21.6 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1256

Doğunun, Batının, Kuzeyin, Güneyin Sultanının Mülkü

Osmanlı İmparatorluğu, Asya’dan Avrupa ve Afrika’ya üç kıta üstüne yayılmıştır. Sınırları Baltık denizinden Hint okyanusuna, Hazar denizinden Viyana’ya kadar genişlemiştir. Kızıl deniz, Karadeniz ve Akdeniz egemenlik altında iç denizler haline getirilmiştir. Afrika kıtasının kuzeyi, Atlas okyanusuna kadar Türk egemenliği altına alınmıştır.

İmparatorluğun ulaştığı bu geniş coğrafya, beraberinde doğal olarak yeni kültür yapılaşmasını da getirmiştir. Kültür mozaiğimizin önemli bir bölümünü kapsayan edebiyatımız da bu durumdan etkilenmiş ve çok zengin eserlerin meydana gelmesine neden olmuştur.

Edebiyatımız gibi musikimizde de çok belirgin değişimler yaşanmıştır. Aslında müziğimizin iki koldan geliştiği anlaşılmaktadır.

Saray müziği ve halk müziği.

Saray müziğinin çok usta, çok değerli bestekar ve icracılarına rağmen,  Farsça ve Arapça dili etkisinde kalması,  halktan kopuk olarak gelişmesine neden olmuştur.  Halk müziği ise, ozanların saz eşliğinde ve halk dilinde söylediği türkülerle gelişmiştir. Bu yüzden de canlı olarak günümüze kadar rahatlıkla ulaşmıştır. Yarının kuşaklarıyla da tüm güzellikleriyle buluşacaktır.

Aslında imparatorluk zamanında hüküm sürdüğümüz, egemen olduğumuz toprakların genişliği, çeşitliliği ve sınırlarımızın çevremizdeki komşu ülkeleri kapsamaları, bu devletleri birer eyalet gibi, vilayet gibi algılamamıza neden olmuştur. Tarihi gelişim içinde bu yörelerdeki olumlu ve olumsuz olayların etkileri, o dönemlere tanıklık eden   türkülerimize de yansımıştır.

Türkülerimizin pek çoğu ecdadımızın tarihine ışık tutarlar ve yakıldıkları döneme şahitlik ederler. Kimileri bizi gururlandırırlar kimileri de bizi hüzünlendirirler. Pek çok örnekleri olan bu türkülerin kendilerine özgü hikayeleri vardır.  Uzmanlarımız bu konuda bilim dünyasına ve  meraklılarına önemli bilgileri  eserleriyle vermektedirler.

Biz, aklımıza gelen bazı popüler türkülerimizle, coğrafyamızı ve tarihimizi hatırlayarak, günümüzdeki sınırlarımızın dışında kalan eski topraklarımızı yad edelim. Bu bize yeterli dersi verir.

  • Kırım’dan gelirim adım Sinan’dır.
  • Yemen Yemen kanlı Yemen toprakları şanlı Yemen.
  • Tuna nehri akmam diyor.
  • Maya dağından kalkan kazlar.(  Vardar ovası )
  • Burası Huş’tur yolu yokuştur  (Yemen türküsü)
  • Estergon Kal’ası.
  • Bağdat ellerinden gelir turnalar.
  • Kırcaali ile Arda arası (Kanlıca deryalar)
  • Cezayir’in harmanları savrulur.
  • Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boylarında
  • Ey güzel Kırım.

Nasihat

Şayet eğilirsen bir kez,
Saflığındandır.
Sırtına binerler.
Eşek olursun.

Bir daha eğilirsen eğer,
Ahmaklığındandır.
Asla acımazlar sana.
Kıdemli eşek olursun.

Eğilmeye devam edersen
Yuh derim.
Bende acımam.
Eşek oğlu eşek olursun.
Bazılarına, (bende dahil) nasihat olsun diye yazdım.

“Ne Gülüyorsun? Anlattığım Senin Hikayen”

15 yıl kadar önce ‘5 Yıl Önce 10 Yıl Sonra‘ diye bir topluluk var idi. Adları da, şarkıları da takvim mezarlıklarında eridi. 10 yıl sonra bir daha titreyeyim dedim ama gel gör ki saatler 2009‘u gösteriyor.

Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanmak gericilikse her namuslu insan gericidir” der ya Cemil Meriç. Ve Koçi Bey’den Reşit Paşa’ya, Balzac’tan Dostoyevski’ye kadar her ıslahatçı ve hakikat arayıcısını listeye ekler.

Bizim de çorbada tuzumuz olsun: Dün; Cumhuriyet öncesine, Osmanlı’ya dönmek gericilikti şimdi Cumhuriyetin o ilk yıllarının coşkusuna.. Dün; tanklarla balans ayarı yapılan siyasetçiye sahip çıkmak gericilikti şimdilerde ise darbe üstüne darbe yiyen Türk Ordusuna..

