14.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Temmuz 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1308

Kürt Sorunu mu?

5 Kasımda Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush Washington’da görüştü. Başkan Bush’un zirve sonunda yaptığı açıklamada bir cümlesi dikkat çekiciydi: “Türkiye’yi anlıyoruz, teröre karşı işbirliği içinde olacağız. Irak’ın kuzeyinde istikrar(!) çok önemli. Biz gerekli istihbaratı vererek, nokta operasyonu yapılmasını sağlayacağız. Terörist örgütün etkisizleştirilmesine çalışılacak, bu arada Türkiye “Kürt sorunu’nun çözümü için adımlar atacak.”


Bush’un bu açıklamasına, Erdoğan’dan herhangi bir itiraz veya düzeltme gelmedi.


Demek ki, Türkiye istikrarı(!) bozacağı için, Irak’ın kuzeyine girmeyecek. Dış basındaki yorumlara göre, Türkiye “meşru savunma hakkı”nın kullanılması konusunda inisiyatifi ABD’ye bıraktı. Başka bir ifadeyle kapsamlı bir operasyon konusunda Türkiye engellendi. Neçirvan Barzani ile Hoşyer Zebari’nin “Görüşmenin sonuçlarından sevinçliyiz” açıklaması bu yorumu doğruluyor. Biz açıklamanın bu kısmını değil şimdilik “Kürt sorununu çözmek” konusunun ne olduğunu anlamaya çalışalım.


ABD, AB, PKK, DTP ve bazı yazarlara göre terörün gerekçesi “Kürt sorunu”dur. “Kürt sorunu” çözülmeden terör konusu çözülemez. Peki, ABD de PKK ve DTP ile aynı çözümleri mi düşünmektedir?


Önce büyük fotoğrafı görmeye çalışalım. ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında sınırlarının değiştirilmesini öngördüğü ülkelerden dördü üzerinden koparılacak toprak parçaları üzerinde “Büyük Kürdistan” kurulmasını planladığı ve bu projenin, Barzani/ Talabani ve Öcalan’ın tasavvurlarıyla örtüştüğü biliniyor.


“Büyük Ortadoğu Projesi ile ilgili en çarpıcı açıklama ABD’nin güvenlikten sorumlu danışmanı (Bugünkü Dışişleri Bakanı) Condoleezza Rice’ın 7.8.2003 Washington Post gazetesinde yayınlanan yazısında görülmektedir. “Transforming The Middle East – Ortadoğu’yu Dönüştürmek.” Rice bu yazısında Fas’tan Basra Körfezine kadar Ortadoğu’da bulunan 22 devletin rejiminin, sınır ve haritalarının değiştirileceğini, Türkiye’nin de bunların içinde olduğunu vurgulamıştı.”


Amerika Birleşik Devletleri Ordusu Generali General Wesley Clark Nisan 2007 de yaptığı bir röportajda ABD’nin hedefini açıklamıştı: “5 yıl içinde yedi ülkeyi ele geçireceğiz: Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan, İran…” (Wesley 1999-Yugoslavya Savaşı sırasında NATO Avrupa Müttefik Birlikleri Başkomutanıydı. 2004’te Demokrat Parti’nin Başkan adayı olarak gösterildi)


Ancak Türkiye bölgede önemli bir güç. Bölgede ABD ve İsrail’le iyi ilişkiler içinde bulunan tek devlet. ABD’nin yakın zamanlı planları arasında İran ve Suriye’nin durumu kritik. Bu bakımdan Türkiye ABD açısından kolayca feda edilemez. Öyleyse ABD’nin önemli kurumlarında hazırlanmış ve tesadüf (!) eseri açığa çıkan, bölünmüş Türkiye haritalarının uygulanması nasıl gerçekleşecek? Usuletle ve suhuletle. Yani bir yandan Türkiye’ye “stratejik müttefiklik” payesini verilecek, diğer yandan bölünmesi için gerekli yapısal zafiyetler içine düşmesini sağlayacak ince ayarlı bir politika uygulanacak.


PKK, “ezilen Kürt halkının temsilcisi” falan değil, ABD, AB ve İsrail’in büyük projesi içinde kendine düşen görevi yerine getiren bir piyondur. İtiraf edelim ki, bu güne kadar kendisine verilen görevi başarıyla yerine getirdi.


Medyada konu üzerinde fikir beyan edenlerin büyük kısmı ya kafa karışıklığından ya da kasıtlı olarak “terör” konusu gündeme gelince PKK ve yandaşlarının kullandığı kavramlarla konuşuyorlar. “Kürt sorunu” diye başlayıp “Kürt halkının yoksulluğu”, “kimlik” ve “kültürel haklar” diye devam ediyorlar.


Karşımızdaki bölücü terörü “Kürt sorunu” , yani “etnik sorun” olarak tanımladığınız zaman insanların sırf bir sosyal gruba veya etnisiteye mensup olduğu için, ayrıma tabi tutulduğunu, vatandaşlık haklarının kısıtlandığını kabul ediyorsunuz demektir. Türkiye’de kendisini Kürt olarak tanımlayan vatandaşlarımız için böyle bir ayrımcılığın olduğunu iddia etmek insafsızlık ve ciddiyetsizlik olur.


Ayrıca bugün bu vatandaşlarımıza verilen kültürel hakların, diğer Türk vatandaşlarının sahip olduğundan da fazlası verilse bile terörün duracağını söylemek mümkün değildir. Çünkü hedef Türkiye topraklarının bir bölümünde yeni bir devlet kurmaktır.


Sözde Kürt aydınlarından birinin ifadelerine bakınız. Hak ve özgürlük terimlerinin “Büyük Kürdistan” hayalleri için kullanılan kavramlar olduğuna ve BOP’a bağladıkları ümitlere dikkat ediniz:


“BOP’ta En Çok Yararlanacak Ulus, Kürt Ulusu Olacaktır… Ortadoğu’da Kürtler, ülkesi dört parçaya bölünmüş ve emperyal bir tarzda hükmedilen bir ulus konumundadır. Güney Kürdistan dışındaki bütün parçalarda, Türkiye, İran ve Suriye’de Kürt ulusunun tüm hak ve özgürlükleri gasp edilmiştir. BOP, Kürtlerin en çok yararlanacağı, projelenmenin hayata geçmesinde taraf olacağı bir projedir. Biz Kürtler, bu duyarlılıkla, BOP’a yaklaşıp, anlamaya, yorumlamaya, proje öncülerine yardım etmeye çalışmalıyız.”


Terörün sebebi “Kürt sorunu” imiş. Hadi canım sende…

Deyim, Bilim, Fare

0

—Üstadım, siz “pabucun dama atılması” deyiminin hikâyesini biliyor musunuz?


—Hayrola, Kertenkele! Deyimlere mi merak sardın; yoksa pabucunla ilgili bir sorunun mu var?


—Üstadım, bir televizyon programında öğrendim, pek hoşuma gitti.


