12.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1284

Gerçek İzmitli Kim ?

Gazete haberini okuyunca hala geçmişin sloganlarına takılmış insanlar olduğuna üzüldüm.

Üstelik bunlar muhtar. Bir kısım İzmitli muhtarlar. Yani mahallelerinin seçilmiş insanları.

Ne diyorlar hep birlikte öğrenelim. Sözcüleri Muhtar Ömer Turan. ” İzmit e daha iyi hizmetin gelmesi için İzmit Belediye Başkanının İzmitli olması gerekir. Bizler Muhtar arkadaşlarımızla birlikte İzmit’e en iyi hizmeti, İzmitli bir belediye başkanının vereceğine inanıyoruz.”

Düşünebiliyor musunuz ? Mahallenin seçilmiş insanları bir araya geliyor. Belediye Başkanı İzmitli olsun diyor. Sanki İzmit’e başka bir vilayetten başkan atayacaklar. Kimler seçilecek? Bulunduğu yerde en az altı ay ikamet etmiş insan seçilecek.

Zaten oldum olası İzmit’te ki İzmitliler derneğini tuhaf bulanlardanım. Aynı mantıktan hareket edecek olsak İstanbul’da da İstanbullular Derneği kurmak gerekir. Zira İstanbul’da da eski İstanbullular azınlıkta kaldı. Bu gerekçe ne kadar saçma.

Neyse biz konumuza dönelim. Gerçek İzmitli kim?

Kimi araştırırsanız araştırın bir veya birkaç göbek ötesi İzmit dışındaki bir yere dayanır. Gerçek İzmit’li olabilmek için insanın soyunun Bitinya’ya mı dayanması gerekir?

Yoksa Astakoz’lu mu olması gerekir.?

İzmit’i 1423 te fetheden Osmanlı askerleri de çeşitli yörelerden bir araya getirilmiş leventlerden oluşuyordu. Demek ki onlarda gerçek İzmit’li değil. Hele hele İzmit’te hekimlik yapıyorsa eyvallah. İzmit’ten milletvekili olmuşsa eyvallah. Belediye başkanı olacaksa olmaz. Neden? Gerçek  İzmitli değil.S anki ismi verilenler gerçek İzmitli.

Böyle saçma şey olmaz. İzmit’te yaşayan. İzmit’te ikamet eden. İzmit için verimli olan herkes İzmit’lidir. İzmit Belediye Başkanlığı yapan mevcut başkan çok mu verimli idi?

Çok mu insancıldı? Çok mu hak hukuk gözetiyordu? Çok mu adaletli idi? Çok mu insan kazandı? Yoksa çok mu insan küstürdü? Bir gün beni aday göstermezlerse eziyet ettiğim insanların arasında nasıl dolaşacağım diye hiç düşündü mü? Tekrar işime döndüğümde eziyet ettiğim ve adaletsiz davrandığım insanlarla dar mekanda çok kez karşılaşacağım diye hiç hesap etti mi? İnsanların kirli çamaşırları varsa  daima görevleri bittiğinde ortaya çıkar. Görevde iken kimse bu durumları seslendirmez. Halk kurnazdır. Bir gün işinin düşeceğini hesap eder. İşinin düşmeyeceğine inandığında da adamın canına okur.

Ben birkaç ay sonra mevcut başkanın halktan biri olacağına inanıyorum.

Öyleyse bırakalım İzmitli muhabbetini.

Hangi partiden olursa olsun. Aday olacak kişinin hizmeti ve insanı seven bir kişiliği olsun isterim. Adaletli olsun isterim. Dürüstlük bir meziyet değildir ama zamanımızda sayıları azaldığından dürüst olmasını isterim. İdare etmesini bilen biri olmasını isterim. Memurlarını kendi kuklası haline getiren değil aksine memurunu özgür bırakan bir insan olsun isterim.

Hısım akrabasını kayıran değil, haksızsa hısım akrabasını eleştiren birinin olmasını isterim.

Particiliğini değil, hizmet adamlığını öne çıkaran biri olmasını isterim.

Kısaca adam gibi adam olmasını isterim. Böyle bir adayın gösterildiğini gördüğümde partisi ne olursa olsun gücüm yettiğince çalışacağım. Asla particilik yapmayacağım. Sadece yukarıda saydığım kriterlere uyan  yeni bir aday için, Kızılay Şube Başkanı unvanımı ve kimliğimi Kızılay’da bırakacağım.

Geçmişte siyaset yapmış, belediyeciliğin her yönetim kademesinde görev almış, arkasında nefret değil, sevgi bırakmış, hiçbir partiden aday olmamaya karar vermiş, İzmit’te yaşayan sizden bir kişi olarak bu halimle, inandığım kişiyi seçtirmek için sizlerden  ricada bulunacağım.

İzmit Kocaeli’nin kalbidir. İzmit in buna ihtiyacı var.

Eminim ki bu seçimde  benim gibi düşünenlerin sayısı on binlercedir.

İş Kazaları ve Türk Kültürü

Ülkelerden ülkelere insanlardan insanlara kültürler, yaşam tarzları değişiklik göstermektedir. Hayatlarımızda birçok şeyi olduğu gibi kabul etme yorumlamama, kendimizi geliştirmeme gibi rahatsızlıklarla yaşamaya devam etmekteyiz. Türk kültürüne göre yetişen ve yaşayan insanımız dünyanın değişimine ayak uydurmakta çok fazla zorlanmakta. Hayatımızda değişikliği pek kabullenmek istemeyiz ve devamlı işin kolayına kaçmaktayız. Bu yüzden gördüklerimizi olduğu gibi kabullenmek, değişiklik yapmamak bizlerin yaşamımızda başımıza gelebilecek olan şeylere kadercilik anlayışı ile bakmamıza neden olmaktadır.  

İnsanların hayatlarını devam ettirmek için çalışmak, para kazanmak ve kendisini geliştirmesi gerekmektedir. Ama insanlarımız yapısı gereği birçok şeyi değiştirmek istememekte ve ders almamaktadır. İş hayatında insanlar birçok değişik konuda çalışmaktadır. Her insanın her işi bilmesi mümkün değildir. İş hayatında insanların yaşadıkları iş kazaları incelendiğinde insanın hatalardan ders almadığı ve değişikliğe gitmediğini görmekteyiz.

ILO (Uluslar arası Çalışma Örgütü) araştırma sonuçlarına göre:

Her yıl 270.000.000 işçi iş kazalarında yaralanmaktadır. Dikkat edersek yaklaşık olarak Ülke nüfusumuzun dört katı kadar insan her yıl dünyanın dört bir yanında iş kazası sonucu yaralanmaktadır. Bunu dakika olarak hesaplarsak dakikada 510 işçi kaza geçirmektedir. Her gün 5.000 işçi iş kazası sonucu hayatını kaybetmektedir. Bunu yıl bazında hesaplarsak ne kadar büyük bir insan ve iş gücü kaybına sebep olduğunu ortaya çıkmaktadır. Ölen işçi sayısını dakikalarla hesaplarsak her 1 dakikada 3-4 kişi iş kazası sonucu ölmektedir.  

Ülkemizde ise her yıl yaklaşık olarak 80.000 iş kazası olmaktadır. Yani resmi kayıtlara göre her 6 dakikada 1 iş kazası olmaktadır. Her yıl ortalama olarak 1500 işçi hayatını kaybetmektedir. Başka bir deyişle her gün 4-5 kişi iş kazası sonucu hayatını kaybetmektedir. Yaklaşık olarak dememizin sebebi de Türkiye’mizde devam etmekte olan kayıt tutma alışkanlığının olmaması dolayısıyla net rakamlar verilememektedir.

Dünyadaki iş kazaları incelendiğinde çok iyi durumda olmadığımızı görebilmekteyiz. İş kazalarında en çok kaza yaşanan ülkeler arasında Avrupa’da birinci dünyada üçüncü sırada olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı adım atmamız gereken çok yolumuz olduğunu görmekteyiz. Bunun içinde yapmamız gereken şeylerin başında alışkanlıklarımızı değiştirmek ve yaptığımız hatalardan ders almayı öğrenmemiz gerekmektedir.

