13.8 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1259

Bosna-Hersek Gezisi Notları – 2

0

İkinci gün:

Vezirler şehri TRAVNİK’e doğru hareket ettik. Osmanlı döneminde, 17 tane vezir yetiştirerek en fazla vezir yetişen Osmanlı şehri olarak ün kazanmış bir yerleşim yeri. Şehirde yerleşim bizim Karadeniz tarzı yerleşim biçimini andırmakla beraber köyler o kadar dağınık değil, evler kendi arazileri üzerine kurulmuş ancak birbirine daha yakın oluşturmuşlar köylerini. Temiz düzenli bir yerleşim sağlamışlar, etrafta çöp namına bir şey gözükmüyor, hayvan barınakları düzenli, gübrelikler görünmüyor. Köyler adeta birer küçük düzenli şehir.

Yol üstündeki her yerleşim yerinde Müslüman Mahalleleri ve Hıristiyan mahalleleri veya köyleri birbirine yakın kurulmuşlar. Bir yerleşim yerinde Camisi ile Müslümanlar, sivri kubbeli kiliseleri ile Katolik Hırvatlar, yuvarlak kubbeli kiliseleri ile Sırplar bulunabilmekte.

Plava Voda isimli yerleşim yerine geldik. Şehrin girişinde tüm heybeti ile Osmanlı kalesi, içinde camiisi ile sizi karşılıyor. Şehirde Osmanlı paşalarından Elçi İbrahim Paşa medresesi bulunuyor. Osmanlıdan bu zamana kadar medrese olarak öğretimine devam etmiş ve şu anda aktif olarak öğrenci yetiştiriliyor. Yugoslavya devlet başkanı TİTO zamanında bir ara müze ve daha sonra halı sarayı olarak kullanılmışsa da şu anda eski şekliyle eğitime devam ediyor. Medresede dışarıdan içeriye ilk girildiğinde sağ ve sol yanlarda abdesthaneler yer alıyor. İçeriye doğru ilerlediğinizde çok geniş dikdörtgen şeklinde bir avlu ile karşılaşıyorsunuz. Avlu ilk yapıldığında üstü açıkmış. Tito zamanında üstü kapatılmış halen bu şekliyle duruyor, avlunun her iki tarafında dershaneler mevcut. Avlunun dip tarafında ise ibadete ayrılmış bir bölüm var burada  mihrap ve minber de yer alıyor. İki katlı bir bina, girişte bulunan Ahşap bir merdivenle sol taraftan ikinci kata çıkılıyor. Dershaneler burada da devam ediyor.

Medreseden çıktıktan sonra Osmanlı kalesinin bulunduğu tepenin altından tüm coşkusu ile akmakta olan bir kaynak suyu ile karşılaştık. Suyun her iki tarafı düzenlenerek dinlenme alanı haline getirilmiş. Hemen onun yanı başında gönül erlerinden bir zatın türbesi bulunuyor. Bu güne kadar oraya hükmetmiş, hala ruhuyla orayı dimdik ayakta tutmakta. Ancak orada yatan zatın kitabesinden ismini okumak mümkün olmadı.

Tarihi Travnik Kalesine müsaade etmedikleri için çıkamadık, içimizde bir ukde olarak kaldı. Ancak uzaktan görebildik.

Bu arada Plava Voda’nın meşhur Boşnak baklavasından yemeyi ve çok özel bir tadı olan kahvesinden içmeyi ihmal etmedik.

Yanındaki lokumundan içilişine kadar başlı başına bir tören Boşnak Kahvesi içimi. Herkesin kahvesi, cezveleri ayrı, cezveler özel bakırdan yapılmış. Bu bakır cezveler normal ateşte değil, odun ateşinde kahveyle buluşur ki işte o zaman benzersiz lezzet çıkar ortaya. Fincanlarının kulpu yok, bakır bir kap içinde muhafaza ediliyor ve fincanların içinde, bazı değerlerin unutulmaması için, “ay-yıldız” var…
Kahvenin doyumsuz tadına ulaşabilmek için Boşnak kahvesine şeker konulmaz. Kahve sadedir, mis kokusu ve damakta bıraktığı tat uzun süre kaybolmaz. Kahvenin en yakın dostudur lokum. Dünya üzerinde bu birlikteliği kıskananların sayısı hiç de az değildir. Çayla şeker hiç bir zaman kahve ile lokumun yakaladığı ahengi yakalayamaz. Lokum ağızda erirken, kahvenin lezzetiyle muhteşem bir birliktelik çıkar ortaya… Boşnak kahvesinin Boşnakların hayatında vazgeçilmez bir yerde olmasının sırrı da buradadır işte. Güne kahveyle başlamak, özel bir iş yapmış olmak demektir. Misafirliklerde kahve ikram etmek, “sana verdiğim değerin en güzel göstergesini sunuyorum” manasına gelir.

Travnikten dönüşe geçtiğimizde Fatih Sultan Mehmet’in yazdırdığı Ahitnamenin yazıldığı Fatih’in köyünü ve mescidini de ziyaret ettik. Bosna’nın fethi dolayısı ile 35000 Boşnak İslamiyet’le şereflendiğinde Bizzat Fatih Sultan Mehmet tarafından 35000 kişiye karşı okunan ahitnamenin yazıldığı küçük mescit ve o sırada Boşnakların toplandığı alanı gezerek, şehitliğinde dualar ettik. Köyden bizim geldiğimizi gören yerli halk bize dostça davranarak aşure  ikramın da bulundular.

Bosna-Hersek’te Fatih Sultan Mehmet e karşı Boşnakların özel bir ilgi ve alakalarını olduğunu her fırsatta görüyorsunuz. Boşnaklar Fatihi, “Sultan Mehmet Fatih” olarak anmaktadırlar. Bu söyleyişte içten ve samimi bir bağlılık sezmektesiniz.

Yol güzergâhında AHMİÇ köyünü de ziyarete gittik. Güzel bir Müslüman köyü. Güzel bir camisi var. Camiinin avlusuna kadar gittik. Çok güzel tertemiz düzenlenmiş bir avlu. Köylü; savaş esnasında bu köy camisine toplanmış ancak camii ile beraber bombalanmaktan kurtulamamış ve 3 aylık bebekten dedeye kadar 300 insan bir araya getirilerek burada şehit edilmiş, Köyde bombalanmamış bir ev kurşunlanmamış bir duvar yok. Böyle bir şeyi insan olan insan düşünemiyor. Bu ziyaretten sonra şu soru hiç aklımdan çıkmadı. SAVAŞMANIN DA BİR AHLAKI YOK MU? Savaştan sonra Türk Devleti camiyi ve oradaki insanların yuvalarını yeniden aslına uygun olarak yaptırmış. Yol boyunda Türk devletinin yaptırdığı yerler olduğu gibi diğer Müslüman ülkelerin de yaptırdığı camii ve yerleşim yerleri mevcut. Saraybosnaya geri döndük Saraybosna havaalanı yakınında yer alan tünele gidiyoruz. Saraybosna Yaşam Tüneli…

