17.4 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 20, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1253

Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı

“Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabını yedi sene kadar önce okudum. Hayatım boyunca okuduğum kitaplar arasında belki de beni en çok etkileyen ve iz bırakan kitap oldu. “Kişisel, mesleki ve ailevi sorunların çözümünde ilke merkezli bir yaklaşım benimseyen” Stephen R. Covey’in yazdığı bu kitap, dünyada 15 milyondan fazla satan tam bir başvuru kaynağıdır.

Bu yedi yıl boyunca kitapta anlatılan çok şeyi belki uygulamadım (misyon bildirimi yazmak, yazılı haftalık planlar yapmak gibi). Ama gerek iş hayatımda ve gerekse özel yaşantımda ilişkilerimi ve işlerimi yönetmemde zihnimin arka planına yerleşmiş “7 Alışkanlık” kavramlarının sihirli tesirini yaşadım. Bu kavramlar, tıpkı bilgisayarımdaki Windows işletim sistemi gibi, görünürde kendisini fark ettirmeden bütün davranışlarımı yöneten bir işleve sahip oldular.

Kitapta anlatılan çeşitli kavramları ve verilen örnekleri çok sayıda arkadaş, dost ve akrabamla paylaştım. İlişkilerde yaşanan sıkıntıları kavramak ve çözüm üretmek konusunda, kitabın kazandırdığı beceriler sayesinde, hem kendi ilişkilerime ve hem de yakınlarımın ilişkilerine güzellikler katabilmenin huzur ve mutluluğunu yaşadım.

Covey, konuları sade, kolay anlaşılabilir kavram, şekil ve örneklerle anlatıyor. Mesela “2. Kare Alışkanlığı” kavramını öğrendiğimiz zaman günlük yaşantımızda önemsiz işlere ayırdığımız zamanın azaltılması ihtiyacını hissediyorsunuz. Acil ve önemli işlere ayırdığımız zamanın çokluğunun, bizim etkili insan olmamızı sağlayan, acil olmayan ancak önemli işleri yapmamıza mani olduğunu fark ediyorsunuz. Böylece ilişkilerimizi iyileştirmek ve kendimizi geliştirmek için ayırmamız gereken zamanı planlamamız kolaylaşıyor. Bu kavramları sembolleştirdiği “büyük taşlar” filmini, kitap ekinde verilen CD’de izleyince, artık bu kavramı unutmanız mümkün olmuyor.

“Önce anlamaya çalış, sonra anlaşılmaya” diye özetlediği alışkanlığı edinebilmeniz için, “duygusal banka hesabı” kavramını kullanıyor. Bu kavram ilişkilerinizin gerçekten daha çok anlam kazanması ve derinleşmesi yönünde edinmeye başladığınız alışkanlığın, sizde yerleşmesine ve karakterinizin bir parçası haline gelmesine yardımcı oluyor.

İsterseniz kaderin bir cilvesi deyin, bu kitabı okuduktan 7 yıl sonra, çalışmakta olduğum şirketim, yönetim kademelerindeki personeline “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” konulu 3 günlük eğitim organize etti. Ben de bu heyecan verici programa katıldıktan sonra, duygularımı paylaşmak için bu satırları yazmaya karar verdim.

İnsanların iş hayatını ayrı, özel hayatını ayrı değerlendirmek pek mümkün olmasa gerek. Çünkü insan bir bütündür ve hayatta oynadığı rollere göre (ebeveyn, yönetici, taraftar, sosyal organizasyon üyeliği vb) farklı karakterler yansıtmaya çalışsa bile bu çabanın başarılı olması pek mümkün değildir.

Kitapta Covey’in anlattıklarından özet olarak benim anladığım, “etkili olmak” için eskilerin tabiriyle “insan-ı kâmil olmak” yeni ifadesiyle “olgun insan olmak” gerekli. Covey, diğer birçok yazarın yaptığı gibi geçici başarılar için taktik vermiyor. Kalıcı bir etkililik için, saygı duyulan bir insan karakteri inşa etmemizin yollarını, bir model bütünlüğü içinde anlatıyor.

Anlatılanlar, kapitalist dünyanın didişmesi içinde, daha fazla pay kapma ihtirasını körükleyen şarlatanca tavsiyeler verenlere hiç benzemiyor. Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Şeyh Edebali gibi büyük Türk ve İslam düşünürlerinin tavsiyeleri ile Covey’in anlattıkları bire bir örtüşüyor. Çünkü hepsi de iyi, güzel, doğru gibi evrensel ve değişmez ilkeleri esas alıyor.