İş kazası sadece insanın kendisini etkileyen bir olay değildir. Etrafındaki iş arkadaşları, şirketi, amiri ve en önemlisi ailesi ve sevenleri kaza geçiren için büyük bir üzüntü, emek ve zaman harcamaktadırlar. İş kazası öncelikle insanın kendisinde bir güven kaybı oluşmasına sebep olmakta, hayata bakış acısı değişmekte, yaşam kalitesinin düşmeye başladığını görmekte, sosyal yaşam ile bağlarında kopukluklar oluşmaya başlamakta, sağlığın ne kadar önemli bir olgu olduğunu görmektedir.

Kazayı geçiren kişinin etrafındaki iş arkadaşları ise moral bozukluğu, kazazede için üzüntü, kazazedeye karşı güven duygusu kaybı, kaza ile ilgili yapabileceği bir şey olup olmadığına dair bir vicdan azabı ve motivasyon kaybı türü şeyler hissetmeye başlarlar. İş kazasının sadece sosyal ve teknik boyutu yoktur. Bunların yanında işin hukuki boyutu da vardır. Bu da kazazedenin ilk amirlerini en çok rahatsız eden durumlardan biridir. Çünkü kazazedenin acılarının ve sosyal ihtiyaçlarının karşılanmasının yanında işin hukuki boyutu amirleri korkutmakta ve tedirginlik yaratmaktadır. Şirket ise bir prestij kaybı yaşamakta ve eğer ölümlü bir iş kazası ise basında ve iletişimde yaşadığı sıkıntıları atlatabilmek için çeşitli yöntemler bulmak zorunda kalmaktadır.

İşyerlerinde iş kazalarının olmaması için çeşitli çalışmalar yapılmakta, önlemler alınmakta ve sorumlu insanlar görevlendirilmekte. Fakat her insanın başına bir kişiyi görevlendirmek mümkün olmamaktadır. Her insanın bir kazaya uğramaması için kendisinin yapması gereken, almakla mükellef olduğu görevler vardır. Örneğin hepimiz araba kullanıyor ve araba kullanırken emniyet kemeri takma alışkanlığına çoğu insanımız uymamaktadır. Kaza yaşandıktan sonra “ah keşke emniyet kemerini taksaydım”  gibi laflar telaffuz etmeye başlarız. Ama emniyet kemerini başımıza bir olay gelmedikçe takma alışkanlığı edinmek istemeyiz. Hatta emniyet kemerini trafik polisini gördüğümüzde “polisin ceza yazmaması için” takma gibi bir alışkanlık ediniriz. Evet polisin bizi gördüğü anda kendimizi koruma altına alırız ama polisten uzaklaştığımızda çok fazla umurumuzda olmadan yolumuza devam ederiz. Bu sosyal hayatımızda devamlı yaşadığımız, karşı karşıya kaldığımız bir durumdur. Bunun benzeri şeyleri iş hayatımızda devamlı yaşamaktayız, aynı davranışları tekrarlamaktayız. Bu yüzden insanımızın yaşadıklarından ders alması, yaptıkları hataların tekrarlanmaması için bazı değişikliklere açık olması gereklidir.  

Kaynaklar:

1: Dr. Mahmut Yaman – İş Sağlığı ve Güvenliği mi? O da ne? – 2005

 

Öğretmenlik Üzerine

Büyüklerimiz, Anneler Günü ve Babalar Günü’nden başka bir de Öğretmenler Günü ilan etmişler. Ne iyi etmişler, değil mi?

Onun iyi olduğunu söylemek bana değil, sana yakışır. Sen de kendine yakışanı söylüyorsun.

Üstadım, siz niçin öğretmen oldunuz? Bu meslekte bilerek ve isteyerek mi bulunuyorsunuz?

Sence, benim meslek tercihim nasıl izah edilebilir?

Üstadım, siz kesinlikle bu mesleğe isteyerek ve öncelikle girmişsinizdir.

Bunu nereden çıkardın Kertenkele?

Yoksa mesleğinizde bu kadar özverili, başarılı olamazdınız.

Teşekkür ediyorum, Kertenkele; benim için günün armağanı, bu iltifatınız.

Üstadım, öğretmenlik hakkında herkes bir şeyler söylüyor. Ben yıllardır aynı şeyleri duyuyorum. Kimin ne dediğini artık önemsemiyorum, siz ne düşünüyorsunuz mesleğiniz için? Ben de öğretmen olayım mı?

Kendin için hemen karar verme? “Ne, niçin, nerede, ne zaman, nasıl, kim” yöntemini burada da kullan. Öğretmenlik bir meslektir, meslekler insanın ihtiyacından doğmuştur. Evrendeki her şeyde olduğu gibi mesleklerin hem doğuşunda hem amacında hem icrasında merkez, insandır. Bazı meslekler insanı doğrudan, bazı meslekler dolaylı olarak amaç edinir. Biz de yaşamımızı idame ettirebilmek için bir meslek sahibi olmak zorundayız. Ziraatla uğraşabilirsiniz, çoban olabilirsiniz, mühendis, mimar, sanayici, tüccar olabilirsiniz. Ya da öğretmen, polis, hâkim, doktor olabilirsiniz. İnsan, bunların bazılarında doğrudan, bazılarında dolaylı şekilde objedir. Doktorda, öğretmende, hâkim ve poliste insan doğrudan objedir. Bu meslekler, toplum içinde, bu yönüyle ayrıcalıklı diye algılanır. Hâkimin ve polisin objesi insan, bakış açısı suç; doktorun objesi insan, bakış açısı hastalık; öğretmenin ise objesi insan, bakış açısı eğitimdir. Eğitim de insanı insan yapan eylemdir, değerdir. Eğitimsiz biri, henüz insan olma olgunluğunda değildir. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Öğretmenin objesi de bakış açısı da insandır.

Üstadım, peki, öğretmenler insan mıdır?

Kertenkele, sorunu anlayamadım. Lüzumsuz bir soru sordun.

Üstadım, size kendimi yine anlatamadım. Ben bir zamanlar öğretmenim için “O da bizim gibi yiyip içiyor mu, yatıp uyuyor mu?” diye düşünürdüm. Sanki onlar, benim gözümde bir melekti.

Anladım, sen terdit sanatı yaptın.

Ne yaptığımı bilmiyorum; ama her halde bilmeden güzel bir şey yaptım.

Her çocuğun gözünde öğretmen, bir melektir. Benim de senin gibi düşündüğüm zamanlar oldu. İlk insan Hz. Adem’e eşyanın adını Allah öğretti. Öğretme işini yapanlar, Allah’ın mesleğini icra etmiş oluyorlar. Kutsal kitabımızın ilk ayetinin ne olduğunu sana bir sohbetimizde söylemiştim: Oku. Okuyana öğrenci, okutana öğretmen denir. Öğretmen; dağa taşa, kediye köpeğe değil, insana hizmet eder. Sizin en büyüğünüz, size en çok hizmet edendir. Öğretmenlik, bunun için yüce meslektir, büyüklerin mesleğidir.

Üstadım, ben de büyük olmak istiyorum.

Peki, büyük olarak mutfakta mı, vitrinde mi bulunmak istiyorsun?

Üstadım, beni yine ters köşeye yatırmaya niyetiniz var. Niçin mutfak ve vitrinden söz ettiniz?

Kertenkele, sana istiare sanatından söz etmiştim. Eğer, narsis duygularının etkisiyle hareket ediyorsan vitrini, alçakgönüllü olmak istiyorsan mutfağı tercih edersin. Öğretmenler, türbinlere oynamazlar. Onlar adsız kahramandırlar. Öğretmenler, kendileri eser olmazlar; ama eserleriyle övünürler. Onlar, müessirdirler.

