanlar Mekke’den Medine’ye niçin hicret etmişlerdir. İnsanlar
durduk yere niçin memleketlerini terk etsinler ki? Hz. Muhammed (sav)
peygamberlikle görevlendirilip islamiyeti açıkça anlatma emrini alınca
Mekkelileri bir tepenin önüne toplayıp; “Şu dağın arkasında düşman
ordusu var, size saldıracak desem bana inanır mısınız.” diye sordu ve
“evet” cevabını aldı. Yani doğruluğunu onlara topluca bir kez daha
tasdik ettirdi. İnsanlar onu “Muhammedül emin” olarak
nitelendirmelerine rağmen onlardan gelen evet cevabı üzerine
peygamberliğini onlara bildirdi. Bildirmesiyle beraber müşriklerin
elebaşları ve onların ayak takımları arasında kızılca kıyamet koptu.

O zamana kadar Mekke’nin ekabirleri tarafından sevilen sayılan ve
alaka gören şahıs artık kötü insan, dalga geçilen, alay edilen,
önemsenmeyen bir şahıs konumuna gelmişti. Burada üzerinde durulması
gereken bir kaç husus var.

1- Müşrikler onun peygamberliğini kabul etmekle beraber ona yalan
söylüyorsun Allah (cc) seni peygamber olarak görevlendirmedi
demiyorlardı. Onun doğru söylediğini de biliyorlardı.

2- Hz. Muhammed (sav)’in dürüstlükten başka sermayesi yoktu ki
kabile reisleri, Mekke’nin yöneticileri, etrafında bir çok kölesi
bulunan toplumun varlıklı insanları hep emir vermeye yönetmeye,
insanlara tepeden bakmaya alışanlar nasıl olurdu da Muhammed (sav)’in
emrine girebilirlerdi.

3- Peygamberlik gibi bir görev onlar ve onlar gibi zenginler ve
yöneticiler varken nasıl olurda bir başkasına verilirdi. Günümüzde de
böyle değil midir? Önemli makam ve mevkiler sıradan insanlara layık
görünür mü?

Kısacası Hz. Yakup (as)’in çocukları kardeşleri Yusuf’u nasıl
kıskanmış, haset etmiş, kuyuya atmak suretiyle onu cezalandırıp ondan
kurtulmak istemişlerse Mekkelilerde Hz. Muhammed’e aynı duygularla
bakmışlardı.

Kıskançlık ve haset zamanla düşmanlığa dönüşmüş. Mekke müslümanlar
için yaşanmaz hale gelmiş. Yusuf (as)’ın kuyusundan farksız olmuştu.

“Kul bunalmayınca Hızır yetişmez.” ifadesi gereği 620 yılında
Medine’den gelen bir grup insan müslümanlığı kabul eder bir yıl sonra
daha kalabalık gelen diğer bir grupta müslüman olunca bunlar
peygamberimizi ve diğer müslümanları Medine’ye davet ederler. Bu olaya
islam tarihinde AKABE biatları denir. Hicrete izin veren ayette inince
622 yılında hicret gerçekleşir.

Ne hazindir ki komşuları, arkadaş ve akrabaları onlardan farklı
inandığı için müslümanları yurtlarından çıkarıyordu. Peygamberi öldürme
kararı alıyorlardı. Oysa o peygamber müşriklerin kendine emanet
ettikleri değerli eşyaları sahiplerine vermek için Hz. Ali’yi o gece
evine bırakıyordu. Biz olsak acaba ne yapardık. Müslümanlar Medine’ye
geldiklerinde evsiz, yurtsuz başkasına muhtaç bir durumla karşı karşıya
kaldılar.

Bir tarafta dini için vatanını terk eden muhacirler, diğer tarafta
onlara gönlünü açan Medine’nin müslüman halkı ensarlar. Peygamberimiz
bir muhacirle bir ensarı kardeş ilan ederek onların inançları uğruna
yaptıkları fedakarlık sebebiyle mağdur olmalarını önlemiştir.