—Anlat bakalım, deyimin hikâyesini.


—Osmanlılar zamanında şehir kethüdası yanına işten anlayan birini de alarak ayakkabıcıları denetliyormuş. Bir ayakkabıcının ayıplı mal yapıp sattığını tespit etmiş. Kendisini bunun için uyarmış ve kontrole bir daha geleceğini söylemiş. İkinci kez gittiğinde aynı ayıplı malla karşılaşınca, kendisine ağır bir ceza vereceği ikazında bulunmuş. Kethüda söz konusu ayakkabıcıya üçüncü kez gittiğinde esnafın ayıplı malı yapmaya ve satmaya devam ettiğini görmüş, laftan anlamayan ve insanları yanıltan bu ayakkabıcının bütün pabuçlarını yanındakiyle birlikte dama atıp onun bu işi yapmasını yasaklamış. Meğer “pabucunu dama atmak” deyimi, “birinin işine son vermek” anlamıyla bu olaydan çıkmış.


—Kertenkele, tebrik ederim; böylece tarihle de ilgini koparmamış oluyorsun. Sana deyim ve atasözü kültürün fazla olsun; daha seri düşünür, meramını rahat ifade edersin, derdim; beni dinlemezdin. Deyimler ve atasözleri bir milletin atalarından aldığı kültür mirasıdır. Bir toplumun büyüklüğünü, kültürel zenginliğini, dünya görüşünü, değerlerini, önceliklerini yansıtan kalıplaşmış veciz sözlerdir. Ancak tarihte iz bırakmış, büyük düşünen milletler böyle bir zenginliğe sahiptir. Yabancılar için de bir milleti tanımanın en pratik yolu, o milletin deyim ve atasözü dağarcığını incelemektir. Biz millet olarak bu yönüyle oldukça şanslıyız. “Zıvanadan çıkmak, püf noktası, kaş yapayım derken göz çıkarmak, küpünü doldurmak, gözden sürmeyi çekmek, iki dirhem bir çekirdek, cemaziyelevvelini bilmek…” deyimleri yaşanmış ilginç olayların hikâyelerinin özetidir. Hangi yaşta ve çağda yaşarsak yaşayalım aynı şeyleri yaşadığımız için deyimler canlılığını korumaktadır. Deyimler ve atasözleri aynı zamanda toplumun, kişilerin hayat kulvarının fotoğrafıdır.


—Üstadım, bazı deyimler zamanla ölecek herhalde.


—Deyimler, dilin bir enstrümanlarıdır. Dil, canlı varlıktır; dili oluşturan sözcükler doğar, gelişir, ölür. Dillerin kendisi de böyledir. Sanırım, senin aklına takılan bir şey var.


—Üstadım, “farenin kediyle oynaması” deyimini Japonlar dama atacak gibi.


—Neyi kast ettiğini bilmiyorum; ama deyim kullanımına hemen alıştın. Anlatımın daha canlı oluyor.


—Üstadım, Japonlar, farelerin beyin hücreleri üzerinde araştırma yapmış, farenin kediden korkmasına neden olan hücreyi öldürmüş, fareler kediden korkmuyormuş, hatta fareler kedilerle dalga geçmeye başlamış.


—Hayda! İşin şimdi rengi değişti. Bir deyimin canlılığını kaybetmesine değil, canlı fıtratı üzerine bu kadar oynanmasına üzüldüm. İnsanoğlu bu denli tecessüs sahibi olmamalı. Genler ve hücreler üzerinde oynanmasının korkunç boyutlara varmasından endişe ediyorum. Kontrolsüz tecessüs başımıza bela olacak gibi. Kalkan olması gereken bilim, art niyetli insanların elinde olursa, kılıç olur. “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” diyen Peygamberimiz, bilinmesi gerekenlerde de haddi aşmamayı ne güzel anlatmış. Bilim adamları, farelerin biyolojik niteliklerinin insana çok benzediğini söylerler. Bunun için genellikle fareleri kobay olarak kullanırlar. İnsanlarda korku duygusunun yok edileceği tezini, sanırım, önce farede görmek istemişlerdir. Bir an düşünelim, korku duygusu köreltilen bir insan ne olur? Bence bir canavar olur. İntihar bombacılarının önce korku duygusunu gideren uyuşturucular kullandığını unutmayalım. Birkaç yıl önce suni koyun üretilmişti yani koyun klonlanmıştı. Geçtiğimiz günlerde maymun klonlandığını duydum. Bunun üzerine büyük tartışmalar yaşanmış, işin ahlaki boyutu, sonuçları gündeme gelmiş. Bilim adamaları, hukukçular bir karara varamamışlar. Sırada insan klonlanması varmış. Laboratuar ortamında maymundan sonra insan üretmek, insanlığa ne sağlayacak? Bunun getireceği ahlaki, dini, hukuki, siyasi sorunların altından kalkabilinecek mi?


—Üstadım, siz bilimi önemsediğinizi, teknolojiye hayran olduğunuzu, her yeni buluşla insanlığın daha yüceldiğini söylerdiniz, ne oldu size böyle?


—Bilim, bana köstek değil, destek olursa; yaşama sevinci verip insan olma hazzı tattırırsa önemsenir. Yeryüzünde bu kadar aç, muhtaç insan varken gereksiz harcamaları anlayamıyorum. Birkaç gün önce, yıldız sistemi içersinde beşinci bir gezegenin bulunduğunu okudum. Çok büyük yatırımları gerektiren bu keşfin insanoğluna ne faydası var? Yaşadığı günün hakkını veremeyenlerin, yarınlara yatırım yapması ne kadar gerekli ve mantıklı? İnsan hakları veya hayvan hakları diye ortalıkta dolaşanlar niye, ne amaca hizmet ettiği belirsiz bu tür araştırmalara, yatırımlara karşı çıkmazlar? Yoksa onlar da “rant” madalyonunun arka ve masum yüzü mü?


—Üstadım, vermeyince Mabut, neylesin Kul Mahmut! Sizin bu dedikleriniz kaç kişide bilinç haline gelmiş. Bizler, yapılan her yeniliği ve gelişmeyi alkışlayan bizler, belki bir süre sonra yaptıklarından pişman olan bahtsızlar zümresinden olacağız. Siz ne güzel ifade ettiniz; ama biliyorsunuz ki, dünya gezegeninde ipin ucu p…un elinde.


—Kertenkele, deyim kullanmayı öğrendin. Sıra yaşadığın gezgendeki sosyal ve siyasal olayları kavramada…

Musibet

Bir musibet bin nasihatten evladır demiş büyüklerimiz. Atasözlerinin ne kadar doğru ve yerinde olduğunu herkes iyi bilir. Yukarıdaki cümle de aynı mantıkla değerlendirilirse son terör olaylarında şehit olan askerlerimizin tattırdığı acı ile birlikte toplumumuza çok şey kazandırdığına şahit oluyoruz. Her şeyde hayır arayan ve öyle inanan insanlarımız bunda da bir hayır vardır diyorlar.