Çocukları ile iletişim problemi yaşayan anne babalara, iş yerimde daha huzurlu ve verimli bir ortam istiyorum diyen tüm çalışanlara, eşimle yaşadığım sıkıntılara çare arıyorum diyenlere, kısacası hayatımda daha çok huzur, daha çok mutluluk ve daha çok kişisel başarı istiyorum diyen herkese tavsiye ediyorum. Lütfen kendinize zaman ayırın, kişisel gelişiminize yatırım yapın. Çünkü “elde ettiğiniz sonuçlar, sizin seçimlerinizin eseridir.”

Terör ve İstikrar

AKP iktidarının başarısızlıklarının başında, terörle mücadele gelmektedir. AKP, Cumhurbaşkanlığı seçiminde toplumu germiş; konuyu sanki parti içi bir mesele gibi düşünmüş; fırsat çıkmışken bir makamı daha ele geçirme kurnazlığını göstermiş ve uzlaşmamıştır. Sadece belirli isimlerde ısrar etmiştir. Bazı beyanlarına rağmen; Türkiye’yi Türkiye yapan temel değerlerde samimi değildir. Liyakati ve ihtisasa saygıyı esas almadan topluma kapalı bir kadrolaşma izlemiştir. Zihinleri bulanık olduğundan milli kimliği içine sindirememiş; Türklüğü basit bir etnik grup gibi görerek etnik ayrımcılığı ve düşmanlığı körüklemiş; insanları birbirine ötekileştirmiştir. Hayali bir AB üyeliği yolunda milli dava ve menfaat tanımamış; her türlü tavize açık olmuştur.

Terör konusunda 4,5 senedir gelinen nokta, üzüntü vericidir. Terörle Mücadele Kanunu’nun içi boşaltılmış; güvenlik güçlerinin yetkileri sınırlandırılmış ve Şemdinli örneğinde olduğu gibi yanlış beyanlarla terör örgütünün sırtı okşanmıştır. Asker rakip gibi görüldüğünden terörle mücadelede kararlılık zedelenmiş; tek seslilik ortadan kalkmıştır. Daha fazla demokrasi ile terörün ortadan kaldırılacağı yanlışına düşülmüştür. Oysa, terör örgütünün hedefi ne bölge kalkınmasıdır; ne de insan hakları ve daha fazla demokrasidir. Hedef; siyasi konjonktüre uygun olarak dıştan da desteklenen ayrı bir milletleşme ve egemenlik talebidir. Türkiye, İspanya’da Başbakan Zapatero’nun yanlışına özenmiştir. Ancak, İspanya Başbakanı milletinden özür dilemek zorunda kalmıştır.

Terör örgütü bir suç örgütüdür; hukuk devletinde sadece yargılanır. Dış telkinlerle siyasete davet edilmez. Sistemin içine çekilerek, siyasileştirilerek sistem sulandırılmaz. Demokrasi ve insan hakları da; üniter, milli devletten vazgeçmek, egemenliği birileriyle paylaşmak ve teröre özgürlük hakkı değildir. Demokrasi de, sulandırılmamalıdır. Teröriste Fehmi Koru ve bazı yazarlar gibi “gerilla” denmez. “Aman teröre karışma, biz sana temsil hakkı-tanınma sağlayalım” anlayışı, terörle kol kola olmaktır.

Dün sınıf çatışmasını ve sosyalizmi savunan bazıları, bugün küreselciliğin ve teslimiyetçiliğin gerektirdiği milli devletle olan kavgaları dolayısıyla etnik, dini ve kültürel farkları bayrak yapmaktadırlar. Onlara göre, insanlar durdukları yerde silahlı isyancı ya da terörist olamazlar; mutlaka çözülememiş sorunlar bulunabilir. Bu ortamda Türkiye Cumhuriyeti’ne acaba gönülden bağlanmayı engelleyen neler var? Kim kimi dışlıyor? Demokrasi ve hukuk devleti içinde sorunların tartışılmasının ve çözümünün önünde hangi engeller var? Hangi dert ve sıkıntılar zorla bastırılıyor? Etnik ırkçılık ve ayrı bir egemenlik hakkı demokratik bir hak mı? Böyle bir talebe hangi ciddi devlet olumlu bakabilir?