Aşırı Sırp milliyetçiliğinin yayılmacı politikasının dış kuvvetlerce körüklenmesiyle başlayan savaşta, Sırp güçleri Saraybosna’yı kuşatmıştı. Birleşmiş Milletler, insani yardım yapabilmesi için havaalanı bölgesinin kuşatma dışı tutulmasını istemişti. Ve bu alan dışında sürekli olarak bomba ve mermi yağmuru altında bir şehir vardı. Saraybosna hain Sırplar tarafından tatbikat adı altında tamamen muhasara altına alınmış, Bosna Cumhuriyetinin ilanından sonra Boşnaklara hayat hakkı tanımamak için her taraf tanklarla ve keskin nişancılarla çevrilmiş Havaalanının bulunduğu alandan geçen veya geçmeye çalışan birçok müslüman, keskin nişancılar tarafından vurularak şehit ediliyormuş.  Boşnakların nefes alacak hallerini bırakmamak için ellerindeki silah ve mühimmat da tamamen toplatılmış ve bu kargaşa ve zulum altında inlerken tek güvendikleri ve dayanakları Türkiye Cumhuriyeti ve yetkilileriymiş. Güven bu olsa gerek, güvenilen bu olsa gerek, tek destek ve yardım Türkiye Cumhuriyeti’nden gelmiş bekledikleri gibi. Ama Boşnakların askeri malzeme ve gıda temin edebilmeleri için bu havaalanını kullanmaları gerekiyordu ve bir sürü insan da bu yolda ölmüştü. Bu nedenle havaalanı bölgesine giden bir tünel yapma fikri ortaya atılıyor. Boşnak General Râşid Zorlak, tünel kazma işini gerçekleştirmek için iki mühendisi görevlendiriyor. Bu mühendislerden biri Fadil Şero diğeri de sonradan Bosna-Hersek Başbakanı olacak Necat Brankoviç. Tünel bir ucu havaalanı tarafından diğer ucu bir ailenin evinin bodrumundan olmak üzere iki taraftan birden karşılıklı kazılmaya başlanıyor. 4 ay sonra binbir zorlukla da olsa yaklaşık 800 metrelik tünel Allahın lutfu ile hiçbir ölçüm olmaksızın aynı yerde buluşuyor. Uzun ve zahmetli bir çalışmanın sonundu nihayet bir yaşam tüneli açılıyor  ve tünel sayesinde mermi altında kalmadan ihtiyaç malzemeleri ve yaralılar taşınıyor. Tünel sayesinde Türkiye üzerinden gelen mühimmat ve erzak da işgal altında inleyen Müslümanlara ulaşmaya başlıyor. Zalimin zalimliği her yerde, Saraybosna hava alanını elinde tutan Birleşmiş Milletler askerleri tünelin üstünden birçok kez su basarak tüneli işlemez hale getirmek istiyorlar. Ancak tünelin devreye girmesi ile Müslüman Boşnaklar sırp direncini kırarak Saraybosna’yı ve diğer şehirleri ele geçirmeye başlıyorlar. BM devreye giriyor; artık sizleri barıştıralım ne oluyor böyle dercesine savaşa son veriliyor bu girişimin ardından  sonuç:250 000 şehit. Savaşta bu tünelin önemi çook büyük. Tünelin başındaki giriş evi,  duvarları kurşun ve şarapnel izleri ile onlara inat hala ayakta. Savaş sonrası bu tünel, evin sahipleri tarafından müze haline getirilmiş. Müzede o günlerde kullanılan malzemelerin sergilendiği, fotoğrafların yer aldığı bir oda, tünelin nasıl yapıldığını anlatan çeşitli görüntüler  Ve tabi bir anı defteri var. Defterde birçok Türkçe yazı da mevcut. İşte biz bu müzeyi gördük. Evin sahipleri ile de tanışma fırsatı bulduk. Belki savaşın en fedakar kişisi olan ve direnişin can damarına korunaklık yapan evin hanımı ve  tüm Bosna-Herseklilerin Annesi hala hayatta. Kendisi ile tanışarak ellerini öptük. Hayır dualarını  aldıktan sonra oradan da ayrıldık.

İki Arada Bir Derede

0

Bilenen öykücüktür: Çocuk, “Baba, atımızı çalan hırsızı yakaladım.” diye seslenmiş. Babası, “Getir oğlum.” demiş. Oğul, “Gelmiyor baba!” deyince, Baba, “Bırak gitsin, oğlum.” demiş. Çocuk, bu defa “Gitmiyor, baba!” diye cevap vermiş.

Günlük basit işlerimizde, iş hayatımızda, sosyal ilişkilerimizde, siyasette öykücükteki çocuğun durumuna düşer ya da hırsızın yaptığı gibi yaparız. “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” dediğimiz ikilemler yaşarız. Türkçede “iki arada bir derede kalmak” deyimi kullanılır bu durumlar için. Çaresizliktir, kararsızlıktır, müşkülpesentliktir bunun adı. İnsanı karamsarlığa sürükler çok kez böyle durumlar. Ne yapmalıyım, nasıl yapmalıyım, soruları üşüşür başımıza. Yol gösterenler çok olur. Hiçbiri yatmaz kafamıza söylenenlerin. Çünkü onlar olayın merkezindeki kişi değillerdir. Doğacak sonuçtan etkilenecek de değillerdir. Size yol gösteren kişi olma bilgiçliğiyle söylenen,  akla hayale gelmeyen, mantığa sığmayan önerilerdir çok zaman bunlar.

Kişilik çatışması, değer çatışması, istek çatışması denebilinir yaşadığımız olguya. Bizi yönlendiren dominant değer etkilidir yönlendirilmemizde. Hazlarımız, sosyal statümüz, ortaya koyduğumuz ya da kazanma ümidi taşıdığımız maddi değer etkin olur kararımızda. Bazen de kuru bir inattır bizi yönlendiren. “Madem öyle, işte böyle.” veya “İnceldiği yerden kopsun.” deriz. “En kötü karar, karsızlıktan iyidir.” teziyle hareket eder, seçeneklerden en yanlış olanı seçeriz. Erkekliğe de laf söyletmeyiz hani. Kararımı ben verdim, bedelini de ödemeye razıyım, deriz.