Haksız sayılmazlar globalleşen dünyamızda toplumumuz etki altında kaldığı propagandalar sonucu adeta başka bir toplum haline gelmeye başlamıştı. Milli duyguların, kutsal kavramların unutulmaya zihinlerden silinmeye başladığı günümüzde şehitlerin oluşturduğu o mukaddes duygular uyanmaya vesile olmuştur inşallah.


Her yer bayraklarla donatılmış tüm araçlarda, tüm evlerin camlarında, balkonlarında bayraklar dalgalanıyor. Bayrak satıcıları talepleri karşılayamaz hale gelmiştir. Sokaklara baktığımız da insanlarımızın askerlerimizi nasıl sahiplendiğini, saldırının sanki bizzat kendilerine yapılmış gibi değerlendirdiklerini görmek milletimize has özelliklerini gösteriyor. Çocuğundan en yaşlısına kadar herkes vatanı için neler yapabileceğini ispatlıyor sanki.


Yediden yetmişe herkesin gösterdiği bu olağan üstü duyarlılık bizleri sevindirirken asıl önemlisi bu olayların birer sıradan terör olayı olmadığını bu insanlarımıza asıl gerçeği anlatmamızın önemli ve şart olduğunu bilmemiz gerek.


Bu olaylar yalnızca bir terör olayı değildir. Terör yalnızca bir araçtır ver amaca ulaşmak için birileri bu araçtan yararlanmaya çalışılmaktadır. Asıl amaç Türk devletinin parçalanması, bölünmesidir. Bilinen siyasi güçler ülkemizde her Türk vatandaşından ayrı tutulmayan Kürt kardeşlerimizi kandırmaya çalışarak onları ayaklandırmaya çalışmaktadırlar. Uluslararası bazı toplantılarda bu konunun gündeme getirildiğini çoğumuz biliyoruz. Bu güçler şimdilik kürtleri yarın bir başka etnik gurubu aynı metodlarla ayırmaya çalışacaklardır.


Farklı etnik kökenlerden olunsa da asırlardır aynı topraklarda yaşamış, aynı kaderi paylaşmış aynı havayı solumuş insanlarımızı birbirine düşürmeye çalışanların yapmak istediklerini anlayıp onların tuzağına düşmemek için halkımıza bu gerçekleri iyi anlatıp gereğini yapmalıyız. Hainlerin bizi birbirimize düşürecek provokasyonlara kanmayalım. Aynı vatanın evlatları olarak düşmanın ekmeğine yağ sürmeyelim.

Teşhis ve Tedavi

Teşhis, kim veya ne olduğunu anlama ve tanıma, araştırarak bir hastalığın ne olduğunu belirleme, adını koyma ve tanıma demektir. Tedavi ise aksayan bir şeyi düzeltme ve ıslah eyleme demektir.


Tıbbi bakımdan da iyileştirmek için ilaç vererek bakma ve gerekeni yapma denektir.


Bu iki kelimeden hareket ederek ülkemiz, dünyamız; düşüncemiz ve yaşayışımız hakkında bir fikir yolculuğuna çıkacak olursak nerelere uğramamız gerekir, hiç düşündünüz mü?


İşe nereden ve nasıl başlamalıyız hiç aklınıza getirdiniz mi?


Bu hayat dedikleri şey nedendir ki, bu kadar zor, sıkıntılı, ağır ve stresli… İşin gerçeği acaba bu mu, yoksa hayat güzel, yaşamak güzel, çalışmak güzel, üretmek güzel, yiyip içmek dolaşıp gezmek güzel mi? Güzel de bu kavgalar, dövüşler, savaşlar.. ölmeler ve öldürmeler ne o zaman?


Büyük balıkların küçük balıkları yutması, kuvvetliyim onun için ben istediğimi yaparım deyenlerin zayıfları ezim ezim ezmesi ne ve niçin? Evet öyleyse insan adına, toplum ve devlet adına dünyanın en büyüğü benim deyenlerin bunca canavarlaşması, yandakileri ve yandaşları değil, karşıda gördüğü insan ve toplumları yok etmek için bunca tuzakları kurması neden?


Siz insandan başka kendi nesline ve hemcinslerine hasım olarak düşmanlık yapan başka bir varlık biliyor musunuz? Bugün insanı huzursuz eden ve onun için problem olan yine insanın kendisidir. Bu da zıtlar bileşkesi insanın kendi fıtratından kaynaklanmaktadır. Fizik ve metafizik, ruh ve beden bir bileşke değil mi? Kanımızdaki lökositler ve eritrositler, akyuvarlar ve alyuvarlar bir bileşke değil mi? İşte bir bileşkede bileşenlerin kalitesi ne kadar önemli ise hacim ve miktarları da o kadar önemlidir. Bu demektir ki, teori ve pratik, nazariye ve ameliye, düşünme ve uygulama arasında denge kuramazsanız güzelim hayat size zehir olur.


Bugün insanlık aleminin teorisinin ve düşünce hayatının eşyanın tabiatına uygun olduğunu söyleyebilir misiniz? İnsanın bırakın çevre ile ilişkisini onun duruşu hakkında ne dersiniz, bugün insanın duruşu normal mi, insan acaba kendi olması gereken yerde duruyor mu?


Kuranda Nur Suresinin 26. ayetinde “Habis kadınlar habis erkekler için, habis erkekler de habis kadınlar içindir. Tayyib kadınlar tayyib erkekler için, tayyib erkekler de tayyib kadınlar içindir” buyrulmaktadır. Bu ayeti tevil ederek çağımıza ve bugün dünyada uygulanan sistem ve düzenlere uyarlayacak olursak kötü sistemler kötü insan üretir, kötü insanlar da kötü sistem kurar; iyi sistemler iyi insan üretir, iyi insanlar da iyi sistem kurar, diyebiliriz. Ben şahsen problemin bugün insanlığın yaşadığı Rönesans medeniyetinin sistem diye aleme sunduğu din-bilim hukuk ve ahlak zemininde mevcut olan yanlışlardan kaynaklandığı görüşündeyim. Onun için bu yanlışları doğrultup düzeltmedikçe insanlık alemine huzur gelmeyecektir.


İnsanlar fen bilimlerinin bilim, soysal bilimlerin ise din olduğunu fark edecekler. Fen bilimlerinde tüm insanlığın aynı düzende ve boyutta olduğu, her din mensubu birey ve toplumların ise kendi dinlerine göre şekillenip ona göre yaşadığı ve yaşaması lazım geldiği anlaşılmalıdır. Şeftali bahçesinden en iyi verimi elde edebilmek için uyulacak kanun ve kurallar tüm insanlar için aynıdır. Ancak aile, eğitim ve öğretim, sosyal yardımlaşma, savaş ve barış anlayışı, siyaset, toplum ve devlet yönetimi meseleleri değer yargılarına göre değişir. Çünkü değer yargılarının temelinde dini duygular, uygulamalar ve inanışlar yatar.