Teröre gerçekleri dışlayarak yaklaşanlar, İspanya gerçeğinden ders almalıdırlar. Geçenlerde yapılan yerel seçimlerde Bask Bölgesi’nin bağımsızlığı için silahlı mücadele veren ETA Örgütü’nün yasa dışı ilân edilen siyasi kanadı Batasuna’nın uzantısı olan partinin desteklediği adayların seçime girmesi yasaklandı.

Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti içinde değişen şartlara göre milli varlığını koruması Dünyadan kopma ve statükoculuk mu? Türkiye’nin içine kapanması mı? Teslimiyetçiler için “evet”. O takdirde; sömürge olma veya soyulma arzusu ile dolu ülkeler hariç; Dünyanın büyük çoğunluğu statükocu ve sözde değişime karşı… Siz yasalar içinde Türklüğe ve Türkiye’yi Türkiye yapan bütün değer ve kurumlara dış destekli saldırıya geçeceksiniz; ondan sonra karşınıza ulusalcı, milliyetçi ve cumhuriyetçi bir milli dalgakıran geçti diye maalesef hedefinden saptırılmış Cumhuriyet mitinglerinden rahatsız olacaksınız. İstikrar bozuluyormuş. Sürekli öne çıkarılan istikrar teslimiyet mi? Yoksa milli hassasiyet eksikliği mi?

Genel seçimlere giderken gerek AKP gerek CHP, asıl gündem maddemiz olmayan laik-antilaik çatışmalarının öne çıkmasından medet umuyorlar. Zaten son bazı Cumhuriyet mitinglerinin amacından saptırılmasının sebebi de budur.

Askeri müdahaleler bir çözüm değildir. 27 Mayıs’ı artı ve eksileriyle tartışmak farklı bir şeydir; 47 yıl sonra 27 Mayıs üzerinden TSK düşmanlığı yapmak ise, yine farklı bir şeydir. Halk egemenliğini ve istikrarı dillerinden düşürmeyenler, toplumu eski kamplaştırmalara itmemelidirler.

Akça Koca Gazi’yi ne kadar tanıyoruz?

Kocaeli’nde yerel tarih çalışmaları sınırlı bir şekilde gerçekleştirilmekte, bilhassa Osmanlı ve Selçuklu dönemi ile ilgili çalışmalar göz ardı edilirken, daha çok Antik çağ, Yunan, Helen ve Nicomedia dönemi Kocaeli tarihi araştırmalarına ağırlık verilmektedir.

Geçtiğimiz günlerde Kocaeli Yörükler Derneğimizin Sabancı Kültür Merkezinde düzenlediği, “Kocaeli Fatihi Akça Koca Gazi” panelinde Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Çetin Bey “Osmanlı’nın kuruluşunda Kocaeli’nin yeri ve rolü” başlıklı tebliğini sunarken, Sakarya Üniversitesi Öğretim Görevlisi Adem Arı Hocamızda “Kocaeli Fatihi Akça Koca Bey” tebliğini sundu. Oturum Başkanlığı ve değerlendirmesi de tarafımdan gerçekleştirildi.

Programın birinci bölümünde Yörükler Derneği çalışmalarına katkıları sebebi ile Kocaeli Vali Yardımcısı Celalettin Özdal, Bekirpaşa Belediye Başkanı Abdullah Köktürk, Gölcük Belediye Başkanı Mehmet Ellibeş, Dilovası Belediye Başkanı Musa Kahraman, Kandıra Belediye Başkanı Mustafa Öğren, Suadiye Belediye Başkanı Şükrü Karabalık, Kuruçeşme Belediye Başkanı Ali Kahraman, Cemalettin Yaman ve Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar’a teşekkür belgeleri takdim edildi ve keyfiye takıldı.

Paneli tertipleyen, Oturum Başkanı olarak da katkıda bulunmamı sağlayan Kocaeli Yörükler Derneği Başkanı Mahmut Budak, Türk Boyları Konfederasyonu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Özer Bey’e ve panel için yardımlarını esirgemeyen Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar’a en kalbi şükranlarımı sunuyorum.

Bu gün Akça Koca Gazi’yi ne kadar tanıyoruz?

