26.6 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1279

Sosyal inovasyon.. (3)

“Dilenci kültüründen üretim kültürüne geçiş için sosyal girişimciliğe ve sosyal inovasyon projelerinin hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır.”

Sadece Sosyal Yardımlaşma Genel Müdürlüğü tarafından 2008 yılı içinde; 1 milyon 951 bin 430 öğrenciye 294 milyon TL eğitim, 94 milyon 9 bin TL eğitim metaryali, 896 kişiye 1 milyon 486 bin 500 yüz TL doğal afet,  53 bin 361 kişiye 10 milyon 560 bin TL sıcak yemek, 213 milyon 700 bin TL Kuru gıda, 27 bin 906 kişiye 40 milyon 652 bin TL barınma, bin 966 kişiye 2 milyon 759 bin TL özürlülük, 2 milyon 84 bin 581 kişiye de 1 milyar 797 milyon 79 bin TL kömür yardımı yapılmıştır.

Sadece bakanlığın bütçesinden toplam 2 milyar 454 milyon 959 bin TL 2008 yılı için harcanmıştır. Belediye yardımları ile özel vakıf ve derneklerin yardımlarını da düşünürsek 3,5 – 4 milyar TL’lik bir kaynak yardıma muhtaç kişilere verilmektedir. Bu yardımı yapanlar sadece balık veriyor. Yardıma muhtaçlar arasında yardımı alanların durumu almayanların durumuna göre daha iyi durumdadır. Bu durumu gören diğer ihtiyaç sahiplerinden utananlar sıkılanlarda artık bu yardımın kendi hakları olduğu anlayışı ile onlarda ilgili kuruluşlara müracaat edecek ve onlarda yardım almaya başlayacaktır. Bu rakamlar her yıl artarak yardım alma kültürünün (dilenci kültürü) geliştiği bir iklime doğru gidecektir..

Önce yardım yapanların hoşuna giden yani yardım yaptığından dolayı onda bıraktığı has ve yardımseverlik duygusu zamanla bıkkınlığa doğru kayacaktır. Çünkü yardım talep edenlerin sayısı artacaktır. Bu artışı sağlayacak yeteri kadar kaynak ayrılamayacağından zaman içinde problemlere neden olacaktır. Bakanlık bütçeleri, Belediye ve diğer yardım kuruluşu bütçeleri zamanla yardım taleplerinin artması ile bütçe konusunda zorlanacaktır.

Devletimiz kesinlikle bu kaynakları ve diğer uluslar arası yardım fonlarını sosyal inovasyon projelerine ayırıp sosyal girişimci ve STK ( Sivil Toplum Kuruluşu) ‘ları kullanarak bireyleri yardım alma kültüründen çıkartıp üretim yapma kültürüne geçişini sağlamalıdır.

Sosyal inovasyonda katılımcılık çok önemli. Halkımızda STK’lar genellikle yardım kuruluşu olarak algılıyor. Bu algının kırılarak STK’ların köklü ve sürdürülebilir çözümler üreten farklı alanlardaki kişi ve kuruluşlarla iş birliği yaparak proje çeşitliliğini artıran organizasyonlar haline getirilip, toplumdaki yanlış algılanmanın önüne geçilmelidir.

Toplumsal gelişimin sağlanması için özellikle kalkınmada öncelikli bölgelerde toplumsal problemli konuları masaya yatırarak bu problemlerin giderilmesinde sosyal inovasyon projelerinin üretilmesi gerekir. Bunun için o bölgelerde sosyal diyalogların, eğitim projelerinin, sağlık projelerin ekonomik projelerin yapılması gerekir. Aralarından seçilen öncelikli proje konularının AB birliği ve Dünya ölçeğinde bu konularla ilgilenen guruplarla temas kurup, bu projelerin yurtdışı ayaklarından da faydalanmak gerekir. AB uyum sürecinde ciddi hibe krediler var bu krediler efektif olarak kullanılabilinir. Merkezi Finans ve ihale birimi kayıtlarına göre 2008 yılı ortalarına kadar 138,5 milyon Euro kaynak kullanılmış bu Türkiye ölçekli bir ülke için düşük bir rakamdır. Şimdiye kadar 1948 adet proje AB hibe kredisi kullanmıştır. Bunların 654 tanesi Kobi’lerin kullandığı projelerdir. 241 proje dernekler tarafından değerlendirilmiş. 251 projede belediyeler tarafından hayata geçirilmiştir. Projelerin illere göre dağılımına baktığımızda en fazla proje üreten iller; 171 proje ile Van, 165 Proje ile Konya, 98 Proje ile Kayseri ilk üç sırada bu illerimiz yer alıyor. Birer proje ile ise Şırnak, Batman, Mardin, Karabük ve Bartın illeri göze çarpıyor.

Eğer Türkiye sosyal girişimcileri ve STK’ları kullanarak düzgün projelerle vatandaşına balık vermek yerine balık tutabilen ve tuttuğu balığın fazlasını da balık endüstrisinin içine katabilen hale getirilmelidir. Bu şekilde dilenci kültüründen kurtularak üretim kültürüne geçiş sağlanmış olacaktır. Buda kendine güvenen, ekonomiye katkıda bulunan, sivilleşmeye önem veren, üretici bireylerin çoğalmasına ve katılımcı demokrasinin daha işler hale gelmesine vesile olacaktır.

Küreselleşme Romantizmi

Birçok yerde küreselleşme konusunun işlendiği sohbet ve toplantılara katılıyorum. Hâlâ zihinler berrak değil. Zihinler öyle afyonlanmış ki; küreselleştirilmeyi, pasif bir parça olarak bütünü tamamlayıcı unsur olmayı fazilet zannedenler var. Küreselleşmenin, küresel çapta bir bütünleşmeyi hedeflerken; milli devletleri ufalayıcı etkileri olduğu çoğu kere gözardı ediliyor. Konunun artı ve eksileriyle ele alınmasında fayda var. Ancak, artı veya olumlu yanların her ülke tarafından serbestçe kullanılabileceği ve bunlardan faydalanılabileceği anlamı taşımadığı fark edilemiyor.

Dünyayı paylaşan çokuluslu şirketlerin ideolojisi küreselleşmedir. Dünya küreselleştirildikçe bunların gücü artmaktadır. Küreselleşmenin ideolojisi ise; çokkültürlülük dayatmalarıdır. Milli devletler ufalandıkça, üniter yapı dağıldıkça, küreselleştirme amacına ulaşabilmektedir. Milli direnç zayıflamaktadır.

Küreselleşme yoluyla önü açılmış milli devletleri kuşatabilmek için; bazı çevrelerce küreselleşmenin vahşi kapitalizme bir alternatif gibi takdim edildiğini görüyoruz. Bu, çok önemli bir yanılmadır. Kitle haberleşme araçlarının da etkisiyle bizler, işletilmeye zorlanan Dünya iktisadi sistemine o kadar teslim olmuşuz ki; küresel kapitalizmin taleplerini neredeyse ilahi bir emir gibi görerek her şeyimizi, ekonomiden eğitim sistemine, ders programlarına varıncaya kadar ona uysalca uydurmaya çalışıyoruz. Milli kimliklerin yerine Dünya ve Avrupa kimliğinin geçeceğini zannediyoruz. Küreselleştirme için fedakârlık yapılması gerektiği anlayışı bir baskı unsuru olarak üzerimizde kullanılıyor. Oysa küreselleştirme, bütün ekonomilerin, ülkelerin, hatta dinlerin belirli bir eşgüdüm merkezine bağlanmasını gerekli kılmaktadır. Küreselleşmenin klâsik tanımları doğrusu ilgi çekicidir ve oldukça da sempatiktir. Ülke ekonomilerinin birbirini tamamlamaları, bilginin, sermayenin ve emeğin serbest dolaşımı güzel şeylerdir.

