23.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1308

“Ulusal Egemenlik” ve Kemal Bey

Ermeni diasporası tarafından sözde Ermeni soykırımının sembolü olarak Ağrı Dağı yerine kullanılan Ararat Dağı ifadesinin, MEB 11. sınıf coğrafya ders kitaplarında kullanıldığı ortaya çıkmıştır. Bu büyük yanlışı, gaflet örneğini ortaya çıkaran Türk Eğitim-Sen Genel Başkanı Sayın İsmail Koncuk’a teşekkür ederiz. Ciddiyetsizlik ve sorumsuzluk örneği olan bu yanlışı acaba Ermeni Milli Eğitim Bakanlığı yapar mı? Eğer siz, milli duruşu, milli değerleri ve milliyetçiliği dışlarsanız; dışarıya hoş görünmek peşindeyseniz; bu gibi affedilmez yanlışları bolca yaparsınız. Eğer, dıştan destekli bir takım vakıfların güdümündeki vakıf ve kuruluşların etkisine girerseniz; daha da büyük yanlışlar yaparsınız. Sayın Başbakan bir ara “Türkiye, sadece Türklerin değildir” ifadesini kullanmadı mı? 


Bu büyük yanlışlar son senelerde oldukça arttı. Milletlerarası toplantıların Türkçe isimleri yerine sadece İngilizce isimleri kullanılır oldu. Ecevit Hükümeti’nde Sayın Bostancıoğlu’nun Milli Eğitim Bakanlığı döneminde de meslek okulları diplomasının üstünde garip bir ay-yıldız vardı ve sonra değiştirildi.


***


Geçen hafta içinde milli tarihimizin üzücü ve düşündürücü sayfalarından birinin 89. Yıldönümüydü. Milli şehit Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey dış baskılarla 10 Nisan 1919 tarihinde Beyazıt Meydanı’nda idam edilmişti. Bilindiği gibi; bu aziz şehidimiz Atatürk’ün teklifiyle TBMM tarafından milli şehit ilân edilmişti. Ermenilere kötü muamele yapılmasını önleyemediği iddialarıyla daha önce beraat etmiş olmasına rağmen; Divan-ı Harb’e verilmiş, haksız suçlama kılıfına uydurularak idam kararı çıkarılmıştır. Bu asil vatan evlâdının son sözleri “Allah, vatan ve millete zeval vermesin. Üç çocuğumu millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın millet” idi. Kabri başında yapılan anma toplantısına vefalı ve kadirşinas vatandaşlarımız katıldı. Kemal Bey, rahmetle, saygıyla ve dualarla  anıldı. Vatan için hayatını seve seve veren Kemal Bey’ler unutulmadığı, unutturulmadığı ve bu acı olaylardan ders alınabildiği sürece geleceğimizi kurtarabiliriz.


Zaman tünelinde dünden bugüne bağlantı kurduğumuzda, bugün dünden pek farklı değildir. Yabancılara hoş görünebilmek, onların şerrinden kurtulabilmek uğruna Osmanlı, bir kaymakamını, çeşitli kamu görevlilerini ve askerlerini göz göre göre feda etmiştir. Dışarıdan kumandalı ve destekli, şımartılmış ve imtiyazlı kılınmış bazı ihanet odakları dün de bugün de görev başındadır. Bugün de Brüksel’in memurları sömürge müfettişi gibi aramızda dolaşıyor, her şeyimize karışıyorlar. Bugün hayali bir AB üyeliği uğruna Türkiye ile oynanmakta; gurur ve haysiyet kırıcı beyanlara ülkeyi yönetenler ses bile çıkartamamaktadırlar. Türkiye’nin, milli devlet anlayışından uzaklaştırılarak Sevr şartlarına uydurulması, demokratikleşme ve özgürleşme olarak takdim edilmektedir. Türksüz, milliyetsiz, aşırı liberal, ısmarlama ve tepkici anayasa taslakları gündemdedir. TCK’nun 301. Maddesi bazılarını rahatsız etmektedir. Hakaret serbestisi istemektedirler.  Petrol ve vakıflar yasaları çıkarılmış; sıra egemenliğin devrine, zorla birleştirilerek KKTC’nin buharlaşmasına sebep olabilecek bir Kıbrıs modeline gelmiştir. Bunlara ilâve olarak; inanç dünyamız üzerinde Vatikan patentli, İslâm’ı ve Peygamberimizi dışlayan, Müslümanları devşirme amacı taşıyan diyalog tuzakları bulunmaktadır.


 Son olarak; Washington, Sulukule’nin istimlâkına bile karışmıştır. Yargımız, dış baskı altına alınmıştır. Aslında, 89 yıl önce gerçekleştirilen idamla Kemal Bey’in değil; Osmanlı’nın ipi çekilmiştir. Bugün ise; sindirilmeye, bastırılmaya ve tepkisizliğe mahkum edilmek istenen, medyanın büyük çoğunluğu tarafından yanlış şartlandırılan “Yol Ayrımındaki Türkiye” gerçeği ile karşı karşıyayız. Dün saltanatın merkezi İstanbul’du ama; yöneten merkezler farklıydı. Bugün de merkez Ankara’dır ama; acaba Türkiye Ankara’dan mı yönetilmektedir?


Dün nasıl ki Ermeni sorunu Ermenilerin değil; Ermeni terör örgütlerini kullananların sorunu ise; bugün de ırkçı Kürtçülük sorunu Kürtlerin değil; onları kullanmak isteyenlerin sorunudur. Anadolu’da hilâle karşı haçın mücadelesi iyice ortaya çıkmıştır. Yeter ki bu farkedilebilsin. Biz bu şartlar altında “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nın 88. Yıldönümünü idrak edeceğiz.      

Konuşabilme Yeteneği

Hayat sahnesinde başarılı olabilmek için gerekli bazı becerilere sahip olunmalıdır. Bu beceriler Allah tarafından lütfedilmiş, doğuştan verilmiş becerilerde olabilir. Sonradan, çalışılarak elde edilen becerilerde…


Şüphesiz, hepimizin en çok eksikliğini hissettiğimiz konu, kendimizi ifade etme durumumuz olan konuşma becerimizdir. İster öğrenci, ister siyasetçi, ister yönetici hangi durumda ve konumda olursak olalım, en çok kendimizi ifade etme konusunda çekincemiz var.


Peki, neden konuşmakta güçlük çekiyoruz.?


Eğer konuşmakla ilgili fiziksel bir problemimiz yoksa tek cevap konuşmadığımız için olacaktır. Bu sebeple öncelikle neden konuşmadığımızın cevabını aramak gerekir. Yetişme biçimimiz ise, bizim neden konuşamadığımızı açıklıyor.