Medine’nin iki büyük arap kabilesi olan EVS ve HAZREC  kabileleri
arasındaki düşmanlık ve kan davalarını kaldırarak onları kardeş haline
getirmişti.

Medine’de yaşayan diğer kabile ve inanç mensupları ile bir antlaşma
yaparak her kesimin barış içerisinde yaşamalarını sağlamıştır ki buna
islam tarihinde MEDİNE VESİKASI denir. İslam dini Mekke’de yayılıp
güçlenince cemaat olarak Mekke’den çıkan müslümanlar devlet olarak
Mekke’ye geri dönmüş, kendilerini vatanlarından çıkaran insanları
affetmişler, intikam alma duygusuyla hareket etmemişlerdir.

Hicret müslümanların cemaat halinden devlet haline getiren yolun ilk adımıdır.

Toplum mühendisleri her devirde hesap yaparlar ama hiç bir zaman on
sene sonrasını göremezler. Kendileri dışında hesap yapan bir varlığın
hesabını hesaba katmazlar.

Hicri yılbaşının  size ve ailenize huzur ve mutluluk getirmesi temennisiyle…

İyi Seneler

Bilindiği gibi adettendir; yılsonu geldiğinde geçen yılın bir
muhasebesi yapılır ve gelecek yıla dair temennilerini herkes ifade
eder. Bende bu yazımı günün anlamına binaen bu konuya ayırmak, kendime
göre geçen yılın bir tahlilini gelecek yıldaki beklentilerimi siz
değerli okuyucularla paylaşmak istedim.

Bu yılın ülkemizi yönlendirmesi ve sosyolojik açıdan yeni bir sınıf
doğmasına sebep olması açısından en önemli kavramı kanaatimce “ılımlı
İslam”dır. Bu söylemin nereden çıktığına ve gelecekte nelere yol
açabileceğine daha önceki yazılarımda temas ettiğim için burada tekrar
değinmek istemiyorum.

Fakat sonuç itibariyle özellikle ekonomik gücü yüksek muhafazakar
kesimde yer bulan bu söylemin bir tezahürü olarak her anlamda gösteriş
ön plana çıkmış buna binaen tevazu azalmıştır. Sosyolojik açıdan
toplumdaki bu değişkenliği alt ve üst sınıflar arasındaki uçurumun
giderek açılması şeklinde ifade edebiliriz.

Bu yılın diğer bir önemli olayı şahsıma göre Papaz suikastleri ve en
son Hrant Dink cinayeti ile suçlu devlet ve suçlu toplum psikolojisinin
halk arasında yaratılarak toplumda irade kırılmasına sebebiyet
verilmesidir. Bin yılı aşkın bir süredir içerisinde daima farklılıkları
barındıran ve bu yapıyı koruyan bir millet olarak birdenbire bu tarz
olayların yaşanması milletimizin ve devletimizin farklı noktalara
çekilmek istenmesinin en önemli kanıtlarıdır.

Geçtiğimiz yıl yaşadıklarımızdan çıkardığım bir diğer sonuç ise iç
politikada “yerelliğin” dış politikada da “şeffaflığın” rol oynadığı
gerçeğidir. “Neden” diye soracak olursanız, yönetenlerin yönetilenlere
“ananı da al git”, “borç yiğidin kamçısıdır”, ”borç alan emir alır”
gibi hitap şekillerini, aynı şekilde yönetilenin de yönetene karşı
belli ortamlarda “çabuk süpürmeyin size faydalı olur” şeklindeki
ifadeleri kullanabilmesidir. Zira bu hitap şekilleri eskiden daha elit
bir kesim tarafından yapılan siyasetin, konuşma üslubuna kadar
yerelleştiğinin en bariz misallerini teşkil etmektedir.

Dış politikada ise artık tüm taraflar kartlarını bize karşı açık
oynamaktadır. Mesela Kıbrıs Rum kesimi devlet başkanı Kıbrıs için
getirdiği çözüm önerisinde Türklerin adada azınlık statüsünde yer
alması gerektiğine, Türk askerinin adada işgalci konumunda olduğuna
dair daha önce dile getirilemeyen iddialarını açıkça ifade
edilebilmektedir.