Kararsızlığımızı harici ve dahili diye iki nedene bağlayabiliriz. Birileri bizi kullanmak, cezalandırmak, üzerimizden rant elde etmek ya da bize iyilik yapmak istiyor olabilir. Bu nedenle onların getirdiği öneriler bizi hazırlıksız yakalayabilir veya iyi niyetle bağdaşmayabilir. Bu önerilerin nedenlerini çözemeyebiliriz veya bir takıntımızı  aşamayabiliriz. Getirilen önerinin nedeni ve şeklinden çok, belirsizlik taşıdığı için sonuçlarına takılmış olabiliriz. Bir iç çatışma yaşayabiliriz. Yaşımız, beklentilerimiz, kişilik yapımız, maddi gücümüz, önerileri bize lüks kılabilir. Bunların bütünü veya bir kısmı; bizde, adına girdap, anafor, kaos diyebileceğimiz  çıkmazlar oluşturur. Stres, enfarktüs, doğal sonuç olarak ortaya çıkabilir. Bunlar olmasa bile “dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” olmamanın garantisi yoktur.

Böylesi sıkıntılara düşmemek için, “Bilge adam her kusuru görmez.” deyip öykücükteki gibi atımız da çalınsa, hırsızı görmezlikten gelebiliriz. Hırsızın gelmesiyle ve gitmesiyle ilgilenmek zorunda kalmayız. “At, gitmiştir. Yaşayan atlar sağ olsun, onlar bizimdir.” inancıyla hareket etmek ve yolumuza devam etmek de tercihimiz olabilir. Geride kalanlar önemli olsaydı Allah bize arkada da iki göz verirdi, demek ki ilerisi önemlidir.” inancıyla kendimizi teselli eder, yeni projelerimizin peşine düşebiliriz.

Söylenenlerin tamamı, bir kararsızlığın doğal sonuçlarından biri. Sıkıntılar bitmez, hayatımızda hep yer alacaktır. Sıkıntıların birer imtihan türü olduğunu, her fiilin bir failinin bulunduğunu, dolayısıyla hiçbir eylemin yüce iradenin bilgisi dışında gerçekleşmeyeceğini, bizim yetersiz kaldığımız zamanlarda dahi yüce yasa koyucunun gözetiminde bulunduğumuzu bilmek zorundayız. Bu inanış, bizi rahatlatır. Sıkıntıları bedenimize ve ruhumuza yüklememiş, inancımıza yüklemiş oluruz. Yorulan inancımız olsun.

Ben bu inanışı bilinç haline getirerek eyleme dökme becerisini henüz gösteremedim. Bunu başaranlara ne mutlu! Umudumu da yitirmedim.

Tabiatın ve Kitabın Mesajını Okumak

Amerika’yı keşfeden beyaz adam, yerli Kızılderililere “Tanrı’nın insanlara gönderdiği sözlerdir” diyerek İncil’i okur ve anlatır. Kızılderili, beyaz adama sorar: “Sizin Manitunuz (Tanrınız) mesajını kitaba mı yazdı? Bizim Manitu sözlerini dağlara, taşlara, bulutlara, kuşlara, böceklere, çiçeklere, hayvanlara yazdı.”

Bizim Allah’ımız kendini ve kudretini insanlara anlatmak için, hem yarattığı her türlü mahlukata ve hem de kitaba (Kur’an-ı Kerim’e) yazdı.

Kainatın insan havsalası ile kavranması ve bilinmesi mümkün olmayan büyüklüğü ve karmaşıklığı karşısında, idrakimizi Yaratıcının kitabı ile bildirdiklerine teslim etmekten başka çaremiz kalmıyor.

İçinde yaşadığımız güneş sisteminin de dâhil olduğu galaksiye dair bildiklerimiz sıfır noktasına yakın. Sayısını bilmediğimiz galaksiler, nebulalar, kara delikler vs ise hiç bilmediğimiz, hayal bile edemediğimiz bir âlemden bazı isimler. Aynı bilinmezlik ve idrakimizin alamadığı muhteşem ve karmaşık yapı, maddenin en küçük yapı taşı olan atomun yapısında da var. Atomun evrenin yapısına benzeyen muhteşem ve kompleks yapısına dair bilgilerimiz de aynı ölçüde sınırlı.

Bir insan organizmasındaki sayısını bile bilemediğimiz kimyasal reaksiyonlar, bu reaksiyonların sonucunda insanın biyolojik, psikolojik ve hatta sosyal davranışlarını inşa etme mekanizmaları, genetik mirasın, inanç sisteminin bu davranışlara etkileri konularında da, idrakimizin sınırı son derece küçük

Yaratıcımız, kendi varlığını ve kudretini anlamak ve araştırmak görevini yüklediği bizleri, hiçbir zaman idrak edemeyeceğimiz müthiş bir kâinatın içinde yaratmış. Böylece varlığının farkında olmamızı ve anlayamadığımız ama sezdiğimiz ihtişamlı evrenin inşasındaki sanatına hayranlığın bir ifadesi olarak, kendisine tam bir teslimiyet istiyor olsa gerek.

Bir yaprağın veya bir böceğin mühendislik açısından olağanüstü yapısı kadar, gözlerimize ve gönlümüze hitap eden muhteşem sanat değerinin farkında olabileceğimiz fevkalade güzel bir ülkede yaşıyoruz. Dört mevsimi yaşayabildiğimiz, bitki ve hayvan çeşitliliği açısından çok zengin olan, dağları, denizleri, kaplıcaları, ovaları, nehirleri ile çok zengin tabiat varlığı içindeyiz.

Tabiat zenginliklerini temaşa ederken, Yaratıcının kudretine olan hayranlığımızı ifade etmek, O’na şükür etmek ve bu şükrümüzün gereği olarak çevreye saygılı olmak, kitapta yazılanları okumak ve tatbik etmek kadar sevaptır diye düşünüyorum. Hatta bu idrak seviyesi Kur’an da bize bildirilen mesajla tam bir ayniyet arz etmektedir kanaatindeyim.

*******************************

Dünyamızda, bizden evvel geçip giden milyarlarca insandan isimleri günümüze kadar gelen ve bugün de hayırla ve sevgiyle anılan kaç tane insan var?

Yaratıcı’nın bir hikmetli iradesi sonucu olsa gerektir ki, yüzlerce yıl isimleri yaşamış insanların büyük çoğunluğu peygamberler ve peygamberlerin yakın dostları olmak üzere, yüce bir fikrin/davanın uğruna mücadele ve fedakârlık etmiş kişiler, unutulmayan ve saygıyla anılan büyük insanlar sınıfını oluşturmaktadır.

Doğu’da da Batı’da da insanlar en çok peygamberlerin ve onların yakın dostları ile Onların izinden giden büyük dava erlerinin isimlerini çocuklarına isim olarak seçmektedir. Bugün Türkiye’de her dört erkekten biri Muhammet (Mehmet), Ahmet, Mahmut gibi peygamberimizin isimlerini taşımaktadır. Bekir, Ali, Ömer, Abdullah, İbrahim, Musa, İsmail, Hasan, Hüseyin, Ayşe, Fatma, Zehra, Hatice, Gülsüm, Emine gibi isimler de yüzlerce yıldır saygıyla yaşatılıyor.

Kimse çocuğuna Firavun, Ebu Cehil gibi isimleri vermediği gibi, İslam tarihinde çok önemli fakat olumsuz bir iz bırakan Yezit, Muaviye gibi isimleri de vermiyor.