Düşünsenize; Çocukken evdeki büyüklerimize fikir beyan etsek, onların yanlışlarını ifade etsek cevap’’Sen sus, sen anlamazsın. Daha küçüksün’’ cevabı almıyor muyuz?


Okulda öğretmeninize bir şey söylemeye kalksanız cevap, Büyümüş de küçülmüş. Hele öğren de ondan sonra…’’ demiyor mu?


Çalışırken amirinize bir şey söyleseniz tepki, ‘’Bu kadar yıllık tecrübemiz var. Sana mı sorduk? Olmuyor mu?


Sosyal yaşamda,’’Niye? Deseniz, sesini yükseltme, düzen sarsılır! O sarsılırsa ben de seni sarsarım… Bu cevaplarla büyüdük muhtemelen. ‘’Acaba neden konuşamıyoruz?’’ un cevabı belli olmuştur umarım.


Neden konuşmadığımızın yanında, herkes her türlü yeteneğe sahip olarak dünyaya geliyor diye de, bir durumda söz konusu değildir. Bu şekilde dünyaya gelenlerde kendilerini şanslı hissetmelidirler. Çünkü Allah onlara bir lütuf sunmuş. Bu kimseler kendilerine bahşedilen yetenekle birlikte anlatacaklarını çekinmeden çok güzel bir şekilde ifade edebilirler. Doğuştan güzel konuşma becerisi gibi bir yeteneğe sahip olmayanlar ise bunu sonradan çalışarak öğrenebilirler. Bu kimseler içinde önerebileceğimiz birkaç şey olabilir.


İşe öncelikle cesaret ve istekli olmakla başlanmalıdır. Kendinizi ifade etmenin size temin edeceği faydaları düşünerek, kendinize olan güveninizi artırarak konuşmanın size neler kazandıracağını, size ne kadar dost temin edeceğini düşünmek sizi istekli hale getirecektir.


Konuşulacak konuları önceden belirlemek gerekir. Önceden düşünüp ne söyleneceği tasarlanmadıkça, dinleyiciler karşısında rahat olunamaz. Bu durum konuşacak kimsenin hata yapmasına neden olur.


Konuşma konusunda kendimize güven duymalıyız. Dimdik durup bizi dinleyenlerin gözlerinin içine bakmalıyız. Burada şunu da diyebiliriz. İnsanın konuşmasına hakim olabilmesi için öncelikle konusuna hakim olması gerekir.


Anlatılacak konu üzerinde çalışmak, pratik yapmak gerekir. Böylece elde edilecek tecrübe ile korkularda yok olur.


Son olarak doğru nefes almak da konuşmayı etkili kılar. Nefesi doğru dürüst kullanmak insana dolgun, derin tonlar, cazip tonlar verir. Onu ince, kaba seslerden kurtarır.

Sınavı Kaybedenler, Kazananlar

0

“Ye, iç, gül, oyna!” felsefesi bana göre değil. İnsanoğlu soylu yaratıktır; yaşamı ve sınavı da soylu olmalıdır.


Doğru algılayanlar, yaşamın duyarlılık üzerine kurulduğunu göreceklerdir. Düşünenler için hayat bir trajedi, aptallar için bir komedidir.


“Akıllı olup dünyayı taşıyacağına, aptal ol dünya seni taşısın.” sözünü bir minibüste okumuştum. Akıllık ve aptallık, trajedi ve komedi, yaşamın iki yüzü. Bunlar gece ile gündüz, doğu ile batı kadar birbirine uzak, birbirine yakın. Birer uçta dost, birer uçta düşman. Her ikisi, varlıklarını birbirlerine borçlu. Birinin varlığı diğerini gerekli kılıyor.


Burada “Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın; / Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.” diyen N. Fazıl’ı hatırlamadan geçmek olmaz. Sizin bu ilişkide nerede bulunduğunuz önemli. Bulunduğunuz yer, sınavı kaybetmek ya da kazanmak sonucunu doğuruyor.


Zıtlar arasındaki farklılığın bir kavga nedeni olarak algılanması da yanlış olur. Farklılığı doğru bir bakışla doğru dengeleyenler, sınavı her zaman kazanırlar. N. Fazıl, bu uyumu ne güzel ifade etmiş: “Zıtlar arası ahenk, af ve günah yarışta; / Bütün zıtlar kavgada, bütün zıtlar barışta…”


Zıtlar arasındaki ahenk, hayatın ritmini oluşturuyor. Bu ritmi iyi okuyanlar ve yönetenler, sınavı geçebiliyor. Önceki gün derse niçin gelmediğini sorduğum bir öğrencim, komşusunun, kafasına kurşun sıkarak intihar ettiğini, cenazeye katıldığını söyledi. Nedenini sordum: “ Ticaretle uğraşıyordu, otuz iki yaşındaydı, tefeciden para almış, bunun karşılığında açık çek vermiş, ödeyemeyince kendini banyoda öldürmüş.” dedi. Kendini öldürmek, yaşam enstrümanını iyi çalamamak, bu felsefeyi doğru algılayamamak demek.


Bir güzel, güzelliği ile övünüyor ve çirkini küçümsüyorsa; çirkin, çirkin olmanın kompleksini duyuyor ve güzeli kıskanıyorsa yine zengin, zenginliği ile gururlanıyor ve yoksula tepeden bakıyorsa; fakir, fakirliğinden utanıyor ve zengine fesatlanıyorsa bu sınavı kaybediyorlar. İnancımız, beyaz insanın siyah insandan, zenginin fakirden üstün olmadığını, üstünlüğün takvada olduğunu söyler. O halde, kişinin özüyle ilgisi olmayan, tamamen izafi olan değerlerle övünmesinin ne mantığı olabilir. Bunun gibi, varlık bizi şımartmamalı, yokluk da ölüm sebebimiz olmamalı. Her iki durumda olmak, yani şımarmak ve intiharı düşünmek, sınavı kaybetmek demektir.


Kimse, sevdikleriyle sınanmak istemez. Hz. İbrahim, en sevdiğiyle yani oğlu İsmail’le sınanmıştı. Zenginin yoksullukla, güzelin çirkinlikle, annenin ve babanın evladıyla, vatanseverin vatansızlıkla sınanması ağırdır. Ancak bu sınavı başarıyla verenler, kahramanlar arasında yer alır.


Sınav, bir ömür devam ediyor. Ömür sürecinde kendimizle ve çevremizle olan sınavda harap ve bitap düşüyoruz. Bazen çoklukta yokluğu, bazen yoklukta çokluğu yaşıyoruz. Gelgitler arasında şamar oğlanına dönüyoruz.  Kendimizi rüzgâr önünde savrulan yapraktan güçsüz hissettiğimiz zamanlar oluyor. Bu çaresizlik içinde “Ye, iç, gül, oyna!” felsefesine, denize düşenin yılana sarılması gibi sarılıyoruz. Doludan kaçarken yağmura tutulduğumuzun farkına varamıyoruz. Yaşlılığında geçmişine bakarak “Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak” gören A. Haşim gibi pişmanlıklar duyuyoruz.