Ancak, gerçekler böyle değildir. Küresel güç daha da palazlanmak için siyasi ve iktisadi istikrarı, huzuru ortadan kaldırmakta, belirsizlikler doğurmakta, siyasi sınırları tartıştırmakta, etnik ve mezhep çatıştırmalarını alevlendirmektedir. Kuzey ile Güney arasındaki gelir eşitsizliklerinin arttığı, ülkelerin toprak bütünlüklerine ve egemenliklerine saygı gösterilmediği, milli menfaatlerin dondurulduğu, Gazze’de, Afganistan’da, Irak’ta olduğu gibi insanların kitleler halinde katledildiği ve bunu yapanların desteklendiği bir ortamda küreselleşme romantizmi geçerli olabilir mi?

Küreselleşmenin teorik iddialarının aksine; eğer yükselen milliyetçilik hareketleri görülüyor, kendini kaybetmemiş milli devletler daha çok güçleniyorsa, bunun sebepleri iyi düşünülmelidir. Önemli olan küreselleşmenin nasıl işletildiğidir. Bu süreçten kimin daha fazla faydalandığı, kimlerin ise lafla oyalandığı, fark edilmeden sömürgeleştirildiğidir. Gerçekleri düşünmek ve ona göre davranmak Dünyaya kapanmak mıdır? Bir başka ifadeyle Dünyaya açılmak, teslim olmak mıdır? Bu soruların cevapları verilmeden ve bu konularda fikir jimnastiği yapılmadan 2000’li yıllara uygun siyaset yapılamaz; bunları fark etmeyen siyasetçi ülke çıkarlarını koruyamaz ve bilim adamı da ülke gerçeklerine göre bilim üretemez. Küreselleşmenin uyutucu, uyuşturucu, gerçekleri gizleyici, aşırı iyimserlik yayıcı etkileri fark edilmeden ülke çıkarları korunamaz.

Önü açılan ülkelerin kuşatıldığı, ideal demokrasi yerine küresel güce hizmet eden emperyal demokrasinin dayatıldığı bir ortamda; milli varlıkların tehlikede olduğunu söylemek her halde bir çeşit paranoya değildir.

Böyle tehlikeli siyasi virajların olduğu bir dönemde, nefislerin terbiye edilmesine, ben duygularının biz olma şuuruyla takviyesine ihtiyaç vardır. Milli devletler için tehlikeleri fark edenler, izinle bağımsızlığa kavuşmamış olanlar, bedel ödeyenler, eğer milli mücadele ile kovdukları güçleri tekrar davet etmek niyetinde değillerse; hukuk devletini zedelememeli, yürütme, yargı ve yasamanın yerini almamalı, fikir ve düşünce hürriyeti korunmalı, basın ve yayın kuruluşları yürütmenin emrine girmemelidir. Ülkenin çözülmesi, bütünleşme ve demokratikleşme zannedilmemelidir. Milli bağımsızlık hassasiyetle korunmalı, milli egemenliği içeride ve dışarıda paylaştıracak unsurlar aranmamalıdır. Aynı fikre sahip olanlar birbirini ancak tamamlar; rakip olamaz. Makamlar geçicidir. Aslolan adam olmaktır. Grup ve cemaat dayanışması, menfaat beklentileri, hemşehricilik oyunları, etnik ve mezhep taassubu aşılarak ufkumuzu genişletmek ve ülkemize sahip çıkmak durumundayız.                     

Davos 2009

Davos’u ilk kez rahmetli Özal’ın başbakan olduğu yıllarda duymuştum.

Davos İsviçre’nin küçük ve şirin bir kasabasıdır.

Her sene dünyayı yöneten üst düzey yöneticiler burada buluşur dünyanın geleceğini şekillendirirler.

Dünyanın birçok bölgesinde siyaset, ekonomi ve medya gücünün siyonizmin etkisinde olduğu ilgilenen herkes tarafından bilinen bir gerçektir.

Davos’un da bundan bağımsız olması düşünülemez.

Siyonizm dünyanın birçok bölgesinde baş belasıdır.

Nerede kan, zulüm, gözyaşı varsa mutlaka perdenin önünde yada arkasında Siyonizm vardır.

Tarihte hiçbir zulüm ebedi olmamıştır. Hiçbir zalimin akıbeti de mazlumların ahından bağımsız olmamış, cezasız kalmamıştır. Zalimler tarihten ders alsalardı bugün yeryüzünde zulüm olmazdı. Ama tarih sürekli tekerrür ettiğine göre bu ders alınmamıştır, alınmayacaktır da.

Her zalim Firavun ve Nemrut’un akıbetini çok iyi bilir ama Firavunluktan da vazgeçmez.

Günümüzün Firavunu da İsrail ve ABD’dir.

Diğerleri gönüllü ya da gönülsüz onların yandaşlarıdır. Ama onlarında sonu yakındır.

Zulmün akıl hocası ve uygulayıcısı İsrail artık eski itibarına sahip değildir.

İsrail Hizbullah’a saldırdığında ABD Dışişleri bakanı aynı gün bölgede 22 tane ülkenin sınırlarının değişeceği beyanatını vermişti.

Bu sınır değişikliğine Türkiye’de dâhildir.

İsrail’in gücüne çok güveniyorlardı ve kendilerinden çok emindiler.

İsrail kara harekâtında Hizbullah’tan beklemediği bir karşılık alıp perişan olunca bu plan suya düştü.            

İsrail askeri alanda ciddi bir yenilgi tatmış oldu. Bunun acısını çıkarmak için Gazze üç hafta boyunca karadan denizden ve havadan bombalandı.

Masum çocuklar, annesinin kucağındaki bebekler, savunmasız yaşlılar hunharca öldürüldü.

İsrail tamam iş bitti karadan son noktayı koyalım diye Gazze^ye girdiğinde Hamas’ın askeri gücü ile karşılaştı. Bu iş uzaktan bomba atmaya benzemiyordu. Başlangıçta her türlü ateşkesi reddeden İsrail bir hafta Gazze’de zor dayandı. Birçok askerini kaybederek daha fazla rezil olmadan tek taraflı ateşkes ilan edip Gazze’den çekilmek-kaçmak zorunda kaldı.

Böylece İsrail ikinci kez yenilgiyi, acıyı tattı, itibarı iyice sarsılmış oldu.

İsrail kırılan, paspas olan gururunu Davos’ta tamir etmek istedi, evdeki hesap çarşıya uymadı.

Diplomatik alandaki son darbeyi dünyanın gözü önünde canlı yayında T.C Başbakanından yedi.

Birinin kral çıplak demesi gerekiyordu. Davos’ta kralın çıplak olduğu en gür sesle söylendi ve tüm dünya kralın çıplak olduğunu gördü.

Gazze’ konulu oturum düzenliyorsunuz NATO genel sekreteri: 8 dakika konuşuyor. Aslında hiç konuşmasına da gerek yoktu.