Yunus Emre‘yi yüzyıllardır yaşatan, şiirlerini aynı sevgiyle nesillerden nesillere aktarılmasına sebep olan gücü, hangi kudretli cihan hükümdarları, hangi Karun gibi zenginler kazanabildi? Dünyanın yarısına hükmeden devlet başkanlarının da, katrilyon dolarlara hükmeden multimilyarderlerin de yapamadığını bu “garip derviş” nasıl başardı?

Din kökenli olmayan, felsefi ve ideolojik akımların lider ve kahramanlarında da unutulmazlık veya uzun yıllar saygıyla anılma mümkün olabiliyor. Burada da belli bir davaya adanmışlık ve dava uğruna sıradan insanların hedefleri olan zenginlik, güç gibi dünyevi ihtiraslar yerine insanlara hizmet, toplumları maddi ve manevi olarak ilerletmek gibi ulvi hedefler uğruna fedakârlıklar söz konusudur.

Bu türden öncü ve kahramanları olan topluluklar kalıcı ve saygıdeğer milletler olabilmektedir. Bu dönemde Türkiye’mizin böyle adanmış ruhlara ihtiyacının her zamankinden daha çok olduğunu düşünüyorum.

Darbe Üzerine

Her ay hemen hemen bir konu gündeme getiriliyor ve asıl düşünülmesi gereken sorunlar devre dışı bıraktırılıyor. Aslında küresel güçten taraf olan bir gazete ülkeyi karıştırıyor. Sırada hangi gerçek veya sahte belgeler bekliyor bilemiyoruz. Yargı-yasama, yürütme, asker ve sivil  arasında kurumlar arası bir mücadele döneminin açıldığı ve tehlikeli bir tırmanış gösterdiği bir gerçektir. Bazıları darbe ile yatıyor, darbe ile kalkıyor. Belki rüyalarında da darbe görüyorlardır. Artık neredeyse 5-6 kişi bir araya gelse darbe planlamak ile suçlanacak. Günümüzde askeri darbelerin modası geçti; şartlar değişti. Şimdi moda sivil gece yarısı darbeleri… AB Uydu Yasaları, Yeni Petrol Yasası, Yeni Vakıflar Yasası, Mayın Temizleme Yasası, TCK’ da yapılan değiştirmeler, milletlerarası hale gelen yolsuzluklar, yasaları, Lozan’ı ve laikliği çiğneyerek Heybeliada’ya Ruhban Okulu açmak, şımartılan patriğin ekümeniklik iddiası ve buna sessiz kalış birer darbe değil mi?  En son gece yarısı TBMM’den süratle geçirilen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması, fotokopilerin Yargıtay kararlarına rağmen belge sayılması birer sivil darbe değil mi?

İşimize geldi mi  bazı düzenlemeler, milli çıkarları zedeleyen peşkeş çekmeler; darbe sayılmıyor ama işimize gelmeyenler hemen darbe kabul ediliyor ve adres belli…Askere fatura ediliyor. Aslında dışarıdan kumandalı bazıları askeri yargıdan çok TSK’ya karşılar. Bu liberal faşistler,   II.Mondros’çular, Mütarekede olduğu gibi ellerinden gelse Orduyu lağvedecekler. Milli güvenliksiz devlet, ordusuz demokrasi olur mu? AB standartlarında ordu isteyenler; risk, ihanet ve sorunları AB standartlarına çekebiliyorlar mı? Ankara kendi kendi ile değil; bunlarla hukuk devleti içinde mücadele etmelidir.

Son yıllarda Türkiye’de hukukun siyasallaştırılması, yargısız infazlar, dış telkin ve emirlere açık olmak birer sivil darbe sayılmıyor mu? Bazılarının Ergenekon ve benzeri, mili tarihimiz ile ilgili ve anlamlı isimlerden hınç alırcasına bunlara saldırmaları, mahkeme kararına rağmen, Ümraniye Davası’ndan hâla Ergenekon Terör Örgütü olarak bahsedilmesi Türk tarihine karşı bir darbe değil mi? İktidarların millet eli ile değiştirilmesinin yolunun, basın ve yayın organlarındaki operasyonlar ve baskılar ile önlenmesi demokrasiye karşı bir darbe değil mi?  Bu ve benzerlerini yaşadık ve hep yaşıyoruz.  Sayın DP Genel Başkanı H. Cindoruk’un devamlı darbe edebiyatı yapanlara karşı” demek ki bunların  açıkları ve yanlışları çok ki darbeden bu kadar korkuyorlar” sözleri dikkat çekiyor. Ne gariptir ki; 12 Eylül Darbesine alkış tutanların çoğu, bugün ona karşı tavır alabiliyor.

Sivil asker kutuplaşmasının bu ülkeye ne faydası var ki bu ölçüde tahrik ediliyor.  Bu  demokrasiye saygı mı?  Aslında sindirme ve bastırma operasyonu içinde asker devre dışı bırakılarak dışarıdan gelen emirler gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. Muhafazakarlaşan ve radikalleşen Dünya ve Avrupa gerçeği karşısında birlik ve beraberliği güçlendirmek yerine; kurumlar arası yarışma Dünya’nın konjonktürüne uyuyor mu? Avrupa Parlamento’sundaki radikalleşme, Türk düşmanlığı, Irak’ın Kuzeyinde  üstelik genişletilmiş bölgesel yönetime geçilmesi, ABD Planı gereği PKK’ya sözde silah bıraktırılması, bunun karşılığında çeşitli tavizler ve af beklentileri Türkiye’yi birinci derecede ilgilendirmiyor mu? Terör başı katilin siyasi bir sembol olarak pazarlanması ve ülke bütünlüğüne yönelen tehdit farklı kesimleri ilgilendirmiyor mu? Önce iç ekonomik kriz, daha sonra küresel krizin 2009 yılının ilk çeyreğinde  ekonomide %13.8 daralma yarattığı, Sanayi sektörünün %18, ticaret sektörünün ise %25 daralmaya gittiği, ihracatın %40’lara varan düşüşü, darbe rüyaları gören fanatikleri düşündürmüyor mu?  “Paranoya”ya varan  darbe karşıtlığı her şeyden evvel psikolojik tedavi gerektirmektedir.

Birisi diğerine sormuş: “ABD’de neden darbe olmaz?” Diğeri de hemen cevabı vermiş: “ABD’de ABD Büyükelçiliği yoktur da ondan”. Irak’ta Kerkük’te ve son olarak da İran’da ortaya konulan oyun bazı gerçekleri bir defa daha göstermiştir.

Hiçbir iktidar ve siyasetçi vatan savunmasının merkezi olan TSK’ni  yıpratarak onlar üzerinden ona karşı siyaset geliştirerek kendi siyasetinin önünün açmaya çalışmamalıdır. Binilen dalın kesildiğini sonradan fark etmek fayda sağlamaz. Oy uğruna siyaset çirkinleştirilmemeli, demokrasi, demokrasi diyerek demokrasi çökertilmemelidir.