Üstadım, sizin övündüğünüz bir eseriniz oldu mu?

Sana Kertenkele demediğim gün, eser verdiğim gündür. Bu da sabır gerektiriyor.

Üstadım, ellerinizden öpüyorum.

Gazze Yem’mi Acaba?

Bünyesinde, ruhunda merhametten zerre olmayan İsrail Yahudileri, yine bir tezgâhın peşinde mi acaba?

Hiç beklenmedik bir zamanda, hem de İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in Ankara’yı ziyaret edip, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan R. Tayip Erdoğan’la ayrı ayrı görüşmesinden birkaç gün sonra, tonlarca kinini Gazze Müslümanlarının üzerine kustu.

Bu kin, Filistinlinin şahsında bizedir, Araplaradır ve tüm Müslümanlaradır.

Ortada, Filistin tarafında, bu denli bir zulmü gerektirecek sebep yokken böylesi bir girişim, hiç de hayra alamet gözükmemektedir.

Bir tarafta İran’ın Rusya’dan S300 füzesi alma haberleri yazılıp çiziliyor, diğer tarafta Obama’nın ABD Başkanlığını fiilen devralmasına iki haftadan az zaman kaldı…

Bir tarafta İran’ın başında, hiçte sebebe gerek yokken tahrik edici konuşmaları rahatlıkla yapabilen bir Ahmedinejad var, (Saddam misali), diğer tarafta imtihana tabii tutulması gereken bir Obama var (Kennedy misali).

Saldırının başladığı günden beri Obama, çok başarılı bir sınav vermektedir.

Gazze’de kan gövdeyi götürürken, O, bir golf sopası ve bir golf topuyla, bileğinin gücü ve alnının teriyle(!) imtihan vermektedir.

Kendi değimleriyle dünyanın başkanı olacak adam(!), süt dökmüş kedi misali suspus.

O, İsrail’e karşı ilk defa yok demeyi deneyen John F. Kennedy’nin, 22 Kasım 1963’deki akıbetini biliyor, O, 22 kalibrelik mermilerin marifetini de biliyor…

Bilindiği üzere dünyanın en bağımsız ülkesi İsrail’dir.

Ayrıca İsrail, dünyanın en katı şeriatçı ülkesidir de.

Bu ülke, başta ABD olmak üzere birçok ülkeyi parmağına takmış, istediği gibi kullanmaktadır.

Kullandığı ülkelerin başına geçecek Başkan, Cumhurbaşkanı veya Başbakanlar, önce İsrail’in eleğinden geçerler. Ve elekten geçtikten sonra da kontrol elden bırakılmaz.

Şimdi İsrail, ilk elekten geçen Obama’yı sınamanın yanında, Ahmedinejad’ı tahrik etme gayreti içinde de olabilir.

Çünkü eğer İran’ı vuracaksa, S300’ler İran’a gelmeden vurmak mecburiyetinde.

Zira İsrail, sadece kazanmak değil, kazanmayı sıfır zayiatla yapmayı planlar.

Çünkü onlardan dünyada fazla yoktur. (Allah’a şükür ki fazla yoktur.)

Bu meyanda ben; Gazze’nin bombalanması, Ahmedinejad için bir yem olabilir diye düşünüyorum.

Ahmedinejad, daha şimdiden (takdir edilecek) bazı çıkışlar yapmaya başladı bile;

Suç dosyası kabardı vs gibi.

Bu katliam karşısında dut yiyen Hıristiyan aleminin kendince gerekçesi vardı belki de, İslam alemininsessiz ve çaresiz kalması çok büyük bir acı.

Osmanlıyı arkadan vuranların akıbetlerinin iyi olması elbette belenemez.

Gözünü para bürümüş, gözü açların torunlarının akıbetlerinin iyi olması elbette belenemez.

Canlarını, namuslarının önünde tutanların akıbetlerinin iyi olması elbette belenemez.

Kendine değmeyen yılana hayat bağışlayanların akıbetlerinin de iyi olması belenemez elbette.

Ancak İslam ülkelerinin bu denli kayıtsız kalması, bu akıbetin çok daha vahim akıbetlerin gelişine zemin olacağı çok açıktır.

Ben biliyorum ki, her Müslüman’ın evinde, en az 3-5 Yahudi markalı ürün bulunmaktadır.

Bir Müslüman’ın evindeki bir litrelik kolanın, Gazze’ye kaç mermi olarak döndüğünü hesap edenimiz var mı acaba?

Adını Şaron denen mahlûkattan alan deterjanı evine sokmayanımız var mıdır?

“Kullanmayacağım ama İsrail markalarını bilmiyorum” diyenler,

Lütfen aşağıdaki siteyi ziyaret ediniz;

Belki Yahudi tüfeğine birkaç mermi eksik gitmiş olacaktır.

http://www.boykot-israil.org

Bu arada umarım iktidarımız da, İsrail ile yapılmış ve yapılacak anlaşmaları gözden geçirme gereğini gündemine alır.

Gazze’nin başını duman bürümüş,

İnsanlar perişan, karınlar hep aç.

Köpeklerin sofrasında pirzola,

Körpecik bebeler mamaya muhtaç.

Sivil Toplum ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Türkiye Pratiği üzerine…(3)

Sivil Toplum düşüncesinin siyasal araçlara dönüşmesi II. Dünya savaşı sonrasında başlar . Rejimlerin hem iç hem dış unsurlar tarafından kontrol edilmesi gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu durumda yönetim erkini elinde bulunduranların yönetilen kesim tarafından daha nitelikli olarak kontrol edilmesi denetlenmesi , ancak belirli dönüştürücü mekanizmaların kurulması ile mümkün olacaktır. Bu  mekanizmaların en etkilisi ise sivil toplumun siyasi dönüşüm aracı olarak bir baskı unsuru olacak şekilde kullanılması fikri ortaya çıkmıştır. Bu fikrin pratiğe dönüşmesi ancak 1980′ den sonra kendini daha fazla hissettirmeye başlamıştır.

Ana fikir olarak toplumların taleplerini açık bir şekilde dile getirebildikleri   bir siyasal ve ekonomik bir organisazyonu hedefleyen sivil toplumlar ABD’de çok sayıda dernek vakıf ve düşünce kuruluşu olarak ortaya çıkmışlardır. Hatta bu noktada Gene Sharp tarafından kurulan Albert Einstein Enstitüsü’nün (www.aeistein.org) misyonunun Sovyet Bloku ülkelerin demokratik bir devrimle , açık toplum yapısına geçmesini hedef almıştır. George Saros’un kurduğu Açık Toplum Enstitüsü (www.soros.org) de buna benzer bir misyona sahip olduğu gözlenir. ” Başlıca amacın demokratik yönetim , insan hakları, hukukun üstünlüğü ve bağımsız medyanın hakim olduğu küresel bir açık toplum oluşturmaktır.”(Popper, Karl R. The open Society and Its Enemies) Bu hedeflerin siyasal alandaki bulduğu karşılık neoliberal politikaların devlet yönetimlerinde etkinliği olmuştur. Neoliberal ekonomik uygulamalar sonucunda Devlet’in gücü sınırlanırken , sivil toplum gücünün artması hedeflenmiştir. Sivil alanın gelişmesi siyasal açıdan bakıldığında ulus devletin egemenliğini azaltırken neoliberal politikaların geliştirilmesi için elverişli ortam oluşturulmaktadır.

Bu siyasal projelerin en önemlisi ise toplumdaki algı değişikliğinin sivil toplum organisazyonlarını eliyle yapılmasıdır. “politik gücün doğasının, halkın o güce verdiği anlam çerçevesinde değiştirileceği” tezi savunulmaktadır .(Gene Sharp ; the Politics of Nonviolent Action) Bu yaklaşım halkın iktidardaki gücü algılama biçiminin ne olduğu, hangi unsurlardan etkilendiği ve beslendiği, nasıl değişebileceği zayıf ve güçlü yanlarının neler olduğu gibi birtakım soruların cevaplanmasıdır. Burada amaçlanan mevcut sosyo-ekonomik sorunlar nedeni ile  bireylerin kitlesel şikayet ve taleplerini siyasi bir amaca yönlendirerek rejim ölçeğinde sonuç almaktır.