Zaman deli bir sel gibi akıyor. Eskiden sosyetik yaşantı bir avuç azınlığın toplumun tüm yerleşik değerlerinin rağmına yukarıdan aşağıya inşa işiydi. Artık aşağıdan yukarı toplumun bütün katmanları tefessühte birleşti. Ne demiş şair; “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği Türk Milletine verdiler.”

4 eğilimi tek televizyonik tipte birleştirdik çok şükür, Özal’ın ruhu şad olsun. Partileri,  pırtıları, urbaları, kavgaları ayrı gibi görünse de solcusu, sağcısı, milliyetçisi, İslâmcısı aynı hayatı sorgusuz sualsiz yaşıyor. Ve bindiğimiz alamet kıyamete biraz daha yaklaşıyor.

“Eskiden sofralarımıza kuşlar konardı
Rüyalarımıza melekler uğrardı
Hepimizin birer yıldızı vardı

Eskiden bazı gazeteler banka reklamı bile almazdı şimdi faiz canavarı oldu o gazeteler. Eskiden mütevazi mü’minler vardı piyasada şimdi mütecaviz Müslümanlar. Eskiden eğlence – tatil kerihti ilmihal kitaplarında şimdi kitabına uyduruluyor 5 yıldızlı otellerin kaydıraklarında.

Eskiden sadece televizyona çıkan hafifmeşrep hatunların kıyafetlerini şimdi A’dan Z’ye tüm köylerimizde halkımız giymekte beis görmeyebiliyor. Eskiden kişiler arası bir mesafe hitap aralığı vardı şimdi aşkım – maşkım nakaratları gırla gidiyor. Eskiden Yahudiyle, Hıristiyanla fotoğraf karesine girene bile hoş bakılmazdı şimdi ortak konsorsiyumlarda iş görülüyor.

Döndüm zamana, uydum kalabalığa
Başlayalım Tufan öncesi gemi yapmağa

Delilik suyundan içmeyen 72 milyonda kaç yüzbin kişidir? Körler ülkesinde görmekten idamlık suça bulaşmış ne kadar âdemoğlu bulunmaktadır? Toplu hipnozdan hipnozcunun parmak çıtlatmasıyla çıkar ya bir salon dolusu adam, ya biz kafamızın duvarı çatlatmasıyla mı yoksa duvarın kafamızı patlatmasıyla mı uyanacağız bu derin uykudan?

Bu yazı da nerden çıktı? Neye delâleten yazıldı? Yazarının ruhundan zoru mu var? Vesair ve benzer düşünce seylâplarının zihninizden geçtiğini görürü gibi oluyorum. Siz deyin 5, ben diyeyim 15 sene önce hani beraber fotoğraf vermiştik ya tarih kitaplarına.. Aynen öyle 10 yıl sonrasının fotoğraflarını sabah – akşam 5 vakit aralığında veriyoruz.

2019’da görüşmek üzere kameranın ellerinden, münker ve nekirin gözlerinden öper tüm Türkiye’ye selam ederim.

Maraba Televole!

Misyonerlerin Oyun Sahası

Ortadoğu denince akla ilk gelen; vahşet, kan, katliam, suikast, kısacası Huzursuzluk.
Sebebi ise, İslam ülkelerinin bu bölgede yoğunlaşmış olması.
Huzursuzluğun sınırı, Müslüman topluluklarının sınırına kadar uzanır gider.
Doğu Türkistan’da Sincan ve Urumçi’ deki huzursuzluğun sebeplerinin başında da, orada yaşayanların da Türk ve Müslüman olması gelmektedir.
Doğu Türkistan’ın sürgündeki lideri Rabia KADER’ in ifadesine göre, zulümün sebebi yeraltı-yerüstü nimetlerinin Müslümanlara yedirilmeme gayretindendir.
Bu da geçerli bir sebep olabilir.
Ancak gerçek sebep tabii ki bu nimet paylaşımı ile sınırlı değil.
Ben sebebin altında, Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah GÜL’ ün, Çin ziyaretinin yattığına inanıyorum.
Yahudi camiası, AB ve ABD, Türkiye’nin kendi kontrollerinden çıkmasını hiç mi hiç istemezler.
Türkiye adına bir ilerleme gerçekleşecekse bu, batının müsaade ettiği oranı aşmamalı
Eğer Türkiye ile Çin arasında bir yakınlaşma olursa, Misyonerler hiç zaman kaybetmeden iş başı yaparlar.
Hatırlarsanız, Çin Devlet Başkanına rozet taktığımız (!) dönemde de benzer olaylar yaşanmıştı.
Doğu Türkistan’da yapılan katliamlara dünyanın gözünü kapatmasının arkasında da bu gerçek yatmaktadır.
Çin ile flörtün başlamasının hemen ardından, bizi yakından ilgilendiren bir olay mutlaka meydana getiriliyor.
İşin kötüsü Türk ve Müslüman katliamları başladığında, İslam ülkeleri de dahil bütün dünyanın kulakları duymaz, gözleri görmez olur, duygular körelirde körelir.
Yani Dünya, katliamı yapan zalimlerden de zalim olur.
Dünyanın gözünde bir Müslümanın, hiçbir zaman Kanada’da katledilen bir fok kadar değeri olmadı.