Arap Birliği Genel Sekreteri: 12 dakika konuşuyor. Başbakanımıza 12 dakika süre tanınıyor. Şimon Peres ise 25 dakika konuşuyor. Adalet demokrasi bunun neresinde ? 

Bu haksızlığa boyun eğmediği için başbakanımız Sn. R. Tayip Erdoğan’ı canı gönülden destekliyor ve tebrik ediyorum.

Gösterilmesi gereken tepkiyi gösterdi. Yahudi hayranları dışında herkesin takdirini kazandı.

Muhatabın karşısında dört büklüm olursanız itibarınız olmaz, şamar oğlanı muamelesi görürsünüz. Dik durduğunuz zaman herkes size saygı gösterir.

İnsanları açlığa mahkûm edip başlarına bomba yağdırmayı makul karşılıyorsunuz.

Başbakanımıza parmak sallayarak yüksek sesle tehdit edercesine konuşmayı makul karşılıyorsun.

Bu tehdit Tayip Bey’in şahsına değil Türkiye Cumhuriyetine ve Türk halkınadır.

Aşağılanmayı ve horlanmayı içinize sindiriyorsunuz.

Başbakan niye tepki gösterdi, boynunu büküp otursaydı ya diye sızlanıyorsunuz.

YAZIK YAZIK ÇOK YAZIK.

AYNI ZAMANDA ÇOKDA AYIP.

Başbakanın onurlu çıkışını acemilik, Peres’in özür dilemesini ise olgun devlet adamlığı olarak görüp göstermeye çalışanları yadırgıyor ve ayıplıyorum.

Bu millet ne çektiyse kraldan çok kralcı geçinenlerden çekti.

İsrail 4-5 milyon nüfuslu bir devlet. 75 milyon nüfuslu Türkiye’nin her türlü zulme rıza göstererek İsrail’e yaranmaya çalışması ondan çekinmesi tarihimize, ecdadımıza saygısızlık olmaz mı?

Sn. Obama’nın Ortadoğu temsilcisi bu olaydan dolayı Türkiye’ye gelmemiş.

VAH VAH VAAAAAAAAAAHHHH. NE BÜYÜK KAYIP.

İtibarı siz niye ABD ve İsrail’in yanında arıyorsunuz ki gelse ne olur gelmese ne olur.

Ömrünüzü rızkınız bunlar mı veriyor.

Onların bizden çıkarları yok mu?

İlânihaye aşağılanıp sömürülmeli miyiz?

Bunu bize ödetirlermiş baksen hele.

Ermeni yasa tasarısını ABD kongresi kabul edermiş. Ermeni tasarısı ile Türkiye’nin dış politikasını ipotek altına alıp bize her istediklerini kabul ettiriyorlar, her sene her sene aynı dayatmalar.

ABD senatosu Ermeni yasa tasarısını kabul ederse ne olur?      

Kıyamet mi kopar? Yoksa başımıza gökten taş mı yağar.

İsrail BM’nin binalarını bombalıyor, kararlarını tanımıyor da ne oluyor, kim ne yapabiliyor?

Hiç bir şey olmaz çekersiniz restinizi dostunuzu düşmanınızı tanımış olursunuz. Her sene aynı kâbusu görmekten kurtulursunuz.

Bunlar önemli olmakla beraber ben farklı iki noktaya dikkat çekmek istiyorum.

1-Pakistan devlet başkanı rahmetli Ziyaülhak yıllarca ABD’nin müttefiki idi. Onların gerçek yüzünü ve niyetini görünce hata yaptığının farkına vardı ve bu hatalarından dönmek istedi ve ustaca hazırlanmış bir suikasta kurban gitti. 

Bir seyahat anında havada uçağı infilak etti.

Bu durumu tahmin etseydi eminim ki tedbir alırdı.

2- Rahmetli Turgut Özal Ermenistan-Azerbaycan savaşının yoğun olduğu dönemde askerimizin yapmış olduğu bir tatbikatta yanlışlıkla Ermeni tarafına iki tane top mermisi düşse kıyamet mi kopar dedi akıbetinde o da şüpheli bir ölüm ile hayatı noktaladı.

Bu olayların mutlaka yerli işbirlikçileri vardır ama bunları CIA ve Mossad’dan bağımsız düşünmek safdilik olur.

Başbakanımız Sn. R. Tayip Erdoğan’ın bunları bilmemesi düşünülemez.

Temennim korunma kapsamında bunları da düşünmesidir.

Bize düşen tedbirde hata yapmamaktır, takdir Allah’a aittir.

Unutmayalım ki onların gücü bizim zaaflarımızdır. Yani onları gerçek dost bilmemizdir.

GAZZE’YE SELAM BOYKOTA DEVAM.

EY MİLLET! KÜKRE VE ASLINA DÖN.

Kan, gözyaşı ve zulmün olmadığı huzur, barış ve mutluluk dolu yarınlarda buluşmak dileğiyle…

Korku Ülkesi Yaratmak

Hepimizin yakından takip ettiği gibi son günlerde ülkemizde çete oluşturmak suçundan birçok kişi gözaltına alınmaktadır. Ergenekon operasyonu olarak isimlendirilen bu operasyonda suçlanan kişilerin en ilgi çeken ortak özelliği ise hükümete muhalefet etmeleri, küreselleşme karşıtı olmaları ve askeri görevi olanların da daha ziyade Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terörle mücadele eden kişiler olmalarıdır.

Ülkemizde daha önce yaşanan birçok önemli faili meçhul olayın bu operasyonda toplanması, bunun yanında dalga sayısı arttıkça mevcut yönetime muhalif ne kadar asker, polis, bürokrat ve sivil varsa gözaltına alınması, toplumda düşüncelerini rahatça ifade etme özgürlüğünün kaybolmasına ve her an başıma bir şey gelebilir düşüncesiyle korkuya dayalı bir yaşam biçiminin ortaya çıkmasına ileriki dönemlerde sebebiyet verebilir.

 Bu sebeple milletçe içerisinde bulunduğumuz şu anki durumu bazı gazeteciler yakın tarihimizde yaşadığımız II. Abdülhamit dönemi istibdad yönetimine benzetmektedir. Her iki vakada muhalefeti susturma yöntemleri birbirine benzese de bu tedbirlerin ülkemize getirdiği sonuçlar aynı olmayacaktır.

Neden mi?

Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki yaşanan her olay o günün şartlarına göre değerlendirilmelidir. Bu günün şartları ile geçmişi değerlendirmek yanlıştır. Nitekim o günün şartlarında yaşanan istibdad dönemini bazı tarihçiler devletin ömrünü 30-40 yıl daha uzattığı şeklinde yorumlamaktadır. 

Buna göre, padişaha hem içeriden hem dışarıdan baskı yapılarak oluşturulan meclisin 240 üyesinin 60 kadarının Türk, diğerlerinin gayr-i Müslim olması, yabancı uyruklu vekillerin arkalarına dışarıdan destek sağlayarak mensubu bulundukları tabiiyetin çıkarlarını korumaları, bunun yanında o günlerde yaşanan yoğun ayaklanmalar ve en sonunda padişaha karşı yapılan suikast girişimi, padişahın yönetimi ele alıp meclisi feshetmesine neden olmuştur.

