22.7 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1253

Büyücüler Görev Başına!

0

Futbol ilkel bir kabile dinidir. Bu dinin azizlerine futbolcu, tapınaklarına stadyum, müritlerine taraftar, ayinlerine tezahürat ve cezbe/trans anına da ‘gol‘ denir.

Karl Marks olsaydı; Futbol kitlelerin afyonudur, derdi. Dekart yaşasaydı; Seyrediyorum o halde taraftarım, derdi. Bazen ipte sallanan küçük bir topa baktırıp uyuturlar, bazen meşin yuvarlak‘a.

Portekiz‘i 30 yıl diktayla götüren Soares‘e sormuşlar: Nasıl başardın? 3 F Sistemiyle demiş. Futbol, Fadu (Müzik), Fiesta (Eğlence). Ve sonra eklemiş: ‘Ah, âh.. 2 tane daha 50 binlik stad yaptırsaydım 20 sene daha gitmiştim‘.

Adamın biri Paris‘te Sen Nehri‘nde balık tutmaya gitmiş. Polis gelmiş; ‘Burada balık tutmak yasak‘ demiş. Bizimki: ‘Ben balık tutmuyorum‘ demiş; ‘Solucanımı gezdiriyorum.’

Futbol bir oltadır, müzik – eğlence – magazin dip oltasıdır. Bakarsınız her birinin ağlarında milyonlarca sazan. Ondan sonra herkesin kafasında, ‘ben “özel“im‘ tripleri. Sürüdenlik ve sıradanlık hiç bu kadar köle biriktirmemişti.

Ortalama Türk insanı; en çok seyredilen kanalı izler, gazetelerin resim ve manşetlerine bakar, 3 İstanbul takımından birini tutar ve futbol ile din hakkında ya müfessir ya muhaddis ayarındadır.

İlim öğrenmek kadın – erkek her Müslümana farzdır‘. Spor ise olsun olsun sünnet. O da seyir sporları değil. Amatör ve bizatihi aktif katılımcılık gerektiren sporlar.

Hele hele ülkenizdeki kadim spor kulüplerini ecnebiler ve gayrimüslim azınlıklar kumuşsa. Biz 1900‘lerin başlarında isyanlar, savaşlar ve yokluklarla boğuşurken beyzadelerin cicili – bicili çocukları ‘black socks‘ vesair gâvurca isimlerle Papazın Çayırı‘nda ‘fitbol‘ oynuyorlardı.

Bizim bağrıyanıklarımız ise İzmir‘in Çeşme İlçesinde olduğu gibi açlıktan ölmemek için süpürge tohumları yiyip hayatta kalmaya çalışıyordu. Sonra gelir bu İstanbul takımları, ne gazi ne kahraman olduklarını anlata anlata bitiremezler.

Ne demiş şair: ‘Ben sokak kedisi, sen ciğercinin kedisi. Dünyalarımız farklı. Bir de şu meşhur ‘ezeli‘ rekabet yok mu? Sanki Habil‘le Kabil‘den kalma. Sıfata bak, ilahiyattan hizaya gel.

Osmanlı‘nın Tatlısu Frenkleri dediği Levantenler ile avdeti Sabataycılar arasındaki basit ailevi rekabetlerdir bunlar. Halen seçtikleri başkanlar da bu familyaların arpalıklarındandır.

Kemal Sunal der ya; ‘Sıfata bak, neye benziyor?‘. FB‘nin, GS‘nin, BJK‘nin başkanı oldun mu Bakandan ötesin. İster Başbakan‘la görüş ister Genelkurmay Başkanıyla. Falana gider yap, filandan ihale kap. Oh, ne güzel İstanbul be!

Diyecekseniz; ‘Benim dinim bana, senin dinin sana‘, mesele yok. ‘Bize düşen ancak bir tebliğdir‘. Neticede amatör futboldan ve  – Allah affetsinsarı/lacivert kulüp manyaklığından gelen bir nadim kardeşinizim.

Final sloganımız: Gölgelerin gücü adına! Büyücüler görev başına!

Ve son sorumuz: 40 bin kişinin bir anda uyutulabildiği beşiklere ne denir?

Bir STK( Sivil Toplum Kuruluşu) başarısı

Bir konu, bir görüş, bir felsefe, bir yaşam biçimine inanmış insanlar inandıkları bu hareketi en üst düzeye çıkarmak için ciddi fedakarlıklarda bulunulurlarsa sonuç alırlar.

Medyada farklı, renkli çıkışları ile önce kendilerini gündeme getirdiler. Çıkışlarını hayretle bakan benimseyen benimsemeyen , bu kadar problemin içinde buda neymiş, bunların hiç işi gücü yok mu? diyen bir çok serzenişlere rağmen yılmadan yollarına devam eden, iletişim araçlarını ve interneti, yazılı ve görsel basını çok iyi kullanan iyi organize olmuş Türkiye Hayvan Hakları Federasyonu (HAYTAP) ve onun değerli üyeleri ve fedakar gönüllülerinden bahsediyorum.

İnanılmaz bir enerjileri var. Ciddi bir haberleşeme ve bilgilendirme ağı var. Olaylara yaklaşımları kanunlar çerçevesinde insancıl, düzeyli bir bilgilendirme stratejisi uygulanıyor. Çok ciddi kampanyalar yaptılar. “SU ve Terk etme” Toplumda büyük bir karşılık buldu. Hayvan bakış açımızdaki duyarsızlığımızı değiştirdi. Hayvanlarında bir CAN taşıdığının bizde farkındalılığını oluşturdu.

Hayvanları “Araç içinde bırakılmamaları” konusunda toplumu bilgilendirecek birçok etkinlikler ve görsel materyaller basıldı.  Petshop’larda hayvan satışlarının engellenmesi adına kamu bilgilendirilmeye çalışıldı.

Bu günlerde yeni bir kampanya ile tekrar atak yaptılar. Kendilerini kutluyorum. Bu kampanya ile toplumun birçok ferdine ulaşacaklarına inanıyorum. Ramazan ayının yaklaşması ile birlikte Diyanet İşleri Başkanlığımıza başvurdular. Yerel dernek ve gönüllüler İl ilçe müftülükleri ile irtibata geçip Ramazan boyunca “İslam’da hayvan sevgisi ve İslam’ın hayvanlarla ilgili hususları” kapsayacak vaazların verilmesini resmi dilekçelerle talep ediyorlar.

Akademik olarak hazırlanmış İslam’ın Hayvan hakları konusundaki görüşleri çok iyi bir şekilde ela alan bir broşür hazırlanmış. Çok güzel.

Broşür içeriği Çukurova Üniversitesi Temel İslam Bilimleri Bölüm başkanı Prof Dr. Ali Osman ATEŞ’in “İslam ve Doğal hayatın korunması” kitabından alınarak hazırlanmış. Emeği geçenlere teşekkür etmek lazım.

Hayvan severlerin en büyük düsturu ve aldıkları güç bence karşılıksız sevgi ve “Mücadele edenler hep kazanmamışlardır, Ama kazananlar hep MÜCADELE EDENLER olmuştur!”
sözüdür diye düşünüyorum.

Broşür ve diğer materyalleri beğeninize sunuyorum.

 

 

Türk’ün Heykele Bakışı (2)

Bizim heykel sanatına olan uzaklığımız, soğukluğumuz aslında üzerine eğilmeye değer bir mevzudur. Öyle ya, dünyanın en güzel çinisini, hattını, tezhibini, halısını, kilimini ve deruni dengenin musikisini ortaya koyabilmiş bir milletin heykeltıraşlık alanında niye bu kadar isteksiz olduğuna pek kafa yormadığımız ortada.

Belki milli kahramanlarımızı taşlaştırmak, onları putlaştırmak gibi bir algı içinde olabiliriz milletçe. Ama diğer yandan söz konusu Avrupa sanatı, özellikle heykeltıraşlığı olduğunda hemen belli başlı şehirleri, ünlü heykelleriyle hatırlayıveririz. Duyduğumuz hayranlığı da sanat anlayışımızın delili olarak dile getirmeyi sanatseverliğimizin göstergesi sayarız. Biz Türkiye hudutları içinde kendi emeğimiz, kendi dehamız diye gösterebileceğimiz kaç heykelimizden haberdarızdır?

Heykel deyince konu nedense belli başlı birkaç ünlü kompozisyondan ibaret görünür ve ilk akla gelenler bir zamanlar üzerinde çok konuşulmuşlardan Taksim Cumhuriyet Anıtı veya Atatürk’ün birçok Anadolu şehirlerini süsleyen tasvirleridir. Oradan öteye gitmez heykel zevkimiz.

Bunda Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarında yerli heykeltıraşlarımız yerine Avrupa’dan getirilen ustaların tercih edilmiş olması her halde büyük çapta rol oynamış ve şevk kırıcı bir tesir yapmış olsa gerek. Buna rağmen heykeltıraşlığımız büsbütün silinmemiş fakat ortaya fevkalade çalışmalar da konulamamıştır.

Diğer yandan Avrupa şehirlerinin çoğunda şehrin tarihini, kahramanlarını hatırlatan, vatandaşın huşû, saygı, hayranlık duygularını pekiştirecek  nice eserler yalnız o memleketlerin halkına değil, gelen yabancılarına da o toprakların ruhunu yansıtmaktadır. Yani bir sembolü, bir hatırayı halkın belleğinde her an canlı tutabilecek aşkın bir ifadelendirme söz konusudur. Yoksa hasbelkader biz de yaptık işte, dedirtecek eserlere hiç ihtiyaç yoktur. Diğer sanat dallarında olduğu gibi ve onlardaki kadar önemlidir milli ruhun vasattan kurtarılması. Vasatî çalışmanın diğer yüzü zenaatkârlıktır.  Sanatın aşkınlığı başka bir şey.

Bir heykelin kaidesine işlenmiş pirinç veya tunç levhanın verdiği bilgi kısır bilgidir. Asıl önemli olan, seyredenin iç dünyasına ne verdiğidir. Bilgi başka şey, anlayabilmek büsbütün başka!