Bu durumun en son örneği olarak Ermeni hükümeti sözde Ermeni
soykırımıyla ilgili karşılıklı açılacak arşivler için öne sürdüğü üç
şartı görmekteyiz: Türk devletinin kendilerinden özür dilemesi, bugün
için 14 milyar dolar tutan maddi tazminat ödemesi ve iki devlet
arasındaki sınırların Sevr anlaşmasına göre yeniden düzenlemesi. Bu
şartlar yerine getirilirse arşivlerin açılıp konuyu tarihçilerin
aydınlatmasına izin vereceklerini beyan etmişlerdir!

Terör konusunda karşı tarafın almış olduğu mesafe yani olayın siyasi
boyuta taşınması, kendi topraklarımıza yapılan fiili saldırılara karşı
“izin almadan” harekete geçilememesi bu yılın sonunda devletimizin
geldiği nokta itibarıyla dikkat edilmesi gereken diğer önemli
hususlarıdır.

Tüm bu tablo neticesinde önümüzdeki sene gerek ekonomik gerekse
sosyal açıdan geçen seneye oranla daha sıkıntılı geçeceğini uzmanlar
belirtmektedir. Umarım en az zararla ve geçmişte yaptığımız hataları
tekrarlamadan yeni seneyi tamamlarız. Tüm dünya ve devletimiz için
“adaletin” uygulandığı nice seneler!

Saygılarımla…

Yeni Yıl

Bir yılı daha geride bıraktık. Yıl öyle çabuk geçti ki, geriye
baktığımızda sanki bir gün gibiymiş geliyor insana. Ömürler hep böyle
geçiyor işte. Bu yıl da hep kutlamalarla karşılandı. Bizim kuşak yeni
yıla girerken eğlenmeyi bir adet olarak gördü.

Baktığımız yeni yıl kutlamalarının bize batıdan geçmiş bir uygulama
olduğunu görüyoruz. Bizim kültürümüze pek uymayan ama zamanla
alışkanlık haline gelmiş bu kutlamalar yeni yıla kavuşma için
yapılıyor. Oysa ömrümüzden bir yılı daha kaybettiğimizin farkında
değiliz.

Batıcılılaşmayı her şeyiyle batılılar gibi olmak sanan bir kesimin
yeni yıla girerken batılılar gibi kutlamalar yapması, yani
televizyonlardan da izlendiği gibi alkol alarak kendinden geçip dekolte
kıyafetlerle dans etmeleri artık normal hale gelmiş.

Biz batıdan ayrı milletsel bizim de kendimize has örflerimiz
adetlerimiz bizim de ayrı bir insanmışız varsa biz niye onlar gibi
olalım. Bizim de millet olarak özel kutlama şekillerimiz var. Yeni yıl
kutlamalarımızın da aynı doğrultuda olması gerekmez mi? Tabi bu
kendiliğinden olmuyor. Üstelik halkın önde gelenleri popüler
sanatçıları ülkenin bir çok televizyon kanalından bizim ahlak
anlayışımızla bağdaşmayan hatta muhafazakar batı ülkelerinde görülmeyen
müstehcen sahnelerin yer aldığı görüntüler devam ettiği sürece onlardan
farkımız kalmaz.

Yılbaşı Hristiyan batının inançlarından doğan bir olay. Mensup
oldukları dinin Peygamberi olan Hz. İsa’nın doğum tarihi. Onlar
peygamberlerinin doğum yıldönümlerini kutluyorlar, bu onlar için tabii
bir olay. Biz Müslümanlar onların peygamberlerinin doğum yıldönümünü
niye kutluyoruz. Ama ille de yeni yıl kutlanacaksa bize has şekilde
kutlamamız doğru değil mi?