Ben öyle bir kılavuz istiyorum ki kum saati gibi olsun. Bana hem geçmişimi hem yaşadığım zamanı hem gelecek zamanı göstersin. Kendimi hem yargılayayım hem kurayım. Gayrisi, havanda su dövmek.

Kapatma Davasına Dış Desteğin Maliyeti

2002 seçimlerinden sonra iktidar olan AKP’nin lideri R.Tayyip Erdoğan, mahkeme kararı nedeniyle seçimde aday gösterilemediği için milletvekili olamamıştı.


Tek başına iktidar olup, lideri başbakan olamamış bir iktidar garabetinden Deniz Baykal’ın himmetiyle kurtulma imkânı doğmuştu. Jet Fadıl’ın milletvekilliği düşürülmüş ve Mart 2003’te Siirt’te yapılan yenileme seçiminde milletvekili seçilen R.Tayyip Erdoğan Başbakan olabilmişti.


Ancak R.Tayyip Erdoğan daha Başbakan olmadan ABD ve çok sayıda AB ülkesini içine alan seyahatler yaptı. Buralarda itibarlı bir şekilde karşılanması, liderlerin verdiği mesajlar, içeride Erdoğan’ın Başbakanlığına şüphe ile bakanları sindiren güçlü bir destek sağlamıştı.


Ta başından beri R.Tayyip Erdoğan’a şüphe ile bakan, O’nu rejim için ve özel yaşantılarının devamı için tehlike olarak gören kesimlere karşı, dışarıdan sağlanan bu güçlü destek AKP için tam bir meşruiyet kaynağı oldu.


AKP, iktidarı boyunca AB’ye girme konusunda kararlı bir politika izleyince ordu, yargı, üniversiteler ve medyanın muhalefetinden kurtuldu, hatta bu kesimlerden bir kısmının desteğini aldı.


Sonuçta AB’ye girmenin artık hayal olduğunun kabul edildiği bir süreç yaşanmasına rağmen, beş yıllık iktidar süresince milliyetçi/ ulusalcı kitleleri rahatsız ve rencide eden tavizler verildi. AB ve ABD istediği için çıkarılan AB’ye Uyum Yasaları, Petrol Kanunu, Vakıflar Kanunu gibi birçok hukuki düzenlemeler yapıldı. “Türklüğe hakaretin serbest olmamasını” büyük eksiklik görenleri mutlu etme gayretleri millet çoğunluğunu rahatsız etmeye devam etti. Yılların birikimi olan milli varlıkların mülkiyetinin hiçbir sektör ve ölçek sınırlaması olmaksızın yabancıların kontrolüne geçmesini sağlayan politikalar izlendi.


Ancak dünya finans piyasasında görülen döviz bolluğunun akacak ülke aradığı bir ortamda, dövize dünyanın en yüksek faizinin verilmesiyle Türkiye’ye gürül gürül sıcak para aktı. Akan bu yabancı sermaye, krizden çıkmış ülkede ciddi bir ekonomik rahatlama yarattı. Bu durum sürdürülebilir olmasa da, günü yaşayan kitlelerde AKP’ye duyulan teveccühü artırdı.


Bütün bu ve benzeri politikaların yukarıda bahsettiğim seyahatler esnasında AKP iktidarına destek olmaları karşılığında ABD ve AB’ye verilmiş taahhütlerin uygulaması olduğu sıklıkla iddia edildi.


Şimdi AKP’nin kapatılması davasına dışarıdan müdahale eden söz ve demeçleri duyunca içimizde bu desteklerin karşılıksız olmayabileceği düşüncesiyle bir ürperme hâsıl oldu. Çünkü dava hakkında akıl veren bu yabancıların ifadeleri; doğru veya yanlış hükmünü vermeden söyleyelim, ancak sadece üslup olarak bile bizi rahatsız eden sömürge valisi tarzı konuşmaları rencide edici.


Hele M.Ali Birand gibi bazı gazetecilerin mahkeme sürecinde AKP’ye destek olmaları için AB ülkelerine çağrı yapması, AKP’ye ise bu vartayı atlatabilmek için AB sürecini hızlandırmasını (AB’nin talimatlarının hızla yerine getirilmesini) tavsiye etmesi AKP’nin bu sıkıntıdan kurtulmayı başarsa bile Türkiye’nin yeni tavizler vermesi ihtimalini artırmış olduğunu düşündürtüyor.


AKP’nin 22 Temmuz seçimlerinden sonra sağladığı %46,5 oy oranı ile iç meşruiyeti dışarıda arama ihtiyacının azaldığı, dolayısıyla daha milli bir duruş sergileyebileceğine dair olan ümitler artmıştı. “Kapatma Davası” bu ümitlere ciddi bir darbe vurdu.


Demokratik ülkelerde meşruiyetin tek kaynağı millet desteğidir. Ülkemizde halk desteğinin yanında dış desteklere ihtiyaç duyulmasını gerektiren bir ortamın olması demokrasimizin henüz emekleme çağında olduğunun göstergesi.


Bunun kadar acı olan diğer husus ise, millet desteğini sağlamış bir iktidarın iç kuvvetlere karşı dış destek aramasıdır. Acıdır çünkü sağlanan dış destek, içeride meşruiyetin asıl kaynağı olan milletin hak ve menfaatlerinin yabancılara aktarılması pahasına gerçekleşebilmektedir.


Dış destek arayışı aynı zamanda Cumhuriyetimizin kurucu iradesinin temel ilkelerinden olan “tam bağımsızlık” ve “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” ilkelerinden ne kadar uzaklaşıldığının işaretidir.

Gıda Hijyeni

0

Güvenli Gıda Hazırlanmasında  Dünya Sağlık Teşkilatının  10 Altın Kuralı


1) Gıda İşlemi için Güvenli Gıda Seçin 


Sebze, meyve gibi gıdalar tabii hallerinde en iyi iken, diğerleri ancak, işlendiğinde güvenli olurlar. Örneğin; Daima işlenmemiş süt yerine, pastörize edilmiş süt satın alın. Ve eğer seçim durumunda iseniz, taze veya şok dondurma işlemine tabii tutularak dondurulmuş tavuğu seçin. Alış veriş yaparken aklınızda tutmanız gereken, gıdaların işleme tabii tutulması ile güvenliğini arttırmanın yanı sıra raf ömrünü uzatmak amacıyla geliştirilmiştir. 