İstibdad döneminde oluşturulan meşhur jurnal teşkilatı ileride istihbarat teşkilatının temellerinin atılmasında rol oynayacaktır. Bunun yanında bu dönemde özellikle eğitime verilen önem daha sonra ülkenin istiklalini sağlayacak kadroların yetişme ortamını oluşturacaktır.

Dolayısıyla o dönemde ülkenin içerisinde bulunduğu zor şartlardaki istibdad yani baskı rejimi ilerisi için fayda sağlarken, bugün uygulanan korkutarak sindirme hareketi ülke geleceği açısından ciddi sorunlar yaratacaktır.

Çünkü bugün ülke şartlarına baktığımızda güneyimizde Kuzey Irak’ta ve Kıbrıs’ta yaşananlar, terör ve en nihayetinde dünyada başlayan ekonomik kriz ileride ülkemizin karşılaşacağı tehlikelerin habercisiyken, kanaatimce milletimizin geçmişte yaşadığı operasyon tecrübelerine dayanarak dışarıdan desteklenen bu operasyon ile milli reflekslerimiz susturulmaktadır.

Geçmişte istibdad dönemi sonrasında yetişen kadrolar önümüze konan Sevr antlaşmasını kabul etmeyip istiklal mücadelesine girişirken, bugün bu antlaşmanın halen uygulanabilirliğini gerçekleştirmek isteyenlerin antlaşmayı tekrar önümüze koymaları halinde, yaşadığımız şartlar altında, korkudan maalesef karşı çıkacak kimse olmayacaktır.

İyi Haftalar…

Davos ve Yankıları

Bilindiği gibi bu yıl Davos’a, iki ülke temsilcisinin kavgası damgasını vurdu.

Bu kavga sırasında Davos, bazı ilklere sahne oldu.

İlk defa yüksek düzey yöneticiler arasında uluslararası bir kavga yaşandı.

İlk defa Türkiye için hazırlanan bir tezgâhta oyun bozuldu.

İlk defa Türkiye masa başında büyük puan aldı.

Ve en önemlisi de, ilk defa Dünyanın gölge liderine kafa tutuldu!

Hem öyle böyle bir kafa değil, çok şiddetinde deprem misali bir kafa tutma.

Yankısı bütün dünyayı sardı.

Görüldü ki, dünyanın birçok yeri ve birçok insanı, Türkiye Başbakanı Sayın Erdoğan’ın tavrına “oh” sedalarıyla, İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in şahsında, İsrail’den intikam almış oldu.

Ve görüldü ki, İsrail’in sevmeyenleri gerçekten çok fazlaymış.

Bu tavır, bazı kalemlerce iddia edildiği gibi Sayın Erdoğan’ı tüm İslam ülkelerinin lideri yapar mı bilmem de, ülkemizde çok kötü bir manzarayı gün yüzüne çıkarmış oldu.

İsrail’in Gazze’de katliamı sırasında, İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni, İsrail ve Gazze’yi kastederek, “herkes safını belirlesin” demişti.

Olaydan sonraki tepkilere göz attığımızda, AKP hükümetine ve Başbakan Erdoğan’a şiddetle karşı çıkan birçok kelli felli yazarlar, muhalefetteki birçok parti ve liderleri, dünyanın önde gelen yayın organları ve devlet liderleri Sayın Erdoğan’ı haklı bulduklarını ve kutladıklarını görüyoruz.

Hatta Peres bile haklı bulmuş olmalı ki, olayın hemen ardından telefon ederek üzüntüsünü dile getirip Sayın Erdoğan’ın gönlünü almaya çalışmış.

Sadece malum medya ve bazı yazarları, CHP cenahı ve eski Cumhurbaşkanlarından Sayın Demirel olaya üzülmüşler…

Vah vah!

Uluslar arası yayın organları haklı bulmuş,

Birçok ülkenin devlet lideri alkış tutmuş,

Bizim ana muhalefet yetkililerimiz de,

Tzipi Livni teyzelerinin sözüne uymuş.

Evet, herkesin safı çok net!

– Sayın Demirel, İsrail’i şimdiye kadar hiçbir yumuşak duruşun durduramadığını en iyi siz bilirsiniz.

– Malum medya ve ana muhalefetin üzüntüsünü anlarım da, sizin üzüntünüz, sizin korkunuz neden?

– Mensubu bulunduğunuz locayla mı alakalı?

– Yoksa yaşamayı umduğunuz daha uzun yılların keyfinden feragat endişeniz mi var?

“Tefekkür Allaha dır zulmete katlanılmaz.”

– Geriye kalan ömrünüzde tefekkür ederseniz, korkularınıza iyi gelecektir.

– Ömrünüz boyunca İsrail’den ve ABD’den tırsmak, şahsınızda Türkiye’nin itibarına çok büyük zararlar verdi.

– Eh artık istirahat buyurun lütfen.”

Bu arada MHP lideri Sayın Devlet Bahçeli, SP lideri Sayın Numan Kurtulmuş, BBP lideri Sayın Muhsin Yazıcıoğlu ve DP lideri ayın Süleyman Soylu’nun açık yüreklilikle (şartlı da olsa) Sayın Erdoğan’ın tavrını onaylamaları, zor günde birlik ve beraberlik adına önemli bir seda olmuştur.

Saflarını da net bir şekilde seçen bu liderleri kutlamak gerek.

Görülen o ki, inceldiği yeri, topluca hedef almayı bilirsek, o bölge daha da kalınlaşacak ve güçlenecektir.

BM’in iflas ettiği bir dünyada, İsrail’e dolayısıyla zulme muhalif en güçlü ülke konumuna geldik.

Bu dik duruş, bu kendine güven devam ettiği takdirde, Türkiye’nin ve tüm İslam ülkelerinin parlak geleci için ayak sesleri daha yakından hissedilecektir.

Bu olay karşısında Sayın Erdoğan’a alkış tutanların yanında, Peres’e alkış tutanlarda oldu maalesef;

Sayın Onur Öymen…

En çok Sayın Erdoğan’ın Peres’e sen demesine bozulmuş ve aynen şu ifadeyi kullanıyor;

“Peres’e ‘Sen’ diye hitap edemezsin”.

Peki, bunu söylerken “edemezsin” kelimesi ne anlama geliyor Sayın(!) Öymen?

Gazze-İsrail meselesinde karşıdaki safı seçtiğini alenen belli eden Sayın(!) Öymen, “Türk siyasi arenasında, hem de en eski, en köklü bir parti çatısı altıda niye var” diye düşünüyorum da, sonrada “haddini aşma Nizamettin” diye kendimi dizginliyorum?

Panelin adı “Gazze Paneli” ve Öymen;

“Başbakan Neden Gazze tarafını tutuyor” diye şikâyet ediyor! Lefkoşe’yi mi tutsaydı Sayın Öymen? Yoksa İsral’i mi?

Davos’ta neler oldu?

Davos’ta İsrail’in, her şey karşısında, her zaman ve her şeye rağmen haklı olmadığı nihayet dillendirilebildi,

Yahudiler de suçlu olduğunda suçlanabildi,

Gecikmiş de olsa önemli bir ders verildi, özlenen direniş gösterildi.

Son anda Davos gerçek yüzünü ortaya koymuştur.

Sayın Erdoğan’ın şahsında Türkiye’yi bitirmek maksadı ile panelin yönetici (moderatör diyorlar, ılımlı(!) yönetici demekmiş) değişikliği geri tepmiş, İsrail ve yandaşları kazdığı kuyuya düşmüştür.