Türkiye’de dünyadan çok farklı değil!
Oralarda kan sel olmuş, ne önemi var?
Bizim İbo Show’umuz, dans yarışmalarımız tam gaz, Kolbastı gırla
Uygurlar yıllardır basbas bağırıyor; “8 aylık hamile olan annelerin bile bebekleri doğmadan katlediliyor” diye.
En küçük bir olayda laiklik havariliğine soyunan, sokaklara dökülen yüz binler, böylesi durumlarda suspus olurlar, duyargaları çalışmaz hale gelir.
İskenderun’da kötü muamele gören bir köpek için ayaklanırız da, uzak bir yerlerde katledilen kardeşlerimiz için kılımız kıpırdamaz.
Düşünce; “Sıra bize gelmez, bize bir şey olmaz”.
Halbuki bizim yaşadığımız coğrafya da, Misyonerlerin Oyun Sahası içinde bulunmaktadır.
Olayın kolayına kaçalım: Katledilen kardeşlerimize Allah rahmet etsin.

Türkiye’de, Kocaeli’nde ÖSS ve SBS

0

İlköğretim öğrencileri için SBS’nin, ortaöğretim öğrencileri için ÖSS’nin uygulandığı, sonuçlarının açıklandığı, bunlara bağlı olarak okul yerleştirmelerinin ilan edildiği günler, bir kabus. Gençler; duyarsızlaşıyor, küskünleşiyor, karamsarlaşıyor. Hedefine ulaşanlar bile, buruk bir sevinç yaşıyor. Bu sistem, bu yönüyle hep tartışılıyor.

Bu yıl, ÖSS’de 30 binden fazla öğrenci sıfır puan almış. Bu adaylar demek ki sekiz yıllık ilköğretimde, dört yıllık orta öğretimde hiçbir şey öğrenmemişler. Ezbere işaretlemeyi bile öğrenememişler. Bunun izahını ben bulamıyorum. Bu öğrenciler toplanmalı, onlar üzerinde bir eğitim sosyolojisi tezi hazırlanmalı, buradan Türkiye’nin bir eğitim fotoğrafı çıkarılmalı. İnanıyorum, bu incelemeden öğreneceğimiz çok şey çıkacaktır.

Adayların, yüzde altmışından fazlasının fen testlerine yönelmemeleri dikkatimi çekti. Okullarımızdaki dil eğitiminden sonra, galiba fen eğitiminde dibe yaklaşıyoruz. Fizik, kimya, biyoloji, matematik bilgisi ve terbiyesinden yoksun bir nesle siz hayat ve kainat gerçeğini, sosyal yasaları nasıl anlatacaksınız? Ortak kültürden, ortak dilden yoksunluk, iletişimsizlik demektir. Bu, ülkemiz adına ürperticidir.

ÖSS ve SBS sonuçları Kocaeli için de yüz güldürücü değildir. ÖSS’de 46., SBS’de 47. olmak, ortalamanın altında kalmaktır. Bu olumsuz sonuç, yalnız bu yıla ait değil, önceki yıllarda da böyleydi. Milli Eğitim yöneticileri, okul müdürleri, medya; konuyu tartışıyor. Konuşulanların çoğu, samimiyetten uzak. Doğru görülen değerlendirmelerde bile ya bir ön yargı ya bir ince hesap seziliyor. Bu acı tabloyu birilerini yıpratmak için saldırı aracı olarak kullanan medya mensupları, eğitim yöneticileri bile dikkati çekiyor. “Eğitim-öğretimdeki başarıyı nasıl yükseltebiliriz?” sorusu bir süre sonra güncelliğini kaybedecek gibi görünüyor. Her yıl yapılan bu.

Eğitim-öğretimdeki tablo bizi rahatsız ediyorsa, çözümde de samimi isek, bunu Kaf Dağı’nın arkasında aramaya gerek yok. Kısa ve uzun vadeli çözümler üretebiliriz. Öncelikle eğitimin bir kafa ve gönül işi olduğunu bilmeliyiz. Eğitmenlerimiz kafa olarak donanımlı, gönül olarak zengin olmalı. Hizmet içi kurslarla öğretmenliğin kutsal meslek olduğu inancı daima diri tutulmalı. Öğretmenlerimiz mesleki kariyer yönüyle birikimli, güncelle iç içe kılınmalı. Ailenin destek vermediği bir öğretim, çöldeki yalnız ağaç gibidir. Gelen çöl fırtınalarına dayanıksız olacaktır. Okul-Aile Birlikleri çalıştırılmalı, yetkilendirilmelidir. Kentimizde, aileler nedense maddi yardım söz konusu olunca hatırlanıyor. Okullar, kendi arasında sınıflandırılabilinir. Okul yöneticilerinin, okullarının ÖSS ve SBS’deki başarısına göre kariyer veya puan sahibi olması düşünülebilinir. Uzun vadede çözüm ise, okulların kısmen veya tamamen özerkleştirilmesi olabilir. Okullar, vakıflar veya mütevelli heyetleri tarafından yönetilmelidir. Bu radikal çözümden korkmamak gerekir. Korkular üzerine gidildikçe yok olur. Yetiştirdikleri öğrenci tipi ve ortaya koydukları başarı okulların kimliği, imajı olacaktır. Oluşacak rekabet, beraberinde başarıyı, ideal insan tipini de ortaya koyacaktır.