2) Gıdalarınızı Tam Olarak Pişirin 


Bir çok gıdalar, en önemlileri olarak tavuk etleri, sığır etleri ve pastörize edilmemiş sütler, patojen kaynaklı hastalıklarla kontamine olmaktadır. Mükemmel yapılan bir pişirme ile patojenler öldürülür. Ancak, gıdanın bütün kısımlarının en az 70oC dereceye ulaşması gerektiği unutulmamalıdır. Tavuğun pişirildiğinde bile kemik yanında halen pişmemiş kısım kalabilmektedir. Tamamen pişinceye kadar tekrar fırına konulur. Donmuş sığır eti, balık ve tavuk eti pişirilmeden önce tamamen çözünmelidir. 


3) Pişmiş Gıdaları Vakit Geçirmeksizin Hemen Yiyin 


Pişmiş gıdalar oda sıcaklığına geldiği zaman, mikroorganizmalar çoğalmaya başlar. Daha uzun süre beklemede risk daha da büyümektedir. Güvenli tüketim için pişmiş besinlerin ısılarını kaybetmeye başlamadan hemen yenmelidir. 


4) Pişirilmiş Gıdaları Dikkatlice Depolayın 


Gıdaları güvenli bir şekilde hazırlamayı veya kalıntıları değerlendirecekseniz;” Depolamada, 60oC üzerinde sıcak ve de 10o C altında soğuk ortamlarda depolayın.” Şayet, bu gıdaları 4 veya 5 saatten fazla depolamayı planlıyorsanız, bu kural hayati önem taşımaktadır. Bebekler için depo edilmemiş gıdalar tercih edilir. 


5) Pişirilmiş Gıdalar Bütünü ile Tekrar Isıtma İşlemine Tabii Tutulur 


Depolama sırasında oluşabilecek mikroorganizmalara karşı en iyi koruma şeklidir. (Uygun depolama mikrobiyel büyümeyi yavaşlatır. Ancak organizmaları öldürmez.) Bir kez daha yeniden ısıtma gıdaların bütün kısımlarının en az 700 C ulaşması gerektiği anlamına gelmektedir. 


6) Pişirilmiş Gıdalar ve Çiğ Gıdalar Arasındaki Teması  Önleyin 


Güvenle pişirilmiş gıdalar, çiğ gıdalarla çok az bile olsa temas ettiğinde kontamine olabilir. Bu çapraz kontaminasyon ; çiğ tavuk etinin pişmiş gıdalar ile temas ettiği zamanki¸ durum gibi direkt olabilir. Aynı zamanda çokta çabuk olabilir. Örneğin; Çiğ tavuk hazırlarken kullanılan bıçak ve kesme tahtası aynen yıkanmaksızın pişmiş tavuğun parçalanmasında kullanılmaz: Böyle yapmakla, mikrop üremesi ve pişirme öncesi mevcut olan hastalıklar için tüm potansiyel riskleri tekrardan oluşturabilir. 


7) Eller Tekrar Tekrar Yıkanmalı 


Gıdaların hazırlanışı işlemine başlanmadan önce ve her bir ara verme (kesinti) sonrası özellikle eğer bebek bezi değiştirmek durumundaysanız veya tuvalete girmişseniz, eller ( tam, mükemmel ) çok iyi bir şekilde yıkanmalıdır. Balık, et, veya tavuk gibi çiğ gıdaların hazırlanmasından sonra diğer gıdaların işlemine başlamadan önce eller tekrar yıkanmalıdır. Ve eğer elleriniz üzerinde her hangi bir enfeksiyon varsa gıdayı hazırlamadan önce  (bu enfeksiyonları) ellerinizi bandajlayarak veya sararak, durumdanemin olun. Köpekler, kuşlar ve özellikle kaplumbağalar gibi evcil hayvanların ellerinizden gıdaya geçebilecek tehlikeli ( zararlı) patojenleri barındırabileceğini de hatırlayın. 


8) Tüm Mutfak Yüzeylerini Dikkatli Bir Şekilde Temiz Tutun 


Gıdalar çok kolaylıkla kontamine olduğundan, gıda hazırlanması için kullanılan her yüzey çok temiz tutulmalıdır.Her bir gıda kırıntısı, kalıntısı veya noktasını mikropların potansiyel bir kaynağı olarak düşünün. Bulaşıklarla ve kapkacaklarla temas eden kıyafetler her gün değiştirilmeli ve tekrar kullanım öncesi kaynatılmalıdır. Yerlerin temizlenmesi için ayrı kıyafetlerde sık yıkanmayı gerektirir. 


9) Gıdaları, Böcekler, Kemirgen Ve Diğer  Hayvanlardan Koruyun


Hayvanlar, gıda kaynaklı hastalıklara neden olan potajenle mikroorganizmaları taşırlar. Gıdaları, sıkıca kapatılmış kaplar içerisinde depolayarak saklamak sizin için en iyi korumadır. 


10) Saf Su Kullanın


Saf ve temiz su gıda hazırlanması için önemli olduğu gibi içme amacı için de çok önemlidir. Eğer su stokları hakkında herhangi bir şüpheniz varsa, gıdayıilave etmeden önce veya içmek için buz yapmadan önce, suları kaynatın. Özellikle bebek mamalarının hazırlanmasında kullanılan sular konusunda çok dikkatli olun.


Gıda Güvenliği İle İlgili Dikkat Edilmesi   Gereken Kurallar


 Gıda hijyeni; Herhangi bir gıdanın temizliği ve tümüyle hastalık yapan etmenlerden arınmış olması demektir. Bir başka ifade ile yenilen gıdalar tüketen kişileri hasta etmemelidir. Gıdalar bazı durumlarda sağlık için zararlı olabilir.Gıdalar çevrede bulunan mikroplarla kirlenebilir ve bunu tüketilmesi ile de  insanların hastalanmasına sebebiyet verebilmektedir.