Kocaeli isminin Akça Koca Gazi Bey’in saygı değer hatırasına verildiğini kaçımız biliyor? İzmit’te Akçakoca mahallesine gittiğimizde hangimiz bu mahalleye ismini veren şahsiyet kimdir diye soruyor? Akçakoca Cami’inde bir vakit namaz kılan kaç kişi bu cami’nin isminin nereden geldiğini merak ediyor?

Kandıra Baba Tepesine ailenizle bir gün gittiğiniz de, çocuğunuzun burada metfun bulunan zat kimdir? Sorusuna kaç ebeveyn doğru ve yeterli cevap verebiliyor?

En önemli soru ise; şanlı Osmanlı Devletinin kuruluşunda vazife alan Akça Koca Gazi ve Karamürsel Bey gibi kaç tarihi şahsiyetle Kocaeli’nde birlikte yaşıyoruz?

Panelimizde bu ve benzeri soruların cevabını aradık. Prof. Dr. Atilla Çetin Hoca Osmanlı’nın Kocaeli’ni yurt edinirken adalet ve hoşgörüyü daima ön planda tuttuğunu, Adem Arı Hoca ise Kocaeli’nin fethinin İstanbul’a yapılacak olan seferlere öncülük ettiğini vurguladı.

Bu panelde konuşulanların mutlaka daha geniş çaplı ilmi zeminlere taşınması gerekiyor. Kocaeli’nde yaşayan yerel tarih araştırmacılarının bu konferanslara rağbet etmesi ve toplumsal bilincin oluşması gerekiyor.

Gelecek nesillere Kocaeli ve yöresinin fatihi Akça Koca Gazi’yi anlatmak, öğretmek durumundayız.

Bunun için de başta Vilayet, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Kocaeli Üniversitesi, Kültür Müdürlüğü ve sivil toplum örgütlerine çok büyük görev düşmekte, bu çalışmaları zaman kaybetmeksizin maddi ve manevi manada desteklemeleri gerekmektedir.

İlk olarak; Akça Koca Bey anısına Söğüt’teki Ertuğrul Gazi’yi anma şölenleri gibi geniş çaplı programlar yapılabilir.

Kandıra Baba Tepe’sinde her yıl düzenlenen anma günü daha geniş bir şekilde bütün Kocaeli’ni kapsayan bir hale getirilebilir.

Bu sayede Kocaeli’nin tanıtımı da gerçekleşebilir. Kocaeli kent kültürünün oluşmasına katkı da sağlanabilir. Gelecek nesillerin milli ve manevi değerlerini tanıması açısından da faydalı olacağı kesindir.

Bu güzel bölgeyi Kocaeli’mize, Türk-İslam medeniyetine armağan bırakan bu yüce gazilere ve Fatihlere sonsuz saygılarımı sunuyorum. Onların açtığı yolun bizim geleceğimizi aydınlatmada en büyük rehber olacağına inanıyorum…

Bir Seçim Analizi

22 Temmuz seçimlerine DYP ve ANAP birleşerek tek parti haline gelmiş olarak Demokrat Parti adı ile giriyor. CHP ile DSP de seçim işbirliği yaparak CHP çatısı altında giriyor. DTP ise ülke barajını aşamayacağı için seçime girmiyor. Bu parti, %10’luk ülke barajından dolaylı olarak kurtulabilmek için -oylarının belli bölgelerde kümelenmiş olmasını değerlendirerek- bağımsız adaylarla seçimlere girecek ve seçimlerden sonra TBMM’de grup kurmaya çalışacak.

Seçimlerde vatandaşın oyunu en çok etkileyen faktörlerin, geleneksel partililerin mensubiyet duygusu ve daha sonra parti başkanlarının liderlik vasıfları ve karakterleri ve en son da adayların nitelikleri olduğu kanaatindeyim. Bunların dışında içeride veya dışarıda olan büyük olayların etkisini de dikkate almak gerekir. (Öcalan’ın yakalanması, ekonomik kriz veya bir savaş ihtimali gibi.)

Dört siyasi eğilimin her birinin sadece kendi geleneksel oy tabanına dayanması durumunda alabilecekleri en yüksek oy oranları %15–20 mertebesini geçmeyecektir. Sadece geleneksel oy tabanına dayanan partiler, tabanlarını tam olarak kendilerine çekmeyi başarsa bile tek başına iktidar olmaya yetecek oy oranına ulaşamayacaklarının farkında olmalıdır.