Bu uygulamaların bir şekilde değiştirilmesi gerek. Ülkenin milli ve
manevi değerlerine bağlı yöneticileri, sivil toplum kuruluşları, görsel
ve yazılı basın kuruluşları yani toplumumuzu yönelendiren önemli
mensupları bu olayı küçümsememeli. Kedimize has yılbaşı kutlama
şekilleri artık kaçınılmaz olmuştur.

Halkımızın örf ve adetlerine uygun inançlarına ters düşmeyen kutlama şekilleriyle yeni yıl kutlamalarına artık başlayalım.

Yeni yılınız kutlu olsun. Yeni yılda tüm okuyucularımıza sağlık mutluluk ve başarı dolu günler dileriz.

Haccı Anlamak

Değerli okuyucular.

Sizlerden bir ay  ayrı kaldım. Bu zaman zarfında kendimle baş başa
idim. Yaşadığımız bu çevrede yoğun bir trafikten olacak ki kendimizle
baş başa kalma fırsatı elde edemiyoruz. Hayatın akışı bizi rutin bir
mücadelenin içinde eritip duruyor. Günlerin ayların senelerin bile bu
kadar süratli geçmesine şaşırıyoruz. Hayatımızın hızla sonlandığının
farkına bile varamıyoruz. Daha çok işler yapacağız diye planlar
hazırlarken bir bakıyoruz ki hayatımız sona ermiş.

Bir mezar taşında okumuştum. Şöyle yazıyordu;

“Niçin burada olduğumu  anlayabilmiş değilim. Halbuki yapacak o kadar çok işim vardı ki.”

Bende aylar önce kuraya iştirak etmek üzere Müftülüğe müracaat
etmiştim. Meğer nasipmiş. İleri bir tarihte kura bana çıkabilir diye
düşünürken bu sene gidebilirsin dediler.

1 Aralıkta kutsal topraklara doğru yol aldık. Müthiş güzellikler
yaşadım. Geri dönüş tarihimiz olan 24 Aralık’a kadar yaşadıklarımı
burada hakkı ile anlatmam mümkün değil. Ancak yaşanarak anlaşılabilir.
Günde üç saat uyku ile yaşanan müthiş güzel bir 23 gün diyerek
özetlemek istiyorum. İnsanın kendini hesaba çektiği, Yaratanı ile baş
başa kalma fırsatı bulduğu, yaradılış sebebi olan kulluğun gereklerini
dolu dolu yerine getirebildiği 23 gün.

Sabrın sınırlarının zorlandığı halde, kendine hakim olmanın ne demek
olduğunun anlaşıldığı en güzel yer. Bir şehirde Kabei-Muazzama nın,
diğer şehirde Ravzai-Mutahhara’nın müthiş ihtişamı, ulviyeti ve
güzelliği insanı tarifsiz bir huzur içine çekiyor.. Sınırsız bir huzur
duyuyorsunuz. Bu beldede fiziğinizle nefsinizle aklınızla bir
hercümercin içerisindeyken orada tamamen ruhunuzla baş başa
kalıyorsunuz. Orda ruhunuzun şarj olduğunu, maneviyatınızın zevk
aldığını hissediyorsunuz.

Değerli okuyucular.

Bu görev her imkanı olan Müslümana farz olduğuna göre, görevi genç
iken yerine getirmek daha güzel. Zira hacc yapmak enerji istiyor,
dayanıklılık istiyor, sağlam bir bünye istiyor. Güçlü bir adale yapısı
istiyor. Bunun içinde gençlik gerek, İmkanınız varsa gençken bu farzı
yerine getiriniz. Yaş ilerledikçe iş zorlaşıyor.

Size oralardan hiç bahsetmedim. Bu sınırlı alanı kullanarak anlatmak
 mümkün değil. Görme özürlüye  kırmızıyı tarif etmek gibi bir şey.
Yaşamak gerekiyor. Şayet gitmek nasip  olurda giderseniz sizde
dostlarınıza benim gibi söyleyeceksiniz. Son olarak şunu
söyleyebilirim.

Orada yaşadığınız duyguları burası ile mukayese ettiğinizde
hayatınızda boşa harcadığınız ne kadar çok vakit olduğunun farkına
varıyorsunuz.