Modern zamanlarda şehrin ruhundan bahsedilecekse bunu heykeller yapacak. Bizler yüzyıllar boyunca  kültürümüz gereği mezarlıklarımızda, mabedlerimizde, kalelerimizde, surlarımızda, çeşme ve sebillerimizde taş ile haşır neşir olmuşuz. Mermeri Marmara’da ezelden tanımış bir milletin heykel sanatına bunca soğuk duruşu bir garabettir. Gidin Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’na. Birkaç dakika önünde durun, geleni geçeni bir inceleyin. İtalyan heykeltıraş Kanonika’nın, Atatürk’ü ve Türk milleti’ni hareket halinde tasvir etmiş olmasıyle kaç kişi ilgileniyor? Kaçımız 1929ların, otuzların kırkların Türkiye’sini bu eserde görmeye çalıştık? Ve bu ilgisizliğin derununda nasıl bir güceniklik yatmakta? Sadece orada bulunmak, verilmiş randevulara erken geldim diyebilmek için cep telefonlarına yapışmış yüzler, binler, gün boyu sırtları tasvire dönük, ‘bekledim de gelmedin’ havaları çalmakta!

Sanat eseri karşısında duyulması beklenen bedii alakanın yerinde yeller esmekte. İnsanlar süflî davranışlar sergiliyorlarsa, o zaman heykeltıraşlarımızın onları ruhen yükseltecek aşkın eserler vermeleri beklenir. Çünkü bu insanlar Trafalgar Meydanı’nda, Venedik Aziz Hironimus heykeli önünde fotoğraf çektirmek için birbirleriyle adeta yarışırlar. Ruhta aşkınlık yoksa ortada sanat derdi de yok demektir ve halk da bu durumdan payına düşeni alır, almaktadır.

Mikelanj’ın heykelde yapabildiklerini açıklamak için Musa’sına bir göz atmak gerekir. Musa Doğu’ya doğru bakmaktadır. Musa’nın gözlerinden bakabilenler bugün oradalar. Onu, Papalığın sonsuz imkânlarını kullandığını hatırlatmak isteyenlere şunu da hatırlatmak gerekir: Mikelanj kendi sanat algısını yine kendi inanç geleneği içinde doğru yansıtabilmek için günlerce değil, haftalarca, aylarca kapalı mekânlardan çıkmamış, mermer blokları kırmadan getirebilmenin sıkıntısıyla kilometrelerce çamura batmış, tahta iskeleler üzerinde gecelemiş bir sanatçı. Aşkınlık… Yine aşkınlık işte! Yoksa mermer yontucularının gözünü yıldıran,  modern zamanların teknolojik kolaylıkları mıdır?

Dünyaya minyatürün, tezhibin, hattın, baştaşlarının, mermer mihrapların en güzel örneklerini hediye etmiş heykeltıraşlarımızın taşı dize getireceği günler elbette gelecek. Taşa şiiri yazının en güzeliyle, çiçeği en saf haliyle nakşeden yontucular yine bu memleketin evlatlarıydı. Hepsinin ruhu şad olsun.

Gerçeklerin Tezatlarıyla Yer Değiştirdiği Ülke: Türkiye;

0

Tespitler: Ülkemizin genel politik, sosyolojik ve ekonomik havasını koklayan, teneffüs eden; duyarlı ve bilinçli; insanların farkına vardıkları can alıcı noktalar var. Bunların başında, karşıtlarıyla yer değiştirmiş gerçekler, mecrasından saptırılmış değerler, bozulmuş kavramlar, abluka altına alınmış dimağlar gelir.

Ülkemiz insanı, tarihte emsali görülmemiş bir des-enformasyon, negatif propaganda bombardımanı altındadır. Toplumun inandığı, güvendiği milli ve manevi değerleri mecrasından saptırıldı, inanılan, güven duyulan kavramlar karmakarışık edildi. Doğrularla yanlışlar yer değiştirildi; neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlemek adeta bir kâbus oldu.

Yeni nesil, hiç duymadığı, anlamadığı, bilmediği kavramlarla, tanımlarla karşı karşıya. Anlam sahteciliği yapılarak gençlerin beyni yıkanmakta… Taze dimağlara gerçekler yerine karşıtları yüklenmekte… Toplumun büyük bir kesimi bu negatif propagandaya aldırmadan yaşamına devam ediyor, bir kısmı tam etki alanında kalıyor, çok az bir kesim yapılanın, uygulanan yöntemin ardındaki oyunu fark ediyor, fakat; çaresiz olduğu için, sesi çıkmadığı/çıkartılmadığı için etkili olamıyor. Toplum hiç farkına varmadan bu negatif propagandanın piyon oyuncuları oluyor.

Anlamı saptırılan kavramların başında, halkı yönlendirmek ve etkilemek için sıkça duyduğumuz ve gerçekten derin anlamı olan sevgi, hoşgörü, kutuplaşma, öteki birlikte yaşamayı öğrenme kavramlar, ilk etapta akla gelenlerdir.

De-politize olmuş üniversite gençliği, kolaydan kazanma ya da köşe dönmeci zihniyetin egemen olduğu devlet bürokrasisi, düşünmeyen, irdelemeyen, tartışmayan bilgi fukarası toplum katmanlarının ve ezbere mahkûm edilmiş gençliğin, bu derin anlam yüklü fakat saptırılmış kavramlarla yeni neslin aklı karıştırılmakta, beyin yıkama planının önemli bölümünü oluşturmakta…

Bunu yaparken ustaca uygulanan bir sahtekârlık örneği verilmekte…

Bakınız neler yapılıyor?

Toplumun her zaman muhtaç olduğu sevgi ve hoşgörü kavramları o kadar yersiz kullanılıyor ve tekrarlanıyor ki, adeta ağızlarda sakız örneğine dönüşüyor. Anlamı esas mecrasından saptırılan bu kavramlar, bir bakıyorsunuz ki Türkiye’nin en sevgisiz, çukur derecede seviyesiz birileri için kullanılmaya başlanmış… Çukur kültür mensubu varlıklar, sevgi adına neredeyse kutsal varlıklar olarak sunulmakta… Sevginin derinliğini, boyutunu önce kendinde, ailesinde, çocuğunda, eşinde yaşamamış insanlar, bu kavramlarla gerçek kimliklerini gizlemekte…

Sevgi ve hoşgörü kavramların cazibesi, taşıdığı değerler ve yüklendiği anlamlar kullanılarak, beyin yıkamak ve biat ettirmek için kadrolar oluşturulmakta!

Hele hoşgörü kavramı; toplumda kendilerini siyasi ve ekonomik egemen güç olarak sayan kadrolar, rakiplerini, fikir karşıtlarını ezmek için kullandığı bu kavram… Günümüzde hoşgörü kavramı, adeta sihirli anahtar gibi kullanılmakta!?

Peki, nedir hoşgörü?

Duyarsız ve bilinçsiz toplum katmanları, bu kavramı anlam mecrasından saptıran manevi rantçıların söylemlerine kanarak, aldanarak, hoşgörüyü farklı görüşlerin bir arada yaşaması olarak algılamakta ve beyinsel değerlerini bu anlayış üzerine kurmaktadır.

Vatandaşın bunda suçu yok!

Zira pıtırak gibi yaygınlaşan yeşil renkli sermayenin desteklediği, siyasi iradenin de devlet kaynaklarını pompaladığı basın ve yayın organları, vatandaşa böyle anlatılıyor.

Peki, gerçekten hoşgörü bu mu demek?

Hayır!

Hoşgörü, farklı kişilerin birbirine sağladığı bir anlayış değil! Çünkü karşılıklı hoşgörü olamaz.

Hoşgörü, güçlü olanın zayıf olana tahammül etme durumudur.

Zayıfın güçlüyü hoş görmesi nasıl izah edilebilir ki?

Zaten güçsüz, yapabileceği herhangi bir seçeneği yok ki!

Onunki hoş görme değil, ancak baş eğme olabilir.

Hoşgörüsüzlüğün örneği olan birilerinden hoşgörü telkini almak!?

Kültürlerarası hoşgörü, medeniyetler arası hoşgörü ifadeleri, ağızlarda sakız olmuş durumda… Biat kültürüne dayalı bir zihniyetin yarattığı tek seslilik ve korku Atmosferi ile nasıl bir hoşgörü olabilir? Din ticaretini meslek edinmişlerle nasıl hoşgörü platformunda anlaşılır ki?

Milli ve manevi değerler adına ne kadar kutsallar varsı, hepsi siyasi ve ekonomik rant aracı oldu. Bu eksen üzerine oturtulmuş bir siyasi zihniyetin sakız yaptıkları “sevgi” ve “hoşgörü” değerleri de böylece mecrasından saptırdılar. Açıktan bir manevi yozlaşmaya öncülük ederek, bu kavramların cazibesinin ardına sığınmaktalar. Bunun sebebi belli; kelimenin taşıdığı anlam derinliği…

Kim kendini hoşgörüsüz olarak sunabilir ki?

Nitekim bunun için de, altı doldurulmamış olsa da, bu sözcük toplumun çeşitli kesimleri tarafından benimseniyor oldu. Toplumun bir kısım duyarsız ve bilinçsiz kısmı, yalan-dolan sermayeli maneviyat tüccarları tarafından kandırılmaktadır. Çaresiz vatandaşlar, maalesef, çaresizliklerin sonucu olarak, bu yalan söyleme kanmaktadırlar. Ve saf, sade vatandaş da sanıyor ki hoşgörü, farklı görüşlerin bir arada yaşamasıdır. Hayır, öyle olmadığını yukarıda ifade ettik. Başeğmenin hoşgörü olarak sunulması, sahtekârlığın yeni modeli olmalı herhalde…

Oysa hoşgörü, karşılıklı değildir, güçlü olanın zayıf olana tahammülüdür.

Hoşgörü sahtekârlığının kaynağı…

Yeni moda sahtekârlığın kaynağı nereden? Son yıllarda, entel geçinen toplumun bir kesimi tarafından yaygın olarak kullanılan öteki kelimesinin yüklendiği aşağılayıcı, ayırımcı saptırıcı anlam yükleriyle yaygınlaşan bu terim kaynak olarak gösterilebilir. Bu kelimeden türetilen ötekileştirme kavramına dayalı öteki Türkiye ötekiler ötekileştirme, ötekileşenler gibi yanlış ve temelsiz ifadelere alternatif ifade olarak hoşgörü sahtekârlığı sunuldu. Türk toplumuna yapılabilecek en büyük hakaret ve yıkıcı kötülüklerin başında sayılabilecek bir yaklaşım bu…

Her ne kadar Türk toplumu, hiçbir dönemde ayrımcılığa dayalı kavramlara pirim vermedi ise de, bu karşıt ifadeler zaman içinde, toplumda, işin farkında olmadan taraftar kazandı. Başlangıçta masumane gibi görünen bu ifadelerin hangi amaçlar için kullanılacağı bilinemezdi. Bunu ileri sürenlerin, bu terminolojiyi siyasi ve ideolojik amaçları için kullanacakları böylece anlaşılmış oldu.