Onun için biz toplumdan topluma değişmeyen tabiat ve ilim dünyasını bir yere bırakarak sosyal bilimler ve deforme olup yabancılaşan ve zararlı hale gelen değer yargıları hakkındaki terim tarif ve tasniflerin yenilenmesi öneriyoruz. O sebeple de ailenin toplumun ve devletin hele hele şu yeniden araştırılıp anlaşılmasını istediğimi din, hukuk ve ahlak kural ve kaidelerin ve de sosyal bilimlerin yenilenmesini istiyoruz.


Bugünkü din-devlet, din-dünya ve din-hayat ahiret ayrım ve tasniflerinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Belki bu cümlemizden hemen din devleti mi gibi bir anlam çıkaran ve soranlar olabilir. Biz de hemen onlara İslam’da teokrasi olmadığını, devletin dine değil kazaya dayandığını ve siyasetin de tamamen bir hukuk iş olduğunu söyleyelim.


Sosyal bilimlerin din olduğu yönündeki görüşümüzü az önce yukarıda ifade ettik. Yalnız burada din derken İslam’ın hukuk olan tarafıdır. Bilindiği gibi İslam yalnız inanç ve ibadet yani din değil, aynı zaman da hukuk ve ahlaktır. O sebeple din devlet din dünya ayrımı veya tasnifi yerine biz din-bilim, birey-toplum, fert-devlet ve dünya-ahiret birlikteliği formülünü teklif etmek istiyoruz.


Bize göre Türkiye’mizde ve hatta tüm dünyada bütün dertlere ve tüm hastalıklara tedavi edecek ilacın formülü DİN x BİLİM = TEORİ PRATİK (DÜŞÜNME ve UYGULAMA)

Irak Bir Turnusol Kâğıdı

“Eskiden bir biz vardı, şimdi o biz nerede?”


Bombalar 3’e ayrılır: Suskunluk bombası, vurdumduymazlık bombası, ve bencillik bombası. Biri birinden sağır, biri birinden ağır. Bazı bünyelerin böbrek taşı gibi bomba yapma özelliği vardır. Hani WASP çocuklar boyayıp imzalar ya hediye kolisi gönderirmiş gibi akranlarına. Hani bazılarına da şeker, çikolata, oyuncak görüntüsü verirler ya büyük adamların oyunlarında çocuk kanı görmek isteyenler. Bizim bombalarımızın tamamında da milletimin her bir ferdinin milyon milyon fotokopisi vardır. İçinde o bombaların; aile albümü vardır, mısır cipsi vardır, çerez kabukları vardır, TV dizileri vardır, futbol maçları vardır, ‘aşkım’ muhabbetleri vardır, geğirti ve geviş getirme vardır. Hatta Edip Cansever’in ‘Masa’ şiiri vardır.


“Allah, komşuyu komşuya mirasçı edecek diye korktum” der Muhammed Peygamber. Hani bizim şefaatini dille dilendiğimiz, hani adı geçince fıs-fıs yapar gibi elimizi cüzdan yerinde mi diye üstüne getirip de salavatladığımız, hani karikatürüne hakareti affetmediğimizi sandığımız ve Ramazanlarda Sakal-ı Şerifinden başka hiçbir şeyini anlamadığımız.


Hani, muhtaç olduğumuz komşunun külü nerde? Şu yıkıntılar arasında mı? Hani, bir bedenin uzuvları olan kardeşliğimiz? Yüzbilmem kaçıncısını yaptığımız ‘Başörtüsü’ eylemi kadar kıymet-i harbiyesi yok mu işkenceden geçen yüzbinlerin; tecavüze uğrayan, koparılan, parçalanan, tarumar edilen milyonların?


Vahşi hayvan sürülerinin saldırısına uğrarken ümmet; hani o bizim ‘İslamcı’ gazetelerimiz, radyolarımız, radyolarımızın manevi abi’leri? Seçim yorgunluğunu atmak için Caprice molası mı verdiler? Siyah plakalı ve klimalı araçların direksiyonları Bağdat yoluna hiç mi kırılmayacak? Hani eşi kapalı diye Cumhurbaşkanı seçtirmeyenlere karşı dindarlığın %46.6 ‘ya taşındığını iddia edenler? Zulme rızanın zulüm olduğunu bilmeyen bir dindarlık mı bu? Yoksa haksızlık karşısında sadece Türkiye’de ve sadece 5 yılda bir sandıkta mı konuşur şu bizim dindarlığımız?


Peki, bizim dindarlığımız mı yükseliyor bu ülkenin borsaya hatta karaborsaya dönmüş sokaklarında yoksa ahlaksızlık ve hayasızlık mı? Boz atlı Hızır’la mı dans ediyoruz Allahaşkına? Hani der ya Karakoç:


“Namaz, niyaz, oruç, zekat, hep riyadır hep riya
Bir acayip ümmet olduk ey Resul-u Kibriya.”


Rabbim bizi bu riyakarlıkla muaheze etmesin. Ya Muhammed, biz seni kandırmaya çalıştık. Sana ta’zimin şeklini vücudumuza yedirir gibi yaptık ama kalbimiz ve kafamız hep nefsimizin şeytanlıklarındaydı. Bir zamanlar ‘Büyük Şeytan Amerika’ ezgisi modaydı 28 Şubat öncesi yeşil radyolarımızda. Şimdi şeytana külahını nasıl ters giydiririmin hesabındayız. İnandığımız gibi hiç yaşamadık ki zaten. ‘Yaşamıyor gibi yaşıyor’a inanmış gitmiştik. Evet Irak kocaman bir turnusol kağıdı.. Kardeşliğin, kaderdaşlığın, komşuluğun ve mazi birlikteliğinin, Hz Ali’nin, Hüseyn’in, İmam-ı Azam’ın günlük hayatında zerrece anlamı olduğunu iddia edenler beri gelsin. Zira diğer safların tamamı Vaşington’a çıkıyor.


Ulan, bir Iraklılarla Dayanışma Gecesi de mi yapılamaz? Mazlum kardeşlerimiz için kampanyalarda mı başlatılamaz? Her gün 60 – 70 kişinin katledildiği soykırımlara karşı Cuma namazı çıkışlarında gıyabi cenaze namazı da mı kılınamaz? Uykular bu kadar mı rahat, siyasal İslamcılık bu kadar mı kör-topal? Fe eyne tezhebun? Nereye bu gidiş, nereye kadar???


Bomba yağıyor
Kanlar akıyor
Sahte İslamcı
Camdan bakıyor


Hayırlı işler, bol güneşler..

Her Kürt PKK’lı Değildir

PKK 8 Askerimizi esir alıyor. Hükümet bu askerlerin akıbeti hakkında günlerce uğraşıyor.