İnsanı bir değer olarak görenler, başarıyı insan için son hedef değil araç olarak görenler, biraz da madalyonun bu yüzüne baksınlar!

 

Küreselleşmenin Resmi

Geçenlerde bir dost ziyareti dolayısı ile Beykoz’a gittim. Bir zamanlar alt ve orta sınıfların, askeri birliklerin ihtiyacını karşılamış ve yüzlerce kişiye iş imkanı sağlamış olan  Beykoz Kundura Fabrikasının perişan halini gördüm. O güzelim fabrika harpten çıkmış ve adeta bombalanmış bir görüntü veriyordu. Oysa bu fabrikalar, diğerleri gibi milli ruh ve milli kalkınma heyecanı ile kurulmuştu. Ama maalesef birçok kuruluşumuz bu arada Sümerbankımız ve bazı bankalarımız özelleştirme adı altında bazı çevreler için güzelleştirildi. Beni en çok duygulandıran fabrikanın dış duvarlarındaki kısmen solmuş yazı idi: “Türkiye’yi ve Sümerbank’ı Seviyorum” Bu kısmen solmuş yazı, öksüz ve yetim bırakılmış güzelim fabrika binası her halde birilerine, bir eş, dost veya partiliye peşkeş çekilmiş olacak ki; onlar da kendi güvenlikçilerini  buraya yerleştirmişler.

Yıllardır yerliye, yabancıya  sata sata  devleti açık arttırmaya çıkardık. Aslında yerliye de sattıklarımız zamanla yabancıların eline geçiverdi. Ciddi devletlerin uygulamalarından ders alamadık. Sıradan vatandaşın Türkiye’yi sevdiği kadar acaba bu ülkeyi yönetenler, bu ülkeyi gerçekten seviyor mu? Ülke çıkarlarını koruyabiliyor mu? Vatandaş kadar gerekli hassasiyeti ve samimiyeti gösterebiliyorlar mı? Sorun burada kilitleniyor.

Türkiye’ye yeni bir düzen verme çalışmaları değişik alanlarda sürmektedir. Ülkeyi tanınmaz hale  getirmeye çalışanların  hedefi, milli kurumlar ve milli direnç noktaları olmaktadır. Bunların başında da TSK gelmektedir. Araştırmalarda en çok güvenilen kurumların başında TSK’nın gelmesi, bazı yabancıları ve işbirlikçilerini  rahatsız etmektedir. TSK ile uğraşmak, onun itibarını kırmak için bir gazete bile çıkarılmıştır.

Kuvvetler ayrılığı prensibi  bir tarafa itilmektedir. Yürütme; yargı ve yasamayı kendi alanı içine çekmekte, milli kurumları da kontrol altına almaya çalışmaktadır. Yasalar ve Anayasa tarafından bazı önemli kurumlara tanınan özerklik pek de hesaba katılmamaktadır. Bunun en çarpıcı örneği TRT’dir. Kurumlar siyasallaştırılmakta, iktidar partisinin yan kuruluşu haline getirilmektedir. Bunun adı da demokratikleşme ve sözde sivilleşme olmaktadır. Aslında sivilleşme, siyasallaştırılma sonucunu doğurmaktadır. Askeri personele sivil yargı yolunun açılması, milli ve en güvenilir bir kurumu yıpratma amacı taşımaktadır. Bazıları ellerinden gelse TSK’yı siyasetin emrine verecekler ve Milli Savunma Bakanlığı’na bağlayacaklardır. TSK’nın ve mensuplarının sivil yargı yolunun açılması bir takım maksatlı, mesnetsiz ve haksız isnat ve suçlamalarla bu kurumu ve mensuplarını karşı karşıya bırakacaktır. İsnat ve suçlamalar haksız dahi çıksa dava süresince insanlar yıpratılacaktır. Zaten amaç da yıpratma ve itibar kaybettirmektir.

Aslında günümüzde bizi ilgilendiren, uğraştıran hangi sorunu ele alırsak alalım; konuyu önü açılmış milli devletlerin küreselleştirilmesi ve post- modern anlayışın egemen kılınması sürecinden ayrı düşünemeyiz. Her bir konu, sorun ve olay bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Onları birleştirdiğimiz takdirde anlamlı bir bütün ve resim ortaya çıkmaktadır. Türkiye’deki tartışmaları ve sözde tarih ile yüzleşmeleri, hesaplaşma meraklarını bu çerçevenin dışında ele alamayız.