Toplumun birliği ve bütünlüğüne, adeta bir bomba gibi düştü, bu terim. Toplumsal barışı sabote eden bu ötekileştirmeye karşı yaratılan hoşgörü Sahtekârlığı giderek siyasi pirim de yaptı.

Toplumun eğitimsiz, bir o kadar da fukara, geri bırakılmış belli halk kesimi siyasi rant için ötekiler olarak nitelendirildiler; sonra da buna karşı hoşgörü sahtekarlığını ileri sürdüler. Öteki kavramını cahil, bilgisiz, görgüsüz olarak niteledikleri, ekonomik güçsüzlük içinde kıvranan halk kitleleri için kulandılar. Diğer yandan da ötekileştirilenlere karşıt olarak, eğitimli ve nispeten ekonomik düzeyi iyi olan toplumun bir kesimini de, yani, beyaz Türkler dediklerini de elitler, seçkinler diye nitelediler, ayrımcılık yaptılar. Elitleştirdikleri ötekileştirdiklere karşı düşman, rakip olarak gösterdiler.

Toplumsal ayrışmaya hizmet ettiğine hiç şüphe olmayan öteki, seçkin, elit, Beyaz Türk icadı, bunu ortaya atanların elinde fünyesi çekilmiş bir el bombasına dönüştü. Onların yarattığı öteki kavramı, Cumhuriyet düşmanı teokratik rejim sempatizanların elinde farklı anlam yüklendi; bu Cumhuriyet düşmanları, öteki ifadesini, dinine inanan, bu nedenle Cumhuriyet’in ağır baskısına maruz kalmış, itilmiş, kakılmış, yoksul bırakılmış toplulukların adı haline getirdiler.

Laik Cumhuriyeti, kurulduğu günden beri kendilerine rakip olarak gören zihniyete göre dine inananlar, Atatürk devrimlerinin etkisi altında ezilmişler, hep ötekiler olarak yedekte tutulmuşlardır; onları, hizmet eden varlıklar olarak görmüşlerdi. Bu yalanı yaymak ve toplumun bir kesimini kandırmak için yöntemler geliştirildi. Bu varsayım, bire bir, yüz yüze, ev vaazları ve kandırmaca nutuklar sayesinde bir sürü insan mevcut rejimin düşmanı olarak yetiştiler.

Ne zaman ki takkiye yapmayı en iyi bilen poli-tik karakterli dinci ideoloji iktidara getirildi, işin kandırmaca boyutu tamamlanmış oldu. Yeni argümanlar gerekliydi, onlar da bulundu; sevgi ve hoşgörü sahtekârlığı!

İşin ilk etaptaki stratejik uygulaması tamamlanmıştı böylece. Sıra fukara toplumu istismar etmek ve onların sırtından rant elde etmek için hoşgörü sahtekarlığına sıra gelmişti.

Bununla da yetinmediler; ötekiler kavramını topluma şırınga edenler, nasıl olsa ötekileri istedikleri gibi yönetebiliyordu. Nasıl olsa onlar güçsüzdü, ekonomik olarak ezikti, bundan yararlanarak canlarının istediği gibi davranabilirlerdi. En azından eğitimli ve ekonomik olarak burjuvalaşmaya yüz tutmuş köylü ve işçi sınıfı de yeni  ötekiler yaratmaya başlayabilirdi.

Bir gün geldi ki öteki kavramını rejim düşmanları tarafından kullanıldığını gördüler. Laik Türkiye Cumhuriyetini yıkmaya yeminli kadrolar, 90 yıldan beri biriktirdikleri kini ve nefreti kusmaya başladılar. Türkiye’yi bir el mahdum, bir el şeyh, bir el mürit cumhuriyetine dönüştürmek için ötekiler icadını ustaca kullandılar.

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı ne kadar açık ve gizli mihraklar-kadrolar- varsa, farklı ideoloji, din, inanç, ırktan olmalarına karşın laik cumhuriyet düşmanlığı noktasında birleştiler. Ötekileri cumhuriyetin temel ilkeleriyle kavga etmeye, onu yok etmeye teşvik ettiler. Ötekili olmanın sorumlusu, müssebibi olarak cumhuriyeti ve onun temel ilkelerini, laikliği gördüler, gösterdiler, bu değerlerin varlığı onlar için tehlike olarak algılandı.

Derken, bir siyasi kuruluş kurgulandı; emperyalistlerin isteklerine uygun şablonla… Destur ve inabe almak üzere okyanus ötesi seyahatler başladı… Derken, toplumda mağdurluk rolüyle tüm toplumsal duygular sömürülmeye başlandı… Ve öteki kavramı mecrasından saptırılarak, istismar edilerek siyasi rant için son derece etkili kullanıldı.

Cumhuriyetin, bağımsızlığın, demokrasinin kısacası insan olmanın göstergesi olan hür seçimi kullanarak, ötekili kimlikleri istismara devam ettiler… Bir seçim başarısı ötekileştirmenin başarısı olarak sunuldu. Anadolu’nun fukara insanlarının duygu sömürüsünü yaparak, onların eğitimsizliğini, geriye itilmişliğin, ezilmişliğini öne çıkararak, sisteme alternatif yaratmaya özendiler.

Demokrasinin vazgeçilmez argümanı olan seçimin sonuçlarını ötekilerin baş Kaldırışı olarak sundular. Kavramların yüklendikleri derin anlamları mecrasından saptırılarak, anlamları değiştirilerek, hoşgörü sahtekârlığı yapılarak halkın dimağına virus olarak girdiler.

Millet olarak sorumluluğumuz var, onu unuttuk; okuyup düşünmek, irdelemek, sorgulamak yerine ümmi olmayı yeğleyen-tercih eden- tavrımızı koruyarak yapılan negatif propagandaya kandık… Geçelim sade vatandaştan; en büyük sorumlular aydın geçinenlerdir…

Sorgulama ve düşünme fukarası sözde aydın geçinen okumuşların yaygın kesimin de zihni külliyen karışık… Var oluş felsefesinde değil ki AB’ye girmek, onun hayalini dahi görmek istemeyen, onu Hıristiyan kulübü olarak telakki eden bir zihniyetin temsilcileri siyasi kadro, süper derecede takkiye yaparak, bu argümanı da kullandılar ve toplumu boş bir hayal peşinde koşturdular. Bereket versin ki AB yetkilileri dürüst davrandı da gerçek yüzünü göstererek bu sahte AB’cilerin maskesini çabuk indiriverdi.

Milleti hem ötekili olmakla hem de AB standartlarını hayal ettirmekle en büyük sahtekârlığı başaran siyasi zihniyetin forsunun sarsılması kolay olmadı; sahte-yalan beyanlarının fiyakası, kısmen de olsa, yine o öteki dedikleri halk tarafından bozuluverdi.

Bu sahtekârlık serüveninde en büyük hilekârlık din ve demokrasi alanında yapıldı. Toplumun vazgeçilmezi olan ve aynı zamanda toplumun yapıştırıcı harcı niteliğindeki kutsal duyguları, inançları, imanları ile halkın hür iradesinin yansıması olan demokrasi aynı kefeye konularak tartıldı. Ötekilere, inandıkları-iman ettikleri inançlarını, siyasi tercih olan demokrasiyle iç içe geçirilmiş sandviçler olarak sunuldu.

Tanrıya karşı kulun sorumlulukları olan inançlar ile felsefi boyuttaki sosyal ve pozitif bilimdeki bilgi demetlerini kapsayan fikirleri, aynı değerler olarak algılanmasını sağlamaya çalıştılar, halka bunu yaydılar.

Ötekilerin siyasi tercihini kendilerine sağlamak için, fukaranın elindeki tek sermayesi olan inançlarının siyasi emelleri yönünden hizmete alınması ve uygulanması da, sanki demokrasinin gereği gibi, kişisel yönetim tercihi olan seçimin gereği imiş gibi sunuldu. Bugüne kadar hiç ismini duymadığı, bilmediği abes konularla kafası karıştı mütedeyyin vatandaşın… Söylenenlerin doğru olduğunu sandı, kitleler halinde özlemini çektikleri insanca yaşama sevincine karşılık sunulan istismar edebiyatına kanarak, Tanrıya karşı sorumlu oldukları dini kuralların demokrasi olduğunu telkin edenlere inanmaya başladı.

Din ticaretini meslek edinen dinci gruplar, kendilerini meşru göstermek için, akla sığmayacak derecede hileli yolları seçtiler; inanılmaz derecede mağdurluk rolünü oynadılar. Zeytinyağı gibi hep üstte kalmak için öteki kavramını, bir örümcek ağı gibi saran, Yurdumun her yanında sesi yükselen radyo istasyonları, TV kanalları, cemaat evleri, tarikat yuvaları aracıyla durmadan, bıkmadan, ısrarla söylediler, telkin ettiler; her fırsatta yazılı, sözlü ve görüntülü medyada tekrarladılar. Bu öteki ve mağdurluk söylemleriyle toplum üzerinde öylesine bir baskı aracı oluşturdular ki, bir süre sonra söyledikleri yalanlara kendileri de inanmaya başladılar.

Hâlbuki işin aslı, amacı başkaydı, öteki ayırımı ile Ülkemin insanları arasında bölücülük yapmaktı. Bunu da başardılar. İnançları öne sürerek halk arasında ayırımcılık yaptılar. Din ticareti yapan menfaatçi din yobazları vatandaşın dini duygularını yine vatandaşa karşı silah olarak kullandılar.

Birileri insanların din-inanç derecesini, Müslümanlık derecesini, ne kadar Müslüman oldukları ne kadar olmadıkları ayırımını yaparak, Müslüman halk arasında inanç derecelendirmesi yaptılar.

Ülkemin insanlarını birbirine zıt inançlardaymış gibi iki kutba ayırdılar.

Din ticareti yapan bu dinci menfaatperest güruh, insanımızı inananlar ve inanmayanlar olarak ayırıma tabi tuttular. Sanki dinin sahibi onlarmış gibi!?

Sanki kulun dini inançlarının, imanının derecesini onlar tayin ediyormuş?!

Bu sahtekârca yaklaşımla Türk toplumuna yapılabilecek en büyük kötülüğü yaptılar böylece… Ve halen de devam etmekteler!!!