Açıkta satılanı değil, ambalajlı gıda maddelerini tercih ediniz ve etiketlerini okuyunuz. Gıdaların ambalajları üzerinde; üretici firma adı, adresi ve tanıtıcı işareti, maddenin adı, imal ve son kullanma tarihi, mamullün çeşiti, asgari net miktarı gıdanın kullanımı ile  ilgili uyarıcı bilgiler yazılı olmasına,  ambalaj yüzeyinin düzgün olmasınave  Tüketicinin  aldanmasına neden olabilecek şifa ve besleyici özelliği olduğunu ifade edecek yazı ve işaretlerin bulunmamasına dikkat edilmeli,


Sebze ve meyve gibi gıdaların bol ve temiz su ile yıkanmalı,


Gıdaların temiz olarak, tüketilmesinde gıdaların temizliği kadar kişilenin kendisinin de temiz olmalı,


Gıda maddelerinin ve bunların konulduğu kap ve malzeme ile gıda maddelerinin satıldığı yerlerin temiz olmalı,


Çiğ olarak tüketilen gıdalar yeterince temizlenmez ise sağlık için her zaman tehlike oluşturabileceğinin unutulmamalı,


Sağlam, zedelenmemiş bozuk olmayan gıdaların seçilmesi ve satın alınması, hastalık yapabilecek şüpheli gıdalar, özellikle küflenmiş, rengi, görüntüsü ve kokusu değişmiş gıdalar kesinlikle satın alınmamalı ve yenilmemeli ,


Sebze ve meyveler toz ve topraklarından temizlemek için bir süre su dolu bir kapta bekletildikten sonra, bol su ile bir kaç kez yıkanmalı,


Herhangi bir haşere ve mikrop bulunmasından kuşkulanılırsa, taze sebzeler ve meyveler 20 dakika tuzlu veya klorlu suda bekletilmeli,. 


Gıdaların temizliğinde deterjan gibi temizlik maddeleri kesinlikle kullanılmamalıdır.


Gıdalar,mikroplar tarafından çıkarılan hastalık yapan etmenlerle karışmasından başka dışardan diğer  zehirli maddelerle kirlenmesi önlenmeli ve  özellikle temizlik maddeleri, DDT gibi haşere öldürücü ilaçlardan sakınmalıdır.


Bu gibi maddelerin gıdalardan uzak yerlerde örneğin depo olarak kullanılan oda veya kilerlerde etiketlenmiş olarak saklanmaları  gerekmektedir.


Yemeklerden önce ve sonra, tuvaletten çıktıktan sonra eller sabun ile yıkanmalı ve bol su ile durulanmalıdır.

Kapatma

Kapatma çok genel bir deyimdir. Aynı zamanda çok eski bir geçmişi vardır. Adem ile Havva Cennetten çıkarılınca üzerlerine cennet ağacının geniş yaprakları ile uyguladıkları kapatma. Dargınlar için defteri kapatma. Utandığında yüzünü kapatma. Çok eşliliklerde kadın kapatma. Türkiye ye karşı Avrupa birliğinin yaptığı kapatma. Rejimleri açık olmayan ülkelerde kapıları dışa kapatma. Bu günlerde ciddi bir ülke sorunu haline gelerek ekonomiyi alt üst eden bir hukuki adım olan parti kapatma.


Parti kapatma aslında tüm partilerin karşı çıkması gereken bir yanlışlıktır. Siyaseti çeşitli girişimlerle kesintiye uğratarak, siyaset yapmayı zevksizleştirmemek gerekir. Bence tüm partiler bu tür girişimlerin ortadan kaldırılması veya zorlaştırılması için işbirliği yapmalıdırlar. Hele hele CHP bu konuda en ön saflarda yer almalı idi. Yıllarca bu tür yasakların kötülüğünü  savunan onlar değilmiydi. Yurt dışı bağlantılı izimleri Ülkemizde hakim kılmaya çalışan parti veya toplulukları mevcut hükümetler takibe alınca hemen ortaya çıkıp, yasakçılık karşıtı söylemlere ve fiillere girişmiyorlarmıydı.


“Ülkede tam özgürlük olmalı, Yasaklar kalkmalı. Herkes her şekilde fikrini açıklamalı. Kimse insanların siyasi düşüncelerine yasak getirmemeli.” Diyenler şimdi zil çalıp oynuyorlar. Sandıkta yenemediğini,devletin kurumları sandıktan uzaklaştırdığında  sevinmek kahramanlık mı? Bence bu tür kapatmaların önüne geçmek için CHP öncü olmalı idi. Zira bu parti yıllardır söylediklerinle ters düşüyor. Şayet sonunda iş sandığa kalacaksa millet önceki söylemleri unutmayacaktır. Milleti beğenmeyenler, ona ayak takımı diyenler, bir çuval kömüre satıldığını söyleyenler milletin cevabını gördüklerinde şaşırmasınlar. Şunun şurasında bir yıl var. Sandıkta milletin gözüne giremeyenler, rövanşı başka yerlerde aradıklarında millet daha çok geriliyor.


İhtilal çağrışımları yapan yazar çizerler partilerine yarar mı sağladılar. Mitinglerde halkı aşağılayanlar partilerine oy mu getirdiler. Ak Parti oyu sadece kendi yandaşından mı aldı. Yılların partileri ellerindeki sermayeyi neden başkalarına kaptırdılar. Muhalefette kalmayı daima kolaycılık olarak görmüş bir partinin lideri neden göreve geldiğinden beri hep giderek artan bir hezimete uğrar. Demokrasi diyerek demokratik takiyye yapanlar her seferinde milletin gazabına uğruyor. Artık bunu görmeliler. Bu ülkenin gerçek bir muhalefet liderine ihtiyacı var. Tek parti devrini de gördük. Aslında bu millet tek parti devrinde yapılanları unutmuyor. Bu nesil o devirde yapılanların yanlış adreslere fatura edildiğini öğrenmiştir.  Yılların yalanını açığa çıkarmıştır. Bu milletin değerleriyle oynayan siyasetçiler boyunun ölçüsünü sandıkta almıştır. Değerleri için yedi düvele direnen bu millet, siyasetin Bizans oyunlarına boyun eğmez. Adalet görevini yapar. Kapatır veya kapatmaz. Ben o konuda yorum yapmam. Sadece siyaseten geçmişte söylenenlerin şimdi üzerine sünger çekip “oh olsun.Ne iyi oldu” cinsinden davranışlar sergileyenlerin milletten acı bir cevap alacağını söyleyebilirim. Bu sözlerimde asla kehanet olmaz.


Ben Ülkemde güçlü bir muhalefet ve adil bir iktidar istiyorum. Yapılanları hazmedemiyorum. Bu sebeple hiç uygun bulmadığım halde zihniyetlere yapılan saldırılardan dolayı kendimi iktidar avukatlığına soyunmuş pozisyona düşürüyorum. Aslında hiçte öyle bir taraf olmaya niyetim yok.Fakat yapılanları gördükçe dayanamıyorum.Çünkü Hükümete yapılan eleştiriler, dozunu aşarak zihniyete yönlendiriliyor. Muhafazakar ve Mütedeyyin insanlar huzursuz ediliyor. Buna kimsenin hakkı yok. Baş örtüsü üstünden din sorgulanıyor. Uzmanlık dalı hiçte uygun olmayan siyasetçiler, yazarlar, başkanlar, sanatçılar ,iş adamları din adamı gibi fetva vermeye kalkışıyor. Bazıları azami dindar söylemde bulundu mu suç olmuyor. Bazıları ise asgari dindar söylemde bulundu mu ortalık ayağa kalkıyor. Bırakın bu çifte standartları. Geniş kitleleri rencide eden söylemlerde bulunduğunuz zaman geniş kitlelerin tepkisini alırsınız. Sandıkta da ummadığınız bir oy çıkar. İktidar partisinin aldığı oylar arasında ciddi miktarda CHP li ama değerlerine bağlı seçmen oyu olduğunu düşünemiyor musunuz?