Bu bakımdan, küreselleşme ve ondan ayrı düşünülemeyecek olan post- modern yaklaşımlar ve teoriler zannedildiği gibi teorik konular ve aydın fantezileri değildir. Küreselleşme, post-modernlik ve çok kültürlülük  hazır elbiseleri Batı’nın siyasi egemenliğini  gerçekleştirmede kullandığı araçlardır. Bu araçlar da liberal demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ve ülkelerin üretmeden sömürülmesine hizmet eden yeni bir tüketim kültürü ile desteklenmekte ve beslenmektedir. Hakim ekonomilerin kendi kültürel değerlerini  hedef alınan Dünya parçalarında egemen kılmak için her şeyi kullandıkları görülmektedir. Milli devlet ve hükümetler bu olumsuz değişmeye karşı yeterince önlem alamadıkları gibi; bu oyunu tartışmaktan bile uzak kalmaktadırlar.

Küreselleşme; yeknesaklığı değil; karmaşıklığı (heterojenliği), farklılığı kutsallaştırmayı, bütünü değil sadece parçayı, yöreselliği ve çoğulculuğu esas alan post modern yaklaşımdan, sosyal bütünleşme yerine ufalanma anlamını taşıyan farklılıkçı, çok kültürlülük politikalarına dayanmaktadır. Bu bakımdan önü açılmış milli devletler emperyalizmin yeni yüzünü iyi tanımalıdırlar.

Çin Mallarına Boykot

Ulusal şairimiz rahmetli Mehmet Akif Ersoy bugün hayranı olduğumuz Batı’yı çok iyi tanıdığı için ne güzel söylemiş onları kasdederek; “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye. Oralarda yerden bir bitki koparsan veya bir hayvanı üzsen ortalık ayağa kalkar ve bizler de  ‘Batı şöyle medenidir, böyle medenidir’ diye onları örnek gösteririz.

Yakın zamanlarda yaşadık. Bir iftira olduğu bilindiği halde yüzelli sene önce Türkler, Ermenileri öldürdü diye mahkum edilmeye çalışılıyor. Ortadoğu’da Arap’ın biri Yahudi’nin köpeğini öldürse bir takım dernekler milleti sokaklara döker. Bir zamanlar Kuzey Kutbu’nda fok balıklarının avlanmasına bile karşı çıkarak balıklar katlediliyor diye ortalığı velveleye verdiler.

Son günlerde Doğu Türkistan’da Çinliler’in binlerce masum insanı çocuk ve kadın dahil sokak ortalarında vahşice katledilmelerine kimseden çıt yok. Hani insan hakları dernekleri neredeler? Onlar sadece kendileri için mi varlar? Amerika’nın Irak’a müdahalesinde daha mı fazla insanlık dışı uygulamalar vardı da oraya müdahale etti. İşine geldiği zaman kendini hak savunucusu ilan eden Amerika’dan tek bir karşı çıkış yok.

Vahşi Çinliler; Türkler’in ilk komşusu ve ilk düşmanları… Meşhur Çin Seddi’ni Türkler’den korunmak için yapmışlar ama şimdi güçlüler. Güçleri gariban Uygur Türkleri’ne yetiyor. Geçen hafta Cumhurbaşkanımız Çin’de ağırlandı. Şimdi bu vahşilik neden? Uygurlar bir hata yapmışsa bile Türkiye Cumhuriyeti’nin hatrına bu vahşet yapılmamalıydı.

Bu terbiyesizlik hepimize yapılmış sayılmalı, ülkemiz yetkilileri bu konuyu uluslararası camiaya taşımalı. Birleşmiş Milletler ve İslam Konferansı Teşkilatı’nı devreye sokup bu işin sorumlularından hesap sormalı. Daha da önemlisi ekonomik kararlarını yeniden gözden geçirmerlidir. Bu konuda asıl büyük görev halkımıza düşmektedir. Türk insanı tek bir Çin Malı’nı satın almamalı. Dindaş ülkelerle diyolağa girip onlarında Çin mallarını boykot etmelerini sağlamalıdır. Çin mallarına boykotun askeri hareket kadar önemli olduğu bilinciyle tek bir mal bile almamalıyız.

Üniversite Kontenjanları Artırıldı

Heyecanla beklenen sınav sonuçları ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ünal Yarımağan tarafından 12 Temmuz 2009 pazar günü açıklandı.

Üniversitelerin 2009-2010 akademik kontenjanlarına göre ön lisans programlarına yaklaşık 302 bin, lisans programlarına da yaklaşık 333 bin öğrenci alınacak.

Devlet üniversitelerinin ön lisans programlarına 267 bin 98, Vakıf Üniversitelerine 33 bin 695, KKTC’deki üniversitelere bin 510, lisans programlarında ise devlet üniversitelerine 268 bin 888, vakıf üniversitelerine 44 bin 959, KKTC’deki üniversitelere 16 bin 664 kontenjan ayrıldı.

2009-2010 akademik yılında bazı lisans programlarının kontenjanları geçen yıla göre oldukça fazla arttırıldı.

Buna göre, devlet üniversitelerinde tıp fakültelerinin kontenjanı 5 bin 795 den, 6 bin 775 e çıkarak yaklaşık yüzde 16 oranında, hukuk fakültelerinin kontenjanları, 3 bin 845 ten 5 bin 555 e çıkarak yaklaşık yüzde 44 oranında arttı.