Eksen Devletler ve Bayilik Alan Firmalar

Yeni Küresel kurguda kıtasal devletler, eksen devletler, uygulamacı yerel devletlerden bahis ediliyor. Bu kurguda Türkiye nerde sizce?.. Türkiye’ye biçilen rol “eksen devlet”.

Siz eğer bir firma sahibi iseniz. Bu firmayı önce şehrinizde sonra bölgenizde sonra ulusal ölçekte sonrada dünya ölçeğinde marka yapıp işinizi büyütmek isterseniz yapmanız gereken bir dizi iş var.

Hedefinizi küresel amaçlı koyduysanız markalaşmaya gitmeniz gerekir. Marka isminin ise uluslar arası olmalı, ismini fonetik filolojik ve sosyolojik yönden iyi araştırmalı hem ulusal hem de uluslar arası marka tescillerine uygun mu? Web sitesi oluşturacağından onlarla ilgili site isimleri ve ilgili domain uzantıları var mı? yok mu? Gibi bir çok ayrıntıyla başlayan süreç. Marka ürettiğiniz ürün veya hizmete uygun olmalı. O ürün ve hizmeti çağrıştırıyor olmalıdır…

Sonra bulunduğunuz yerde verdiğiniz hizmetin kalitesi açılış kapanış saatleri ücret politikası, çalışanların giyimi, onların işe geliş gidişleri, organizasyonu gibi birçok süreci yapılandırmanız gerekiyor. Sonra büyük şehirlerde işlek caddelerde bu işi yapabilecek sizin kurallarınıza uyacak o şehrin ileri gelenlerinden birilerine bayilik fırsatı verirsiniz. Bayi size hem marka adı için bir para öder. Firmanın dış yüzeyinden iç dekorasyonuna kadar siz yaparsınız. Onun için ayrıca bir para öder. Ayrıca basılı ve görsel reklamlar için para alırsınız. Firmanızın ne kadar çevre dostu veya insani değerlere sahip bir felsefesi olduğunu göstermek için ya bir vakıf kurarsınız veya sosyal sorumluluk projeleri yaparsınız. Bu projelerin finansmanını da bayilerinize bölüştürürsünüz. Markanız toplum karşısında itibar kazanmaya ve dolayısı ile para kazanmaya başlar……

Bayi sahiplerinin, bayi yöneticilerinin ve çalışanlarının sizce üretilen bu değerdeki payı nedir.?  Çalışan sizin belirlediğiniz ölçülere göre iş yapabilir, dışına çıkamaz. Ücret politikalarını bile merkezden belirlersiniz. Giydiği kıyafeti bile siz verirsiniz. Yöneticisi sizin koyduğunuz kurallara uygun şekilde idare etmek zorundadır. Belki kişisel insiyatif kullanması için dar bir alan bırakabilirsiniz kendisi yönetiyor zannetsin diye. Yöneticileri ve çalışanları isterseniz siz değiştirebilirsiniz. Denetim mekanizmaları kurar bu iş için harcadığınız finans miktarlarını da bayilerinizden alabilirsiniz. Bayi sahipleri de uluslar arası marka değeri olmuş bir firmaya sahip olduğu için çok memnun olurlar..

Şu marka ürünün Türkiye mümessiliyim, Arjantin mümessiliyim, Londra şubesiyim, Ankara şubesiyim diyebilir. Hem dünyaca tanınmış bir marka bayisi olduğu için memnun, hem de çok para kazandığı için çok memnun. Oluşturulan bu değerde, sizce bayileriniz mi? başarılı yoksa bu değer sizin organizasyon yeteneğinizin bir sonucu mu?

Bayiliğini verdiğiniz firmadan bayiliğinizi aldığınızda sizce o firma aynı işi ve hizmeti üretse bile sizin bayiniz olduğu kadar başarılı olabilir mi?

Aynı yerde başka bir kişiye bayilik verdiğinizde de işlerde bir aksama olmadan sizce o bayi size aynı oranda değer üretebilecek midir?..

ABD’ de Robert Kennedy’nin bulunduğu bir gurup analistin hazırladığı çalışmada eksen ülkeleri şunlardır. Mısır, İran, Türkiye, Pakistan, Hindistan, Meksika, Brezilya, Cezayir, Güney Afrika, Endonezya. Bahsedilen ülkeler dış politika ve güvenlik konularında dünyanın küresel eksenini oluşturuyorlar.

Her şeye rağmen Türkiye jeostratejik aktör bir devlettir. Bunu da önümüzdeki günlerde göreceğimizi zannediyorum. En azından bu potansiyelini kullanabilir diye düşünüyorum.

ABD’li Stratejistler Türkiye ve İran’ı “eksen devletler (pivotal states)” ve “jeopolitik mihver” olarak görüyor. Aynı zamanda Türkiye ve İran’ı jeostratejik aktör potansiyeline sahip ülke olarakta görüyorlar. Bölgede olan Türkiye İran rekabeti ve son günlerdeki İran olaylarına da bu bağlamda bakmakta yarar var.

 

Bilgi Çağının Yeni Kenti Kocaeli

0

Bilim kentlerinin ne olup olmadığını ve İki üniversitesi, üç teknoparkı, bir teknoloji geliştirme merkezi, bir teknoloji serbest bölgesi bulunan Türkiye’nin teknoloji üssü Kocaeli’nin niçin bilim kenti olmasını istediğimi izah etmeden önce bilgi çağını, bilgi toplumunu ve bilgi ekonomilerini tanımlamamız doğru olacaktır.

Bilgi çağı, servet yaratmada bilginin öne geçtiği dönemi tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Böylece maddi sermayenin yerini zihinsel sermaye almıştır. Zihinsel sermayenin belli bir yere sınırlanmayan yapısı, bütün yönetim ve toplum ilişkilerini değiştirmiştir. Bilgi çağını önceki dönemlerden ayıran beş temel özellik bulunmaktadır. Bunlar:

a) Bilgi çağı bilgiye dayalı toplumun yükselişinden meydana gelmektedir.

b) Bilgi çağında işletmeler bilgi teknolojilerine dayalı olarak faaliyet gösterirler.

c) Bilgi çağında iş süreçleri verimlilik artışına dönüşmektedir.

d) Bilgi çağının başarısı bilgi teknolojilerinin kullanımında etkinlik ile ölçülmektedir.

e) Bilgi çağında  pek çok ürün ve hizmet, bilgi teknolojileri ile iç içe geçmiş durumdadır.

Sanayi dalgasının bittiğini yeni bir dünyaya, yeni bir ekonomiye ve yeni bir topluma hızla evrilmekteyiz. Tekrar ediyorum; İki üniversitesi, üç teknoparkı, bir teknoloji geliştirme merkezi, bir teknoloji serbest bölgesi bulunan Türkiye’nin teknoloji üssü Kocaeli bu oluşan yeni dünyada hızla yerini almalıdır.