Bugün Küresel ölçekte projeler üreten sivil, yarı resmi ve resmi organisazyonların çoğu ABD merkezlidir. Sovyet, Dogu bloku, Orta Asya , Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde bulunan baskıcı rejimleri iktidardan düşürüp Demokrasiyi yaygınlaştırmak istediklerini söylemektedirler. Bu amaca hizmet eden uluslararası kurumların önemli ve güçlü olanları şunlardır; National Democratic Instutite (Ulusal Demokrasi Enstitüsü) , The International Republication Institute (Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitü), National Endowment for Democracy (Ulusal Demokrasi Vakfı) ve benzerleri.

Bu uluslar arası örgütler kendilerine bölgelerde uydu sivil organisazyonlar bularak veya kurarak, ilgili ülke yönetimlerini kendi toplumları aracılığı ile dönüştürmeye demokratik yönetime zorlamaktadırlar. Bu dönüşümü yaparken toplumların liberal demokrasilerin ürettiği değerleri ve yaşam biçimlerini talep etmelerini sağlamalarından kaynaklanmaktadır. İşte bu noktada Sivil Toplum Kuruluşları toplumun memnun olmadığı kapalı bir toplumsal yapıdan çıkıp, liberal demokrasinin vaat ettiği açık toplum değerlerinin maddi , sosyal ve psikolojik alt yapısını oluşturmaktır.

Yukarıda saydığımız bölge ülkelerinde; toplumları demokratik yönetim anlayışına  yönlendirmek için o toplumların toplumsal muhayyilelerinde gelecek vaat eden parıltılı liberal demokrasi idealini oluşturmuşlardır.

Merkezi Yönetimden Yerel’e – Yerinden Yönetime

Yüzyılımıza damgasını vuran küreselleşme, geleneksel kurum ve kuruluşları değişime zorluyor. Bu değişimin önemli bir parçası merkezi idare ile yerel yönetimlerin yerel demokrasinin ve yerel yönetimlerin güçlendirilerek Avrupa Birliği normlarına uygun hale getirilmesidir.

Yerel Yönetimler demokrasinin kılcal damarları hükmündedir. Sistemin sağlıklı çalışması en alttaki talep ve beklentilerin en üste taşınması ve alınan kararların en hızlı şekilde icraatına geçirilerek halkın yaşantısına yansınası, bu damarların açık ve sağlıklı çalışmasına bağlıdır.

Halkın kendisine en yakın idari birim olan yerel yönetimler ile her türlü sorununu görüşmesi, çözüm arayışının bu noktada başlaması en makul ve tabi olanıdır.

Toplumsal taleplere cevap vermekte zorlanan mevcut kamu yönetimi  sistemini dünyadaki değişim ve gelişmeler ışığında yeniden yapılandırılarak merkezden merkeziyetçi bir yönetim anlayışından adem-i merkeziyetçi yerel yönetimlerin güçlendirildiği yerele ait kamusal sorunların yerinde çözümlendiği halkın katılım ve temsilinin en üst düzeyde gerçekleştiği bir yönetim yapısı ve anlayışı hem merkezi yönetimde hem de yerel yönetimlerde uygulamaya konulmalıdır.

Kamu yönetiminin esası insana hizmet etmek, hizmette kaliteyi ve verimliği artırmaktır. Bu hedeflere ulaşabilmek için merkezi yönetimi yeniden yapılandırılması, merkezi yönetimin üstlenmiş olduğu birçok hizmete alanının yerel yönetimlere ve yereldeki kamu kurum ve kuruluşlarına devri sağlanmalıdır.

Bir yönü ile demokrasi ;

Sadece seçme veya seçilme rejimi değil aynı zamanda katılma denetleme, işbirliği rejimidir. Kamu hizmetlerinde katılım ve işbirliği yerel yönetimlerde başlar.

Günümüzde mahalli hizmetler yerinden yönetim anlayışına uygun olarak mahalli idareler tarafından, ulusal düzeydeki (Savunma, Sağlık, Dış İşleri, Eğitim vs.) hizmetler ise merkezi idarelerce yönetilmelidir. Bu yapılanmaya esas olmak üzere merkezi idare ile yerel yönetimler arasında görev, yetki, verimlilik, etkinlik ve kaynak paylaşımı çağdaş yönetim ilkeleri ışığında yeniden belirlenmelidir.

Temel ilke olarak merkezi yönetim tarafından yürütülmesi zorunluluğu olmayan hizmetler kaynakları ile birlikte yerel yönetimlere devredilmelidir.

Demokratikleşmeye önem ve öncelik verilerek seçimle oluşan yerel yönetim organları üzerindeki merkezi idare karar ve denetimi en aza indirilmelidir.

İl Özel İdareleri ve Belediyeler yeniden yapılandırılarak Bakanlıkların taşra teşkilatları görev ve yetkileri ile birlikte işlevlerine göre Belediye ve İl Özel İdarelerine devredilmelidir.

Bu düzenlemeler çerçevesinde yerel yönetimlerin karar alma süreci ile bazı faaliyetlerine sivil toplum kuruluşların katılımı ve işbirliğinin geliştirilmesi, halkın karar alma süreçlerine katılımı, sivilleşme ve rekabet ortamının oluşmasını sağlayarak hizmet ve üretimin kalitesini artıracaktır. İnsana hizmet için oluşturulan yönetimlerin bu hizmetleri muhatabına en ekonomik, en süratli, en kaliteli, en verimli en kolay yolla aktarılması esastır.

Bu yapılırken merkezi idareden şikayetçi olduğumuz hantal ve halka kapalı bir yapılanmayı yerel yönetimlerde tekrarlamak buna mukabil olabildiğince şeffaf katılım ve sivil bir organizasyon oluşturulmalı;  Özel sektörün hızlı üretken kaliteli yönetim tarzı merkezi yönetim ve yerel yönetimlere mutlaka taşınmalıdır. 

Bilge bir devlet adamının ;

” İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” özdeyişinden hareketle günümüzde kamu yönetimi ; süreçlere, yöntemlere, kural ve talimatlara göre iş yapmak değil, buna mukabil hizmette müşteri memnuniyetini esas alan hedef ve öncelikleri belirlemek bunların gerçekleşmesine yönelik uygulama planları yapmak, insan kaynaklarını geliştirmek, performansı değerlendirmek,yapılan veya yapılmayan işlerden sorumluluk almaktır.

Davacı Değilim, Hırsızlara Özgürlük

Bir gün iki polis memuru evinize gelerek eşinize, size hitaben yazılmış, içinde “… günü … saate duruşmanız olduğundan Adliye binasında giriş katında Pol. Mem. MEHMET’i bulunuz. Gelmediğiniz takdirde hakkınızda gerekli yasal işlem yapılıp zorla getirileceğiniz ihtar olunur. Gerekli bilgi için telefon: …” yazısı bıraksa eşiniz ne yapar? Tabi ki sizi arar. Aynen öyle oldu.

Bu daveti aldığımızda vakit, cuma akşamıydı. Eşim telaşlanmıştı. Gelen pusulada verilen telefondan cevap alamıyordum. Pusulaya göre ortada bir duruşma vardı, ben bu duruşmaya gelmek zorundaydım, gelmezsem kolluk kuvvetleri marifetiyle getirilecektim. Avukatımı aradım. O da bu sırlı davetten bir şey anlayamadı. Bana göre, duruşma gerektiren bir olay yoktu, ben kolluk kuvvetleri marifetiyle getirilecek bir vatandaş değildim. Araya hafta sonu girdiği için iki gün düşündük, davetin nedenini. Senaryolar ürettik, tezler geliştirdik, acabalara cevaplar aradık. Bizim ne polisle ne adliyeyle ne mahkemeyle bir işimiz olurdu. Davet pusulasındaki aleladelik, nezaketsizlik, gayr-i ciddilik, tam bir kara mizah konusu. Alaturka denen şey bu olsa gerek. Öyle ya biz bize benzeriz.