Haftaya inşallah görüşmek üzere..

Sen, Ben, Biz

Seminer ve Konferanslar bilgi edinme ve kişisel gelişim ortamlarının
en etkili olduğu yerlerdir. Fırsat buldukça bu tür ortamlara
arkadaşlarımızla birlikte katılmaya özen gösteririz. Seminerden
çıktığımızda yeni bir şeyler öğrenmenin hazzıyla motivasyonumuzun da
arttığını görürüz.

2007 yılının son haftasında katıldığım, “Yaşama Farklı Bir Açıdan
Bakabilmek; Öfke ile Baş Edebilmek” konulu seminerde, Prof. Dr. Doğan
Cüceloğlu’ nun güzel konuşmalarından derlemiş olduğum notları sizlerle
paylaşmak istiyorum.

Seminerde anlatılan konular bizim bildiğimizi sandığımız ama aslında farkına varamadığımız durumlardı.

Doğan Cüceloğlu seminerde kişinin varoluş sürecini ele aldı. Sen,
ben ve bizden bahsederek kişinin var olma durumunu üç şekilde inceledi.

Önce, ‘’Sen’’ dedi. Sen ifadesinin karşımızdakine ne anlamlar sunduğunu açıkladı.

‘’Sen’’ bilinci içindeki durum: “Ne emrederseniz onu yaparım; benim
başıma bir çoban gerekir, çünkü ben bir koyunum ve yaşamımı nasıl
yöneteceğime aklım ermez tutumu sergiler’’ dedi.

Sonra ‘’Ben’’ bilincini açıkladı.“Ben ne emredersem
onu yapmalısın; senin başına bir çoban gerekir, çünkü sen bir koyunsun
ve yaşamını nasıl yöneteceğine aklın ermez,” dedi.

Son olarak ‘’Biz’’ bilincini açıkladı. ‘’Biz bilinci içindeki durum üç farkındalığı yaşatır’’

a. Ben varım; benim sınırlarım ve sorumluluklarım var. Kimse bunu
görmemezlikten gelemez. Bir insan olarak yaşamıma devam edebilmem için
benim var olduğumun kabul edilmesi, sınırlarıma ve sorumluluklarıma
saygı gösterilmesi gerekir.

b. Sen varsın; senin sınırların ve sorumlulukların var. Kimse bunu
görmemezlikten gelemez. Bir insan olarak yaşamına devam edebilmen için
senin var olduğunun kabul edilmesi, sınırlarına ve sorumluluklarına
saygı gösterilmesi gerekir.

c. Ben ve sen etkileşim içinde olmak zorundayız; yani sen ve ben
birbirimize mecburuz. Seninle etkileşim içinde olmak benim için bir
seçim değil zorunluluk, senin benimle etkileşim içinde olman da bir
zorunluluk. Dedi.

Sen, ben, biz durumundaki davranış bilinci belli ki bizim farkında
bile olmadığımız çeşitli anlamları ifade edebiliyor. Davranış
bilincinin yüklediği anlamları düşünerek hareket ettiğimiz de ise
insanlarla iletişim durumumuzun sağlıklı bir zemine oturacağı kesin.

Biz bilinciyle hareket ederek neleri başarabileceğimizi de
düşünüyorum. Bir milletin kalkınmasında en büyük rol kişilere düşer.
Kişinin kendini iyi tanıması ve bilinçli olması halinde ailesinin,
çevresinin ve hatta toplumun bu durumdan etkilenmesi kaçınılmazdır.
Karşılıklı etkileşim sinerji oluşturur ve gelişim sağlar..

Peki ne demeliyiz toplumsal yaşantımızda? Doğan Cüceloğlu’nun ifadesiyle;

1- Ben varım; kendime olan saygımı kaybetmemeliyim!

2- Sen varsın; bu toplumda dini, dili, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun, her bir kişiye olan saygımı kaybetmemeliyim!

