Teselli ve Tedavi

113

İlköğretimin birinci kademesinde okuyan öğrencilere öğretmenleri zaman zaman deprem tatbikatı yaptırıyor, deprem sırasında en güvenilir yerin sıraların altı olduğunu söylüyormuş. Öğretenler bir gün: “Çocuklara hep sınıfta tatbikat yaptırıyoruz, bir de bahçede oynarlarken deprem alarmı verelim.” demişler. Okul bahçesinde çocuklar oynaşırken alarm çalmaya, öğretmenler, “Deprem var.” diye bağrışmaya başlamışlar. Öğrencilerin hemen tamamı sınıflara koşup sıraların altına girmiş.


Yaşanan bu olayı okuyunca sanırım siz de benim gibi tebessüm ettiniz. Belki bir çocuk saflığı belki şartlı refleks. Belki Pavlov’u hatırladınız. Bir çocuk, öğrendiklerini yer ve zamanla sınırlı tutabilir. Onda mekân ve zaman kavramı gelişmemiştir. Bir bilginin nerede yeterince kullanılacağını bilmeyebilir. Bilimin, pek çok bilinmezi bilinir kıldığı, teknolojinin hayatı ve üretimi kolaylaştırdığı, egemenlik algılamasının ve uygulamalarının değiştiği bir dünyada hâlâ belli öğretilere bağlı kalan, bir zamanlar için değerli olan uygulama ve düşünceleri tabulaştıran büyüklerimizin varlığını düşününce acı acı tebessüm ettim. İnsan gibi, sosyolojinin de yaşı var. Sosyal yasalar canlı varlıklar gibi gelişebilir, değişebilir. Bedensel gelişimine rağmen zihinsel gelişimini tamamlayamayan insana ne dendiğini hepimiz biliriz. Doğadaki değişime en geç ayak uyduran canlı, süngermiş. Onun tekâmülü bin yılda gerçekleşiyormuş. Sünger kafalı olmak, hiçbir “insanın” hakkı olmamalı.


                        X               X                      X                    X                           X


Dursun’la Temel birlikte film seyrederler. Temel, filmdeki beyaz atın bir süre sonra çukura düşüp yuvarlanacağını söyler. Buna Dursun itiraz eder. İkisi iddialaşırlar. Bir süre sonra beyaz at, çukura düşüp yuvarlanır. İddiayı Temel kazanmıştır. Ödülünü alır; ama vicdanı rahat değildir. Temel:  “Dursun, ben bu filmi seyretmiştim; beyaz atın yuvarlanacağını biliyordum. Kazandığım hediyeyi sana iade ediyorum.” der. Bunun üzerine Dursun: “Ben de seyretmiştim; ama at, aynı hatayı iki kez yapmaz, diye düşünmüştüm.” diye cevaplar.


Ülkemizde Dursun’a rahmet okutacak yanlışlıklar yapılıyor. “Biz bu filmi daha önce seyretmiştik.” diyenler ikinci, üçüncü belki de dördüncü kez aynı filmi seyrediyorlar. Atın, bir film kahramanı olduğunu unutuyor, onun kendi iradesiyle hareket eden bir varlık olduğunu düşünüyorlar. Bu ülkede sahneye konan her oyunun bir senaryo olduğunu, bunun bir senaristinin bulunduğunu bilmez görünüyorlar. Senaryo zekice yazılmışa da benzemiyor. Onun sadece adını değiştiriyorlar. Senaryonun adı bazen askeri, bazen postmodern, bazen … oluyor. Senarist aynı, konu aynı. Yalnız figüranlar farklı.


Fıkradaki Dursun’un saflığından yararlanan Temel, biraz olsun, vicdan sahibi ve dürüstlük örneği. Memleketimizde Temel rolünü oynayanlar o kadar dürüst ve vicdan sahibi görünmüyor. Onlar, yargısız infaz yapıyorlar, insanları ötekileştiriyorlar, insanların zamanlarını, ümitlerini çalıyorlar, onlara fiziksel ve psikolojik işkence yapıyorlar, hatta hukuktan yoksun yasalarıyla insanları asabiliyorlar. Bu ülkenin gerçek sahibi Anadolu insanı her zaman “bile bile lades” diyor. Apartmanların üst katlarında oturanlar, bodrum katında oturanların birkaç kat yükseldiğini ve kendilerine komşu olduklarını gördükçe hiddetleniyorlar, Temel’den daha vicdansız diyebileceğimiz davranış sergiliyorlar. “Ya Rab! Bu karanlık gecenin yok mu sabahı? / Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı? AĞZIM KURUSUN YOK MUSUN EY ADLİ İLAHİ.” diyen Mehmet Akif’in çaresizliğini hatırlatan entrikalar kuruyorlar. Kazanımlar kaybediliyor, insanlar sıkıntıya düşüyor.


Bu kaotik ortamda ancak “Bu da geçer ya Hû” yakarışıyla kendimizi teselli ve tedavi edebiliyoruz.