Neyle karşılaşacağını bilmemenin bende yarattığı biraz heyecan, biraz tedirginlikle pazartesi günü belirlenen saatte, belirlenen yere gittim. Polis memurunun elime tutuşturduğu kâğıtta kimlik bilgilerinden başka hiçbir bilgi yok. Niye geldiğimi hala bilmiyordum. Az sonra yoksa tutuklanacak mıydım? Avukatıma haber versem nasıl olurdu? Kâğıdın üzerinde bir de “Zorla Getirilme Müzekkeresi” yazmasın mı?

Üçüncü kattaki ilgili mahkemeye yönlendirildim. Kalem bölümüne girip selam verdikten sonra “Ben zorla getirilmişim.”dedim. Memur, “Yoo, siz kendi isteğinizle geldiniz.” dedi. Cümleme ya laf olsun diye karşılık verdi ya da cümlemdeki dokundurmayı belki anlamıştı. Ben, kendime göre yasalara saygılı, hak hukuk bilen, devletle bir sorunu olmayan, sadık vatandaş nitelikleriyle donanmış biriydim. Kâğıtlarda yazılı ifadeler benim için yaralayıcıydı. Devlet, vatandaşına niçin ön yargılı davranıyor, onu niçin suçlu görüyordu? Şimdi düşünüyorum: Devletin ve onun adalet müessesi adliyenin gözünde hepimiz birer potansiyel suçluyuz. Benim, gardiyan devlete değil; vatandaşına güvenen, değer veren, onu her şeyiyle öncelikleyen “müşfik” devlete, garson devlete ihtiyacım var. Siz ne dersiniz?

Kalem’in önüne birtakım insanlar toplanmıştı. Belli ki onlar da kendilerince meçhul olan bir davetin konuklarıydı. Farklı sosyal kategoriden bu insanlar, uzaklardan gelmiş gibiydiler. Aralarında birerli ikişerli konuşuyorlar, içeriye girip orada birilerine bir şeyler soruyorlardı. Beklemem gerektiğini, sıram gelince çağıracaklarını söyledi Kalem’deki bayan. İki saat geçmişti, tanık olarak gelenlerin sanık olarak çıktığını, bana daha önce bir kâtip hatıralarında aktarmıştı. Acaba ben de mi sanık olacaktım? Bu süre içinde tutuklanmadım; ama bir taraftan da söyleniyor, mahkeme salonunu gözlemliyordum. Salonda yargıçların bulunduğu taraftaki duvarda bulunan “Adalet, devletin temelidir.” yazısı dikkatimi çekti.  

Bize, adı konmuş tam bir saat verilemez miydi? Gelen bu kadar insan, bu kadar beklemek zorunda mıydı? Kaybedilen zamanın, gerilen sinirlerin hesabını kime soracaktık? “Az zamanda çok ve büyük işler yapmak.” prensibi bunu mu gerektiriyordu? Tam bir iş bilmezlik, tam bir sistemsizlik örneği. Nihayet, Kalem’e davet edildim; ifadem alınacaktı. Bilgisayar önüne konan dava dosyasını görünce biraz rahatladım. İki yıl önce bankadaki hesabımdan internet aracılığı ile yapılan hırsızlıktan dolayı yakalanan kişilerden davacı olup olmadığım soruluyordu. İki gün ve iki saat yaşadıklarım geldi gözümün önüne. “Davacı değilim, hırsızlara özgürlük” demek istedim. Olmadı, davacı olsam da uğraşamazdım. Hırsızlarla uğraşmak devletin göreviydi. Devlet, bu görevi benim adıma yapmalıydı; ama vatandaş olarak beni üzmeden. Davacı olduğumu; ancak takipçi olmadığımı kayıtlara geçirttim.

Adliyeler hak arama, hakkına kavuşma kurumu; adaletin tecelli ettiği yer. Millet adına milletin hukukunu korumakla görevli. Adliyelerin, bu görevini yerine getirmede, kişi haklarını gözetmede, kişi onurunu önemsemede gerekli hassasiyeti göstermediğini, insanımıza karşı saygılı bir dil kullanmadığını söylemek zorundayım. Köklü bir yapılanmaya ihtiyaç var. Çalışan personel eğitilmeli, sistem yeniden kurulmalı, vatandaşa bakış değiştirilmeli, çalışanların iş yükü azaltılmalı, şikâyetçi vatandaşlar kısa zamanda haklarına kavuşturulmalı. Tersi durum, vatandaşı hakkını aramaktan alıkoyar, hırsızı, suçluyu cesaretlendirir.

Adalet, kişilerin, kurumların birbirlerine tahakküm aracı değil, uyum aracı olmalı. Eskiden, mahkemelerde “Adalet, mülkün temeli.” yazardı, şimdi adalet, niçin devletin temeli oldu?

Bosna- Hersek Gezi İntibaaları

Bosna – Türkiye Kardeşliği Derneği’nin daveti üzerine, 29 Ekim  –  2 Kasım 2008 tarihleri arasında, Aydınlar Ocağı Genel Merkezi tarafından,  32 kişilik seçkin bir heyet ile Bosna’ya kültür ağırlıklı bir gezi tertiplenmiştir.

29 Ekim 2008 tarihinde, İstanbul Atatürk Hava Liman’ından yaklaşık bir buçuk saatlik bir uçuştan sonra, Saraybosna Hava Limanı’na indik. Burada işlemleriniz tamamlandıktan sonra önceden tutulmuş olan otobüse binerek kalacağımız pansiyona doğru hareket ettik. Kafilemize rehberlik hizmeti veren Rizvan Haliloviç ve kızı Fahriye hanım yol boyunca bizi bilgilendirdi. Şaşkınlık içinde, iç savaş sırasında binaların kurşunlarla delik deşik edildiğini gördük. Dört gün boyunca kalacağımız pansiyona geldik ve herkes kalacağı odaya yerleşti. Burada bir müddet dinlendikten sonra, iç savaş sırasında şehit düşmüş üç bin şehidin yattığı ve Aliya İzzetbegoviç’in de mezarının bulunduğu şehitliğe yürüyerek gittik ve ruhlarına fatihalar okuduk. Mezarların pek çoğunda Ay-yıldız vardı. Şehit düşenlerin çoğunluğunun 15-20 yaşlarında Boşnak gençler olduğunu gördük. Dağlar, tepeler ve parklar hep şehit mezarları ile dolu idi. Boşnak şehitliğinin tam karşısında eski Türk Şehitliğini de ziyaret ederek ruhlarına fatihalar okuduk. Saraybosna, tarih itibariyle çok zengin ve güzel bir şehir. Nüfusu yaklaşık olarak beşyüzbin civarında ve bu nüfusun %80’i Müslümanlardan oluşmaktadır. Çok sayıda Osmanlı eseri gözümüze çarptı. Osmanlı’nın yapmış olduğu camiler, çarşı ve dükkanlar muhteşem güzellikte. Aynı gün Baş Çarşı’yı gezdik. Saraybosna şehir olarak yeşilliği ile, çarşı ve dükkanları ile Bursa ‘yı andırmaktadır.

Bosna, 1463 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedildi. Yaklaşık dörtyüz yıl boyunca Osmanlı Devleti’nin yönetiminde kaldı. Daha sonra 1877-1878 Osmanlı -Rus Savaşı sonunda yapılan Berlin Antlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na bırakıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yugoslavya’nın altı federe devletinden biri oldu. Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bağımsızlığını ilan etti. Hemen akabinde iç savaş başladı ve 250 bin Müslüman şehit düştü. Daha sonra barış sağlandı. Fakat, Boşnaklar tedirgin. Her an yeni bir iç savaşın başlayabileceği endişesi içerisindeler.