2001 seçimlerinde, yaşanmış olan ekonomik krizlerin de etkisiyle, AKP geleneksel milli görüş tabanı dışında diğer üç eğilimden oy alabilmişti. Hiç hesaplanmamış Genç Parti oyları da bu üç eğilimden kopartılmıştı.

Bu bakımdan partilerin, diğer eğilimlerdeki vatandaşlarımızın oylarında gözü olmak zorunda. Partiler geleneksel oy tabanlarında yer alan vatandaşlarımızın tamamının oylarını almaya çalışırken kendilerine en yakın eğilimlerden de oy almanın çalışmasını yapacaklardır. Ancak bunun yolu herhalde parti vitrinlerine konan artistler ve sporculardan ibaret olmasa gerektir.

Seçimlerin sonucunu tahmin etmeye çalışırken ilk olarak AKP’nin diğer eğilimlerden almış olduğu ödünç oyları ne kadar içselleştirebildi, kalıcı bir mensubiyet duygusu aşılayabildi mi sorusuna cevap vermemiz gerekiyor. Son gelişmeler milliyetçi ve sosyal demokrat kitlelerden alınan ödünç oyların AKP’de kalması ihtimalini çok azaltmıştır. Orta sağdan alınan ödünç oyların AKP’de kalıp kalmaması ise Demokrat Parti ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin bir cazibe merkezi oluşturma kabiliyetine bağlıdır.

AKP’nin asli tabanının çok fazla Saadet Partisi’ne kayması beklenmiyor. Çünkü Türk seçmeni genel olarak aynı eğilimdeki büyük partiyi tercih etmektedir. Ancak “milli görüş gömleğini çıkardığını” söyleyen AKP’nin politikalarının gerçekten “milli görüş”e inanan kitlelerden bir kısmını rencide ettiği, onların SP’ye tekrar dönebileceği söylenebilir.

Genç Parti’ye kaymış olan oyların tekrar eski eğilimlerine ne ölçüde döneceği ise bu seçimlerin belki de cevaplanması en zor sorusu. Çünkü çoğunlukla varoşlardan, ümitleri tükenmiş kitlelerden alınan bu oyların, AKP’ye kayması pek söz konusu olmayacak gibi görünmesine rağmen, DP ve MHP’nin de bu kitleler için yeni bir ümit yaratabilmiş olduğunu söylemek zor.

Bu aşamada “parti liderlerinin” seçim sonucuna etkisini incelemek gerekir. Önce gerçek anlamda bir lider tarifini hatırlayalım: “Yöneticilik işleri doğru yapmaktır. Liderlik ise doğru işi yapmaktır.” (Peter Druker)

Bu tanıma göre İstanbul’dan Ankara’ya gitmeyi hedefleyen ve bu hedefe altı saatte ulaşmayı planlayan bir ekibi, İzmir’e beş saatte götüren kişi, daha uzun mesafeye daha kısa zamanda ulaştırdığı için iyi bir yönetici olarak tanımlanabilir. Fakat gidilecek yere değil, başka bir şehre götürdüğü için kötü bir lider örneği olarak gösterebiliriz.

Bu durumda özelleştirmelerin süratle bitirilmesini başarılı bir yöneticilik olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bütün kritik şirketlerin yabancıların kontrolüne geçmesi başarılı bir liderlik olarak kabul edilmeyebilir. Ekonominin her yıl yüzde beş ile yedi arası büyümesi de başarılı bir yöneticiliktir. Ancak bu büyümenin nimetini geniş halk kitlelerinin değil, çoğunluğunu yabancıların teşkil ettiği büyük sermayenin faydalanması kötü bir liderlik sayılabilir.

Mevcut parti başkanlarının gerçekten liderlik vasfı taşıyıp taşımadığı kanaati ve şahsi menfaatini milli menfaatlerin üstünde tutup tutmadığına dair karakter algılaması, yüzergezer oy olarak nitelendirilebilecek %40 civarındaki seçmen kitlesinin dörtte üçünün oyunu belirleyecektir. Bir başka deyişle AKP’nin ödünç oylarını teşkil eden kitle Sn. Erdoğan’ı başarılı bir yönetici olarak görse bile, yapılması gerekenleri değil, yanlış işleri yapan kötü bir lider olarak değerlendirirse bu partiyi terk edebilir.

Toplam oyun geride kalan %10’u kadarının ise adayların özelliklerinden etkileneceğini düşünüyorum.