Bir taraftan Irakta görevli Amerikalı komutan girişimlerde bulunuyor. Diğer tarafta bazı DTP milletvekilleri Irak’a geçiyor ve askerlerimizin iadesi için çalışıyorlar. Sonuçta Amerikalı komutanın girişimi ile 8 askerimiz iade ediliyor. Durum bundan ibaret mi?


Şu fotoğrafa bakın? Ortada pkk bayrağı ve etrafında TBMM milletvekilleri. Bunların hepsi pkk sempatizanı. Hatta pkk’nın meclisteki sözcüleridir. Çünkü Bunlar hiç bir zaman pkk ya terör örgütü diyememişlerdir. Bölücü başı Öcalan için “terörün elebaşısıdır” ifadesini kullanamamışlardır.Leyla Zana bölücü başına” başkan” diye hitap etmektedir.


DTP’li milletvekili Fatma Kurtulan halen pkk nın Irakta ki maliye bakanı sayılan piro lakaplı Salman Kurtulanın karısıdır. Kendisi “görüşmüyoruz, ayrıyız”. diyorsa da Salman’nın ailesi “hala evliler” diyor. Bu adamın Adana 6. ağır ceza mahkemesinde 9 yıldır devam eden davası vardır. Ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası ile yargılanmaktadır. Bu kadının bu fırsattan istifade Irakta kocası ile buluşmadığına kim inanabilir? Bunlara bölgenin insanı oy vermiştir. Bu oy verenler pkk lı olmasa ne olur. Seçtikleri kişiler pkk nın TBMM deki temsilcileri gibi hareket etmiyor mu? Katil Öcalan’ın affedilmesini talep etmiyorlar mı? Bu parti genel kurulunu yapıyor. Bu genel kurulda Türk bayrağı yok. İstiklal marşı söylenmiyor. Genel kurulunda İstiklal Marşı söylenmeyen bu parti hangi ülkenin partisidir?


Ben her Kürdün pkk lı olduğunu düşünmüyorum. Fakat DTP ye oy verenlerin bu partiye hangi maksatla oy verdiğini merak ediyorum. Bu Partiye verilen oyların dolaylı olarak pkk ya verilmiş sayılabileceği akla gelmiyor mu? Bu partiye oy verenler kahrolsun pkk diyebiliyorlar mı? Yoksa ben Kürdüm ve bu partiye Kürtlerin partisi olduğu için oy verdim mi diyorlar? Bu parti “ ben Kürt ün temsilcisiyim” diyemez. Söylemleri Kürtlerin genel istekleri değildir. Pkk yı benimseyen bazı Kürtlerin temsilcisi olabilirler. Aslında kafamda çok daha sert ifadeler var. Pkk denince sinirlerim acayip geriliyor. Şehit edilen Mehmetçiklerimizi düşündükçe içim acıyor. Dişlerim gıcırdıyor. Sabrıma güvenerek aklımdan geçenlere engel olmaya çalışıyorum. Diğer taraftan Ülkemizin bu kadar aciz duruma düşmesini de bir türlü kabullenemiyorum. İçimiz dışımız düşman dolu. Biz hala birbirimizi yemekle meşgulüz.


Aramıza nifak sokmak için sebep üretmeye çabalıyoruz. Hala daha demode olmuş kavramların peşinden koşuyoruz. Bazılarımız bazılarımızı ikinci sınıf insan gibi görüyor. Bazılarımız bazılarımızı bazı mekanlara yakıştıramıyor. Yıllar geçtikten sonra geri döndüğümüzde utanacağımız mantıksızlıklarla uğraşıyoruz. Gericilik yer değiştirmeye başlamaktadır. Yıllardır eskimiş kavramlara tutunmaya çalışanlar ilericiliklerini iddia ederken gülünç oluyorlar. Bazıları Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerini sadece kendilerine mal ediyor. İcraatlarını ise bu fikirlere tamamen zıt olarak düzenliyorlar. Rakip gördüklerini ise karşı görüşlü olarak damgalayıp sindirmeye çalışıyorlar.


Devleti dolandıranlar.hortumlayanlar. Bankaları bitirenler. Halkı sömürenler. Su gibi para harcayanlar. Vergi kaçıranlar. Askerden kaçanlar kimler?. Sorsanız hepsi kendisini çağdaş ve Atanın izinden gidenler tarafında görüyor. Atatürk “ bu devleti soyun soğana çevirin.Milleti ezin. Fakir hale getirin. Fakirliklerini sömüründe sırtından servetler edinin. Kendi kültürünüze sırt çevirin. Başka ülkelerin izimlerinden medet umun. Magazin olaylarla oyalayarak gençlerin beyinlerini boşaltın. Onları birbirlerine düşman edin.Ülkeyi dünyaya muhtaç hale getirin. Düşmanlarınızı TBMM sine kadar sokun. Çevrenizin güvenliğini korumak için başkalarından izin almak zorunda kalın mı.” dedi.Demedi ise nerede “Atatürk’ün izindeyiz.” sözlerinin karşılığı? Bu lafı söylerken ve düşmanların izinden gitmeye devam ederken hiç utanmıyor muyuz?.


Etrafımızda düşmanlarımız dolaşırken, öz be öz bizim insanımız olan. Vatanını savunurken Şehit düşen.Bayrağını ve ülkesini seven bu ülkenin asil insanlarını düşman ilan etmeyelim.


Aşırılığımız sadece hainlerin işine yarar.

“Var Mı, Yok Mu” Plâğı

Bazıları yine eski plâklara takılıp kalmışlar. Bize “Kürt var mı, yok mu”yu tartıştıracaklar. Sorun, bazılarının Kürt olarak genellediği Zaza ve Kırmançların varlığı veya yokluğu tartışmasını çoktan aştı. Artık klâsik ideolojik çatışmaların yerini önü açılmış milli devletlerde etnik çatıştırmalar aldı. Bu ülkeler etnik çatıştırmaya zorlanıyor. Çokkültürlülük dayatmaları, etnik farklılıklar kutsallaştırılarak sürdürülüyor. Bazıları Cumhuriyetimizin eşit vatandaşları olmaktan çıkarılıp kullanılmak ve imtiyazlı kılınmak isteniyor.


Bir emekli orgeneralimiz ise; Kürtlerin yok sayıldığından dem vurarak kültürel hakların uzun yıllar tanınmadığından şikâyet ediyor. Oysa, Kürt değil ama Kürtçülük sorunu kültürel hak taleplerini çoktan aştı. L. Zana’nın Herald Tribune Gazetesi’ne yaptığı açıklama ve DTP’nin son kongresinde belirtildiği gibi; sözde ayrı bayrak, ayrı meclis ve bölgesel yönetim talepleri gündemde. Egemenlik ve hükümranlık haklarımız paylaşılmak isteniyor. Milli bağımsızlığına, üniter devlet yapısına açıkça ve küstahça saldırıldığı ve hukuk devletinin işletilemediği bir ortamda bir emekli paşamız hâlâ “var mı, yok mu” tartışmasını aşamamış.