Kaldığımız pansiyon Baş Çarşı’ya çok yakın. Akşam yemeğini Baş Çarşı içerisinde çok güzel bir lokantada yedik. Yemekten sonra gruplar halinde çarşıyı gezmeye başladık. Saraybosna’ da Osmanlı Devlet’inden kalma görülmeye değer Baş Çarşı, Ali Paşa ve Ferhat Paşa Camii’leri hakikaten muhteşem güzellikte.

30 Ekim 2008 tarihinde sabah kahvaltısından sonra, saat 10.00′ da, Boşnak Enstitüsü’nde, oturum başkanlığını Bosna-Türkiye Kardeşliği Derneği Başkanı Rizvan Haliloviç ‘in yaptığı  Bosna- Hersek Cumhurbaşkanı Haris Sılayciç, Saraybosna Eski Şehir Belediye Başkanı İbrahim Hacıbayriç, daha önceki Belediye Başkanı Prof. Dr. Rizah Avdiç ve Türk Büyükelçiliği’nden bir yetkilinin protokol olarak katıldığı, konuşmacı olarak da Aydınlar Ocağı Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa E.Erkal, Prof. Dr.İbrahim Öztek, Saraybosna Üniversitesi Tarih ve Coğrafya Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Buşatluya, Travnik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Luka Markesiç, Travnik Üniversitesi Siyasi Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Nayetoviç, Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Baliç, General Kadriya Şkriyel ve İsmet Haciç ‘in katıldığı   “85.YILINDA TÜRKİYE CUMHURİYETİ” konulu bir açık oturum yapılmıştır. Kafilemize ve açık oturuma katılan zevata, Saraybosna Eski Şehir Belediyesi tarafından öğle yemeği ikramı yapıldı. Burada Fatih Belediyesi’nin vermiş olduğu hediyeler Eski Şehir Belediye Başkanına takdim edildi ve iki belediyenin kardeş belediye olması için gereken temasların yapıldığı ve görüşmelerin devam ettiği belirtildi.

Öğle yemeğinden, sonra tekrar  şehir turuna çıktık. Otobüsle Bosna Pınarı’na gittik. Bosna Pınarı,  Bosnalıların piknik yaptıkları çok güzel bir mesire yeri. Her  yer su kaynağı. Bosna Pınarı’ndan sonra tekrar otobüsle kaldığımız pansiyona geri döndük.

Saraybosna’da Türk çayı pek bilinmemekle birlikte İstanbul’dan Saraybosna’ya gelen ve muhtelif üniversitelerde okuyan Türk öğrencilerinin gittiği ve sohbet ettikleri, Osmanlı döneminde Kervansaray olarak kullanılan ve insanın içini ferahlatan bir mekanda, Türk çayı ve Türk kahvesi içtik. Daha sonra kafilemiz dinlenmeye çekildi.

31 Ekim 2008 tarihinde sabah kahvaltısından sonra, otobüsle tarihi Mostar Şehrine doğru hareket ettik. Yol boyunca rehberlerimiz bize yeni bilgiler aktardılar. Yemyeşil yerlerden geçtik. Bir tünelden geçtikten sonra, buraların Hersek toprağı olduğu  bilgisini aldık. Yol güzergahında Mostar’ı geçtik. Mostar’a tekrar dönüleceği bildirildi. Bir müddet sonra Potiçel Köyüne geldik. Cuma Namazı vakti yaklaştığı için Cuma Namaz’ını Potiçel Köyü Camii’inde kıldık. Osmanlı Devleti zamanında Potiçel Köyünde çok sayıda Türk yaşadığı için bu köye Türk köyü de denilmektedir. Bu köy, Osmanlı Devleti’nin Bosna- Hersek’ de Adriyatik Denizi’ne doğru ulaştığı an son bölge olarak bilinmektedir. Hemen yanıbaşında Neratva Irmağı akmaktadır. Potiçel, kalesi ile de ünlü bir köy.  Kaleye vakit darlığı sebebiyle çıkamadık, ama uzaktan bütün ihtişamıyla seyrettik. Bu köyde, Hırvatların nüfus bakımından fazla oldukları bilgisini aldık. Cuma Namazı’nın hutbesinde imamın söylemiş olduğu bir cümleyi sonradan bize tercüme ettiler. Bu cümle ” Her yerde müslüman olunur ama Hersek de müslüman olarak kalmak çok zor iştir. ”  şeklinde idi. Demek ki, üzerlerinde büyük bir Hırvat baskısı olduğu, zaten savaş sırasında evlerin yakılıp yıkıldığı, vahşetin ve bir soy kırımın yapıldığı görülüyor. Potiçel Köyünden geri döndük. Öğle yemeğini Buna Pınarı kenarında çok güzel bir lokantada yedik. Sanki kendimizi Trabzon’un Uzungöl’ünde hissettik. Her yer yemyeşil. Buna Nehri’nin kaynağında Saru Saltuk’un kurmuş olduğu tekkeyi ziyeret ettik ve burada bir süre sohbet ettik. Sohbetten sonra, tarihi Mostar Şehri’ne doğru yola çıktık. Hava kararmak üzere Mostar’a ulaştık. Mostar hakikaten çok güzel bir şehir. Şehri Neratva Nehri ikiye bölüyor. Bu nehir üzerindeki Mostar Köprüsü şehri birbirine bağlıyor. Mostar, Hırvatların yoğun olarak yaşadığı bir şehir. İç savaş çıktığı zaman Hırvatlar, Mostar Köprüsünü bombalamışlar. Barış sağlandıktan sonra, Köprü Türkiye’nin girişimi ile Türk  mühendisleri tarafından  yeniden inşa edilmiştir. Köprünün üzerinden Koski Mehmet Paşa Camii’ni seyretmenin zevkini yaşadık. Hırvatların yoğun olarak yaşadığı taraftaki dağların tepesinde dikilmiş oldukça büyük haç işaretlerini gördük. Mostar Köprüsü’nde çok sayıda hatıra fotoğrafı çekildi.. Daha sonra yürüyerek çarşı ve Osmanlı evlerinin önünden geçerek otobüse ulaştık. Tekrar Saraybosna’ya doğru yola çıktık ve saat 21.00 ‘de kaldığımız pansiyona geldik. Bir müddet dinlendikten sonra tekrar gruplar halinde çarşı turuna çıktık. Yemeklerimizi yedik, çaylarımızı içtik.

01 Kasım 2008 tarihinde sabah kahvaltısından sonra, Travnik’e gitmek üzere yola çıktık. Yol boyunca rehberlerimiz kafilemize önemli bilgiler aktardılar. Sırp canileri Saraybosna’ da olduğu gibi Travnik ve çevresinde de Müslüman Boşnakları katlederek bütün dünyanın gözü önünde soykırım yaparak insanlık suçu işlemişlerdir. Bunu özellikle köylerde uygulamışlardır. Bir müddet sonra Travnik’e ulaştık. Burada ilk uğradığımız yer şehrin hemen girişinde bulunan İbrahim Paşa Medresesi oldu. Medrese bugünkü İmam Hatip Liseleri gibi eğitim veriyor. Okul müdüründen pek çok bilgi edindik. Medresenin hemen girişinde Fatih Sultan Mehmet’in Hristiyanları koruma nitelikli fermanı gözümüze takıldı.