İlk defa uluslar arası bir panelde haddi bildirilen İsrail, umarım artık barış konusunda daha hevesli olacaktır.

Yazıma bir soruyla son vermek istiyorum;

Peres’in ukalalığı karşısında Osmanlının özlenen tok sesi gürlemeyip, eyvallah edilseydi, Erdoğan’ın tavrını eleştirenler alkış mı tutacaklardı, yoksa yaptığını yapamamakla mı suçlayacaklardı?

Tıpkı 1996 yılında Kaddafi’nin fırçalamaları karşısında suspus olan zamanın Başbakanı Sayın Erbakan’a yaptıkları gibi?

Hak söz konusuysa, esirgeme nefesini,

Yükselt, zalimler de duysun Türk’ün gür sesini,

Gözünü Müslüman’ın kanına dikenlerin,

Kursağında mahkûm et, haince hevesini.

Görüş ne olursa olsun, hak edene hak teslim edilmeli. Dürüstlük de bunu gerektirir.

Keşke Sussaydılar

Ne oluyor bize dostlar? Birileri bir takım teknolojilerle beynimizi mi tahrip ediyor? Neden bu kadar şaşırır olduk? Neden bu kadar yozlaştık? Neden dilimize hakim olmayı yitirdik?

Meğer ne çok şeyler kaybetmişiz? Meğer biz ne hale gelmişiz?

Sanatçımızla, siyasetçimizle, yazarımızla nasılda kimlik kaybına uğramışız?

Sözlerimizden tavrımızla ne kadar uzağız? Kendi gram’ımız uğruna başkasının ton’larını feda etmeye ne kadar hazırız? Bunları neden yazıyorum? Tabii ki okuduklarımdan.

Üçünü sizinle paylaşıyorum. Tabii ki çok daha fazlalarını sizler okumuşsunuzdur.

Bana ayrılan yer ancak bu kadarını barındırıyor.

Bir oyuncumuz var. Adı Serdar Olgaç. Kurtlar vadisi dizisinin kılıç karakteri. Yani acımasız mafya mensubu. Bu rol kendisini o kadar etkilemiş ki çıkmış televizyona.

“Kıbrıs ta 10 adet Rum’u gözümü kırpmadan öldürdüm. Teslim olduğunda gözünün içine baka baka alnından vurdum.” diyor. Ne adına. Son yapacağı çekim adına.

Bir insan Ülkesine ancak bu kadar zarar verir. Yıllardır emellerini gerçekleştirmek isteyen Yunanlıya bu kadar kolay bir pas verilebilir. Bu Ülke gerçekten büyük. Biz içeriden, düşmanlar dışarıdan ne kadar zorlasak yine dimdik ayakta.

                                      ………………………….

DP İzmit adayı Tezer Tuğcu bu lafı nasıl söyledi bir türlü anlayamadım? Bu kadar nasıl sürçü lisan edilebilir?

Kendisi göreve geldiğinde Kocaeli Hıristiyanlığın Kabe’si olacakmış.

Hıristiyanlıkla Kabe yi nasıl bir araya getirebildi?. Üstelik aday. Kocaeli seçmeninden oy isteyecek. Kendini Vatikan da mı zannetti ne? Bu lafını yürekten söyledi ise aman seçilmesin. Kocaeli’nin altında yatan şehitlerin de kemikleri sızlamasın.

                                                         ………………..

Sayın Yalçın Doğan’ı okuyunca şaşırmadım ama çok öfkelendim.

İnanca karşı öfkesi devletin memurundan özel sektörün iş adamına sıçramış. Bir yabancı firma ile sözleşme imzalayan özel sektör yetkilisinin imzadan önce namaz kılmak için izin istemesini eleştiriyor. Bu iş adamının muhatabına “Anlaşma öncesi namaz kılarsam, işlerimiz daha doğru olur. Allah daha çok yardım eder.” sözü ağırına gitmiş.

“Geçmiş yıllarda bazı Arap Ülkelerinde görülen bu tavır, son zamanlarda bizde her fırsatta zuhur ediyor.” diyor.

Ne zamandan beri Özel sektörün özeli konusunda da ahkam kesilmeye başlandı? Vatandaş imza öncesi kiliseye gidip dua etse. Birileri de bunu eleştirse kıyamet kopardı. İşte mahalle baskısı diye.

Maneviyata sahip insanların özeline girmek hiç kimsenin haddi değildir.

Kendi halinde, Ülkesini seven, farklı renk ve düşüncelerin Ülkede yer edinmesinden rahatsızlık duymayan mütedeyyin insanların bu munis tavrı birilerinin haddini aşmasına vesile oluyorsa bizim gibiler bunlara “Hadi canım sende. Haddini bil. Senin iç dünyan  bozuksa bizim tahammülümüzü zorlama.” demeyi vazife bilir.                                

                                               ……………………..

Lütfen GAZZE ye yardım edelim. TÜRKKIZILAYI’nın 2868 hesabına boş mesaj atın. 5 TL yardım etmiş olursunuz. Bu 5 TL. ler  su misali damlaya damlaya göl olur. Gazze’li mazlumlara gıda, ilaç, giysi, barınak  olur.

Sanayiciler, İş adamları TÜRKKIZILAYI İzmit şubesi GAZZE ye gönderilmek üzere ayni ve nakdi yardımlarınızı bekliyor.

GAZZE AĞLAMASIN.

SİZ AĞLAMAYI  İSTERMİYDİNİZ?

O HALDE BİRBİRİMİZE DAHA SIKI SARILALIM.

Milliyetçilik Dışa Kapanma mı?

Aydınlar Ocağı Genel Merkezi’nin son toplantısı çağımızda yükselen bir değer olan “milliyetçilik” üzerine idi. Özellikle önü açılan milli devletlerin kuşatıldığı, ekonomiden sanata ve dış politikaya kadar milli menfaatlerin korunmasının zorlaştığı ve değişik tuzakların öne çıkarıldığı bir ortamda, teslimiyetçi olmayanların milli bir çizgiye yöneldikleri görülmektedir. Bunlar, artık küreselleştirilme mi; yoksa milliyetçilik mi tercihinde doğru bir yola yönelmektedirler. Aşağılanmak ve ırkçılıkla bir gösterilme gayretlerine rağmen; milliyetçilik yükselmekte, kimse kendini açık arttırmaya çıkarmamaktadır. Tarihlerinde uzun süre sömürge hayatı yaşamış ülkeler bile bunu yaşamamışlara göre daha erken uyanabilmektedir.

Küreselleşme daha doğrusu küreselleştirilme hikâyelerinin doğurduğu bir yanlış ezber de, Dünyaya kapalı kalma endişesidir. Bugün küreselleştirilmeyi anlamayanların, nasıl işlediğini görmeyenlerin doğru dürüst bir siyasetçi, ilim adamı ve aydın olmalarına imkân yoktur. Ülke çıkarlarını korumak ve milli bağımsızlıktan yana olmak Dünyaya kapalı olmak değildir. Tam tersine; Dünyayı diğer milletlerle anlamlı, eşit ve istismar edilmeden paylaşma olgunluğuna ermektir. Eğer siz, dışarıdan beslenen bir takım vakıf ve işveren kuruluşlarının bir mensubu iseniz; ülke çıkarlarından yana tavır almakta zorlanırsınız. Nitekim, bir TÜSİAD temsilcisinin AB Türkiye ilişkileri konusunda milli çıkarları korumayı “ittihatçı bir milliyetçilik” olarak tanımlaması yadırganmamıştır. Milliyetçilik, Cumhuriyet, Türk kimliği ve Atatürk karşıtı telkinler birer “yabancı mahalle baskısı” halini almıştır.