Toplumlar arasındaki sosyolojik, psikolojik, kültürel, ekonomik farklılıklar her dönemde var olmuştur, bundan böyle de var olmaya devam edecektir. Bunun aksini kimse iddia edemez, etmemelidir.

Toplumun bu farklılıkları sadece bir yerde ortadan kalkar; Tanrının huzurunda… Orada kimin zengin, kimin müdür, kimin memur, kimin başbakan, kimin milletvekili olduğuna bakılmaz; Tanrıya karşı yapılan görevlerin samimiyet derecesine bakılarak kararı verecek olan ve derecelendirmeyi yapacak olan da yine Tanrıdır. Sahtekâr din tüccarı yobazlar değildir.

Türk toplumu da tarih boyunca bu farklılıklara sahip oldu. Yüzyıllardan beri Türk toplumu bu farklılıklarla yaşadı, bundan böyle de yaşamaya devam edecektir. Toplumun bir kesimini ötekileştirerek ayırımcılık yapan günümüz ötekicileri ayırımcılık tohumlarını ekmeye devam etmektedirler.

Güya, Atatürk ve cumhuriyet ilkelerine bağlı insanlar elit tabakaymış da kendilerine hayat hakkı tanımıyorlarmış da!!!… Bu yalana ancak cahiller inanabilir. Öyle olsaydı, bugün devletin tüm kadrolarına egemen olabilirler miydi? Bu yalanı sürdürebilmek için de, halk kesimini fukara bırakarak, onları devlete muhtaç varlıklar haline sokarak, sadaka paketlerine muhtaç kılarak, siyasi istismarı yaparak yoluna devam etmektedirler. İşin ilginç yanı, halkı fukara bırakanlar kendileri, çare üretmesi gerekenler kendileri, fakat halkın bu mağduriyetini istismar edenler, onun üzerinden siyasi çıkar sağlamaya çalışanlar yine kendileri…

Ey halkım, sen daha ne kadar bu sahtekârlıklara inanacaksın, kanacaksın!?

Hâlbuki işin aslı tamamen bunun tersi olmakta. Dinci esasa dayalı istismarcılar, kendilerinden başka hiç kimseye hayat hakkı tanımıyorlar. Başkalarını suçlayıp hayat hakkı tanımak istemeyenler, töhmet altında bırakanlar bu ötekicilerdir.

Temizlik ve paklık ifade eden bazı sıfatların gölgesine sığınarak, kendi üstlerinde akan yolsuzluklar, yalanlar, dolandırmalardan oluşan irini başkalarına yamamaya çalışırlar. Özellikle öteki kavramının mağdurluk gölgesine sığınarak, bunu büyük bir sahte marifetle savunanlar, işte bu rakip tanımaz biat kültürü esirleridir.

Devlet idaresini ellerine geçirdikleri andan itibaren, dünya görüşü ne olursa olsun, inanç derecesi ne olursa olsun, millet-vatan-bayrak değerlerine ne kadar saygılı ve sevgi ile bağlı olursa olsun; eğer, kendilerinden olmayan, biat etmeyen bir kişi ise, asla devlet kadrolarında yer vermezler. Bunun ispatı ise yapılan uygulamalardır.

Cumhuriyetin kuruluşundan beri devletin yetkili mercilerinde bulunabilme kıstası olan deneyim, ehliyet, liyakat, başarı, bilgi kriterleri bu zihniyet için önemli değildir, önemli olan bizden olmasıdır.

Devlette böylesine gerçekleşen kadrolaşma ile kendisinden olmayan herkes ötekileştiriliyor. Belli bir biat ve cemaat kültürü ile yetişmemiş olanlara karşı topyekûn bir dışlama var!. Bu, aynı zamanda karşıya alınanlara karşı topyekûn bir mücadele (örtülü soğuk savaş) demektir.

Devletin tayin ettiği imamın arkasında darülharp devri deyip namaz dahi kılmayan bir zihniyet… Onlar için, kendinden olmayanlara karşı bir nevi cihat ilan etmek, biat ettikleri kişilerin ve kültürün gereğidir. Dolayısıyla karşıdakileri düşman mertebesinde gördükleri için Allah korkusu, vicdani ve ahlaki sorumluluk ikinci planda kalır. Onlar için esas olan, kendi fikrinde -ideolojisinde- olmayanlara karşı güya Allah yolunda cihat etmektir. Bu anlayışa göre kendilerinden olmayan herkes kâfirdir.

Kafire karşı da merhamet olmaz!!!

Peki, bu düşmanlığın kaynağı, sebebi nedir?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğu günden beri, laik Cumhuriyet düşmanlarının olduğunu, onu yıkmaya yeminli kadroların zaman içinde yetiştirildiğini yukarıda özetle ifade ettik. Dolayısıyla bütün kin ve nefret laik cumhuriyetedir. Onunla hesaplaşmaktır. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyet neyi, hangi ilkeleri temsil ediyorsa, onlarla hesaplaşmaktır amaç.

Bunun için toplum öncelikli olarak inananlar, inanmayanlar olarak bölünmeliydi, bunu başardılar. Ana gaye Cumhuriyet ve laik ilkeleriyle hesaplaşmak olduğuna göre, onu savunan kadroların azaltılması, karşıtlarının çoğaltılması gerekiyordu, bunu da başardılar…

Bunun için ne lazımdı?

İnsan kaynakları ve ekonomik güç.

Şimdilerde oluşan sınırsız yeşil sermayenin kaynağını ve sınırlarını tayin edebilecek bir güç, merkez var mı? Krizin teğet geçtiği saçmalamasına destek olmak ve yandaşlara finans sağlamak üzere, bankalar dışından, bavullarla, kayıt dışı olarak, 17 milyar doların Türkiye sınırlarından içeriye pompalandığını tüm ekonomistler köşelerinde yazıyorlar; kaynağını soruyorlar.

Buna yanıt veren bir Allahın kulu çıktı mı bugüne kadar?

Hayır…

İşte size sınırları ve hesabı, kaynağı belli olmayan yeşil sermaye…

Ekonomik zorluklar içinde devlete muhtaç duruma getirilmiş halkın büyük bir kısmı sessizleştirilip pasif hale getirildikten sonra, rejime yönelik değişimlerin uygulanmasının kolay olacağı muhakkak. Bakınız etrafınıza, bunların tamamına yakını başarıldı mı başarılmadı mı?

Yiğidi öldür hakkını teslim et demişler, doğru sözdür. Cumhuriyetle hesaplaşmayı ideoloji haline getiren bir planlı ve programlı örgütün sabırla işlediği cumhuriyet düşmanlığı, maalesef, çok başarılı olmuştur.

Komünizmi getiren kadrolar bile bu yobaz zihniyetin yarısı kadar örgütlü ve sabırlı çalışmamıştır. Bir ömür boyu nesilden nesle nakledilen cumhuriyet düşmanlığı üzerine kurulu sinsice örgütlenme, adımlarla hedefine varmaktadır.

Devletin her kademesine sızıp pusuda bekleyen dinci güruh, zaman içinde kadrolaşmayı da gafil siyasiler sayesinde fazlasıyla başardı. Sorgusuz sualsiz 24 saat “tek ayaküstünde durma” emrini alan bu biat ordusunun gösterdiği bağlılık ve çalışkanlık dillere destandır.

Cumhuriyetçilere, demokrat geçinenlere ders olsun diye, örnek alsınlar…

Adeta bir robot marifetiyle çalışan, dil bilen, teknolojiyi iyi kullanan kadrolar şu anda devletin pek çok kademesinde yerini almış durumdalar. Gerektiğinde her türlü cambazlığı, kurnazlığı, sahtekârlığı yapmaktan da geri kalmayan kadrolar bunlar… Onlar için, hedefe ulaşmak için, her yol mubahsayılmaktadır. Bu bağlamda ahlak ve vicdan kavramlarının anlamı yoktur. Ötekileştirdikleri halkın beynini, her türlü sahte kanıt kullanılarak yıkamayı da başardılar..

Meşhur deyiştir; sap döner keser döner; devran döner hesap döner… İktidar aracı olarak, dayanak olarak, istismar edilerek kullanılan öteki halk kitleri, bir bakıma iki tarafı keskin bıçağa benzer. Egoları ve midelerine hitap edildiği için şimdilik ikbal beklentisi mülahazalarıyla siyasi iradeye alkış tutmaktalar, şayet zora düşerlerse, başları sıkışacak olursa, sadaka paketleri kesilip pazar filelerine saldırı başlarsa, bu ötekileştirilerek sömürülen kalabalık kitleler, dönen keser gibi sahibinin ayağını yontmaya, hesap sormaya başlayabilir. Kandırdıklarını sandıkları bilinçsiz ve eğitimsiz kitleler birer kelle uçurucu oluverirler.

Bunun örnekleri tarihte mevcuttur.

Sonuç olarak Ülkemizde oynanan bu çirkin oyunu görmek için yüksek tahsile, çok akıllı olmaya, zeki olmaya gerek yoktur. Günlük olaylara kulağınız kapalı değilse, birazcık haber dinliyor ve gazete okuyorsanız, biraz izan, iman ve biraz sağduyu sahibi iseniz oynanan çirkin oyunları anlarsınız. Her söylenene, suratı haktan görünen yalana inanmamak, birinci ilke olmalıdır.

Ek olarak da, duyarsızlıktan arınmak, düşünmek, sorgulamak da her şeyi görmeye ve anlamaya yeterlidir. Ümidimizi kaybetmeden doğruları söylemeye devam etmeliyiz. Umutsuzluk zaten düşmanın silahı demektir. Ülkemin gerçek sağduyulu insanı, en zor şartlarda uyanmayı bilmiştir, yedi düvele karşı mücadele vermiş bir millettir. Gerektiğinde iç düşman işbirlikçilerin de hakkında gelecektir. Bu inanç ve umudu korumamız lazım.

Cumhuriyeti kuran kadrolar, onu yine gelecek için ve devamlılık için gençliğe teslim ettiler. Büyük bozkurt Mustafa Kemal her söylemini ileriye yönelik hedefleri göstermek için kaleme almıştır. Bugünlerde olacakları yıllar öncesinden öngörerek ona göre söylemiyle tarihe not düşmüş, yol göstermiştir…

Ne demiş, Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Başka bir söze gerek var mı?

Yine de bir dörtlükle yazıyı bitirelim:

Çaresizseniz çare sizsiniz,

Dermansızsanız, derman sizsiniz.

 

 

Kürt Açılımı Nereye Götürür?