Karışmışlık Üzerine

İslâm’a ve Peygamberimize hakaret edip bir köy papazı gibi tahrikler yapan Papa’nın Türkiye’yi ziyareti ilgi çekiciydi. Yöneticiler Papa’ya gösterilecek haklı tepkiyi en aza indirebilmek ve hatta ortadan kaldırabilmek için her türlü işgüzarlığı yaptılar. Vatandaşın haklı tepkisini engellemeye çalıştılar.

Hepimiz biliyoruz ki; Papa Türkiye’ye gelmedi. Papa, hayalinde Konstantinapol olarak kabul ettiği İstanbul’a geldi. Patrikhaneyi ekümenikliğe taşımak istedi. Katoliklerin bir dönem Bizans’tan çaldıkları altınları ve götürdükleri ölü aziz kemikleri için Ortodokslardan hem özür diledi; hem de Katolik-Ortodoks ittifakını sağladı. Bunun için belirli bir ayin bile yapıldı. Patrik’le beraber yayınladıkları ortak açıklamada Avrupa’nın Hıristiyan kimliğinin korunması gerektiğinden bahsetmiş olmalarına rağmen; bazıları Papa’yı AB yolunda Türkiye taraftarı olarak gösterdi. İşin en ilgi çekici yanı; ortak açıklama yapıldığı toplantıya Türk gazetecilerin alınmaması ve toplantı metninin birçok dilde yayınlanmasına rağmen; Türkçe yayınının olmamasıydı. Bu, Türkiye’de yaşayan her Türk’e bir tokattı. Bunu başta Papasever bazı yayın organları olmak üzere birçok kişi yuttu veya görmemezlikten geldi. Bu arada gizli din taşıyanlar da teşhis edildi. Birçok hacının çıktı gönlündeki “haçı”…

Anadolu toprakları birçok açıdan Hıristiyanlar için kutsaldır. Hıristiyan âlemi Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslâmlaşmasını bir türlü içlerine sindirememişlerdir. Bundan dolayı kutsal sayılan bazı şehirlerimizde yabancılar büyük oranda mülk satın almışlardır. Anadolu’nun mozaik olduğu ve bir karışmışlık (amalgamation) yaşadığı iddialarının altında da Anadolu’ya vurulan Türk ve İslâm mührünün kazınması amacı yatmaktadır. AB’nin Diyaneti suçlayarak misyoner faaliyetlere karşı sert davranıldığı iddiasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Türk kültür ve medeniyetini dışlayarak Anadolu’da farklı kültür sentezleri arayanların bir iddiasıdır karışmışlık… Karışmışlık, iki veya daha fazla kültürün bir başka isim ve kimlik altında birleşmesi, onlardan farklı bir kimlikle ortaya çıkmasıdır. Meselâ Meksika; İspanyol ve yerli Amerikan kültürlerinin farklı bir sentezidir. Bu karışmışlık ve sentez artık ne İspanyol, ne de yerli Amerikan kültürüdür. Tamamen yeni bir oluşumdur. Türk kültür ve medeniyetini Orta Asya bağından koparıp sadece Anadolu ile sınırlamaya çalışanların amacı; Anadolu coğrafyasında Türk kültürünü hâkim kültür olmaktan uzaklaştırmak ve Türk’ü etnik gruplardan sadece biri gibi görmeye çalışmak ve bu seviyeye indirmektir.

Oysa, Anadolu’da Müslüman ve Hıristiyanlar zannedildiği gibi karışmamış; nüfus sayımlarında “müslim” ve “gayrimüslim” ayrımı yapılmıştır. İhtida eden yani Müslümanlığı kabul eden nüfus ise; zannedildiğinden daha azdır ve herhalde en azından Anadolu’ya 1071’den önce ve sonra gelen, hem göçebe, hem de yerleşik özelliklere sahip Türk nüfusun yarısı bile değildir. Hıristiyan nüfus içinde Türklerin de bulunduğunu hesaba katarsak; bu tahminler ve yakıştırmalar daha da zor duruma düşer. İhtida edip Müslümanlığı seçip dolayısıyla Türk kimliğini kabul etmiş insanlara dün de bugün de “Sen Türk değilsin” denmemektedir.