Bilgi ekonomisine gelince: Sürekli yeni bir ekonomik veya endüstriyel bir modelin gelmekte olduğunu söylüyorum. Bu modelde üstün ve ileri teknolojik bilgi öne çıkmakta ve katma değeri bu bilgi oluşturmaktadır. Zenginlik bu bilginin üretilmesi ve kullanılmasındadır. Bu yeni ekonominin dört temel özelliğinden söz etmek mümkündür;

a) Dijitalleşme (internet ekonomisini, yoğun olarak da elektronik ticareti bu kapsamda değerlendirmek mümkündür),

b) Araştırma geliştirme faaliyetlerinin artması,

c) Küreselleşme

d) İnsan kaynakları profilinde yaşanan radikal değişim (kurumların insan kaynaklarına dayalı yeniden yapılanması).

Yeni oluşan çağla ve beraberinde getirdiği yeni ekonomi ile birlikte eski sektörler önemini, karlılığını, istihdam gücünü ve üretim kapasitesini yavaş yavaş yitirirken, yeni sektörler çığ misali büyüyerek ekonomik büyümenin lokomotifi konumuna gelmektedir. Teknolojik gelişmeyle vücut bulan, büyük ölçüde dijitalleşmeye ve internete bağlı olan yeni ekonomi tıpkı dominant bir gen misali eski ekonomiyi, yani eski organizmayı kuşatıp yavaş yavaş yok etmektedir. Yeni ekonomi 1980’lerde mikro elektronik alanındaki gelişmelerle yükselmeye başlamış, bu dönemde biyoteknoloji, yeni malzemeler ve uzay araştırmaları öne çıkmıştır. Gelecek bilişim, iletişim ve alternatif enerji teknolojilerinde yatmaktadır.

Bilgi toplumu; bilgiyi üreten ürettiği bu bilgiyi kullanan ve ihtiyaç duyan diğer toplumlara satabilen toplum demektir. Yani; biz bilgi toplumuyuz demekle bilgi toplumu olunmaz.

Bilgi çağını yakalayabilmek için oluşturulması gereken modellerden birisi de bilim kentleri kurmaktır; uzmanlaşarak küreselleşmek adına sağlık kentleri oluşturmanın da gerekli olduğu gibi. (Uzmanlaşarak küreselleşmenin en güzel örneklerinin yaşandığı İtalya’yı başka bir yazıda inceleyebiliriz.)

Bilim kenti ne demektir?

Türkiye, teknoloji satın alıp ucuz işçiliğe dayanarak düşük katma değerli endüstriyel üretim modeliyle kalkınamaz. Bu nedenle bilgiye dayalı, rekabet gücü yüksek, uluslararası pazarlara açılabilen ve yenilikçi işletmelerin oluşturulması ve geliştirilmesi için üniversitelerimiz ve teknoloji geliştirme bölgelerinin işbirliği ve desteklenmesi öncelikli bir konudur. Bilim kentleri bu işlemin bir parçasıdır.

Bugün, güçlü ve söz sahibi bir devlet olmanın temelinde gelişmiş bir ekonominin yattığı ve gelişmiş bir ekonominin ise ileri teknoloji üretimine dayandığı tartışılmaz bir gerçektir.

Son 40 yılda Japonya ve Güney Kore, bizim yapmadığımız neyi yapmışlardır da bugünkü teknolojik sıçramayı gerçekleştirebilmişlerdir? 1964’de Japonya, başkenti Tokyo’nun ~60 km uzaklığında Tsukuba Bilim Kentini kurmaya başladı ve 1970’lerin sonunda Japon mucizesi ortaya çıktı. Aynı modeli 1973’de uygulayan Güney Kore, benzer bir mucizeyi 1980’li yılların sonlarında gerçekleştirdi. Bu sonuçlar göstermektedir ki: 1000’lerce doktoralı bilim adamının çalıştığı, bağımsız ulusal araştırma enstitülerinin bir arada kurulmasından oluşan Bilim Kentleri, hızlı ve sürekli kalkınmanın olmazsa olmaz şartıdır.

Bilim kenti olmak Kocaeli’ye ne kazandıracaktır? Öncelikle gelişmişlik ve kalkınmışlık sadece ekonomik bir sonuç değildir. Aslında bir nitelik sürecidir. Nitelikli bir toplumun, nitelikli, iş kollarının, nitelikli sosyal dokunun ve nitelikli fiziki mekânların gelişmişlik ve kalkınmışlık sonucunu doğuracağı yadsınamaz. Bunun gerçek olabilmesi ise kentin ‘öğrenen kent’ kavramının gereklerini yerine getiriyor olması gerekmektedir. Üniversitemizin öğrenci okutan ve okuttuğu her öğrenci başına ilimize belirli bir girdi sağlayan konumundan bilgiyi üreten ve ürettiği bilgiden teknoloji üretilebilen konumuna dönüşümü de sağlanmış olacaktır. Öğrenen kent modeli konusunda neler yapıldığı ve bu kavram çerçevesinde Üniversiteyi ve bilimi; kent ve köyle buluşturabilmek adına sarf edilen çabalardan da buradan bahsetmek gerekir. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi bu konuda Türkiye’de ender rastlanabilecek bir çalışmalara imza atıyor. Alanında örnek gösterilen doktoralı, yüksek lisanslı bir ekip bilim ve teknoloji kulübü ile Seka fabrika binalarında bilim merkezini kurmak için sessizce gayret sarf ediyor. Temel amaç, merakı ilhama dönüştürmek. Seka Bilim Merkezi, sadece ziyaret edilen güzel düzeneklerin bulunduğu bir müze değil, ziyaretçilerin sergilenen düzeneklere dokundukları, kullandıkları, denedikleri ve her bir düzenekte merak ve ilgilerini çeken yenilikleri öğrendikleri eğlenceli ve etkileşimli bir tecrübe olacaktır. Bunun da ötesinde, bilim merkezinin genç bilim adamı ve uzmanlarından oluşan kaliteli kadrosunun danışmanlığı ve gözetimi altında, çocuklarımızın potansiyelleri keşfedilecek ve çocuklarımıza kabiliyetlerini kullanabilecekleri imkanlar sunulacaktır. Gençlerin, en güncel bilgi kaynaklarını kullanabilecekleri,  birçok bilim ve eğitim programına katılabilecekleri, farklı alanlardaki uzmanlardan yararlanabilecekleri, bilim ve teknolojinin son ürünlerini tanıyabilecekleri, Seka Bilim Merkezi, ülkemizde kurulacak diğer merkezler için de bir model olacaktır. Bilim kenti öğrenen bir kent olabilmek adına şanslarımızı iyi kullanabilmek dileğiyle.