Devlet üniversitelerinin mühendislik fakültelerinin bilgisayar mühendisliği programlarında kontenjan artışı 2bin 130 dan, 3 bin 313 e, elektrik elektronik mühendisliği programlarında ise kontenjan, yaklaşık yüzde 43 oranla yükseldi.

KKTC’deki üniversitelerin kontenjan artışlarında ise, 2008 yılına oranla hukuk fakülteleri yüzde 9, tıp fakülteleri kontenjanı yüzde 50, mühendislik fakültesi, bilgisayar mühendislikleri kontenjanı yüzde 6, elektrik elektronik mühendislik programlarının kontenjanları ise yüzde 8 arttı.

Adaylar, 22 Temmuz’dan itibaren tercihlerini yapabilecekler, ancak ÖSYM’nin başvuru kılavuzu hala adayların eline geçmiş değil.

 

Selamlaşmak ve Önemi

0

Selam; kelime itibariyle emniyet, huzur, selamet, sağlık, barış, rahatlık, iyi netice, kurtuluş gibi manalara gelmektedir. Selam, aynı zamanda ben Müslümanım, benden sana zarar gelmez, selamettesin, selamet üzere ol, manalarına da gelir.

Selam vermek, bir kimseye yapılacak en güzel duadır. İslam toplumu içinde selâmı yaymak, hem Allah’ın emri hem de Hz. Peygamberin (s.a.v.) sünnetidir.

Bir âyette yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir” (Nûr Suresi, 27).

Bir başka âyette de yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla karşılık verin…” (Nisa Suresi, 86).

Bu âyetlerden, selâmı yaymanın bir Allah emri olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Selam vermek sünnet, almak ise farzdır. Selam verirken, selamın sünnet olduğunu düşünmeli ve o kimseye dua etmeye niyet etmelidir! Sünnet olduğu düşünülmeden, alışkanlık halinde, şuursuzca selam verilince, sevap olmaz.

Dinimizde selamın önemi büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:

Selam, kelamdan öncedir. (Tirmizi)

Müslümanın Müslüman üzerindeki altı haktan biri de selam vermektir. (Müslim)

Bir yere girerken oradakilere selam vermek borç olduğu gibi, çıkarken de selam vermek borçtur. (Beyhaki)

Bir topluluk bir yere vardığı zaman, içlerinden birinin orada bulunanlara selam vermesi yeterli olduğu gibi, orada bulunanlardan sadece birinin selamı alması da yeterlidir. (Ruzeyn)

İnsanların en acizi dua etmeyen, en cimrisi de selam vermeyendir. (Taberani)

İnsanlara güler yüzle selam vermek sadakadır. (Beyhaki)

Selamlaşırken eğilmek günahtır. Hadis-i şerifte, Karşılaştığınız zaman birbirinize eğilmeyin, kucaklaşmayın buyuruldu. (Berika)

Ashab-ı kiram, yolculuktan döndükleri zaman kucaklaşırlardı. Şu halde, uzun yoldan gelmiş veya uzun zamandır görüşülmeyen bir arkadaşla kucaklaşmak caiz olur. Normal karşılaşmalarda selamlaşma ve musafaha (tokalaşma) tavsiye edilmiştir.

Selamün aleyküm diye selam vermek caiz ise de Esselamü aleyküm demek daha iyidir. Selamün aleyküm denince, Ve aleyküm selam demek icap eder. Esselamü aleyküm denince de, Ve aleykümüsselam denir. Her ikisinde de “ve” harfi söylenmelidir!       (Ve aleyküm) deki “ve”, (dahi) manasındadır. Yani, Allahın selamı bizim üzerimize olduğu gibi, sizin de üzerinize olsun! demektir. Sadece Aleyküm selam ise, sanki selam bize değil size olsun gibi uygunsuz bir manaya gelebilir.

Verilen selamı daha güzeli ile almak ise çok sevaptır.

Peygamber efendimiz (s.a.v), Selamün aleyküm diyen için, On sevap kazandı buyurdu. Başka biri, Selamünaleyküm ve rahmetullahi dedi. Yirmi sevap kazandı buyurdu. Bir başkası da, Selamün aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü dedi. Bu kimse için de, Otuz sevap kazandı buyurdu. Bu sırada orada oturanlardan biri selam vermeden çıkıp gitti. Resulullah Efendimiz, arkadaşınız (selamın faziletini) ne tez unuttu buyurdu. Daha sonra, “Bir topluluğa gelince de, ayrılırken de selam verin! Birinci selam, ikincisinden daha mühim değildir” buyurdu. (Taberani)

Hülasa olarak,  Müslümanların yanına girerken, çıkarken, karşılaşınca, ayrılırken mutlaka selam vermelidir.