3- Merhaba insan kardeşim; dini, dili, ırkı,
cinsiyeti ne olursa olsun her bir insana, insan olduğu için, insan
insana bir selam vermeliyim, ilişki kurmalıyım!

İlişkilerimizin dürüst, sıcak, samimi olmasını ve biz bilinci içersinde yer almasını dilerim

Sosyal Devletsiz Talan Ekonomisi

Ülkemizde zaman zaman dikkat çekici şeyler oluyor. Her ne kadar
bunların bir kısmını komplo teorisi kapsamında düşünsek ve ciddiye
almamaya çalışsak bile; ateş olmayan yerden dumanın da çıkmayacağı bir
gerçektir. Son yıllarda ASELSAN ve TÜBİTAK gibi kuruluş mensuplarından
bazılarının şüpheli ölümleri dikkat çekiyor. Bu konuda TBMM’ne bazı MHP
milletvekillerinin soru önergeleri verdikleri görülüyor. Bu konu
mutlaka açıklığa kavuşturulmalıdır.

Geçenlerde Isparta’da düşen bir özel şirkete ait uçağın yeteri bakım
görmediği, hatta kara kutularının dahi arızalı olduğu basında geniş bir
şekilde yer almıştır. Devletin yerine getirmesi gereken birçok görev ve
sosyal fonksiyonların, ekonomideki devletin payının hafifletilmesi
gerektiği gerekçesi ile özel sektöre aktarıldığı görülmektedir. Aslında
birçok Batılı ülkede devletin ekonomideki payı bizden oldukça
yüksektir. Ancak, ülkemizde bilhassa son yıllarda devlet bir öcü ve
engel gibi gösterilmektedir. Birçok ülkede çok etkili olan “derin
devlet” sanki Türkiye’de çok etkiliymiş gibi takdim edilmektedir.

Özel sektörün kâr hırsının öne çıkması, kârı ençoklaştırmaktan öte;
zaman zaman sosyal sorumluluk duygusunu hesaba katmaması sorunlara
sebep olmaktadır. Özellikle eğitim, sağlık ve ulaştırma alanlarında
devletin sosyal sorumluluklarını ve kamu kaynaklarını devretme yanlışı;
eğitimin, sağlığın ve ulaştırmanın basit bir iktisadi mal arzı gibi
değerlendirilmesine sebep olmaktadır. Vatandaşın sadece basit bir
müşteri gibi görülmesi ve yolunacak bir tavuk gibi düşünülmesi ahlâk ve
gelenek dışıdır. Özellikle son senelerde iktidar, sosyal sorumlulukları
ve hizmetleri özel sektöre ve bazı belediyelere devrederek devlet
üstünden bunları zenginleştirmekle kalmıyor, bir ölçüde bütçe
açıklarını azaltıyor, ama olan vatandaşa oluyor. Devlete olan bakış
iktidarlar eli ile yıpratılıyor. Vatandaş kendini sahipsiz hissediyor.

Bir özelleştirme furyasıdır gidiyor. Üretim ve istihdamı arttırmak,
teknolojiyi yenilemekten çok borç ödemeye dönük bu sakat
özelleştirmeler; kamu kaynaklarını içerden veya dışarıdan birilerine
peşkeş çekme sonucunu doğuruyor. Önümüzdeki dönemde THY’nin
özelleştirilmesi, bazı özel şirket havayollarının sebep olduğu kazalara
benzer üzücü olaylarla acaba bizi karşı karşıya bırakmayacak mı? Sadece
kârı düşünen ve maliyeti en aza düşürmekle uğraşan bir anlayış; gerekli
bakım dahil birçok konuda ne ölçüde hassas olacaktır? Isparta’da düşen
uçak aslında bir alarm niteliğindedir.

Bilhassa mevcut iktidar döneminde ülkemizin “sosyal devlet”
özelliğini kaybettiği, işsizliğin arttığı, yoksullaşmanın yaygınlaştığı
ve bundan dolayı yeterli talebin oluşmadığı görülmektedir.