Yabancıları da hep suçlamayalım. Ümraniye davasının ismini bizlerden birileri Ergenekon olarak koymadı mı? Bu Türk tarihine bir saygısızlık değil mi?

Dört beş yıl oluyor, Fransa’nın Alsas-Loren Bölgesinde Alman sınırındaki Forbach isimli bir şehre gitmiştim. Sınırdan çok kolay geçtik. Ama bu bölgede belediyelerin yoğun çalışmaları vardı. Bu çalışmalar Almanlara toprak satılmaması içindi. Yükselen iktisadi milliyetçilik artık fark edilmelidir. Kendileri milliyetçi ve muhafazakâr çizgide olan hâkim ülkeler, kendi dışlarındaki ülkeleri daha fazla bağımlı kılabilmek için sanayileşmekten uzaklaştırmakta ve aşırı liberalleştirmeye zorlamaktadırlar. Ünlü iktisatçı Adam Smith İngiliz ekonomik çıkarlarının güçlenebilmesi için; dış ticaret ilişkisi içinde oldukları ülkelerin daha fazla liberalleşmeleri gerektiğini ileri sürüyordu.

Blair, Türkiye’deki viski satışlarının düşmesi karşısında bizimle pazarlık yapma ihtiyacını duymuştu. Küresel krizi milli ölçekte çözmeye çalışırken; bugün Avrupa’da ve ABD’de bankalar devletleştiriliyor. Rusya ve Almanya dahil birçok ülke yabancı sermayenin girebileceği sektörleri sınırlıyor. Fransa gıda sektöründeki bir firmasının özelleştirilmesine karşı çıkıyor. ABD çelik sanayiindeki sıkıntısını gidermek için azalan rekabet gücü karşısında çelik ürünleri ithalatına ilâve vergi koyuyor. Almanya işçi tasarruflarının Türkiye’ye transfer edilmesine karşı çıkıyor ve oturma izninin kaldırılacağı tehdidinde bulunuyor. Blair, “Egemenlik haklarımızı koruyacağımız, milli çıkarlarımıza hizmet edeceği için AB’ne girdik” diyor. BP hisselerinin %22’sini almak isteyen bir Kuveyt şirketine milli çıkar gerekçesiyle bunlar satılmıyor. IMF ile ilişkilerde, dış ve iç borç konusunda herkes çok dikkatli. Maalesef Çin malları AB kanalından Türkiye’ye girebiliyor. Yerli üretim perişan ediliyor; firmalar kapanıyor veya yabancıların eline geçiyor. Milli çıkarlar için yeni alternatifler aranıyor. Ama Türkiye’ye ABD ve AB yörüngesi dışına çıkıp pazarlık gücünü arttırma imkânı verilmiyor. O takdirde, Rusçu ve Avrasyacı olarak suçlanıyorsunuz. AB ve ABD çıkarları adına… 12 Mart 1971 Müdahalesinden önce 9 Mart’ta “Eğer başarılı olsaydık, Türkiye Suriye olabilirdi” diyen bir Osmanlı paşası torunu gazeteci, milli çıkarları korumayı Suriye olmakla bir tutuyor. Çelişkiye bakın…  

Milliyetçi olunmadan milli çıkarlar korunamaz. Sınıfçı ve sınıf çıkarları esas alınarak toplum bütünü ile kavranamadığından yeni emperyalizm olan küreselleştirme ile mücadele edilemez. Ona ancak sınıf çatışmasıyla alan açılabilir. Çekiç Gücü Ortadoğu’ya ve Irak’ın kuzeyine getiren, başımıza bela eden rahmetli Özal sağcı olabilir; ama milliyetçi olamaz. Bunun acılarını bugün çekiyoruz. Kısaca; dün de bugün de doğruları dile getirenlerin devamıyız. Ziya Gökalp‘in iktisadi milliyetçilik fikri, hâlâ pırıl pırıl parlıyor ve gündemdeki yerini koruyor.

Davos’u Sarsan Başbakan

Davos’ta Başbakanımız R. Tayyip Erdoğan‘ın, İsrail Cumhurbaşkanına söyledikleri ve açık oturumun yönetimine tepki göstererek toplantıyı terk etmesinin yankı ve yorumları devam ediyor.

İsrail Cumhurbaşkanı’nın sesini yükselterek ve Gazze’de yaptıklarını gerçekleri çarpıtarak anlatması üzerine, Başbakanımız Erdoğan’ın sert bir üslupla söylediği cümlelerin, genel olarak Türkiye, Filistin ve Arap halklarında takdir topladığı kesindir. Başbakan’ın tepkisinin bu kadar çok yankı bulmasının sebebi, şüphesiz açık oturumun yöneticisinin (moderatör) yaptığı haksızlık ve terbiyesizliğe karşı gerekli cevabın verilmesinin ötesindedir.

Yunan gazetecinin yazdığı gibi “gezegenimizde İsrail’e herkesin söylemek isteyip te söyleyemediklerini söylemesi” Başbakan’a “Davos Fatihi” gibi sıfatların verilmesine sebep oldu.  Yıllardır Batı karşısında ezik, İsrail’in dünyayı hiçe sayan pervasız tavrına karşı, “diplomatik nezaket” kuralları kapsamında cevap dahi verilemeyişine karşı, öfkeli ama çaresiz insanlar için, bu tavır “kahramanlık” olarak algılandı.

Benim de şahsen, üslubuna katılmasam da, Başbakan’ın gururumu okşayan bu çıkışının önceden hesaplanmış, olgunlaştırılmış bir dış politika stratejinin bir parçası olmasını diliyorum.

Dış politika milli menfaatlere hizmet için yapılır. Belirlediğiniz dış politika unsurları arasında ahlakilik kavramını da, duygusallığı da içine alan bir strateji ortaya koyabilirsiniz.

Bütün dünyaya “milli onuru ayakta tutmak”,  “güçlünün yanında değil, haklının yanında olmak” ilkelerinizi anlatarak milli menfaatlerinizi korumaya çalışabilirsiniz. Bu tutarlı bir politika olabilir. Ancak diğer konulardaki tutum ve tavrınızın aynı ilkeler çerçevesinde sorgulanacağını bilmek zorundasınız.

Nitekim bu kapsamda Sayın Başbakan’a yöneltilen sorulardan bazıları şunlar:

Gazze’de fosfor bombalarıyla öldürülen çoğu çocuk ve kadın şehitler için hissedilen duygusal yakınlık ve onlar için gösterdiğiniz tepki doğrudur. Ancak Irak’ta beş yılda bir buçuk milyon, keza Afganistan’da da sayısını bilemediğimiz Müslüman öldürüldü. Aynı tip reaksiyonu ABD’ye karşı neden göstermediniz?

K.Irak’ta askerimizin başına çuval geçirildiğinde milli onuru korumak adına ne yaptınız?

AB temsilcilerinin içişlerimize doğrudan karışan, hatta yasama ve yargımıza müdahale eden sömürgeci tavırlarına karşı, Atatürk’ten alabileceğiniz örnek tepki bulamamış mıydınız?