Bosna-Hersek Gezisi Notları (1.Gün)

0

Bu yazıları, tuttuğum gezi notlarımdan, ziyaretimi tamamlayıp döndükten sonra yazmaya başladım.

Bosna-Hersek. Çok uzun zaman önceden beri görmeyi arzu ettiğim yerlerden biriydi. Oraya gitmek bir tutku halini almış ve nihayet gitmiştim ancak Bosna hersek gezisi tabiri caizse herhangi bir turistik geziydi, ziyaretlerden sonra ise benim için bir hüzün olmuştu. Bunun bir gezi olmadığını o zaman anladım. İsim koymam gerekiyordu bunun adı bir ziyaret olabilirdi diye düşündüm. Sizlere de ziyaret olarak aktarmaya gayret edeceğim.

Bir grup arkadaşla 23-27 Nisan 2009 tarihleri arasında Bosna Hersek i ziyaret etmek üzere İstanbul Atatürk hava limanından yola çıktık.

Cuma günüydü Atatürk hava alanından dualarla havalandıktan sonra. (Uçaktan korkmuştum Kalkarken bol bol dua ettim tüm uçak yolcularının ve kendimin sağ salim yere inmemizi bize bahşet diye. Allah’ıma yalvardım, dua ettim). Uçağın cam kenarında yolculuk yaptım. Uçağımız Saraybosna havaalanına doğru yaklaşmaya başladığında şehir çok güzel görünüyordu. Şehrin üstüne doğru yaklaşırken aşağılarda futbol sahasının şehitlik olarak düzenlenmiş halini gördüm. Saraybosna’da 77 şehitlik var. Koca stat maalesef koca bir şehitlik haline dönüştürülmüş. Gezilerimizde aslında her tarafın şehitlik olduğunu gördük.

Hava kararmadan müsait bir saatte Saraybosna hava alanına indik. Küçük bir hava alanı.

Duaya devam bizi sağ salim yere basmamızı sağladığı için yüce yaratana bin bir dualar ettim. İşlemler yapıldıktan sonra bizi bekleyen seyahat firmasının (Fidan Seyahat) otobüsü hazırdı. Otobüsteki yerimizi alarak Saraybosna etrafında bir gezi yaparak yakın çevremizi bize tanıttılar.

Saraybosna’da bulunan, Saraybosna’nın bilge Cumhurbaşkanı ALİYA İZZETBEGOVİÇ’ in de kabrinin bulunduğu şehitliği ziyarete gittik. Gittiğimiz şehitlikte binlerce şehit… Rahmetli Mehmet Akif’in mısraların da yer bulan

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başlar…
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi…

Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!

Şekliyle yatıyorlardı. Her yaştan insan bu Müslüman ülkenin kurtuluşu ve muzafferiyeti için gözünü kırpmadan kendini siper etmiş toprağın kara bağrına al kanları ile yatmışlar. Şu anda mezarlarıyla ülkelerini korumaktalar.

Bilge Cumhurbaşkanı ALİYA İZZETBEGOVİÇ ‘ in Kabri sekizgen sütunlar üzerinde üzeri gök kubbeyi temsil eden bir çatı şeklinde inşa edilmiş, 1990 – 1992 tarihleri arasında Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı yapan Aliya İzzetbegoviç 1992 – 1995 yılları arasında 4 yıl süren Sırpların Müslümanlara karşı Bosna Savaşında halkının mücadele ve direnişin önderlik etmiş. 2003 yılında vefat ettiğinde vasiyeti şöyledir; “Vasiyetimdir, beni şehitlerimin yanına gömün. Benim yanım onların yanıdır. Beni ayrı bir yere defnetmeyin, zirâ benim ziyaretime gelenler onlardan da dûalarını esirgemesin, mahzûn kalmasınlar”. Vasiyeti üzerine Aliya İzzetbegoviç Kovaci’deki şehitler mezarlığına defnedilir. Şehitleri ile koyun koyuna yatmakta.. Allah Rahmet eylesin. Mezar Ağustos 2006’da bombalı saldırıya uğramış ve tekrar onarılmış. Orada arkadaşlarımızla dualar edip Kuran’ı Kerim tilavetinin ardından topluca duadan sonra ayrılarak otelimizin bulunduğu yere geldik.

Ülkenin resmi adı Bosna Hersek (Bosna i Hercegovina) dır. Bosna-Hersek, başkenti Saraybosna ile beraber belli başlı 14 şehirden oluşmakta. Yaklaşık nüfusu 4.300.000 kadar. Yüz ölçümü 51.129 km2. Resmi dilleri Boşnakça, Hırvatça ve Sırça’dan oluşmakta. Yaşayan halk Slav ırkına mensup; Müslümanlar Boşnak, Katolikler Hırvat ve Ortodokslar Sırp olarak adlandırılmaktalar. Para birimi eski Osmanlı para birimi olan kayme  resmi adı aslında (KM) (Konvertibilna Marka) ve1 Türk lirasına karşılık gelmekte. Yaşayan ahali kayme olarak kullanmakta. Ülkenin sınır komşuları Sırbistan, Karadağ ve Hırvatistan’dır. Ülkenin Akdeniz yaklaşık 10 kilometrelik kıyısı bulunmakta. Nehirleri Una, Sana, Drina, Bosna, Neretva, Vrbas. Gölleri Boroçka, Modroçka ve Jablanica. Karasal ve Akdeniz iklimi görülmekte.

Yönetim şekli Cumhuriyet, bir Cumhurbaşkanı ve iki başkan yardımcısı ile yönetilmekte. 8 ayda bir başkan ve yardımcıları yer değiştirerek yönetimde yer almaktalar. 800 milletvekili ve 200 bakandan oluşan bir parlamentoları mevcut. Siyasi yapılaşma ise kantonlardan oluşmakta.

Yani Gözümüz Açık Gitmeyecek miyiz?

Biraz değil, bayağı geç kalmış bir teklif.
12 Eylül cuntacılarının yargılanmasının yolunu açma teklifi, Eylül 1980 yılından beri cuntacılar adına duyduğumuz en güzel haber.
Öyle ya, hak da yerini bulsun, demokraside.
Demokrasi iddialı bir ülkede böylesi bir haksızlık olmamalı.

Bir dönemin mensuplarının özlemle beklediği bu teklif, yüreklere su serpecek bir girişim.
Ancak endişemiz var.
Endişemiz; teklifi getirenlerin, 27 Mart’ı, 28 Şubat’ı alkışlayanlardan ve Ergenekon Terör Örgütünün avukatlığına soyunanlardan gelmiş olmasındandır.
O yüzden hesaba alınmama umuduyla veya yapılmış olsun için yapılmış bir teklif olabilir.
Umarım diğer muhalif partiler ve iktidar partisi tarafından gündeme oturtulur, “başkasının teklifi” kıskançlığı ile olay sabote edilmez.
İnşallah ciddiye alınır ve acele edilir de, hak baki olmadan dönemin sivil suçlularına da sıra gelir.