Yapılan bir araştırmaya göre; kamu yatırımlarının milli gelirdeki
payı AB ülkelerinde 2006 yılında ortalama %2.5 olmasına rağmen; bu
oranın ülkemizde 2007’de %1.8’e düştüğü görülmekte, 2008 için de
%1.6’ya çekilmesi gündemdedir. 2008’de eğitime yapılacak sabit sermaye
yatırımı kamuda %5.5 azaltılırken, özel sektör yatırımlarının bu alanda
kamu destekli olarak %26 artması, sağlıkta ise bu yatırımların kamu
için %1 azalırken, özel sektörde %15 artışı düşündürücü olmaktadır.
Eğitim ve sağlık alanları vatandaşın istismar edileceği bir pazara
dönüşmektedir. Devlet kaynaklarının, kamunun yerine getirmesi gereken
hizmeti yapıyor diye özel ve vakıf üniversitelerine aktarılması, devlet
üniversitelerinin ise yeterli kaynağı alamaması düşündürücüdür. Diğer
taraftan, mantar gibi biten ve sayıları patlama gösteren özel
hastahaneler ve bunlar yolu ile kamunun soyulması, iktidarı bile
harekete geçme zorunda bırakmıştır.

Henüz yeterli alt yapının tamamlanmadığı, gelir dağılımının oldukça
bozuk olduğu, iç ve dış borcun ekonomi ve dış politikada birer ipotek
olma özelliğini koruduğu, cari açığın büyük boyutlara ulaştığı, ihracat
rakamları ve artış oranı verilirken, ithalat rakamları ve artış oranın
nedense unutulduğu, her an ekonomik krizin ortaya çıkacağı bıçak
sırtındaki bir ekonomide devletin sosyal görev ve yükümlülüklerini bir
takım menfaat gruplarına ve bunların insafına, ihale ekonomisine teslim
edilmesi kabul edilemez. Kamu görevlileri ve memurları ile alay eder
gibi yapılan ücret artışları kamuda isteksizliği ve verimsizliği
arttırmaktadır. Bu yol kamudan kaçışı hızlandırmaktadır. Belki de amaç;
devlet üniversiteleri dahil kamu sektörünün içinin boşaltılmasıdır.

Bu görüşlerimiz özel sektör karşıtlığı değildir. Tam tersine özel
sektörü yıpratacak, onu yanlışlara sürükleyen, yozlaştıran bir
anlayışın çelişkilerini ortaya koymaktır. Türkiye’de özel sektörsüz bir
iktisadî hayat zaten düşünülemez. Bu şartlar altında istihdam yaratan
herkese saygı duyulur.

Pilini Bitirmek

Geçirdiğimiz Kurban Bayramı’nda tanıştığımız bir güzel insandan bir
öykücük dinledim. Daha önce duyduğumda beni sadece tebessüm ettiren
öykücük bu defa düşündürdü: Zenginlerden birinin birkaç uşağı vardır.
Bir gün diğer uşakların ve konuklarının da bulunduğu ortamda zengin,
uşaklardan birinin eline bir el feneri verip sigarasını yakmasını
söyler. Uşak fenerle sigarayı yakmaya çalışır. Uşağın aptallığına
gülerek eğlenen efendi, çevresindekilerinin de gülmesini bekler. Bu
davranışı insanlık onuru adına hazmedemeyen konuklardan biri uşağı
çağırır, ona: “Sigaranın fenerle yanmayacağını sen bilmiyor musun ki
böyle yapıyorsun, kişileri kendine güldürüyorsun?” der. Bunun üzerine
uşak: “Biliyorum, amacım onun pilini bitirmek.” diye cevap verir.

Siz, uşağın verdiği cevabı zayıf bir savunma gerekçesi kabul
edebilirsiniz. Bence bu cevapta güçlü bir istihza, dolaylı bir alaya
alma vardır. “Pilini bitirmek” sözünü deyim anlamıyla da düşünürsek,
güzel bir kinaye çıkar ortaya.