Azerbaycan topraklarının önemli bir bölümünü işgal eden ve oradaki kardeşlerimizi öz vatanlarından kaçgın duruma düşüren Ermenistan’a hangi tepkiyi verdiniz? Ermeni Cumhurbaşkanı ile görüşürken niye böyle öfke göstermediniz?

Bunlar ve benzeri sorulardan, Başbakanımızın bahsedilen konularda ilgisiz ve kaygısız olduğu anlamı çıkarılamayacağına göre, “reel politikakapsamında tepkilerini belli ölçüler içine hapsettiği sonucunu çıkarabiliriz. Nitekim Başbakan bu durumu “bekâra karı boşamak kolaydır” özdeyişiyle açıklamaktaydı.

Bu durumda Başbakanımızın “Davos’u sallayan” tepkisi 1- Ya “reel politika” gerçeklerini bir tarafa bırakan bir duygusal tepki patlaması olarak tezahür etmiştir. 2- Ya da Türk dış politikasında, güç dengelerinin değiştiği, eski “reel politika” gerçeklerinin bugün geçerliliğini kaybettiğine dayalı radikal bir strateji değişikliği uygulanmaya başlamıştır.

İkinci şık geçerli ise, Batıdaki AKP imajının değişmesinin, Yahudi halkı ve lobisinin ABD ve AB ilişkilerinde ağırlığının eskisi gibi öneminin kalmadığının kabul edilmiş olması gerektir. Öyle ise dış politikamızda makas değişikliğinin bir zararı olmayabilir. Bir başka açıdan, “Arap halklarının (devletlerinin değil) nezdinde sağladığımız itibarın getirisi diğer zararları telafi eder” inancına varılmış demektir.

Yok, eğer birinci şık geçerli ise, yani dış politikada strateji değişikliği değil, sadece duygusal bir tepki patlaması söz konusu ise, ilişkilerin yeniden tamir edilmesi ihtiyacı duyulacaktır. Bu durumda İsrail ve ABD’nin Türkiye’den çeşitli konularda ağır tavizler isteyeceğini düşünüyorum. “Karı boşamanın kolay olmadığını” gösterecek olan böyle taleplere karşı direnebilirsek, asıl o zaman “milli onuru ayakta tutmuş” olacağız.

Olan oldu. Sonucun iyi veya kötü olması bundan sonraki sürecin iyi yönetilmesine bağlı.

Çukurova’dan Selam…

Sayın Valim,

Saygıdeğer Hanımefendiler,

Kıymetli Beyefendiler,

Değerli Hazirun,

Gecemize teşrif ederek bizleri onurlandırdınız.

Hepiniz Hoş Geldiniz.

Salkım, salkım mis kokulu muzlarıyla ANAMUR’lum.

Gilindire Kalesi, masmavi plajı ve minicik nüfusuyla AYDINCIK’lım

Üzümü, cevizi, yaylaları ve Yörük otağı ANAYPAZARI GÜLNAR’lım

Kalesi, kayısısı ile Karacaoğlan diyarı, insanlarının da mutlu olduğu MUT’lu hemşerim HOŞGELDİNİZ

Kekik kokulu keçi eti, yoğurdu ve ham çökeleği ile SİLİFKE’lim

Geniş kumsalı, çamlıktaki Türkmen şöleniyle  ERDEMLİ’lim

Yedi Uyuyanı, Kleopatra Kapısı, Cennet Cehennemi, Şalgamıyla TARSUS’lum

Kız Kalesi, cezeryesi, tantunisi, denizi ve eksilmeyen güneşi ile MERSİN’lim HOŞGELDİNİZ

Ovasıyla, karpuzuyla, hovardasıyla. pamuğuyla CEYHAN’lım

Düşman işgalinden kurtuluşa damgasını vuran İMAMOĞLU’lum, KADİRLİ’lim

Ticari Aklıyla yahudiyi alt eden, kurnazlılığı ile yılanı yanıltan KOZAN’lım

Toros kaplanı, acılı şalgamı, bicibicisi, kıyma kebabı, alageyiği, Yaşar Kemal’i,       

İnce Memed’i, Allah’ına Kadar Adanalıyık babam diyen delikanlı ADANA’lım HOŞGELDİNİZ

Fıstığı, kaplıcası, susamı, başı dumanlı gavur dağlarıyla DÜZİÇİ-BAHÇE-OSMANİYE’lim

HOŞGELDİNİZ

Dondurması, acı biberi, Sütçü İmamıyla, KAHRAMANMARAŞ’lım

Baklavası, lahmacunu, Antep Fıstığı şahin beyi ile GAZİANTEP’lim

Üzümü,zeytini Türkmeni Barak diyarı KİLİS’lim 

HOŞGELDİNİZ

İçmeceleri, limon bahçeleri, İssos harabeleriyle yeşil ERZİN’lim

Yağmuru, bulutu eksik olmayan, geniş portakal bahçeleri ve Düşmana Sıktığı ilk kurşunla

Kurtuluş savaşını başlatan DÖRTYOL’lum

Demir-Çeliği, Yarık kaya Yeli, Arsuz, Gülcehan plajı, Soğukoluk Yaylasıyla

İSKENDERUN’lum

Tava Kebabı, Atik Suyu, Gedik yaylasıyla BELEN’lim

Delisi çok, parası yok, aç doyuran, garip sevindiren, kendisi yemez yediren. kara şalvarlı. beyaz gömlekli Tiyek Beyleriyle HASSA’lım

HOŞGELDİNİZ      

Aba Güreşi, Pipo Tütünü ile, Osmanlı Otağı YAYLADAĞLI’m

Arabı, Alevisi, Sunnisi, Türkmeni, Ermeni, Hristiyanı HEPSİ BİR ARADA

Çalışkan, üretken insanıyla, Çevlik plajıyla SAMANDAĞ’lım

Humusu, biberli ekmeği, Yenişehir gölü, Cilve gözü kapısıyla REYHANLI’lım

Comba, curcurum, hamamatıyla KUMLU’lum

Kavunu, narı, nar ekşisi, pamuğu, Amik ovası, dişçisi, Alan Yaylası, Arifler Sultanı Beyazid Bestami Yatırıyla  KIRIKHAN’lım

Künefesi, katıklı döneri, sabunu, salçası, asi ırmağı, Habib NACCAR camii, Sen Piyer

Kilisesi, Mozaik Müzesi, cami-kilise-sinegog üçlüsünün sırt sırta oluşuyla dünyaya örnek

Olan, sevecen, barışcıl, hoşgörü elçisi ANTAKYA’lım

HOŞGELDİNİZ.    

DEĞERLİ KONUKLAR              

1.Dünya savaşı bitimiyle Mondros Ateşkes Antlaşmasına göre yurdumuzun güneyi de İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edilerek yerli Ermenilere peşkeş çekilmek istenmiştir. Ancak “40 asırlık Türk yurdu düşman elinde tutsak olamaz” diyerek güneyde özgürlük meşalesini yakan Mustafa Kemal Atatürk’ün fikir ve düşünce dünyasının çerçevesinde birleşen yiğit Çukurovalı Dörtyol’da attığı ilk kurşunla milli mücadeleyi başlatmıştır. Kasım, Aralık, Ocak ve Şubat ayları Mersin Adana., Osmaniye, Hatay, Maraş ve Anteb’in kurtuluş ayları olmuştur. 87 yıl önce 5 Ocak 1922 günü işgalciler işbirlikçileri olan Ermenileri de yanlarına alarak  Adana’yı terk etmişlerdir. Her yıl 5 Ocak kurtuluş günü olarak kutlanır.           