Zat-ı âlileri, yargı yolunun açılmasını kabul etmeyecek ve açılınca da intihar edeceklermiş!

Bu ikaz teklifi sunanlara dur dedirtir mi dersiniz?

12 Eylül kurbanı hangi genç ölmeyi kabul etti?
Hangi anne, hangi baba evladını genç yaşta toprağa vermeyi kabul etti?
İpe serilen filintalara “asılmayı kabul ediyormusun” diye soruldu mu?
Gün SAZAK’ın oğlu Süleyman Bey, Nihat Erim’in kızı Ayşe Işıl Önalp hanım babalarının katliamlarına onay mı verdiler.
Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanoğlu, Cevdet Karakaş, Necati Vardar asılırken anaları-babaları “asın” mı dediler?
12 Eylül öncesi ve sonrası can verenlerin yaşayan anaları hala ağlıyorlar, ölen analar ise hangi haleti ruh ile öldüklerini Allah bilir.
Onların babalarının, kardeşlerinin bağırlarında hala taş basılı duruyor.
Siz(!) Akdenizin ihtişamlı cennetinde, denize karşı oturup, boş zamanlarınızda çizerken, onların anaları babaları boş vakitlerini evlatlarına Fatiha okuyarak geçiriyorlar.

İntihar edecekmiş…
Maazallah intihar ederse çok üzülürüz!
Onbinlerin kanı üzerinde 92 yıllık bir saltanatın, üç-beş hapla yada bir beylik tabancasıyla sona ermesini kim isterki?
Ben şahsen intiharını duymaktansa, sanık sandalyesinde görmeyi tercih ederim.
Sağdan olsun, soldan olsun, katledilen on binlerce fidanın yanında, bugün Üniversiteler dahil eğitim seviyesinin vasatın çok altında olmasının, eğitimde, ilimde, teknolojide Avrupanın fersah fersah gerisinde olmamızın baş müsebbiplerinde biri de, yargılanmalarını dört gözle beklediğimiz malum cuntacılar ve ardından yargılanacaklarını umduğumuz sivil cuntacılardır.
Bunların cezasız kalması, Türkiye ve mağdur aileler için en büyük cezadır.
Türk hukuku bu kadar aciz olmamalı ve ağlayan yüreklere su serpmelidir.

Cuntacıların yargılanmasını sağlayacak düzenleme, yeni cuntacıların yollarını da tıkayacaktır.
Bu açıdan bakılınca, olayın önemi bir kat daha artmaktadır.
Şahsi intikam peşinde değilim, ancak Üniversite yıllarında yediğim kurşunun intikamı hukuk çerçevesinde alınırsa “yok” demem.

Bir yanda 92 yaşına daha fazla yıllar katma çabası, diğer yanda yaşadığı işkencelerin bıraktığı travmadan dolayı “Ölmeyi Özlüyorum Anne” diye haykıranlar.
İlahi adalet mutlaka da, bazı cezaları da hukuk verirse, hem 30 yıldır sızlayan yürekleri serinletir, hem de dünya üzerindeki itibarımız artmış olur.

 

Çocuklarda ve Ergenlerde Panik Bozukluğu

Çocuklarda görülen panik atak belirtileri:
Hızlı nefes alıp verme,
Terleme,
Bulantı,
Karın ağrısı,
Nefes darlığı, boğuluyor gibi olma,
Uyuşma yada karıncalanma,
Göğüs ağrısı yada sıkıntısı,
Ölüm korkusu,
Çıldıracağı ya da elinde olmadan bir şey yapacağı korkusudur.

Yapılan araştırmalarda lise çağı gençlerde çocuklara nazaran daha sık görüldüğü belirlenmiştir.18.000 kişi üzerinde yapılan araştırmada, Panik bozukluğu olanların %18’i, ilk atağın 10 yaşından önce başladığını belirtmiş ve panik başlangıcının en üst noktaya ulaştığı yaş diliminin 15-19 yaş arası olduğu bulunmuştur.

Okul korkularının altında da bazen bu şikayetler yatabilmektedir. Çok iyi araştırılmalıdır.

Bu şikayetlere sahip olanların bir an önce uzman yardımı alması gerekir. Panik bozukluğu olan ergen ve çocuklarda ilaç ve psikoterapinin birlikte kullanıldığı tedavilerden fayda sağlamaktadır. Erken tedavi ile kapalı yer korkusu, madde kullanımı, depresyon gibi komplikasyonlar da önlenmektedir.

Aldırma Türkiye’m

Kolay şiirlerin şairidir İbrahim Sadri. Yazarken de , okurken de.. Kulağa hoş gelir ama otursanız düzinelerce yazarsınız.

“Sen içerdeyken ben
Manavdan soğan aldım
Yeni çıkan şarkıları dinledim
Kafeste beslediğimiz kuşu saldım
Buzdolabını ayağımla kapadım
Kiramı ödedim, pijamalarımı giydim
Haber bültenlerini izledim
Gazetelerden kupon kestim
Sen içerdeyken ben
Bir adını söyleyemedim
Şöyle bağıra bağıra
Bir de eline değemedim
Bir de yüreğine
Aldırma dedim aldırma”

Çoktandır şiir sofrasına oturmamıştım. Şiirin o nazenin imgeleri ben diyeyim ‘dış‘ sen de ‘‘ gündem adlı gulyabaninin gölgesi altında kalmış.

Haftasonu bir şiir yarışmasının ödül töreninde aklım bana öyle bir oyun oynadı ki fikrim şaşırdı. Hem sıcak gelişmelerden güncel haber spotları aşırdı hem de kolaycı şiirin sabrını taşırdı.

“Sen darbe planı derken
Mayınlı arazi kanunu onandı
İMF ile görüşmelere hızlandı
Kıbrıs’ta ne kadar toprak vereceğimiz konuşulmaya başladı
AB maceramız iyice yavaşladı
Ben her kanala inandım
Ne söyledilerse kandım
Akşam çekirdek çitlerken
Sen darbe planını izlerken
Asgari ücrete % 4 zam yapıldı
Genetiği Değiştirilmiş Organizma tarımına yol açıldı
Ergenekon Soruşturması dalya’landı
Deniz Feneri’nde dosyalar dalgalandı
Fenerbahçe Daum’la nikâhlandı
Kurtlar Vadisi’nin finali oynandı
Sen yalancı dolmaları yerken

 Bir akşam bile rahat bırakmadılar
Ayak oyunlarından bıkmadılar
Fitne, fesat, komplo, hile – hurda
Stratejik konumunun çömleği patladı
Tarihi tekerrürler artık bayatladı
Aldırma Türkiye’m aldırma”

Yağdı yağmur, çaktı şimşek. Sen de mi şair oldun yorgan – döşek. İyi seyirler ülkem; her nerede çimiyor veya çimdiriliyorsan.