Biz genelde askerine -yanlışı da olsa- laf söylettirmeyen, haksız ithamlara karşı koyan, ordu-millet geleneğine sahip bir anlayışa sahibiz. Hayali bir AB süreci uğruna Brüksel’e hoş görünebilmek için, askeriyle kavgalı olduğunu dışarıya hissettirdiği oranda “aferin” alanların varlığını utanç verici buluruz. Emekli paşamızın yok sayıldığını belirttiği vatandaşlarımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlarıdır. Etnisiteleri ne olursa olsun; Türk Milletinin mensubudurlar. TC vatandaşlığını reddetseler, milliyetlerinin Türk olduğunu benimsemeseler, zaten vatandaşlıkta kalmamaları gerekir. Eğer TC vatandaşlığının hukuki, siyasi ve ekonomik imkânlarından faydalanılıyorsa; bir takım sorumlulukların da yerine getirilmesi gerekir. Zaman zaman devleti temsil edenlerin devleti yıprattığı, hükümet edenlerin bölücü-ırkçı terörü azdırdığı görülmektedir. Beş sene öncesi ile bugünü karşılaştırırsak, bu gerçekle karşı karşıya kalırız. Hayali ve ütopik bir demokratikleşme ve özgürlükleri genişletme uğruna milli güvenliği tehlikeye atmadığımız söylenebilir mi? Milli güvenlik tanımlarını bile demokratikleşmeye engel görüp değiştirdik. MGK’nun yapısını bozduk. Psikolojik Harp Dairesini devre dışı bıraktık. Terörle Mücadele Kanunu’nu kuşa çevirdik. Garip aflar çıkardık. Irak’ın kuzeyindeki bölücü, ırkçı terörü göz yumarak güçlendirdik. PKK ile uğraştırıldık; Barzani’ye yol açtık. Terör destekçilerini bizzat destekledik. Bunlara daha önce de pasaport vermiştik.


Sayın Başbakanımız, onlara “kardeşim” diye hitap etti. Örgüte; ovaya inip siyaset yapıp Meclise girmeyi tavsiye etti.


Bazı emekli askerlerimiz var. İsabetli görüş ve açıklamalarıyla kamuoyunu gerçekten aydınlatıcı hizmetler veriyorlar. Ancak, bazıları da var ki; çok şey bildiklerini ispat etmek gayreti içinde düşmana istihbarat sağlıyorlar ve sanki 2000’li yıllarda yaşamıyorlar. Kültürel hak talepleri çok gerilerde kaldı. Zaten amaç, ne kültürel haklar; ne de bölgesel azgelişmişliğin giderilmesiydi. Uyum Yasaları adı altında ve AB süreci içinde mahalli dilde yayın ve dil öğretimi serbest kılındı. Bazı olumsuzluklar var diye terör yolu seçilmedi. Kürtler değil; ama Kürtçüler Türkiye’ye karşı malzeme yapıldı ve kullanıldı; hâlâ da kullanılıyor.


Türkiye’de hiçbir kimse Türklüğü kendi inhisarına alıp bazılarını Türk kabul etmiyor değildir. Tam tersine bazıları ırkçı gerekçelere dayanarak milli kimliklerinin Türk olduğunu kabul etmiyorlar ve ilkel etniklik dar koridorundan kendilerini kurtaramıyorlar. Hem ırkçılık yapıp hem de demokratikleşmeden bahsetmek, önemli bir çelişkidir. Demokratikleşme ile ırkçılık ve ayrı millet, ayrı egemenlik talepleri bağdaşmaz. Milli devlet, milli mensubiyet şuuru arar. Bizim ayırmadığımız ve ötekileştirmediğimiz bazı vatandaşlarımıza bakışımızda çok dikkatli olmamız gerekir. Basit genellemelere gidemeyiz. Ancak, Kürt olarak isimlendirilen vatandaşlarımızdan da beklentilerimiz vardır. Hiç kimse Anadolu’dan Milli Mücadele ile kovduğumuz Türk ve İslâm düşmanı emperyalist güçlere tekrar davetiye çıkarmada vasıta olmamalıdır. Ayrı devlet, ayrı millet ve vatandaşlığı reddetme peşine düşen siyasilere destek olunmamalıdır. Milli bağımsızlık ve hükümranlık hakkı kimseyle paylaşılmaz.

İktidar ve TSK Birlikte mi?

Türkiye terörün yarattığı acılar içinde. Terörü ve çözüm yollarını daha iyi analiz edebilmek için bir yandan TV’lerde yapılan konuşma ve tartışmaları dinlerken, diğer taraftan Emekli Albay Erdal Sarızeybek’in “İhaneti Gördüm” kitabını okudum. Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu’nun kitabı “Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok” kitabını da okuyorum.


Doğu ve Güneydoğu hudutlarında on yıl görev yapan, Şemdinli’de üç büyük çatışmada bizzat bulunan ve “TSK Hizmet Madalyası” ile taltif edilen Emekli Albay Erdal Sarızeybek 10 Kasım’da Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın misafir konuşmacısıydı.


Terörü durdurmanın ilk şartı devletin bütün kurumlarının birlik içinde, stratejik plan ve organizasyonel bütünlük içinde görev yapmasıdır. “Bu topyekûn mücadele işi. Mücadeleyi planlayacak iktidar. İçinde ekonomik, sosyal tedbirler var, teşvikler var. Ne tek başına asker bu işi halleder, ne tek başına iktidar, ne de tek başına bir başkası.”


Erdal Sarızeybek’i dinlerken, Başbakan’ın emekli subaylara ve muvazzaf askerlere ateş püsküren konuşmasını düşünüyorum.


Başbakan, 30 Ekimde yaptığı grup toplantısında, şöyle diyordu:


“Zaman zaman bazı televizyon kanallarında görüyoruz, güya bu alanlarda tecrübe sahibiymiş. Çıkıp orada konuşanları görüyoruz. Yaptıkları tek iş var, tahrik etmek. Bunlar sadece tahrik memuru olarak görev yapıyorlar. Ve buradan çok açık, net söylüyorum, sıfatı ne olursa olsun, hangi görevde olursa olsun, ister emekli olsun ister muvazzaf olsun, kim olursa olsun. Açık ve net söylüyorum; bu ülkenin bunlar birliğine ve beraberliğine saldırmaktan başka bir şey değildir, bütünlüğüne saldırmaktan başka bir şey değildir. Sadece oraya gelip “acaba biz buradan hükümeti nasıl köşeye sıkıştırırız.” Yaptıkları iş bu. Kalkıp da televizyon televizyon dolaşmak suretiyle ülkenin birliğine kurşun sıkanlar kusura bakmasınlar karşılarında bizi bulacaktır, bunu da böyle bilsinler. Böyle bilsinler.”