Bu husustaki hadisi şeriflerden bir kaçı da şöyledir:

Mümin kardeşine selam vermek, yanına gelince ona yer göstermek ve hoşlandığı isimlerle hitap etmek, aradaki sevgiyi pekiştirir. (Taberani)

Darlıkta infak eden, rastladığı Müslümana selam veren, kendi aleyhinde de olsa adaletli davranan, iman hasletlerini toplamış olur. (Ebu Nuaym)

Tatlı dilli olmak, selamlaşmak ve yemek yedirmek, Cennete götürür. (Hakim)

İçinizden hiçbir kimse yoktur ki, bana selâm gönderdiği zaman, Allah (c.c) onu benim ruhuma ulaştırıp da ben onun selâmını almayayım. (Ebû Dâvud)

Gerek ayetlerden ve gerek hadislerden anlaşıldığına göre selamı yaymak, insanlar arasında dostluk, sevgi ve barışın yaygınlaştırılması, Müslümanların kalplerinin birbirine ısındırılması bakımından son derece önemlidir. O halde İslam toplumunda dost ve ahbaplarla, arkadaş, tanıdık, kısaca bütün Müslümanlarla sevgi, saygı ve samimiyet duygularının  geliştirilmesi için karşılıklı olarak selam verip almak lazımdır.

Selam, sadece dışarıda, sokakta ve işyerinde verilip alınmaz, evde de selam verilip alınmalıdır.

Efendimiz (s.a.v.) bu konuda yanında büyüttüğü Enes (r.a)’a şöyle buyurmuştur: “Oğlum ailenin yanına girdiğinde selâm ver ki, sana ve ailene bereket olsun” (Tirmizi)

Kim Kime Selam Verir

Allah Rasulü (s.a.v) buyurdu ki: Binekli yürüyene, yürüyen durana, az olan çok olana, küçük büyüğe selam verir. (Buhari)

Kimlere Selam Verilmez

A- Şunlara yalnız o halde iken selam verilmez:

1- Namazda olana,

2- Hutbe okuyana ve hutbeyi dinleyene,

3- Kur’an-ı kerim okuyana ve dinleyene,

4- Vaaz edene ve dinleyene,

5- Fıkıh dersi çalışana,

6- Din dersi verene ve din dersi ile meşgul olanlara,

7- Eşi ile meşgul olana,

8- Avret yeri açık olana,

9- Abdest bozmakta olana,

10- Yemek yemekte olana,

11-Ezan okuyan ve kamet getirene ve dinlerken ezan ile kametin sözlerini tekrar eden cemaate.

Baştan 1 ve 2. maddeler hariç, diğerlerine selam verilirse, alma mecburiyeti yoksa da selamı almaları iyi olur.

B- Şunlara da hiç bir zaman selam verilmez:

1- Müslüman olmayanlara,

2- Yabancı kızlara ve genç kadınlara, (Laf atma gibi anlaşılacağından)

3- Kumarbaza ve her oyunu oynayana,

4- İçki içenlere,

5- Gıybet edenlere,

6- Şarkıcılara,

7- Fasıklara (Açıktan günah işleyenlere),

8- Kadınlara-kızlara bakanlara.

Selam verilmesi caiz olmayan bu kimseler selam verirlerse, selamları alınır, fitne çıkarılmaz.

Müslüman olmayanlara selam verilmezse de ihtiyaç düşünce veya onu üzmemek için veya buna benzer sebeplerle selam vermek veya hidayete ermeleri için dua etmek caiz olur.

Zengine, zengin olduğu için selam vermek caiz değildir. Dilencinin dilenirken verdiği selamı almak icap etmez. Yabancı kadın ihtiyar ise selam verilir. (Dürrül Muhtar)

Selam meselesi uzun bir konu olup bu kısa notlar muhterem okuyucularımızın  istifade etmeleri için hazırlanmıştır. Hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allahtan niyaz ederim.

Akaryakıtta Vergi Yükü

Bildiğiniz bir haberi, TRT’den aldığım şekliyle aktarıp, sizlerle değerlendirmek istiyorum.

“Maliye Bakanlığı ÖTV’yi benzinde 20, motorinde 15 kuruş artırınca Türkiye akaryakıttan alınan vergilerde dünya şampiyonu oldu.

3 lira 19 kuruş olan bir litre benzindeki vergi yükü 2 lira 20 kuruşa çıktı. Yani son zamlarla birlikte bir litre benzin fiyatının yüzde 69′ u vergi oldu. Böyle olunca da akaryakıt kaçakçılığının artacağı endişesi başladı.

Türkiye’de yıllık 2 buçuk milyon ton kaçak akaryakıt tüketildiği tahmin ediliyor. Bunun vergi kaybı 3 milyar dolar.

Serbest piyasa modeline geçilen 2005 yılından beri tutulan veriler bunu doğruluyor.

Son 4 yıldaki akaryakıttaki tüketim sürekli azalma gösterirken, bu dönemde trafiğe çıkan yeni araç sayısının yüzde 30 artması dikkat çekiyor.

EPDK son vergi artışı sonrası akaryakıt sektörünü mercek altına aldı. Denetimler sıklaştıracak.”