Bu muhalefete gerekli bir nasihattir. Belki biberlidir.Acı sosludur.Ama düşmanca değildir.


Tabii ki anlayana…..

İslamiyet

Müslümanlara gerek içerde gerekse dünyanın bazı yerlerinde hangi mantıkla gerici, irticacı ve terörist diyebildiklerini anlamak mümkün değil. İslamın hangi söyleminde bilimselliğe karşıtlık geriye gidiş ve terörizm var? Böyle bir kanaate nasıl varabiliyorlar?


Bir konu en iyi şekilde kaynağından değerlendirilir. İslamiyetin kaynağı da onu ifade eden Kuran’dır. Bir kez olsun Kuran’ı anlayabileceği şekilde okumamış onun sosyal, ekonomik ve tüm hayatı ilgilendiren konularda neler içerdiğini bilmeden ahkam kesmek hangi mantığa uyar?


İslamiyeti beğenmeyenler, onu tenkit edenler bu kanaate İslam adını taşıyan ülkelerdeki toplulukların daha çok dinleriyle örflerini karıştırarak sürdürdükleri yaşantıları ile bazı ülkelerdeki terörist grupların ki bunların bir kısmı ülkelerinin bağımsızlık mücadeleleri için başvurdukları yöntemlerini değerlendirerek fikir beyan etmektedirler.


İslamiyetin temel kaynağı olan Kuran’ı Kerim’de ilk emir okumaktır.’Bir insanı öldüren tüm insanları öldürmüş kabul edilir.’diyen ayetin varlığını biliyoruz. Allah’ımızın insanoğluna emrettiği ayet ve peygamberimizin ‘İlim Çin’de de olsa gidip okuyunuz.’hadisini hangi Müslüman ülke uygulamıştır? Müslümanlar, her şey bir yana sadece Allah’ın ilk buyruğu olan okumak buyruğunu yerine getirselerdi, dünyanın en kalkınmış ve en medeni ülkesi olurlardı. İslam karşıtlarının yanıldıkları nokta, Müslümanlığı, İslam adını taşıyan toplulukların yaşantılarını değerlendirmelerindendir. Kuran’ı anlasalar orada ifade edilen Müslümanlıkla gördükleri Müslümanlık arasındaki farkı anlayabilirler. Onlar gerçekten kötü niyetli değillerse islamiyeti Kuran’dan sorsunlar.


Öyle inanıyoruz ki tamamı olmasa da bir kısmı gerçek islamiyeti kaynağından öğrendiklerinde hayrete düşecekler ve ‘Biz ne kadar yanlış yapmışız, Müslümanlığı yanlış biliyormuşuz, onu yeterince öğrenmeden sadece gördüklerimizle bu yanlış kanaatlere sahip olmuşuz.’diyeceklerdir.


Onlara tavsiyemiz piyasada kolayca bulabilecekleri Kuran tasvirlerinden bir tane okumaları.

Başörtüsüne Örfi Yaklaşım

Örf, insanların çoğunlunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya duyulduğunda hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanmayı adet edindikleri lafızlardır. (Şaban, Zekiyyüddin, İslam Hukuk İlminin Esasları , Tec.: İ. Kafi Dönmez, TDV, Ankara 1996).


Örf farklı yaklaşımlara göre birkaç çeşide ayrılır. Bunlardan birincisi, bazı bilginlerin “adet” olarak nitelediği örftür ki, mesela halkın birçok şeyi sözlü ifade kullanmaksızın sadece teslim-tesellüm tarzında satması buna örnek olarak gösterilebilir. İkincisi ise, kavli (sözlü) örftür ki, mesela halkın “veled” (çocuk) lafzını sadece erkeği anlatmak için kullanmayı adet edinmesi buna örnektir. (age., 195).


 Bu iki anlamdan hareketle “başörtüsü” denildiğinde bunu kullanmayı dini muhtevalı adet edinmiş insanların zihninde, dini bir vecibe olmasının ötesinde her hangi bir anlam akıllarına gelmez. Zira “başörtüsü” tarihi süreçte hiçbir zaman, bazı çevrelerin dini, tarihi, kültürel, sosyal ve psikolojik ilmi temelden yoksun bir şekilde dillendirdikleri nev zuhur anlamda algılanmamıştır.


Ameli ve kavli örf, aynı zamanda, her hangi bir devirde bütün Müslüman ülkelerde halkın bir davranışı veya bir lafzın özel bir anlamda kullanılmasını adet edinmeleri şeklinde olursa buna “genel örf (örf-i amm)”; belirli bir ülke yahut bölge halkının veya belirli bir çevrenin bir davranışı veya bir lafzın özel bir anlamda kullanılmasını adet edinmesi olursa buna da “özel örf (örf-i hass)” denir. (age., 196).  Bu açıdan bakıldığında ise, şekli, biçimi, rengi, imal edildiği kumaşın türü ne olursa olsun “başörtü”sünün bütün müslüman ülkelerde kullanılan genel bir örf olduğu görülmektedir. Ayrıca tarihin belirli bir döneminde ve belirli bir çevre tarafından kullanılmış özel bir örf de değildir.


Bu gün her ne kadar Arap örfünden kaynaklandığı ve dolayısıyla dinin zorunlu bir emri gibi algılanmaması gerektiği şeklinde sığ çıkışların olduğu malumdur. Arap örfünden kaynaklanmış olsa bile, Kuranda baş örtüsüyle ilgili hükmün mevcudiyeti kesindir. Bu hüküm çerçevesinde bütün müslüman ülkelerdeki kadınların hemen hemen tamamı düne kadar başlarını örtmüşlerdir. Bu gün de kahir ekseriyeti başını örtmektedir. Ayrıcı  başörtüsü kullanmayanlarda müslüman kadınların genel kaanatide de başörtüsünün dini bir gereklilik olduğu yönündedir.


Başörtüsü, Allah tarafından dini delille onaylanmış; bütün müslüman ülkelerde genel bir örf halinde ameli ve sözlü olarak kullanılan ve algılanan  “dini- örfi” bir olgudur. Tarihi, kültürel, sosyal ve psikolojik temeli oldukça sağlam bir fenomendir.