Bu konuşmaya emekli generallerin cevapları oldu. Bunlardan birisi (1 Kasım 2007 Tarihli, “Sözcü” gazetesinden alıntı): “Emekli Tümgeneral Kudret Cengiz, Başbakan’ın sert üslubu üzerine şu satırları yazdı:


‘Zırt, pırt operasyon yapılmaz’ diyen ben miyim? Şehit yakınına ‘Askerlik yan gelip yatmak yeri değildir’ diyen ben miyim? Avustralyalı bir televizyona beyanat verip, 2005 yılı ortalarında Diyarbakır’a gidip, durup dururken; ‘Kürt sorunu vardır. Geçmişte bazı hatalar yapıldı, bunları yüzleşmeye hazırız. Sorunu daha çok demokrasi ve refah artışı ile çözeceğiz’ diyen ben miyim? 21 Kasım 2005’te: ‘Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Gürcüsü hepsi alt kimliktir’ diyerek, Türk Ulusu’nu kendi devletine, kendi vatanına alt kimlik olarak niteleyen, Türk Ulusunun egemenlik hakkına ortak çıkaran, ben miyim?


Elde silahla dolaşmaya gerek yok, silah bırak masaya gel’ diyerek, teröristleri masaya çağıran, ben miyim? En önemlisi, Avustralyalı bir radyoya beyanat verip Apo’ya, ‘sayın’, şehitlere ‘kelle’ diyen, ben miyim?


İktidarı açıkça “terörü bitirmek istememekle ve ihanet içinde olmakla” suçlayan (gerekçelerini “İhaneti Gördüm”de okuyabilirsiniz) ve “vatana ihanet kanunu” çıkarılmasını isteyen Sarızeybek’in ifadeleri ise daha da keskin: “İktidara iktidarı veren halktır, nasıl verdiyse öyle de geri alır. Halkın yanında Kemal’in askerleri vardır, Kemal’in gençliği vardır, demokrasi işte budur, çare tükenmez… İnanın bana bu yaptıkları yanlarına kâr kalmayacak. Bu hesap mutlak sorulacak.”


Bu cümleleri, Sarızeybek’in silahlı mücadelesi esnasında yaşadığı dramatik olayların; şehitlerimiz ve Onların kaybına yol açan yanlışların yüklediği ağır acılar ve öfkelerin anlaşılabilir bir sonucu olarak geçiştirmek mümkün müdür?


Osman Pamukoğlu’nun kitabında şu ifadelerin yer alması tesadüf müdür? “Türk gençleri; Ulu Önder’in hitabında yer alan “Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözünü hiç ama hiç akıllarından çıkarmamalıdır.”


Bu görüşlerin, bir kısım emekli subayda hâkim olduğu anlaşılıyor. Eğer bu ifadeler, muvazzaf subaylar ve Genelkurmay’ın görüşlerini de yansıtıyorsa durum çok vahimdir.


Türkiye ölüm ile sıtma arasında tercih yapmak durumunda bırakılmamalıdır. İktidar dâhil bütün sivil güçler ile TSK meşru zeminde, birlik ve bütünlük içinde, demokrasiden taviz vermeden görev yapmanın sorumluluğunu behemehal yerine getirmelidir.

Eğitim, Yine Eğitim

0

Geçen akşam, Otel Asya’daydık. Aydınlar Ocağı’nın aylık periyotlarla gerçekleştirdiği “Söz Sırası Gençlerde” toplantısının davetlisiydik. Konuşmacı, iki yıl öğretmenliğini yaptığım genç eğitimci adayı Hilal Barlak’tı. Hilal, bizi “Eğitim Ailede Başlar” başlıklı sunumuna konuk etmişti. Sunum, kısa; ancak özlüydü. Konuşmacının heyecanı ve katılımcı sayısı yüksekti. Konuşmacı da davetliler de işin önemine inanan, duyarlı kişilerdi. Sunum sonunda Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın başkanı Sayın Ahsen Okyar’ın zarif çağrısı üzerine ben de görüşlerimi salondakilerle paylaşma imkânı buldum:


Eğitim denen etkinlikte çocuk özne değil, nesnedir. Biz daha çok, belki kolayımıza geldiği için, nesne üzerinde yoğunlaşıyoruz. İstediğimiz sonucu alamayınca nesneden yakınıyoruz. Çuvaldızı kendimize batıralım. Her birimiz bazı zevklerimiz, ihtiyaçlarımız için, müzik kursu, resim kursu, boyama kursu, yabancı dil kursu gibi kurslar almışızdır. Peki, kaçımız evlenmeden önce aile kursu aldı, kaçımız çocuğumuz olmadan önce çocuk bakımı ve yetiştirme kursu aldı veya bunlarla ilgili bir kitap okudu? Sanırım, vereceğimiz cevap olumsuz olacaktır.


Kuracağımız aile, yetiştireceğimiz çocuk, bu zevklerimizden daha mı önemsiz? Yetkin olmayan bir özne, nesneyi nasıl yetiştirsin? Bir de şöyle diyelim: Saksıdaki çiçeğimizin, bahçedeki patatesimizin, tarladaki fındığımızın bakımı için ayırdığımız zamanı çocuklarımıza ayırıyor muyuz? Tarlaya bir patates, bir soğan için yılda en az üç kez giderken çocuğumuzun eğitim aldığı okula kaç kez gidiyoruz, öğretmeniyle kaç kez görüşüyoruz? Vereceğimiz cevap, buruk bir tebessüm olacaktır. Sonra, eğitimde, birden sonuç almak mümkün değildir. İnsan, dünyanın en zor eğitilen varlığıdır. Bu bir süreçtir. Saygın olmak isteyen birileri, bir gün devrin saygın bilginlerinden birine gider. Ona, kendisi gibi saygın ve bilge biri olmak istediğini söyler. Bilgin: “En az üç üniversite bitirmelisin.” der. Gelen bu kişi, tavsiye üzerine, üç üniversite bitirip yıllar sonra tekrar gelir. Ona: “Ben şimdi sizin gibi saygın ve bilge sayılır mıyım?” der. Aldığı cevap şudur: “Hayır, üniversitenin birini anneannen, diğerini annen, üçüncüsünü sen bitirecektin.” der. Eğitim, nesiller boyu sürecek ciddi bir iştir. Burada tercihin anneler üzerinde yoğunlaştığına da dikkat etmeliyiz. Eğitim, aynı zamanda bir sabır işidir. Her insan bir dünyadır. Eğitimin yöntemi, eğitilecek kişiye göre değişir.