0

Kürt açılımının” arkasında ABD’nin olduğunu söylemiştik. Cumhurbaşkanı Gül’ün tabiriyle ortaya çıkan “tarihi fırsat“, ABD’nin Irak’tan çekilme sonrasında kurmak istediği düzeni sağlamak için, PKK’nın tasfiye edilmesi veya en azından orta vadeli bir suskunluğa itilmesinin gerekmekte olmasından kaynaklanıyor.

PKK terörünün sona erdirilmesi mademki Türkiye, Suriye, İran, Irak ve ABD ile Avrupa devletlerinin işine geliyor, sıkışan, destek kaybeden ve pazarlık gücünü kaybeden tarafın terör örgütü ve yandaşları olması gerekmez mi?

Türkiye’de estirilen havaya bakılırsa, Türkiye terör karşısında yıllardır sürdürdüğü mücadeleden sonuç alamamış, çaresiz kalmış bir devletmiş gibi gösteriliyor. Türk Devleti terörün doğma sebebi, kusurlu olan tek tarafmış.. Çare, Devletin bu hatalarından özür dileyerek, PKK’nın doğrudan ve DTP vasıtasıyla dile getirdiği taleplerini karşılaması imiş gibi anlatılıyor.

“Çözüm, barış, demokrasi, çocuklarımız ölmesin” sloganlarının arkasında estirilen bu psikolojik harp tekniğiyle devlet, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar avantajlı başlayacağı terörü tasfiye sürecinde ezik, tavizci politikalara sürüklenmek isteniyor.

***************************

Hükümet, var olduğunu kabul ettiği “Kürt Sorunu“na, “Kürt Açılımı” ile “çözüm” bulmaya çalışıyor.  PKK/DTP çizgisi yıllardır bir “Kürt Sorunu” olduğunu kabul ettirmeye çalışıyordu, bunu başardı. “Kürt Sorunu” olduğunu kabul etmek, devletin Kürt asıllı yurttaşlarına karşı, sırf Kürt olmalarından dolayı ayrımcı politikalar izlediğini kabul etmek demekti.

Bölgenin coğrafi, sosyal yapısı, feodal kültürü vd sebeplerle yaşadığı sosyo-ekonomik geri kalmışlık içinde devletin kusurları olmamıştır diyemeyiz. Kastamonu’da, Burdur’da, Yozgat’ta, İstanbul’un varoşlarında sefaleti yaşayan diğer Türk vatandaşlarına karşı yaptığı kusurdan çok da farklı değil. Elbette Devlet hem bu kusurları yapmamalı ve hem de bölgedeki gençlere dağa çıkmayı cazip kılan olumsuzlukları giderebilmeliydi. Ancak devletin bu kusurları olmasa bile PKK terörü olurdu. Çünkü PKK terörü, dış devletlerce desteklenen, bir Türkiye’yi bölme veya zayıflatma projesidir.

Hükümet, problemin adının “Kürt sorunu” olduğunu kabul ederek gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemiş oldu. Şimdi diğer düğmeler ilk düğmeye göre iliklenmeye çalışılıyor. “Çözüm” için de “Kürt açılımı” yapmaya çalışmak, tek milletli üniter yapıyı reddeden, iki uluslu federatif bir devlet yapısına kapı açmak anlamına gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim PKK/DTP yandaşları ayrı bir Kürt devletinin altyapısını oluşturmak için ara kademe olarak düşündükleri “federasyon” yapısına geçiş taleplerini seslendirmeye başladılar. 

Çözüm, Atatürk’ün ortaya koyduğu Cumhuriyetimizin temellerini oluşturan yapıda olmalıydı. Bütün vatandaşlarının eşit olduğu, dil, din, ırk farkına göre ayrıcalığın olmadığı, devletin her kademesinde bu farklılıklara göre değil, demokratik bir sistemin gereği olarak görev alma imkânını veren bir devlet yapısı. Bütün TC vatandaşları gibi, Kürtlerin de Cumhurbaşkanı, bakanlar, generaller, holding patronları, yüksek hâkimler, savcılar çıkarabildiği bir yapı.

Bölgesel ve etnik yapıya göre “çözüm” üretmek, Türk- Kürt kardeşliğini bozmak ve ayrı bir devlet kurmak hedefi ile yola çıkan PKK’nın hedeflerine hizmet edecektir.

PKK Kürt halkının kültürel haklarını elde etmek için kurulmadı. Kopenhag Kriterleri içinde dahi bulunmayan hakları talep eden PKK ve yandaşları, bu haklar verilse bile Türkiye toprakları üzerinde “Kuzey Kürdistan” kurma projesinden vazgeçmeyecektir. Anadilde (Kürtçe) öğretim hakkı, Kopenhag Kriterleri’nde olmayan bir hak talebidir. Sonucu siyasidir, yani K. Kürdistan devletini kurmaya yöneliktir.

******************

Bölgesel tedbir alınması anayasamızın “Kanun önünde eşitlik” başlıklı 10. Maddesine de aykırıdır: (Madde 10.- Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.) Hükümet açılım yapmak istiyorsa bölgesel değil, milli tedbir ve açılımlar gerekir.

*************************

İçişleri Bakanının açıklamasına göre hükümet, kısa, orta ve uzun vadeli açılımlar için çalışmalar yapmaktadır. Muhtemelen kısa vade olarak seçime kadar olan 2 yıllık süre kastedilmektedir. Orta vade olarak genellikle 5 yıllık bir süre kabul edilebilir. Uzun vade ise muhtemelen 7-10 yıllık bir süre kastedilmektedir. Şu ana kadar olan açıklamalardan kısa vadede de, orta ve uzun vadede de ne tür açılımlar yapılacağı belli değildir.

Hükümetin seçim öncesi kısa vadede yapabileceği açılımları tahmin etmeye çalışalım. Öncelikle “Kürt Açılımı”nın tarafı olan DTP’nin oy oranı yüzde 6 dan ibaret olduğunu hatırlayalım. Geride kalan yüzde 94 oyu teşkil eden vatandaşlarımızın DTP taleplerinin yerine getirilmesinden hoşnut kalmayacağını, AKP’nin bilmemesi mümkün değil.  

Bu iki yıl içinde hazmı en kolay veya mahzurları kısa vadede görülemeyecek hususların hayata geçirilmesi söz konusu olabilir. Özel TV’lerde Kürtçe yayın başlaması, bölgesel yönetimlere ve federasyon yapısına hazırlıkta önemli rol oynayabilecek “Bölgesel Kalkınma Ajansı“nın bölgede aktif hale getirilmesi suretiyle ekonomik ve idari özerkliğin sağlanması, ilkokullarda Kürtçe eğitime başlanması gibi.

PKK’nın, kısa vadedeki bu kazanımlarla yetinip silahları bırakması beklenemez. Bilakis orta ve uzun vadede beklentilerini maksimum seviyede alabilmek için terörü azaltmadan devam ettirecektir. Çünkü “terörle bir yere varılmaz” söylemine rağmen, terörle netice almaya başladığını görecek ve daha fazla tesirini artırma gayretinde olacaktır. Yani anaların gözyaşı dinmeyecek, gençlerimiz ölmeye devam edecektir.

Orta ve uzun vadede olabilecekleri tahmin etmek bile bana acı veriyor.

Yunanistan Etniki Eterya denilen bir derneğin faaliyetleri sonucu, bizden kopartılan topraklarda kuruldu. Osmanlı Devletinden demokrasi, azınlık hakları, etnik grup hakları adı altında yürütülen faaliyetler sonucu ne kadar devlet çıkartıldığını kaç kişi hatırlıyor?

Ülkemizin birlik ve beraberliğine dinamit döşemesi muhtemel her türlü kararı alırken, “yoğurdu üfleyerek yeme” ilkesini unutmamamız gerekiyor. Çünkü bu milletin sütten ağzı defalarca yandı.

Akşam Vakti

0

Elinizde tespih, dudaklarınız eşlik ediyor dönen her tanesine. Kalbinize indiriyorsunuz mırıltılarınızı. Gözleriniz, denizin üzerinde yakamozlanan güneşin son kızıllığında. Gittikçe küçülüyor gözleriniz. Aydınlık, yerini karınlığa bırakıyor. Sivrisinekler gezinmeye başlıyor teninizi hafifçe okşayan rüzgarla birlikte. Salondan bir ışık huzmesi yalıyor gözlerinizi. Derin sohbetin konuşmaları, bebeğin ağlaması bir musiki tınısı veriyor size. Koltuğa yerleşik bedeninizden bir şeylerin koptuğunu hissediyorsunuz. Karın boşluğunuzda, göz çukurlarınızda, beyin zarınızda ılıklık oluşuyor.

Tespih çeviren parmaklar, mırıldanan dudaklar, sivrisineğin ısırdığı cilt, konuşmaları algılayan kulaklar, sizi ufka taşıyan göz sizin değil artık. Bir heykelsiniz bu akşam vakti. Ruhunuzla dolaşıyorsunuz bulutların ötesinde. Denizin sesi hız katıyor sizi terk eden ruhunuza. Bir muammada dolaşıyorsunuz. Burada renkler, dünyadaki renklere; mekanlar, gördüğümüz mekanlara; kokular bildiğimiz kokulara hiç benzemiyor. Bir başka alem. Hislerinizle yaşıyorsunuz, bedeninizle değil. Zorlanmıyorsunuz; burada yaşadınız hafifliğin, dünyada benzeri yok. Bir engel de yok yolculuğunuzda, git gidebildiğin kadar. Ama nereye? Bu alemde her şey var veya hiçbir şey yok. Her şey hayalinizin ötesinde.

Bir inilti kopuyor. Sessizliğin çığlığı bu. Dünyayı hatırlıyorsunuz, geldiğiniz noktayı ve yaşadıklarınızı. Unutmak isteseniz de bir ayna gibi, yaptıklarınız, yapacaklarınız, eşiniz, evlatlarınız, yedikleriniz, giydikleriniz, dostlarınız, düşmanlarınız gözünüzün önünde. Kaçamıyorsunuz onlardan. Öyle ya, heybemde ne varsa onlar çıkacak karşıma. İmkansızlıklar içinde yaptığınız iyilikler, fedakarlıklar, aklınıza geliyor; yüzünüz gülüyor, rahatlıyorsunuz. Kırdığınız kalpler, insanlara kurduğunuz tuzaklar, ihmal ettiğiniz dostluklar, yediğiniz yetim hakları, yaptığınız haksızlıklar karşınıza çıkıyor; burkuluyor, titriyorsunuz. Ruhunuzun dayanılmaz işkencesi sarıyor bu defa bedeninizi. “Keşke yapmasaydım.” pişmanlığı hafifletmiyor ıstırabınızı. İbadetleriniz, yardımlarınız, dualarınız da yetmiyor sizi bu sıkıntıdan kurtarmaya. “Aldanan ben olsaydım, aldatan değil; nasıl olsa haklıyla haksız ruhun bedenden ayrılmasıyla anlaşılacak, biraz sabır gerekiyormuş.” diyorsunuz; ama beyhude.