Bazı okur-yazar! çevrelerce, hukuki, kültürel ve dini temelden yoksun bir şekilde dile getirilenlerin, genel anlamda örfün ne anlamada geldiği bilinmeden ortaya atılmış ham görüşler olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu tür yaklaşımlar Batıda ortaya çıkan aydınlanmacı-pozitivist ve materyalist fikirleri asıl kaynaklarından değil de gazete ve dergi yapraklarından  okuyarak, özümsemeden dinin mani terakki olduğu hezeyanlarını “tesettürün kalkması” noktasına kadar vardıran “İctihat” mecmuasının okur- yazarlarını hatırlattığını da belirtmeliyiz. (Safa, Peyami, Türk İnkılabına Bakışlar, s.38).


Bu anılan okur-yazarlar, Türkiye’yi tamamı başörtülü Müslüman annelerin evlatlarının kurduğunu ve asırlarca koruduğunu, Kurtuluş Savaşını kazandıklarını ve bu gün de teröre karşı yine çok büyük oranda başörtülü anaların evlatlarının mücadele ettiğini (Ünal, Ali, “İki Anahtar Kavram: Din ve millet”, Zaman Gazetesi, 10.03.2008) unutmuşa benziyorlar. Büyük ve güçlü devletlerin hafızaları güçlü olurmuş. Devletleri de insanlar meydana getirdiklerine göre, bu sözden birilerinin nasiplenmesi gereği apaçık ortadadır.


Hukuki kararların alınmasında, örf dikkate alınır, aksi durum hukuk felsefesine ve sosyolojisine aykırıdır. Hukuki içtihatlarda örf, dayanak ve kaynak kabul edile gelmiştir. Zira toplum kuralları, hukuk kurallarını doğurur, bu ikisi arasında da bir bağ ve bir uyum vardır.(Öktem, Niyazi, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi, İstanbul, 1985, s.205).  Başörtüsü konusunda bunlar dikkate alınmayıp toplum vicdanında ve pratiğinde genel teamül haline gelmiş dini-örfi tarihi ve kültürel bir fenomenin hilafına, bir avuç azgın azınlık tarafından cebren ve hile ile maşeri vicdanını sızlatan nev zuhur ve batıl (fasid) bir örf ya da hurafe mi yaratılmak istenmektedir? Zira zaman ve mekan boşluk kabul etmez. Uygulamadan kalkması ya da içinin boşaltılması istenen milli ve manevi adetlerimiz yerine neler ikame edilmek isteniyor?

Küreselleşme Dedikleri

Aydınlar Ocağı’nca düzenlenen “Ekonomi Nereye Götürülüyor” konulu açık oturum bilgilendirici ve düşündürücü idi. Açık oturuma katılamama gerçekten bir kayıp sayılabilir. Toplantıda iktisadî hayatın  götürülmek istendiği yer ortaya kondu.  Hedef;  sanayii çökertilmiş, tarımı perişan edilmiş, tarım alanlarının boşaldığı, orta sınıfın çökertildiği, dış borç, düşük kur- yüksek faiz ve sıcak para kuşatmasına alınmış, üretemeyen, işsizlik sorunu artan, tüketim nöbetine tutulmuş tam bağımlı bir Türkiye’dir.


 “Üretme, borçlan, bol bol tüket ve pazar haline gel”  çarpık anlayışının 1980’lere dayanan bir geçmişi vardır.  Bilhassa 1988 sonrası uygulanan ve günümüzde de zirve yapan bağımlı politikalar; Türkiye’yi iflasa götürmekte; ama bazı politikacılar gününü gün etmektedir. Bazıları da ekonomiyi düşünmek bile istememektedir.


Türkiye’yi tam bağımlılığa götüren süreç; “Türkiye, Batı Dünyasının ayrılmaz parçasıdır”, “Medeniyet Batıdadır”, “Batı, demokrasi ve özgürlüklerin merkezidir”,  “Suriye mi olacağız?”,  “iktisadi korumacılık da ne demek?”,  “serbest piyasa ekonomisi uygulayacağız” diye diye işletildi. Bunun için bir tetikçi de bulundu.


Aslında her önü açılan ülke için farklı tetikçiler vardı. Bize Kemal Derviş düştü. 1998’de Rusya Batı yardımını iktisadi krizi göze alarak reddetti ve kendine gelmeye başladı. Biz ise IMF ve Dünya Bankasına teslim olarak 2000 ve 2001 krizleri ile karşı karşıya kaldık, yanıltıldık. Latin Amerika ve Rusya kurtuldu, biz ise IMF’nin vazgeçilmez sevgilisi olduk.


Dünya Bankasının bir raporu çok dikkat çekici: “Siz bir üretim ülkesi olamazsınız”.  Türkiye’ye yönelen asıl tehdit unsuru;  ırkçı bölücülük, İslâmı yozlaştırıcı, Müslümanı uysallaştırıcı, inanç dünyasını küresel gücün eşgüdümüne  sokmakla beraber; küreselleştirme tezgahıdır.


Küreselleşme, iyi anlaşılamadığı sürece gelişmekte olan ülke aydınları birçok şeyi fark edemezler. Uyutulma ve uyuşturulma sürer gider. Küreselleşme maskeli dolaştırıldığından size hep Dünyaya ve dışarıya mı kapanacağız sorusu sorulur? Küreselleşmenin pek uygulamada görülmeyen romantik tanımları yapılır ve pembe tablolar çizilir.  Oysa konu dışa kapanmak değildir, zaten isteseniz de kapanamazsınız.


Önemli olan  milli varlığımızı tehdit eden soyulma ve soydurulmadır. Ekonomik değerlerimizin el değiştirmesi ve ülkenin yoksullaştırılmasıdır. Bu süreçte işverenimiz memur ve müstahdem haline gelebilir.  Aynen Mısır’da olduğu gibi…  Orta ölçekli kuruluşlarımız zaten devre dışı kalır.  Artık memuru ile müstahdemi ile tezgahtarı ile hizmetler sektörü dışına çıkamayan insanımız küreselleşmenin emir kulları olur.


Küreselleşme, bilginin, sermayenin, emeğin ve teknolojinin serbest dolaşımıdır. Ancak, izin verildiği oranda.


Bundan dolayı küreselleşmeyi bazıları,  küresel planlı bir ekonomi olarak tanımlamaktadır. Sayısı belirli sanayi ve finans kuruluşları müsaade ettiği alanda sözde serbest piyasa ekonomisi uygulayabilirsiniz.


Küreselleşme, vahşi kapitalizmin kendini yenilemesi, hatta ona bir alternatif gibi sunulma tuzağıdır.


Küreselleşme, bazılarına göre demokrasi ve özgürlüklerin getirilmesidir. Aynen Irak’da olduğu gibi.