Türklerin Anadolu’ya yerleşmesi 1071’den daha öncedir. Ancak, 1071 kabul edilse bile; Pontus’un ortadan kalkışı 1464’tür. 1924 yılında Yunanistan ile nüfus mübadelesine gidilmiş; karışmamış Rumlarla Yunanistan’daki Müslüman Türk nüfus mübadele edilmiştir. Gelenlere Marmara ve Ege bölgelerinde toprak verilmiş ve çeşitli imkânlar sağlanmıştır. Eğer bir karışmışlık söz konusu olsaydı; en azından diğer örneklerde olduğu gibi bu mübadeleye ihtiyaç kalmazdı.

Karışmışlıktan bahsedip Türklüğü laboratuar kayıtlarına alıp çeşitli tahlillerle Türk olmayan Türkleri keşfetmeye çalışanların, ortaya çıkan kültürel süreci içlerine sindiremeyenlerin, ilkel etniklikten medet ummaları, biyolojik gerekçelere tutunmaları bir çelişki değil midir?

İnsanı kutsallaştırıp mensup olduğu millet ve devleti ona rakip gibi gören ve dışarıdan fonlanan TESEV gibi kuruluşlar da Türk kimliği ile uğraşmakta; milli direnci ve vatandaşlık duygusunu köreltmeye çalışmaktadırlar. Nitekim, yapılan bir araştırmada işgal güçlerine karşı haklı sayılması gereken milli direniş, “intihar saldırısı” olarak kabul edilmekte ve buna uygun sorular sorulmaktadır. Ayrıca, “laikler” ayrı bir mezhep veya etniklik gibi düşünülüp mukayeseler yapılmaktadır.

“Hakimiyet” Kimin?

“Sınırlar Arasında” programının son konusu Danimarka idi. Sayın Banu Avar Kopenhag’da işlemeyen Kopenhag Kriterleri’ni ele aldı ve yabancılara, azınlıklara, özürlülere uygulanan insanlık dışı muameleler üzerinde durdu. Sözde özgür Danimarka’nın Grönland Adası üzerinde uyguladığı işlemler ve Eskimolara uygulanan ırkçı muameleler programda yer aldı. Diğer bazı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Danimarka’da da anadil eğitiminin kaldırıldığını görüyoruz. Herhalde bunun sebebi; sözde özgürlükçü, farklı kültürlere saygılı olmanın bir gereğidir! Peki, bizim bazı insan hakları savunucularımız acaba nerede? Onlar sadece kendi ülkeleriyle uğraşırlar ve sahiplerine yaranmaya çalışırlar.

Bu yazımızda sizlerle bir başka konuyu ele almak istiyorum. Bilhassa son yıllarda aydın ve seçkin olmanın gerektirdiği beşeri sermaye birikiminin aşındığı ve kalite kaybının olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Ünvanlı insanlarımız oldukça çoğaldı; ama bunu hak eden insan sayısı azaldı. Dışarıda ünvanlarını kullanmaktan asıl işinde verimli olamayan aydınımız çok…

Ara ara gündeme gelen bir kavram var: “Hakimiyet” Daha doğrusu hakimiyetin nerede aranacağı… Bazı siyasilerin ve aydınların “Hakimiyet Allah’ındır” ifadesini maksatlı anlayarak milliyetçilik ve rejim aleyhine bir hava estirdikleri görülmektedir. Sanki bizler “Hakimiyet Allah’ın mı yoksa milletin mi?” tercihlerinden birini seçmeye mecbur bırakılıyoruz. Bu saptırma ve yanlış yönlendirme dini kutsalların ne ölçüde istismar edildiğini ve onlara saygısızlık yapıldığını gösteren bir örnektir.

Rahmetli Hocam Prof. Dr. Amiran Kurtkan Bilgiseven’in ifadesiyle “Hakimiyet bir milletin Allah’ın çizdiği adalet esaslarına uyarak veya uymayarak bir milli politika takip etmek suretiyle kendi kaderini iyi veya kötü yönlerden birine sevk etme kudretidir” (Bilgiseven, A. K., “Hakimiyeti Nerede Arayacağız?”, Orta Doğu, 21.01.1993) Hakimiyet tabii ki Allah’ındır; ancak, en kâmil varlık olan insan yaratanın verdiği aklı ve cüz’i (kısmî, parça) iradeyi kullanarak durumunu ve geleceğini tayin edebilir. İyi veya kötü yollardan birini seçme iradesi cüz’i iradedir. Bunu yanlış kullanan külli (bütüncü) iradeyi suçlayamaz. Külli iradeye ve kadere bağlı ve teslim olmakla birlikte; aklımızı kullanmak ve ilimden istifade etmek durumundayız. Beşinci kattan atlama akılsızlığını ve bilgisizliğini gösteren bir kimseyi Allah korumaz. Kadere bağlılık, teslimiyet konusunda bazı Hıristiyan mezheplerin içine düştüğü yanlışa kapılmayalım. Bu gibi farklar İslâm’ı en son, en mütekâmil bir din olma özelliğine kavuşturuyor.