Karşınıza kalın bir duvar çıkıyor ışık dalgaları içinde. Üzerinde “Yolculuk buraya kadar.” yazıyor. Gözleriniz kamaşıyor cümleyi okurken. Ensenizden sırtınıza akan teri hissediyorsunuz bu serin akşam vaktinde. Omuzlarınız hafiften üşümüş, ayaklarınız keçeleşmiş. Dudaklarınızdaki mırıltı bitmiş, tespih yere düşmüş. İçeriden gelen bebek sesi size dede olduğunuzu ihtar ediyor. Üç saat önce de beyaz saçlarınızın siyahları solladığını fark etmiştiniz. Hayat akıyor: “Bir varmış bir yokmuş” dünyası…

“Ölmeden önce ölünüz.”, ne kadar hikmetli bir söz. Zaman zaman kendimizi öldürmemiz gerekiyor, isterseniz sorgulamak diyelim buna. Fırsat, çok; bunda samimiysek. Kazanan biz olacağız, emin olun, hem de iki dünyada kazanan. Kaybedeni görmedim. Şimdi, tefekkür vakti!

G – 2

Sizce dünyada neler oluyor?….Yepyeni gelişmeleri hep beraber televizyonlardan, gazetelerden, önden çıkmış kitaplardan ve değişik dergilerden gözlemliyoruz. İki kutuplu, üç kutuplu dünya derken tek kutuplu dünyaya yolculuk yaptık. Şimdilerde tek kutuplu dünyada yalnız kaldığını gören güç dünyayı çok kutuplu farklı guruplarla yönetmenin daha efektif olacağını gördü ki! G-7’ler G-8’ler, G33’ler G-20’ler, G14’ler şimdide Dünya basınından ve bizim basınımızın fazlaca yer veremediği ıskaladığı G-2 gelişiminden bahsedelim.

Türkiye’de ne hikmetse açılımlar başladı. Daha önceleri başka aktörler tarafından kapatılmaya çalışılan birçok konu ve olaylar var hepimizin bildiği. Şimdilerde de başka aktörlere kapanan konu ve olayların açılması konusunda görevler verilmiş, bu görevlerin yerine getirilmesi. isteniyor. Şunu hiç unutmayın tüm kapananlar bir gün muhakkak açılacaktır. Kapanan her olayda kazançlı çıkanlar ve kaybedenler olduğu gibi, açılan olaylarda da kazanan ve kaybeden guruplar olacaktır. Ancak ana gurup, kurgu yapan yönlendiren gurup her zaman kazançlı çıkacaktır.

Bu açılım haberlerinin yoğunluğundan bizim medyamızın gözünden kaşan G-2 oluşumu. Bence çok önemli. G-2 bir ABD-ÇİN diyalogu diyebiliriz. Daha önceki bazı yazılarımda da bahsettiğim gibi, dünya yepyeni bir dünya düzenine doğru gidiyor. Yeni gümrük mevzuatları, yeni mali yapı, yeni dış ticaret, yeni serbest ticaret anlaşmaları, yeni siyasi yapılanmalar, yeni politikalar, sivilleşmenin getirdiği özgürlükler ve bu özgürlüklerin yönetim mekanizmalarının oluşturulması gibi birçok alanda yepyeni sistemler gelişecek ve bir kısmı gelişmeye başladı. Her şeyden önemlisi iş yapış şekilleri değişecek.

Çin’in elinde 2 trilyon dolar rezerv var. Bu para çok ciddi bir para. Bu parada birçok baba ülkenin gözü var. Özellikle krizdeki ABD’nin bu paranın bir kısmına ihtiyacı var. ABD ‘de öyle yaptı zaten. 26 Temmuzda 2009 yılında Washington’da  ABD’nin talebi doğrultusunda toplantı yapıldı. Çin’in yatırım yapmaya ve üretim yapmaya ihtiyacı var. ABD’nin de finansa ihtiyacı var, tüketimini karşılamaya ihtiyacı var. Bu denklemi iyi gören ekip bir araya geldi.

Toplantının ana başlığı ” stratejik ve ekonomik diyalog”. Obama’nın “Çin ve ABD ilişkisi 21. Yüzyılı biçimlendirecektir. Bu şekilde, dünyadaki herhangi bir ilişkiden daha önemli bir boyut kazanıyor”. Dediğini ifade edersem eğer, buradan çıkaracağımız sonuç ne olur ona bir bakalım.. Önümüzdeki süreçte 21 yüzyılın biçimlendirme sürecinin ne olacağı hakkında birazda olsa bizlere biraz ipucu veriyor. En azından 21 yüzyılda bir “biçimlendirme” var. Acaba biz bu biçimlendirmenin neresindeyiz ona bakmak lazım. Bize biçilen “eksen devlet” olmaktan çıkıp, “jeostratejik aktör” devlet olabilecekmiyiz! bilemiyorum. Ev ödevlerimizi yaparsak bize  böyle bir görev verirler diye düşünüyorum.

Çin ABD ilişkileri daha derin bir yapıda devam edecek gibi gözüküyor. G-2 zirvelerini iyi takip etmek gerek. Bu toplantılardan çıkacak sonuçlar tüm dünyayı dolayısı ile ülkemizi ilgilendirecek sonuçlardır.

Eğitim, Baraj ve Meslek Seçme Hürriyeti

0

Yüksek Öğretim Kurumu, Üniversitelere giriş sınavında 10 yılı aşkın bir zamandır, bir çok itiraza rağmen, daha önce yine kendisi tarafından uygulamaya konmuş olan katsayı uygulamasını, nihayet yürürlükten kaldırdı. Üniversiteye giriş sistemi, bu katsayı uygulamasından dolayı, belirtilen süre boyunca, İmam-Hatip Meslek lisesi mezunlarına ve buna bağlı olarak laiklik tartışmalarına kilitlendi. Katsayı sisteminin getirilmesi de götürülmesi gibi, laiklikle ilgili tartışmaları beraberinde getirdi. Kısaca belirtmek gerekirse, üniversiteye giriş sınavlarında katsayı uygulamasının ateşli savunucuları, laikliği korumak için böyle davrandıklarını ifade ediyorlar. Katsayı uygulamasına karşı olanlar ise, laiklik karşıtı olarak damgalanıyorlar.

Eğitim alma hakkının, eğitimde fırsat eşitliğinin ve pedagojik bir konunun, laiklikle ilişkilendirilmesi ve bu amaçla meslek lisesi öğrencilerine üniversite sınavlarında katsayı barajının konması, kendi başına garip bir tartışmadır. Tartışmanın bu alana kayması; ilmi, pedagojik, teknik ve fırsat eşitliği gibi bir hakkın ideolojik olarak şematize edilmesi ve kalıplaştırılması demektir. Konu bu bakımdan ilginç bir biçimde karartılmış bulunmaktadır. Bilimsel bir konunun laiklik idolü maskesi altında demegojiye boğdurulmuş olması, üzerinde durulması gereken önemli bir tartışmadır. Ben bu makalede bunun üstünde durmayacağım. Çünkü konunun özü laiklikle alakalı değildir. Laiklik ilginç bir yanılsamadan dolayı bu tartışmaya kapak olmuştur, manşet olmuştur.

Bundan dolayı, üniversite sınavlarındaki katsayı uygulamasını eğitimde yönlendirme ilkesi çerçevesinde değerlendireceğim. Eğitimde yönlendirme, özü itibarıyla, öğretimin piyasa ekonomisi, üretim süreçlerindeki yenilikler, iş ve meslek piyasalarına göre şekillenmesi ve biçimlenmesi anlamına gelmektedir. Yani erken yaşlardan itibaren bireylerin iş piyasalarının ihtiyaçlarına göre yetiştirilmesi demektir. Yönlendirme, bu özelliği ile eğitim sisteminin ve politikalarının liberal ve kapitalist zihniyetin amaçları doğrultusunda araçsal bir değere dönüşmesi anlamına gelmektedir. Mesleki yönlendirmenin arkasında yatan esas zihniyet  budur.

Öte taraftan kişilerin büyüme ve yetişme çağlarında, sadece bir meslek adamı olma ilkesine bağlı olarak yetiştirilmesi, insan doğasına/fıtratına, cemiyetin aidiyet bilincine ve temel vatandaşlık değerlerine ne kadar uygundur?  Konuya bu şekilde bakıldığında, çok daha ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmaktayız. Kısaca şunu belirtelim, insanların iş piyasalarının bir aktörü, bir elemanı ve parçası olarak yönlendirilip yetiştirilmesi, davranışçı liberal eğitimcilerin modernist dönemin başından bu yana uygulamaya koydukları bir süreçtir. Sadece Türkiye’de değil, modern değerlere göre yapılanan bütün ülkelerde eğitim, iş çevrelerinin isteği doğrultusunda, sadece iş ve meslek becerisi edinimi gibi, dar bir alana kapatılmış bulunmaktadır. Veliler de çocukları kişilik ve karekter sahibi olsun, manevi ve ailevi bir olgunluk edinsin, insani ve ahlaki bir değer edinsin, diye değil; iş güç ve meslek sahibi olsun diye okula göndermektedirler. Söylem ve kurgu böyle işlemektedir. Ancak fiili duruma, reel alana yani sonuçlara baktığımızda bu kurguya bağlı olarak eğitim gören mezunlar, eğitimde edindikleri mesleki becerilerle ilgili işlerde ve alanlarda çalışmıyorlar. Çok daha farklı alanlarda çalışabiliyorlar.