Yine küreselleşme uluslararası sermayenin egemenliğinin kayıtsız ve şartsız kılınması olduğu gibi; merkezi devletlere rakip alternatif egemenlik alanlarının o milli devlet içinde yaratılmasıdır. Ülke ekonomilerinin birbirini tamamlaması, desteklemesi, yaratılan pastadan herkesin adil pay alabilmesi Dünya’da barış ve istikrar ortamını gerektirir.


Klasik ideolojik çatışmaların yerini alan etnik ve mezhep çatıştırmaları, kamplaştırmalar küresel güç tarafından desteklenmektedir. Milli devletler ufalanmakta, milletler kalabalıklaştırılmakta, farklılıklar kutsallaştırılmaktadır.


Dünya’nın Kuzeyi ile Güneyi arasında gelir farklarının arttığı, küresel gücün pastayı bütünü ile alıp-gittiği yenidünya düzeni, istikrar ve barış mı getiriyor ki küreselleşme gerçekleşebilsin?


Gelişmekte ve satın alma gücü artan ülkeler hedef tahtasındadır. Daha fazla üretim ve pazar elde etme bunlar üzerinden sağlanacaktır. Küresel gücün çıkarlarına göre planlanan bu yeni oyunda küreselleşmenin başarısı J. Naisbitt’e göre,  ekonomik ve siyasi parçaların ufak olmasına bağlıdır.


Bu tezgahın fark edilememesi için milliyetçilik, milli kimlik, milli menfaat öcü gösterilmeye çalışılır. Milliyetçilikten bazı farkları da olsa ulusalcılık da bir tehdit sayılır.


Küresel güç ise; milliyetçiliği uygular. Onun işbirlikçileri sözde İslamcı da olsa milliyetçiliğe saldırır.  Hedef küresel gücün önünü açmaktır.  

Teselli ve Tedavi

0

İlköğretimin birinci kademesinde okuyan öğrencilere öğretmenleri zaman zaman deprem tatbikatı yaptırıyor, deprem sırasında en güvenilir yerin sıraların altı olduğunu söylüyormuş. Öğretenler bir gün: “Çocuklara hep sınıfta tatbikat yaptırıyoruz, bir de bahçede oynarlarken deprem alarmı verelim.” demişler. Okul bahçesinde çocuklar oynaşırken alarm çalmaya, öğretmenler, “Deprem var.” diye bağrışmaya başlamışlar. Öğrencilerin hemen tamamı sınıflara koşup sıraların altına girmiş.


Yaşanan bu olayı okuyunca sanırım siz de benim gibi tebessüm ettiniz. Belki bir çocuk saflığı belki şartlı refleks. Belki Pavlov’u hatırladınız. Bir çocuk, öğrendiklerini yer ve zamanla sınırlı tutabilir. Onda mekân ve zaman kavramı gelişmemiştir. Bir bilginin nerede yeterince kullanılacağını bilmeyebilir. Bilimin, pek çok bilinmezi bilinir kıldığı, teknolojinin hayatı ve üretimi kolaylaştırdığı, egemenlik algılamasının ve uygulamalarının değiştiği bir dünyada hâlâ belli öğretilere bağlı kalan, bir zamanlar için değerli olan uygulama ve düşünceleri tabulaştıran büyüklerimizin varlığını düşününce acı acı tebessüm ettim. İnsan gibi, sosyolojinin de yaşı var. Sosyal yasalar canlı varlıklar gibi gelişebilir, değişebilir. Bedensel gelişimine rağmen zihinsel gelişimini tamamlayamayan insana ne dendiğini hepimiz biliriz. Doğadaki değişime en geç ayak uyduran canlı, süngermiş. Onun tekâmülü bin yılda gerçekleşiyormuş. Sünger kafalı olmak, hiçbir “insanın” hakkı olmamalı.


                        X               X                      X                    X                           X


Dursun’la Temel birlikte film seyrederler. Temel, filmdeki beyaz atın bir süre sonra çukura düşüp yuvarlanacağını söyler. Buna Dursun itiraz eder. İkisi iddialaşırlar. Bir süre sonra beyaz at, çukura düşüp yuvarlanır. İddiayı Temel kazanmıştır. Ödülünü alır; ama vicdanı rahat değildir. Temel:  “Dursun, ben bu filmi seyretmiştim; beyaz atın yuvarlanacağını biliyordum. Kazandığım hediyeyi sana iade ediyorum.” der. Bunun üzerine Dursun: “Ben de seyretmiştim; ama at, aynı hatayı iki kez yapmaz, diye düşünmüştüm.” diye cevaplar.


Ülkemizde Dursun’a rahmet okutacak yanlışlıklar yapılıyor. “Biz bu filmi daha önce seyretmiştik.” diyenler ikinci, üçüncü belki de dördüncü kez aynı filmi seyrediyorlar. Atın, bir film kahramanı olduğunu unutuyor, onun kendi iradesiyle hareket eden bir varlık olduğunu düşünüyorlar. Bu ülkede sahneye konan her oyunun bir senaryo olduğunu, bunun bir senaristinin bulunduğunu bilmez görünüyorlar. Senaryo zekice yazılmışa da benzemiyor. Onun sadece adını değiştiriyorlar. Senaryonun adı bazen askeri, bazen postmodern, bazen … oluyor. Senarist aynı, konu aynı. Yalnız figüranlar farklı.


Fıkradaki Dursun’un saflığından yararlanan Temel, biraz olsun, vicdan sahibi ve dürüstlük örneği. Memleketimizde Temel rolünü oynayanlar o kadar dürüst ve vicdan sahibi görünmüyor. Onlar, yargısız infaz yapıyorlar, insanları ötekileştiriyorlar, insanların zamanlarını, ümitlerini çalıyorlar, onlara fiziksel ve psikolojik işkence yapıyorlar, hatta hukuktan yoksun yasalarıyla insanları asabiliyorlar. Bu ülkenin gerçek sahibi Anadolu insanı her zaman “bile bile lades” diyor. Apartmanların üst katlarında oturanlar, bodrum katında oturanların birkaç kat yükseldiğini ve kendilerine komşu olduklarını gördükçe hiddetleniyorlar, Temel’den daha vicdansız diyebileceğimiz davranış sergiliyorlar. “Ya Rab! Bu karanlık gecenin yok mu sabahı? / Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı? AĞZIM KURUSUN YOK MUSUN EY ADLİ İLAHİ.” diyen Mehmet Akif’in çaresizliğini hatırlatan entrikalar kuruyorlar. Kazanımlar kaybediliyor, insanlar sıkıntıya düşüyor.


Bu kaotik ortamda ancak “Bu da geçer ya Hû” yakarışıyla kendimizi teselli ve tedavi edebiliyoruz.