Medreseden ayrıldıktan sonra şehir turuna başladık. Travnik Şehri’ni Fatih Sultan Mehmet kurdurmuş. Bundan dolayı bu şehre Fatih’in Şehri denmekte. Rivayete göre; Fatih Sultan Mehmet rüyasında masvavi bir gökyüzü ile tertemiz ve berrak akan bir su görmüş. Bundan dolayı dağların arasından akarak şehre giren suya “Mavi Su” ismini vermiş. Travnik, suları ve camiileri ile ünlü bir şehir. Uzaktan karşı tepedeki Osmanlı Türk kalesini gördük. Zaman darlığı yüzünden kaleye çıkamadık. Travnik’teki en ünlü Osmanlı eserlerinden birisi olan Süleyman Paşa Camii’ni ziyaret ederek vakit namazını eda ettik. Bu camii 1757 yılında yaptırılmış. Süleyman Paşa Camii’ni ziyaret ettikten sonra yürüyerek Mavi Su restorana geldik. Yemekten sonra, bir müddet şehir turu yaptık. Şehir öylesine güzel ve öylesine temiz ki, insanın içinden buradan ayrılmak gelmiyor. Zaman çok süratli akıyor. Saraybosna’ya dönmek için otobüsteki yerlerimizi aldık. Yol boyunca mihmandarlarımızdan çeşitli bilgiler aldık. Saat 21.00’e doğru Saraybosna’ya geldik. Son gecemiz olduğu için kafilemizden alışveriş yapmak isteyenler çarşıya çıktılar ve dönüş hazırlıklarına başladık.

02 Kasım 2008 tarihinde sabah kahvaltısını yaptıktan sonra, kaldığımız pansiyonun sahiplerine teşekkür ve veda ederek, tekrar üçbin şehidin yattığı ve Aliya İzzetbegoviç’in de mezarının bulunduğu şehitliğe uğrayarak ruhlarına yeniden fatihalar okuduk. Daha sonra, randevulu olarak Uluslararası Saraybosna Üniversitesini ziyaret ettik. Fakat, randevu tarihinde herhalde bir yanlışlık olduğu için üniversite rektörü ziyaretimize katılamadı. Fakat, Üniversitenin diğer yetkililerinden gerekli bilgileri aldık. Bu üniversite, Türk müteşebbisleri tarafından kurulmuş ve dünyanın her yerinden öğrenci kabul eden paralı bir üniversitedir. Eğitim ve öğretimi yabancı dille yapmaktadır. Türkçe, haftada iki saat seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Üniversite yetkilileriyle vedalaştıktan sonra, tekrar Bosna Pınarı’na gittik. Bir müddet burada gezinti yaptıktan sonra Saraybosna Havalimanı’na hareket ettik. Nihayet vedalaşma zamanı gelmişti. Havalimanı’nda duygusal anlar yaşadık. Mihmandarlarımız Rizvan Haliloviç ve kızı Fahriye hanım  ile uzun uzun vedalaştık. Bosna-Hersek’teki güzellikleri ve Müslüman kardeşlerimizi bırakarak İstanbul’a döndük.

Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz :

Bu gezi  son derece faydalı ve kaynaştırıcı olmuştur. Bu tür gezilere devam edilmesi her yönden faydalı olacaktır.

Saraybosna’da, Mostar ‘da , Travnik ‘de vb. yerlerde sosyal yapı oldukça karışık. Bir tarafta camii, diğer tarafta kilise. Müslüman Boşnaklar ile Hristiyan Sırplar ve Hırvatlar bir arada yaşamakta ve aynı coğrafyayı birlikte paylaşmaktadırlar.

Bosna – Hersek başta olmak üzere, Türk Dünyası’nda ve Dünya’nın diğer ülkelerinde, Türk müteşebbisleri veya devlet tarafından kurulan üniversitelerde mutlak surette Türkoloji bölümlerinin açılması zorunluluğu getirilmelidir. İnsan böyle seyahat ve gezilerde Türkçe’nin önemini daha iyi anlamaktadır.

Müsait ortamlar hazırlandıktan sonra, Türk yatırımcılarının, sanayici ve iş adamlarının Bosna-Hersek’e yatırım yapmalarını ve Türk mallarının buralara girmesinin önemine inanıyoruz.

Bosna-Hersek gezimizde bizleri ağırlayan ve çok güzel duygular yaşatan Bosna-Türkiye Kardeşliği Derneği Başkanı ve mensuplarına şükran duygularımızı sunar, çalışmalarında başarılar dileriz.

2009’a Girerken Yerel Seçimlerin Önemi

2008 yılının son günlerindeyiz. 2009 için şimdiden söyleyebileceğimiz şudur: 2009 yılının tamamı geçim yılı, ilk çeyreği hem geçim ve hem de seçim dönemi olacak.

29 Mart 2009 da yapılacak yerel seçimlerin önemi, çoğu vatandaşımıza göre, sadece AKP iktidarını zayıflatmak veya güçlendirmek için bir gösterge olmasından ibaret.

Bu seçimlerde AKP oylarında ve kazanılacak belediye sayısında artış veya azalış,  hatta bazı kale sayılan belediyelerin el değiştirmesi, iktidarın sonraki yıllarını nasıl geçireceğine dair gösterge olacak. 2009’da şiddetini daha etkili olarak hissedeceğimiz ekonomik kriz ve işsizlik belasının da tesiriyle, iktidarın bu seçimlerden zayıflayarak çıkması halinde genel seçimlerin öne alınması söz konusu olabilecek.

Oysaki yerel seçimlerin önemi sadece Ankara’da yönetimin değişmesine etkisinden ibaret değil. Seçmenlerin gündelik hayatlarına, yerel seçimlerde seçtiklerimizin kimlik ve kalitesi, belki de Ankara’daki yönetimden daha çok etkili olmakta.

Siyasette ve idarede gücün ölçüsü paradan ibaret değildir. Ancak gücün en önemli parametresi kullanılan para miktarıdır. Bu bakımdan bütçe büyüklüğü sıralamasına göre en önde gelen Maliye, Milli Eğitim, Çalışma ve Sosyal Güvenlik, Milli Savunma ve Sağlık Bakanlıkları sırf bu özellikleri bakımından bile önemli bakanlıklardır.

Belediyeler, özellikle de Büyükşehir Belediyeleri, son senelerde bütçe büyüklükleri itibariyle birçok önemli bakanlıkları geride bırakmaktadır. 2009 bütçeleri açıklanan İstanbul ve Kocaeli Büyükşehir Belediyeleri ile bazı bakanlıkların bütçelerini aşağıda veriyorum:

Milli Eğitim Bakanlığı :  27 milyar 883 milyon 696 bin TL

Milli Savunma Bakanlığı : 14 milyar 532 milyon 622 bin TL

Sağlık Bakanlığı : 12 milyar 720 milyon 313 bin TL

İstanbul Büyükşehir Belediyesi : 6 milyar 200 milyon TL

İçişleri Bakanlığı : 1 milyar 893 milyon 861 bin TL

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi : 1 milyar 770 milyon TL

Ulaştırma Bakanlığı : 1 milyar 155 milyon 636 bin TL

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı : 467 milyon 411 bin TL

Sanayi ve Ticaret Bakanlığı : 639 milyon 25 bin TL

Bayındırlık ve İskân Bakanlığı : 709 milyon 448 bin TL

Dışişleri Bakanlığı : 816 milyon 935 bin TL

Büyükşehir Belediyelerinin bütçeleri içine, ilçe ve ilk kademe belediyelerinin bütçeleri ve yanılmıyorsam belediyelerin yan kuruluşları olan İzgaz, İzaydaş, İSU, Kent Konut gibi kuruluşların bütçesi dâhil değildir.

Demek ki Belediyelerimizin bütçeleri Türkiye’nin imkânlarına göre oldukça büyüktür. Bu büyüklüğün çok altında bütçelere sahip özel sektör şirketlerinin Genel Müdür veya CEO olarak adlandırılan yöneticilerinde ne türlü vasıflar arandığını hatırlayınız.

Belediyelerde kaynakların yüzde on, yüzde yirmi gibi oranlarda bile daha verimli kullanılmasının Türkiye genelinde ne büyük ilave kaynaklar yaratabileceğini düşününüz. Daha çok ve kaliteli hizmet almamız için vasıflı başkanlar ve meclis üyelerine ihtiyacımız var. Kaldı ki ben çok vasıflı bir başkan ve ekibinin sağlayabileceği verimlilik artışının, yüzde yirminin çok üzerinde olabileceğini düşünüyorum.