Bu durum, toplum mühendisliğinin eğitimdeki uzantılarının iddialarının, gerçeği ifade etmediğini göstermektedir. Bundan dolayı modern eğitim kurumlarının yetiştirdikleri elemanlar, yetişme amaçları ile bağlantılı işlerde ve mesleklerde çoğu kere çalışmıyorlar. Başka mesleklerde ve işlerde çalışıyorlar, maişetlerini temin ediyorlar. Yönlendirmenin erken yaşlarda yapıldığı bütün eğitim sistemlerinde benzer örnekler çok fazladır.  Çünkü iş ve meslek piyasaları sanıldığı gibi standarlara bağlı olarak şekillenmiyor. Bu piyasalar her zaman yeniden yapılanıyor, yenileniyor. Erken yaşlarda belli bir mesleğe bağlı olarak yetiştirilen ve yönlendirilen bir eleman, eğitimini tamamladığı zaman edindiği mesleki bilgi ve yetenek birikiminin, iş piyasalarında artık geçerli olmadığını görmektedir. İş ve meslek piyasalarının istikrarsızlığı konunun bir yönünü oluşturmaktadır.

Konunun asıl önemli yanı böyle bir yönlendirme, insan fıtratına ve tabiatına ne kadar uygun düşer? Biraz da bunun üstünde duralım.

İslam kültüründe, insanların islam fıtratına göre doğdukları inancı vardır. Bu inanca bağlı olarak müslümanlar ilmihal kitapları yazmışlardır. Çocuklarını bu değerlere göre yetiştirmeyi temel ilke edinmişlerdir. Günümüzde ilmihal kitaplarından sadece dini ibadetlerle ilgili bilgiler ve yeterlilikler anlaşılmaktadır. Ancak hatırlatmakta yarar var. Bilindiği gibi, “ilmihal” kelime anlamı bakımından, “davranış ilmi” anlamına gelmektedir. İslam tarihinde en önemli ilmihal türü eser verenlerin başında malum olduğu üzere, İmam-ı Gazzali gelmektedir. Gazzali eğitim ve öğretim, yani talim/terbiye ve tedrisat konusunda;  bilgiden, mesleki yönlendirmeden ve mantıksal bilgi yığınlarından ziyade, karakter, yani mizaj ve şahsiyet eğitimi üstünde durmaktadır. Kişilerin öğrenme ve bilgi edinme becerilerinin geliştirilmesi, yaşamdaki duruşlarını islam ahlakı çerçevesinde muhafaza etmesi için de riyazet, tefekkür ve talim üstünde durmaktadır.  Yunus Emre’nin: “İlim, ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ Sen kendin bilmezsen/ Ya nice okumaktır?” şeklindeki özdeyişi de, bunu ifade etmektir. Yani eğitim, kişinin kendini keşf etmesi, öğrenmesi ve bu yeterliliği edinmesiyle başlamalıdır. Bu bakımdan kişilerin kendilerini keşf etmeden, öğrenmeden ilim öğrenmesi, faydasız ilim olarak mütalaa edilmiştir. Aynı durumu, İlkçağ filozoflarından Sokrat ve Eflatun, inşa ettikleri felsefi tarzlarının temel rüknü ve usulü olarak ortaya koymuşlardır. Bundan dolayı Eflatun’un okulunun kapısında “kendini bil” özdeyişi yazılı bulunmaktaydı.

Konuya bu çerçevede bakıldığında, liberal kapitalist değerlere göre, erken yaşlarda başlatılan bir mesleki yönlendirme hiç de beklenen sağlıklı sonuçları vermediği gibi, vermeyecektir de. Ancak her nedense, erken yaşlarda yapılacak olan mesleki yönlendirme eğitimi, Türkiye’de muhafazakar ve liberal gruplarca savunulmaya devam etmektedir. Liberal gruplar kendi felsefelerine mütenasip bir görüşle davranıyorlar. Ancak muhafazakar ve dindar kesimlerin erken yaşlarda mesleki yönlendirmenin yapılmasını  savunmalarına anlam vermek zordur. Bu insanların kendi değerleri ile çelişmesinin tipik bir örneğini oluşturmaktadır.

Şimdi de konunun mevcut katsayı tartışması ile olan ilgisini kurmaya çalışalım. Üniversite giriş sınavlarındaki katsayı barajı, erken yaşlarda yapılan yönlendirmeye, insanları ömür boyu mahküm etme anlamına gelmektedir.  Çünkü meslek lisesine giden her öğrenci, zaman içinde başka bir alanda eğitim almaya kalkıştığında katsayı barajı ile doğrudan doğruya engellenmektedir.

Öte taraftan üniversite giriş sınavları, mesleki bilgi ve yeterlilikleri hiçbir zaman ölçmedi. Yeni düzenlemede de mesleki bilgi ve beceriler yine ölçülmeyecek. Ancak ortaöğretimin ilk ve ikinci yılından itibaren öğrenciler meslek liselerine, sayısal, dilsel ve sözel yeteneklere göre yönlendirilmektedirler. Meslek liselerine göre yapılan yönlendirmenin yukarıda belirtildiği gibi bir mantığı vardır. Ancak  meslek lisesi dışındaki liselerde, öğrencilerin sayısal ve sözel bilgi becerilerine göre yönlendirilmiş olmasının arkasında, hangi zeka kuramının olduğunu, tesbit etmek çok zordur. Sanırım bir teamül olarak devam etmektedir. Pratik uygulamaya baktığımızda, fen ve matematik derslerindeki konuları öğrenemeyenlerin tümü, bir şekilde sözel alana kaydırılmaktadır. Üniversite sınavlarındaki sonuçlara baktığımızda sayısal bölüm mezunlarının, sözel testlerde de sözel bölüm mezunlarından daha başarılı olduğu anlaşılmaktadır. O zaman şunu söylemek mümkündür: Sözel ve sayısal ayırımı gerçekçi bir ayırım değildir. Bu durum sözel testlerin, sözel yetenekleri tam olarak ölçmediğini de göstermektedir. Bu ayırımın pedegojik yönü hakkında anlaşılan ayrıntılı incelemelerin yapılması gerekiyor. Şimdilik ortaöğretimdeki yönlendirmenin “sayısal” ve “sözel” mantık çerçevesine oturtulmuş olmasının ciddi sorunları beraberinde çağrıştırdığını belirtelim.

Belirtildiği gibi, üniversiteye giriş sınavları, gerek tek aşamalı olsun, gerekse çift aşamalı olsun, fark etmiyor. Her ikiside sadece matematik, fen, sosyal ve türkçe derslerinden edinilen bilgi seviyesini, bilgi kullanma becerisini ve genel yeteneği ölçüyor. Fen ve matematik derslerinin içeriklerine göre hazırlanan testlerde bilgi ve zeka kabiliyeti ölçümleri yapılıyor. Çünkü, ilginç zeka oyunları ile ilgili becerileri ölçen çok sayıda soru öğrencilere sorulmaktadır. Şunu söyleyebiliriz, bu sınavlar öğrencilerin edindikleri bilgileri genel zeka yetenekleri çerçevesinde kullanabilme kapasitelerini ölçmektedir. Dolayısıyla sınavlarda katsayı uygulaması, sınavın içeriği ile zaten bağdaşmıyor. Çünkü sonuçta sınavlar genel yeteneği ölçmekte, kurgusal olarak zeka kabiliyetini ölçmektedir. Sınavda yüksek puan alan birisinin her türlü yüksek öğretim kurumunda okuyabileceği bu bağlamda ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Kat sayı uygulaması ile, meslek okulu mezunu öğrencilerinin başarılarının, okudukları okuldan dolayı gölgelenmesi, bu bakımdan pedagojik değildir. Kat sayı barajının varlığı, aynı zamanda liberal kapitalist çevrelerin erken yönlendirme ile ilgili beklentilerine göre, sistemde sürekli baraj oluşturma anlamına gelmektedir. İnsanlar erken yaşlarda yönlendirildikleri gibi kalsın, başka arayışlara girmesin denmek istenmektedir. Kat sayı barajının kaldırılmış olması, meslek seçme özgürlüğünün önünü kısmen de olsa açmış bulunmaktadır.

Tarikat ve Cemaat Liderlerine Açık Mektup

0

Mevlana (ks)’nın mesnevisinde rivayet edilen bir kıssada; bir gün bir avcı kuşların sıkça konup kalktıkları bir yere tuzak kurarak hepsini birden avlamak ister. Yere büyükçe bir ağ serer üzerini kuşların fark etmeyeceği kadar hafifçe toprakla kapatır. Toprağın üzerine de bol miktarda yem serper.

Kuşlar yemi, görünce hep birlikte oraya üşüşürler. Tuzaktan habersiz bayram havası içerisinde karınlarını doyurmaya çalışırlar.

Yedikçe debelenir debelendikçe de ayakları ağa dolanır karınlarını doyurunca tuzağa düştüklerini anlarlar.

Panik havası içerisinde her biri kurtulmak için can havliyle kanat çırpmaya başlar.

Tüm kuşların kendilerinden başkasını düşünmeyip münferit hareket etmeleri daha fazla yorulmalarına sebep olur.

Nihayet hepsi birlikte halsiz ve bitkin düşer çaresizlik içerisinde başlarına geleceği beklerler.

Bu esnada içlerinden güngörmüş avcıların (düşmanın) tuzaklarını iyi bilen tecrübeli bir kuş çıkar onlara şöyle seslenir:

“Ey kuşlar topluluğu beni dinleyin. Böyle ferdi hareket ettiğimiz müddetçe bu tuzaktan kurtulamayız. Eğer kurtulmak istiyorsak topluca hareket etmeliyiz. Topluca hareket etmeye var mısınız?” diye sorar. Kuşlarda hep birlikte evet cevabını verirler.

Lider kuş öyleyse beni dinleyin ben bir iki üç diyince hep beraber güneye doğru kanat çırpacağız tamam mı? der. Onlarda tamam cevabını verirler.

Öyleyse hadi bakalım bir iki üç diye komut verir. Kuşlar hep beraber istenilen yöne doğru uçmaya başlayınca tuzağı da kendileriyle beraber götürür. Güvenli bir tepeye konarlar. Orada gagaları ile ağı parçalayarak özgürlüklerine kavuşurlar.

Bu kıssadan çıkartmamız gereken üç tane önemli husus vardır.

1- Küçücük dünyevi menfaatler çoğu zaman insanları maddi ve manevi büyük sıkıntılara sokabilir. Akıllı, uyanık, dikkatli ve feraset sahibi olmak gerekir.

2- Zorluklar karşısında ferdi hareketler sadece zaman ve enerji kaybına sebep olur.

3- Sonuç almak için uyum içerisinde birlikte hareket etmek gerekir.

Şimdi asıl konumuza gelelim:

Tekke ve zaviyeler cumhuriyet döneminin ilk yıllarında kapatılmış olsa bile günümüzün gerçeğidir.

Günümüzde tarikat ve cemaat gerçeğini en iyi bilenler siyasilerdir.