Kocaeli’de yaşayan biz Çukurovalılar, kurtuluş mücadelesindeki şehitlerimizi rahmetle, gazilerimizi de şükranla anıyoruz. Yüce Mevlam inşallah o günleri bir daha bu milletimize göstermez.

Bu vesile ile bir araya gelerek hem kurtuluşumuzu kutluyor, hem moral depoluyor  hem de sıla özlemimizi gideriyoruz.

SEVGİLİ DOSTLAR,

Bizler Adanalı, Mersinli, Osmaniyeli ve Hataylılar olarak Kocaeli’de yaşarken, Kocaeli’de yaşıyor olma bilincini hiç unutmadık. Kocaeli’de yaşıyorken de Adanayı, Mersini, Osmaniyeyi, Hatayı, Gaziantepi, Kahramanmaraşı da unutmadık. 

Çukurovalılar olarak bizler, Kocaeli Kamuoyunun önemli Dinamikleri arasında yerimizin üst sıralarda olduğunu çok iyi biliyoruz. İşte bu bilinç çerçevesinde yeri ve zamanı geldiğinde  bu kentin çıkarları için, Ülkemizin menfaatleri için, hemen her alanda müdahil olacak ve içinde yer alacak, hem yeterli derecede yetişkinimiz var, hem de yeterli gücümüz var. Bu gücümüzün farkında olduğumuzu tüm dostlarımız bilmeli. Yaşadığımız bu kentte biz ne kadar Adanalıysak, Hataylıysak. Mersinliysek. Osmaniyeliysek o kadar da Kocaeliliyiz. İzmitliyiz. Çukurovayı ne kadar seviyorsak Kocaeli’yi de o kadar seviyoruz.

Biz diyoruz ki Anamurun Muzu neyse, Suadiye’nin Armutu da odur, Biz diyoruz ki Hatay’ın Künefesi neyse İzmit’in de Pişmaniyesi odur diyoruz.

Hemşeri Derneği olarak Biz diyoruz ki, Hep birlikte, unutmadan, unutturmadan, DOĞDUĞUMUZ YERE DE, DOYDUĞUMUZ YERE DE SEVEREK SAHİP ÇIKMALIYIZ.    

Bu mutlu günümüzde bizlerle birlikte olan dost ve hemşerilerimize derneğimiz adına sevgi, saygı ve  şükranlarımı sunarım

Karınca Kanatlanırsa

0

Kış soğuğunun ılık bahara dönmesiyle toprağın altındaki canlılar kendilerini göstermeye başlamışlardı. Henüz, solucana, yılana rastlamamıştık; ama karıncalar evimizin bir köşesinden bizi selamlamışlardı. Duvarın dibinden, evin salonunu bahçeye bağlamışlardı açtıkları tünelle. Bahçedeki topraklar evimizin içindeydi artık. Karıncalar bütün güçleriyle, bu dünyada kalıcılarmış gibi, kümbet ev yapmışlardı kendilerine. Girip çıkıyorlar, içine bir şeyler yığıyorlardı evin. Onların bu telaşlı halini her gün birkaç dakika seyretme tiryakiliği oluşmuştu bende. Onların telaşlı meşguliyetlerine tebessüm ediyor, derin düşüncelere dalıyordum. Dost ikliminde, günleri birlikte tüketiyorduk sessizce.

Bir gün evin içinde uçan karıncayla karşılaştım. Sağa sola saldırıyordu o kanatlı. Geldiği yeri tespit etmek istedim takip ederek. Dost karıncaların yuvasına girdi, tünel aracılığıyla bahçeye fırladı. Hoşnut olmamıştık bu durumdan. Ben, karıncayı çalışkan, sessiz, çizdiği yoldan ayrılmayan, sürekli üreten, davranışlarıyla bize örnek olan bir canlı diye tanır ve severdim. Onun kanatlanması, ne kafamdaki karınca imajına uygundu ne de beni mutlu etmişti. Ev halkı da rahatsız oldu bundan. Bir gün kahvaltıda, kanatlı aynı karınca bizi ziyaret edince “Karınca kanatlanırsa zevalini (ölümünü) hazırlarmış.” sözünü söyleyiverdim.

Akşam eve geldiğimde bir alışkanlık eseri olarak gözlerimin yöneldiği o köşede üretici, yatırımcı komşularımızı göremedim. Ne karıncalardan ne de onların yuvasından eser vardı. Üzüldüm, heyecanlandım. Eşime sordum yorgunluk bilmez dostlarımızın yokluğunu. Bana, “Karınca kanatlanırsa zevalini hazırlar.” dememiş miydin cevabını verdi. Bütün karıncaları süpürmüş, bir de çıktıkları deliği güzelce ilaçlayıp tıkamıştı eşim. Eşim haklıydı, karınca keşke kanatlanmasaydı.

Biz insanlar karıncayı, yerde yaşadığı ve çok çalıştığı için seviyoruz. Kanat, kelebekte güzel, kuşta güzel, leylekte güzel. Ses, bülbülde güzel. Yüzgeç, balıkta güzel. Havlamak, köpekte; miyavlamak kedide güzel. Balık uçmak, bülbül yüzmek, köpek miyavlamak, kedi havlamak isterse ne olur? Eminim, hepsi karıncanın bizim evimizdeki akıbetine uğrar.

nsanlar da birtakım yetenek ve niteliklerle donatılmıştır. Bir insanın, bilinen bütün yetenekleri ve nitelikleri üzerinde bulundurması mümkün değildir. Bir nitelik, bir başka niteliğin üstünde değil; ancak tamamlayıcısıdır. Önemli olan, sahip olduğumuz yetenek ve nitelikleri doğru yer ve zamanda, güzel amaçlar için kullanabilmektir.

Çevremize baktığımızda sahip olmadığı yeteneği var gibi gösteren, başka niteliklere öykünen, yeteneklerini birtakım küçüklük duygularıyla verimsiz hale getiren, böylece kendini ve çevresini zor durumda bırakan pek çok kişiye rastlarız. Her biri kâğıttan gemidir, suda eriyen, rüzgârda yıkılan. Kişiye şahsiyet kazandıran da yeteneklerinin yerli yerinde değerlendirilmesidir. Aslında bir boşluğu doldurur kişi yetenekleriyle. Sosyal barış ve dayanışma sağlanır yeteneklerin kullanılmasıyla. Kanat, karınca için bir eksiklik değil, fazlalıktır; onun ölüm sebebidir. Toplum içinde, olmayan yeteneğimizle kendimizi kanıtlama girişiminde bulunmak, bizim için zeval nedeni olabilir.

Mevcut yeteneklerimi kullanmamak, israftır; yeteneklerimizin kaldıramayacağı eylemlere yönelmek, tamahkârlıktır. Kişinin kendini tanıması, haddini bilmesi, erdemdir. İsrafı önlemek, tamahkârlığı yok etmek, doğru bir eğitimi, yüksek bir ahlakı gerektirir. Zeval, haddini bilmez karıncanın sonudur. Biz insanız.