Akaryakıttan alınan vergiler, gelir durumu iyi veya kötü olan herkese aynı oranda uygulanıyor. Gelir dağılımı çok bozuk olan ülkemizde, özellikle alt ve orta gelir grubundaki tüketicileri ezen adaletsiz ve insafsız vergiler bunlar.

Bir yandan harcamalarını artırmak için “çarşıya çıkın” kampanyaları yapan hükümet, bütçe açıklarını kapatmak için akaryakıt ve tütün mamullerine yaptığı vergi zamları ile çare arıyor.

Ekonomik bir akılcılığa dayanmayan vergi oranı artışının, vergi tahsilâtını artırmadığı gibi, vergi kaybına yol açtığı, kaçak kullanım ve kayıt dışılığın artmasına sebep olduğu biliniyor. Hükümet de aslında bunu biliyor olmalı ki, otomotivde, beyaz ve kahverengi eşyada yaptığı vergi indirimlerine rağmen beklediğinin üzerinde vergi toplamayı başarmıştı.

Akaryakıt üzerinden alınan vergiler zaten çok yüksek olduğu için, kaçak akaryakıt kullanımı çok artmıştı. Türkiye’de üretilen benzinin yarısı içeride tüketilemediği için 74 kuruşa ihraç edilirken, dışarıdan kaçak gelen akaryakıtı, üç katından fazla fiyatla kullanmaya devam ediyoruz. Bu haksız kazanç hem oran olarak ve hem de miktar olarak artmaya devam edecek. (Bu kazancın ne kadarının terör örgütüne gittiği de bilinmiyor.) EPDK’nın sektörü mercek altına alması ve denetimleri ise lafta kalacak, bu güne kadar ne kadar etkili olduysa bundan sonra da o kadar olacak.

Şu anda hala (talep yetersizliği nedeniyle) “enflasyon riski yok” diye bu vergi artışlarını yapanlar bilsinler ki, talep kısıcı politikalarla bu krizden çıkılamaz. Hele hele işsizlik belasına en ufak çare bulunamaz.

“Fakir fukaranın, garip gurabanın yanında olmak”, “hortumlamaların önünü kesmek” böyle mi oluyor? Hani Türkiye iyi idare ediliyordu, hani krizi en hafif biz atlatıyorduk…

“Global kriz” denilen kasırgadan en az etkilenen ülke olacağımız söylenirken, ülke ekonomisi en çok küçülen biz olduysak.. İşsizlik oranı en yüksek ülke olmayı başarıp, her üç gencimizden birini işsiz olmasını gerçekleştirmişsek.. Gelir dağılımı en bozuk ülkelerden biriysek.. Cumhuriyet döneminde binbir fedakarlıklarla oluşturulmaya çalışılan sanayi tesislerimizi, finans kuruluşlarımızı, hizmet sektörümüzün değerli kuruluşlarını, telekomünikasyon şirketlerimizi, limanlarımızı vd varlıklarımızı yabancılara teslim etmemize rağmen, en borçlu ülkelerden biriysek.. Bu ülke iyi idare edilmiştir diyebilir miyiz?

Ülkemizin dört bir yanında yapılmakta olan bölünmüş (duble) yollarla, hızlı tren projeleri ve havayollarındaki gelişmelerden mutlu oluyorum. Bütçenin kısıtlı imkânlarıyla gerçekleşen bu güzel yatırımların, bir de bütçemizin yarıdan fazlasını götüren, (dünyanın en yüksek faiz oranlarıyla ödünç aldığımız) borçların ödemeleri ve faiz yükümüz olmasaydı hangi boyutlarda olabileceğini düşününce hüzünleniyorum.

“Borç yiğidin kamçısıdır” diyerek bu günlere getirildik. Son hükümet bundan öncekilerin toplamı kadar borçlanabilmiş olmayı övünç vesilesi saydı. İlk defa bu borç sarmalının dışına çıkacak yeni bir yol haritası çizilme umudu var gibi idi.

Hükümet IMF ile anlaşma yapma konusunda isteksiz davranmakta iken, böyle bir irade içinde mi tam belli değildi. Bir yandan görüşmeler sürerken, bir yandan anlaşma yapma konusundaki isteksiz tavır devam ediyordu. Ancak son zamların IMF ile anlaşmak için altyapı oluşturmak, “gelir artırıcı önlemler alındığını” göstermek için yapıldığı söyleniyor.

IMF ile anlaşmamanın kısa dönemde bir bedeli olabilir. Ancak uzun dönemde, 1950 li yıllardan beri girdiğimiz bu sarmaldan çıkış için, hükümet sağlam bir irade koyarsa, vatandaşlar olarak fedakârlığa razı olmamız gerekir.

Hükümet eğer ben borç sarmalından çıkmak için sağlam bir irade içindeyim ve bunun için, (Mustafa Kemal’in Kurtuluş için seferberlikte istediği gibi) “fedakârlık istiyorum ey halkım” diyebiliyorsa, ben kendi adıma sadece bu şartla ve bir dönem için, ekonomik daralmaya da, giderlerimi artırıcı zamlara da eyvallah demeye hazırım.