Her seçim dönemi onların desteğini almak için ziyaretlerine gidilir, elleri öpülür, bir takım maddi vaatlerde bulunulur, hayır dualarıyla beraber oyları da istenir.

Yapılan vaatler tarikat-cemaat ya da sivil toplum örgütlerinin pazarlık güçleri birde oy potansiyelleri ile eşit orandandır.

Bu cemaatler ( ben cemaatlere karşı değilim, bilakis cemaatleşmenin bir ihtiyaç olduğuna inanan bir insanım.)

1-  Siyasete yön verir.
2-  Ticarete yön verir.
3-  Topluma yön verirler.

Ya da verme gücüne sahiptirler. Fakat çoğu bu güce sahip olduğunun farkında bile değildir.

Toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan her birinin binlerce, on binlerce hatta yüz binlerce mensubu ve seveni bulunan bu cemaatler ağda çırpınan kuşlar gibi sürekli münferit hareket ederler. Hep kendilerini ön plana çıkarmaya çalışırlar. Akıllarına topluca hareket etmek gelmez. Akıllarına gelse de işlerine gelmez.

Bu tarikat ve cemaat liderleri ile kanaat önderlerine sesleniyorum.

Mübarek ramazan ayı geliyor. Bir iftar sofrasında hepiniz bir araya gelseniz müsafaha yapsanız kucaklaşsanız bunu televizyonlarınız ve diğer televizyonlar canlı yayınlasa ana haber bültenlerinde yer alsa tepede başlayan birlik, sevgi ve güven dalga dalga aşağıya doğru yayılsa güçler birleşerek büyük bir güç olsa, oyuna gelinmese, tuzağa düşülmese, küçük maddi hesaplar peşinde koşulmasa, birlikte hareket edilse daha güzel olmaz mı?

Cemaat liderlerinin bir araya gelmesi Türkiye’nin her tarafında ki mensuplarının iftar sofralarında buluşmalarına sebep olur. Buda gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında büyük bir sinerji oluşturur.

Böylece böl, parçala, yut anlayışı da çöpe gitmiş olur.
Böyle bir organizasyonu siyasetten bağımsız yapmak daha doğru olur.
Başbakan ya da Cumhurbaşkanı’ndan bu organizasyonu beklemek 28 Şubat benzeri sıkıntılara sebep olabilir.
Yapılan iş doğru olsa bile fesat odaklarını da hesaba katmak gerekir.
Ülkemizde en fazla mensubu bulunan en büyük ve organize cemaat olan diyanet teşkilatı bu işte ilk adımı atabilir.

Diyanet işleri başkanının böyle hayırlı bir işe öncülük etmesinden daha güzel ne olabilir?
Bu ilk adım atıldı mı diğer adımlar onu izler.
Bakarsınız ki ikinci iftar daveti Mahmut Efendi (Hazretlerinden), üçüncüsü Menzil Cemaatinden ( Seydi Hazretlerinden ), dördüncüsü Fethullah Hoca Efendinin cemaatinden, beşinci Esat Coşan (Rahmetullahi aleyh) sonra milli görüş  ülkücü camia derken bu kartopu gibi yuvarlanarak büyür.

İllerde ve ilçelerde müftülüklerin aynı misyonu yerine getirme kapasitesine sahip oldukları kanaatindeyim. Yeter ki lüzumuna inanılsın ve istenilsin.

Bu kanaat önderleri en tepede kendi aralarında ( Cemaat içi değil ) cemaatler arası bir şura oluşturup dönüşümlü başkanlık sistemine geçebilir, organize hareket edebilirler. Bu hayal değil istenirse gayet güzelde gerçekleşebilir.

İşte o zaman
Siyasete yön verebilirler
Ticarete yön verebilirler
Topluma yön verebilirler ve en önemlisi de şer güçleri hizaya getirebilirler.

İşte o zaman bir holding patronu çıkıp milletin inancına, değerlerine dil uzatamaz.
Ekonomik boykot denilen olayın kendi, sonu olacağını gayet iyi bilir.
Bir medya patronu çıkıp da bir hanımın türbanına ne dil uzatma ne de el uzatma cesaretini gösteremez.

Böyle olunca ramazan hayırlara vesile olur, bayramlarda acı ve gözyaşlarından uzak gerçek manada bayram olur.

Böylece ülke içi, cemaatler arası C 8 ( birlik-dayanışma ) gerçekleşir. Bu İslam dünyası içinde bir model olur. Diğer Müslüman ülkelerde de C 8 ler gerçekleşmeye başlar. Cemaatlerin gerçekleştirmiş olduğu bu C 8 ler sonunda devletlerarası D 8 lere dönüşür. İşte o zaman inanı ve inanmayanı ile tüm insanlık huzur bulur.

Aksi halde Doğu Türkistan, Afganistan, Irak, Filistin vb.leri içimizde kanayan yara olmaya devam ederler.

Ey tarikat ve cemaat liderleri ve de kanaat önderleri aranızdaki küçük hesapları bir kenara bırakın silkinin ve kendinize gelin.
Siz dünyaya adalet ve medeniyet götürmüş bir neslin torunlarısınız.
Unutmayınız ki misyonunuz da vebalinizde çok büyüktür.
Gerçek bayramlarda ve aydınlık yarınlarda buluşmak dileğiyle.

Gayret ve dualarımız bu yönde olsun.

Kürt Açılımı Oyunu

Dünyanın hiçbir ciddi devletinde olmayan maskaralıklar Türkiye’de görülüyor. TÜSİAD, DTP’ni ziyaret ediyor ve görüşüyor. DTP, malum bir parti… Beyan ve eylemleri ortada… İspanya veya İngiltere’de TÜSİAD benzeri bir kuruluş benzer görüşmeyi terör örgütünü destekleyenlerle yapabilir mi? İspanya’da terör örgütünün cinayetlerine karşı yüz binler yürüyor ve tepki gösteriyor. Türkiye’de ise; bu hassasiyet yok edilmeye çalışılıyor. Neredeyse terör örgütünün taleplerine karşı çıkmak, adeta demokrasiye karşı olmak gibi… Terör örgütünün talepleri hiç önemli değil. Hele bir silâhı bıraksınlar; iktidardakiler neredeyse hepsini kabul edecekler. Terör örgütü ve DTP bütün Kürtlerin temsilcisi hiç değil. Aksi, önemli bir stratejik hatadır. Bunun ihanet mi yoksa gaflet mi olduğuna tarih karar verecektir.

Kürt asıllı vatandaşlarımız üzerinde yaklaşık yirmi senedir birçok araştırmalar yapılıyor. Bunların hiçbiri PKK’nın, DTP’nin ve ülkesi ile kavgalı bazı sözde aydınların istekleriyle örtüşmüyor. Kürtler adına hareket edenler, ferdi hak ve hürriyetlerin değil; kollektif hakların peşindeler. Türkiye’de açık olarak ayrı millet, ayrı egemenlik, önce özerklik daha sonra da Kuzey Kürdistan arayışı var.

Kültürel haklar artık çoktan geride kaldı. Aslında, AB’ne uyum yasalarıyla birçok haklar tanındı; ama sorun Kürtçe değil; ülkenin bütünlüğü. İmtiyazlı dini azınlık yaratmak asıl amaç. Pozitif ayrımcılık yoluyla Anayasanın 10. Maddesindeki eşitlik bozulmak isteniyor.

Kürt sorunu değil; Kürtçülük sorunu var. Irkçı etnik harekete Kürt çoğunluğuna rağmen sıcak bakmak ve muhatap almak, teröre açık destektir. Asıl hata buradadır. İktidar, Türkiye’yi etnik özürlü bir toplum olarak görmekten vazgeçmelidir. Terör örgütü ile demokrasi arasında hiçbir bağ kurulamaz. Demokratik açılım açık bir çelişkidir.

AİHM, İspanya’da terör örgütünün siyasi kolu BATASUNA Partisinin kapatılmasını doğru bularak teröre özgürlük ve demokratik haklar tanınamayacağını ilân ederken; bizde tersi yapılıyor ve açılımdan bahsediliyor.

İngiliz gazetesi Guardian doğru tespitte bulunmuş : “Mustafa Kemal’in en önemli mirası tasfiye ediliyor” diyor. Dün bu işi yapanlar, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gurzon ve benzerleri idi. Lozan görüşmelerini kurnazca Sevr ortamına çevirmeye uğraşıyorlardı. Müslüman azınlık talep ediyorlardı. Şimdi ise; bu görevi yerli işbirlikçiler üstlenmiş. İnsanlarımızı ayrıştırmaya, birbirine ötekileştirmeye çalışıyorlar. Türk kimliği ve Türk Milletine karşı açık bir savaş var. Yetkili olanlar seyrediyor. Ermeni açılımı fiyaskosundan sonra şimdi de Sam Amca’nın Kürt açılımı projesi.

Milli iradeye dayandıklarını sık sık dile getirenler, önce Milli Mücadele’yi gerçekleştiren, milli devletimizi kuran milli iradeye saygılı olsunlar. Anadolu’da bir dönemin işgal güçlerinin konumuna düşmesinler. Yakın tarihi iyi öğrenelim ki; tarih tekerrür etmesin. Kısaca; kendi kalemize gol atmayalım. 29 Nisan 1920’de “Hıyanet-i Vataniye Kanunu” kabul edilmişti. Yakın bir geçmişte bu yasa acaba neden kaldırıldı?

Açıklanmasına rağmen; TRT’den, MHP dışında herkes tarafından destekleniyor diye gösterilen Kürt açılımı ile PKK neden pes etsin? İstekleri silâhsız gerçekleşebilecek.

MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin haklı ve yerinde tepkisi, Sayın Başbakana hakaret diye takdim ediliyor. Üstelik şaibeli bir İçişleri eski Bakanı tarafından. Demek ki; parti devletinde herkes sindirilmeli ve susturulmalıdır.

İktidarın bir polis eğitim kurumunu kullanarak açılımı topluma kabul ettirme zorlaması, şehit polislere hakarettir. Tek yönlü Cumhuriyet ve Devlet karşıtı olanlar bu toplantıya çağrılmış. Aynen Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenip daha sonra Bilgi Üniversitesi’ne alınan malum Ermeni Konferansı gibi… Sözde dost ve müttefik ülkelere doktora için gönderilmiş, şaibeli tezlerle ünvan almış bir cemaatçi kadro işbaşındadır. Bu demokrasi ve açılım talepleri Lozan’ın tasfiyesidir.