Bir özel sektör şirketinin Genel Müdürünün vasfı bile belediye başkanlığı için yeterli olmayabilir. Çünkü siyasetin halkla olan ilişkileri, şirketlerden daha önemlidir. Yöneticilik vasıfları özel şirket tepe yöneticisinden aşağı olmayan, dürüst ve halkla iç içe insanları, Belediyelerimizde başkan olarak görmek hayali içindeyim.

Ne dersiniz, gerçekleşmesi mümkün olmayan bir hayal mi bu?

*  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *  *

2009 yılının en azından ilk yarısını krizin şiddetli sarsıntıları ile geçireceğiz. İkinci yarısı için ise kimse tahmin yapamıyor. Sadece umutlar açıklanıyor: “Her krizin bir sonu vardır. İnşallah bu kriz de en kısa zamanda sona erer.”

“Türkiye bu krize hazırlıksız yakalandı.” “Yüksek faiz- düşük kur” politikası sonucu Türkiye’ye akan sıcak para ile günümüz gün edildi. Özel sektörümüzün yüksek borçlanması, ara malı üreticilerinin ithalat ile rekabet edememesi sonucu faaliyetten çekilmiş olmaları, bizi dış sermaye olmadan çarkların dönmediği bir ülke haline getirdi. Artık dış sermaye de son derece kısıtlı.

Şu anda alınan ve alınacak tedbirlerin 2009’un ilk yarısı için bir fayda sağlaması beklenmiyor. Ancak gelecek yılları kurtarmak için bugün alınacak tedbirler çok önemli. Yoksa önümüzdeki yılları da heba etmiş olabiliriz.

Bu bakımdan seçtiğimiz kimselerin kalitesi ve yetenekleri geleceğimizi tayin etmede en önemli faktördür. Şüphesiz daha iyi yönetilmiş bir Türkiye, dünya liginde daha üst sıralarda yer alır.

2009 yılı için Allah’tan, bizlere önümüze konulan sandıklarda daha iyi bir seçim yapma becerisi vermesini, seçtiklerimize de fırtınalı denizlerde bile iyi kaptanlık yapabilecek yetenek ve basireti vermesini diliyorum.

İhanet Özgürlüğü Talebi

Haksız ve belgesiz sözde Ermeni iddiaları karşısında sahte imzalarla özür dilemeye kalkanlar, toplumu çok kötü tahrik etmişlerdir. Belki de görevleri budur. Aldıkları talimat buna uygundur. Bizim bildiğimiz, özrü ancak suçlular diler. Türk tarihinde utanılacak bir sayfa yoktur. Kimseden özür dilemek durumunda değiliz. Tarih boyu Türk’e karşı yapılan soykırımları (biyolojik ve kültürel) karşısında bizden özür dilenmelidir.

Bazılarının görevi toplumu germek, tahrik etmek, kendi ülkeleriyle başkaları adına çatışmak olabilir. Ancak, bunlara fırsat verilmemeliydi. Sayın Cumhurbaşkanının dinleyicisinden konuşmacısına kadar tek taraflı ve aynı yanlış ezberi ortaya koyan Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen Ermeni Konferansına bizzat katılarak açış konuşması yapma niyetini ortaya koyması yanlış olmuştu. Daha sonra bu malum toplantıyı iptal eden hâkimin Elazığ’a sürülmesi de bir başka ayıp ve yanlıştır. Toplantıyı iptal için dava açanların bir kısmının Ergenekon sanığı olarak tutuklu olması da ayrıca düşündürücüdür. Dost ve müttefiklerimiz bu her iki konuyu da çok önemsemişlerdir. Nitekim, ABD’nde bir enstitü müdürünün Sayın Gül’ün Erivan’a maç ziyareti dolayısıyla “Amerika için Erivan ziyareti Ergenekon’dan daha önemlidir” şeklindeki ifadesi ibretle düşünülmesi gereken bir husustur.

Milli davalarda ne ikili oynanabilir; ne de bunlar karşısında tarafsız kalınabilir. Bu milli davalar, Ankara eksenli ele alınmak durumundadır. Maalesef, ülkeyi yönetenlerin birçok konudaki beyanları ya tarafsız bir hakem, ya da dolaylı taraf durumundadır. Komşularınız çözüme yaklaşır, fanatik ve ırkçı tavırlarını terk eder, tarihi gerçekleri hesaba kattıkları takdirde gayet tabii onlarla da görüşürsünüz. Ancak, Ermenistan tarafı hayali soykırımı iddialarından, Karabağ işgalinden, Doğu sınırımızın tartışılmasından, Azerbaycan’la ilişkilerimizin yön değiştirilmesi talebinden vazgeçmiş değildir. Batı Ermenistan iddiaları acaba nereleri kapsıyor? Siz bu komşunuzla bunları konuşamazsınız. Konuşurum diyorsanız; taviz vermeye hazırsınız demektir.

Belge ve arşivlere dayanmayan sözde soykırımı iddialarını kabul etmek ve özür küstahlığı, vicdansızlığın âlâsıdır. Bazı karanlık çevrelerce ortaya konulan bu çirkin ve küstah tavır, düşünce hürriyeti ile etiketlenemez. İstenen ve arzulanan, Türkiye’ye karşı bir ihanet özgürlüğü talebidir. Hiçbir ciddi devlet ve o devleti yönetenler bu tür örnekleri hoş göremez. Kimse “Efendim devletin görüşü, resmi tarih görüşü” şeklinde ciddi belge ve arşivleri küçümseyemez. Bilimsel değilmiş gibi gösteremez.

Son günlerde TRT’deki bazı programları da anlamak mümkün değildir. Devlet kuruluşu olarak TRT acaba büyük gayretlerle bu özürcüleri mi seçip konuşturmaktadır? Aslında, TRT’nin Kurmançça ve Zazaca’yı dışlayarak Ortadoğu’ya dönük Kürtçe yayın gayretkeşliği de yanlıştır. Devlet eliyle insanları ötekileştirmektir.

Bu özürcü takımın malum bir cemaatin düzenlediği “Abant Toplantıları”nın sürekli müdavimleri ve aktörleri oldukları da gözden kaçmamaktadır. Bu toplantılarda konuşmacılar ve davetliler itina ile seçilmektedir. Ortak özellik; Atatürk, Cumhuriyet, Türk kimliği, Anayasanın temel giriş maddeleri, kısaca Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere karşı olmaktır.

Etrafta bir mahalle baskısı lafı sürüp gidiyor. Yapılan bir araştırma ile inanan ve muhafazakâr kesim üzerindeki baskı ortaya konmaya gayret edilmişti. Bu defa, bir başka öğretim üyesi Anadolu şehirlerini de hesaba katarak değişik bir sonuca vardı. Bu defa çok dar anlamda laikler üzerinde çeşitli yönlerden bir baskı ve sindirmenin olduğu ortaya çıkarıldı. Aslında, değişik özellikleri olan bu geniş kitlenin sadece laikler olarak ifade edilmesi de yanlıştır. Ancak, bazıları laik-antilaik ikileminin sürmesinden yanadırlar. Oysa, bunların bazı temel özellikleri; Anayasadaki laiklik prensibine bağlı kalmanın yanında, küresel istilâ ve ablukaya karşı milli tavır ortaya koymaları, teslimiyetçi olmamaları, yasal haklarını kullanmaları, milli bağımsızlık ve egemenlik konusundaki hassasiyetleri, kısaca Türkiye’yi Türkiye yapan değerlere bağlı bulunmalarıdır.

Araştırmanın sonunda bazılarının Ermenilerden dilediği özre yeni ilâvelerin yapıldığı görülmektedir. Bazı yabancı resmi görüşlerin telkinleri de aslında bu yöndedir.  

Haklı tepkilerini “www.reddediyoruz.com (15.803), www.ozurbekliyorum.com (107.708), www.sizozurdileyin.com (40.888)” sitelerinde ortaya koyanlara teşekkür ederiz.