Bir iş adamı, yılların yorgunluğundan sonra, ahir ömrünü rahat geçirmek için şehrin gürültüsünden uzak genişçe bir ev alır. Amacı sakin bir hayat sürmektir. Bir süre sonra evin arka tarafında bir okul olduğunu fark eder. Öğrencilerden birkaçı evlerine dönerken çöp kutusuna taş atarlar. Çıkan gürültü iş adamını rahatsız eder. Buradan taşınması mümkün değildir; eve çok para ödemiştir. Düşünür, bir gün tespit ettiği çocukları çağırır. Onlara: “Siz çok şirin çocuklarsınız, çöp kutusuna attığınız taşların çıkardığı seslerle eğleniyorum, sakın bunu ihmal etmeyin, her gün atın, ben bunun karşılığında size hafta sonu her birinize beşer dolar vereceğim.” der. Çocuklar, bu teklife pek sevinirler. Zaten bu işi yapmaktadırlar, beleşten beş dolar kazanacaklardır. Bir hafta çöp kutusuna zevkle taş atarlar, paralarını alırlar. İkinci hafta işadamı, çocukları çağırarak: “Size çok teşekkür ediyorum, ancak benim gelirimde bir azalma oldu, size verdiğim paranın ancak yarısın verebileceğim.” der. Çocuklar homurdanırlar; ama: “Olsun, nasıl olsa zahmetsiz kazanılan bir para.” derler. Üçüncü hafta geldiğinde iş adamı çocuklara mali sıkıntıya düştüğünü; her birine hafta sonunda ancak birer dolar verebileceğini söyler. Bunun üzerine çocuklar iyice öfkelenir: “Bir dolara bu iş yapılmaz.” diyerek taş atmaktan vazgeçerler. İş adamı, sabra dayalı bilgece bir yöntemle amacına ulaşmıştır.


Benden sonra, diğer katılımcıların da eğitimle ilgili görüşlerini paylaşmaları zenginlik oluşturdu. Gelişen teknolojinin, özellikle gençleri hitabet özürlü yaptığı bir dönemde böyle programların yapılmasının çok yararlı olduğunu ifade etmek zorundayım. Kocaeli’nin, gençlerimizin, ailelerimizin, ülkemizin, insanlığın buna ihtiyacı var.

Kişi Yediğinden İkram Eder

Şah İsmail Osmanlı ile sürtüşmek için sebepler icat etmektedir.Yine bir gün Yavuz Sultan Selim Han a ikram edilmek üzere saraya bir sandık gönderir.Sandık saray erkanı huzurunda açılır.İçinde değerli mücevherler vardır.Bu arada sandıktan çıkan kötü kokular etrafa yayılmaktadır.Saray erkanı birbirine bakışmaktadır.Koku gittikçe rahatsız edici boyutlara varmaktadır.Yavuz sultan da mütereddittir.Sandığın içindeki mücevherlerin çıkarılmasını emreder.İstek yerine getirilir.Mücevherler tek tek boşaltılmaya başlanır.Kokuda giderek artmaktadır.Mücevherlerin tamamı sandıktan çıkarılınca geriye kötü kokulu hayvan dışkısı kalır.Ortalıkta çıt çıkmaz.Herkes celalli Yavuz un nasıl kükreyeceğini bekler.Yavuz Sultan Selim öfkelidir.Fakat o derecede sakindir.Zeki padişah Şah İsmail in maksadını anlamaktadır.Temkinli olmayı elden bırakmaz.Zira sefer için müsait ortam yoktur.Şimdi sabır zamanıdır.Baş vezirine;”Bize yakışır şekilde cevap verelim” diye emreder.


Sah İsmail e gönderilmek üzere bir sandık hazırlanır.Sandığın tabanına gül lokumu konur.Etrafı değerli kumaşla kaplanır.Kumaşlara da gül kokusu sindirilir.Daha sonra sandık tamamen değerli taşlarla ve takılarla doldurulur.Elçiler nezaretinde Şah İsmail e gönderilir.


Elçi sandıkla birlikte, Şah İsmail den huzura girmek için izin ister.Cihan padişahı Sultan Selim Hanın hediyesini getirdiğini söyler.Şah İsmail meraktadır.Acaba gönderdiği hediyeye Yavuz Selim Hanın cevabı nasıl olacaktır.Elçiyi huzuruna kabul eder.Elçi tazimden sonra getirdiği sandığı açmaya başlar.Sandığın kapağının açılması ile ortalığa nefis gül kokuları yayılır.Sah İsmail şaşkındır.Etrafındaki zevat hayretler içerisindedir.Çünkü şah İsmail in Yavuz Sulta Selim Han a ne gönderdiğini bilmektedirler.Elçi nadide mücevherleri teker teker çıkarıp Şah a takdim eder.Ortalıkta derin bir sessizlik vardır.sadece mücevherlerin şıkırtısı duyulmaktadır.Bir müddet sonra mücevherler biter.Geriye bir kutu kalır.Elçi dikkatlice kutuyu açar.İçinde gül lokumu vardır.Şah İsmail in hayreti giderek artar.Elçi lokumdan Şah a ikram etmeden önce bir tanesini kendi ağzına atar.Bu usul lokumun zehirli olmadığını kanıtlamak içindir.Sonra lokum kutusunu Şaha uzatır.Şah içinden birini ağzına atar.Lokumun nefaseti mükemmeldir.Şimdiye kadar böyle lezizini yememiştir.Başı ile memnuniyetini belli eder.Ardından birkaç tane daha yer.Kutuyu kapatır.Fakat endişelidir.Kendisinin gönderdiği sandığın cevabının bu olması onu endişelendirir.Zeki adam bir şeyler daha bekler.Elçi sandığın içinden bir name çıkararak Şaha uzatır.Usul üzere geri çekilerek bekler.Şah nameyi tereddütle alır.Bilir ki işin sırrı buradadır.Nameyi yavaş yavaş kabından çıkarır.Okumaya başlar.Name çok kısadır.Bu kısa namede Cihan imparatorunun şanına yakışır bir cevap vardır.


Kişi yediğinden ikram eder.


Bu tarihi hadise bazen sayfalarca yazının yerini tutmaktadır.


Zaman zaman bizde nice pisliklerle karşılaşıyoruz. İş bize düştüğünde pisliğe pislikle mukabele etmek terbiyemize yakışmıyor. Sadece sabrediyoruz.Önceleri sabrın bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. Ne kadar kıymetli olduğu zamanla anlaşılıyor.


Peşimizde fino köpeği gibi dolaşıp bizi adım adım izleyenler var.En küçük bir açık bulduğunu zannettiklerinde hemen birilerine telefon edip yalan yanlış bilgileri cümle aleme ilan etmeyi sabırsızlıkla bekliyorlar.Aksi çıkınca mahcup ta olmuyorlar.Çünkü onların kuyruk acıları var.Bir de düşmanlıklarını açıktan yapabilseler o zaman bu tipleri tanımak daha da kolaylaşacak.Karaktersiz adam korkak oluyor.Kalıp kıyafetle de erkek olunmuyor.


Diyeceksiniz ki bu laflar kimlere.


Emin olun onlar kendilerini biliyor.Bu laflar genele değil sadece özele.Onlar uzakta değil,yakınımda.Kafaları kumda iken popolarının açıkta olduğunu göremiyorlar.Onlar beni tanıyor.Ben onları tanıyorum.Allah onları ıslah etsin.


Yukarıdaki tarihi hadise benim cevabıma tıpa tıp uyuyor. Benim de cevabım kısa:


Kişi yakıştığı gibi davranır.