Hiçbir olumsuzluk, onu yapanın yanına kar kalmıyor. O, bir şekilde
size dönüyor. Kişilerin, attığı iftira ile karşılaşmadan veya
başkalarına yaptığı bir kötülüğü kendisinin de bizzat yaşamadan
ölmeyeceği inancı var bende. Her olay, kendi tepkisini fıtratında
barındırıyor. Gerçekleştirdiğiniz olayların tepki olarak size dönüşü,
bir gölgenin cismine olan yakınlığı kadar. Gecenin gündüze veya
gündüzün geceye mecbur olması gibi, her olay, orijini kendisinden
kaynaklanan başka bir tepkisel olaya mahkûm.

Öğrencilerime bir gün, dersi güzel anlatmamın, onlara iyi
davranmamın kendilerini önemsememle ilgili olmadığını söylediğimde
biraz tepki gösterdiler. Devam ettim: “Ben biliyorum ki, ben sizi
önemser, size yararlı ve model olursam, sizi donanımlı ve iyi insan
olarak yetiştirirsem, sizler de benim çocuklarımı hatta torunlarımı iyi
insan olarak yetiştireceksiniz. Sizler benim neslim için birer
öğretmen, mühendis, doktor olacaksınız. Sonuçta benim neslime hizmet
edeceksiniz. Kendimi önemsediğim için sizi yetiştirmek zorundayım.”
dedim. Neden-sonuç ilişkisine dayanan bu izah, öğrencilerimi tebessüm
ettirdi. İşin, gerçekte, doğrusu da bu değil midir?

Yaşamında birtakım güçleri elinde bulunduranlar, güçlerini
başkalarını ezmek veya kendi çıkarlarını korumak için bulunduranlar, bu
güçlerinin devamlılığından emin olmamalıdırlar. Onların, güç namına
kullandıkları yetki veya servet, bir gün boyunlarına geçirilmiş kement
olabilir. Eylemlerinin, kendi altlarını oyan bir etkinlik olduğunu bir
zaman sonra anlayabilirler. Hitler, Mussolini, Neron ve yakın
tarihimizde Saddam Hüseyin olağanüstü güce sahip idiler. Eylemleriyle
kendi sonlarını hazırladıklarını fıkradaki Temel gibi anladılar; ama iş
işten geçmiş oldu. İdama mahkûm edilen Temel’e son arzusunu sorarlar.
Temel: “Ha bu bana bir ders olsun.” der. Bir acizliğin, bir
çaresizliğin, bir pişmanlığın ifadesidir bu.

Dünya, bir vadi. Bu vadide söylediğin her söz yankılanıp, çıkardığın
her ışık, er ya da geç, yansıyıp seni buluyor. Attığı okun, bir gün
kendilerini vurmayacağını sananlar, yanılıyorlar. Yine, kendini akıllı,
âlemi aptal sananlar da yanılıyorlar. Böyleleri, zaman içinde, aptal
olduklarını anlıyorlar. Hayat denen girift süreçte hiçbir nitelik,
kişinin kalıcı özelliği olamıyor. Nitelikler, doğrular, yanlışlar
kişilere göre değişiyor. Söylenen hangi sözün, yapılan hangi davranışın
neye göre doğru olduğunu belirleyememek sıkıntısı bazen hayatımızı
kâbusa çeviriyor.

Dünya denen handan pek çok insan geçti. Bir gün biz de bu hanın
kapısını kendimiz için kapatacağız. Önemli olan, bu handa kaldığımız
sürece iyi işler yapmak, buradan güzel hatıralarla ayrılmak. Bunun
için, kendimize yapılmasını istemediğimiz bir işi başkalarına
yapmamalıyız. Rüzgâr ekenin fırtına biçeceğini bilmeliyiz. İnsanları
küçümsememeli, yaratılmışları Yaradan’dan dolayı sevmeliyiz. Sonu
gelmeyen ihtirasların, bize hatalar yaptıran şımarıklıkların esiri
olmamalıyız. Bunların zıddı bir uygulama bizi yüceltmeyecek; bilakis
aşağılık bir varlık haline getirecektir.