Ameliyatı yapacak doktora mı, yoksa Allah’a mı teslim oluyoruz? Tabii ki önce Allah’a ve ondan sonra da Allah’ın yarattığı bilgi ve ilimle mükâfatlandırılmış doktora…

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” derken milletin kendi geleceğinin iyi veya kötü olması konusunda kullanabileceği cüz’i iradeyi kastediyoruz. Bunu ilahi kadere ve külli iradeye rakip gibi görmek veya göstermek bazı siyasetçilerin çirkin ikiyüzlülüğüdür. İnsanlarımızı değişik bir şekilde kamplaştırma gayretidir. Siyasetçiler ve aydınların görevi, huzuru ve bütünlüğü bozmak değil; insanları kaynaştırmada köprü olmaktır. Türkiye’de istismar edilmedik hemen hemen hiçbir şey kalmadı. Dini ve laikliği kullananlar kötü örnek oldular. Şimdi de geçmişleri defolu olan bazıları, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi kesildi. Samimi olanlara sözümüz yok; ancak bugün yükselen değerleri istismar ederek kullanmak isteyenlere söylenecek çok sözümüz var.

Artı ve eksileriyle Cumhuriyet mitingleri tepkisiz, ilgisiz, uyuşturulmuş ve kalabalıklaştırılmış bir toplum gerçeğinden demokratik ve milli tepkinin canlandığı, halkın devletine ve ülkesine sahip çıkışına geçiştir. Kavgasız, gürültüsüz geçen bu mitingler demokrasi tarihimiz için bir kazançtır. Türkiye basit bir Üçüncü Dünya veya bir Afrika ülkesi değildir. Bu ve benzeri halk hareketleri, Türkiye’yi Dünyadan koparmaz; tam tersine Dünyanın şahsiyetli, şerefli bir üyesi haline sokar. Ülkemiz üzerinde emelleri olanları caydırır. Ancak, teslimiyetçiler ve küreselci işbirlikçiler bu tip milli hareketlerden rahatsız olabilir.

Doğru Düşünebilme!

Doğru düşünebilme, bireysel manada insanların olduğu kadar, insanlardan müteşekkil toplumların gelişip mesafe alabilmesi için hayli önemlidir. Bu sayede kavram kargaşası yaşayıp var olan enerji boşa harcanmayacağı gibi, kendimizi, olayları ve dolayısıyla hayatı doğru anlayıp, problemlere doğru teşhis ve çözüm getirmemiz mümkün olur.

Ancak Türkiye’de çok uzun zamandır en büyük problemlerden biri “doğru düşünebilme” yetilerimizin zayıflaması ve/veya zayıflatılmasıdır.

Neden zayıflaması ve/veya zayıflatılması?

Doğru düşünebilmenin birinci şartı doğru bilgi edinmedir. Doğru bilgi kavramların yerli yerinde kullanılması ile desteklenerek (ki zaten doğru bilgi aynı zamanda kavramların yerli yerinde kullanılması neticesini doğurur) mantıki çıkarımların isabetli olmasını sağlar.

Türkiye’de daha ilk basamakta, yani “doğru bilgi” edinmede sıkıntı yaşanmaktadır. Zira bilgi edinme hususunda bizlerin “temel kaynağa inme” yerine “kulaktan kulağa” metodunu kullanmayı alışkanlık haline getirmemiz bilgi kirliliği neticesini doğurmaktadır.

Bunun yanı sıra bilginin kaynağında bulunanların yani bilgi edinebileceğimiz kaynakların içinde bilgi kirliliğine yol açanların ve bunu körükleyenlerin hızla artmasını da hesaba kattığımız vakit “zayıflama ve/veya zayıflatma” ifadelerini neden kullandığımız netlik kazanacaktır.

Bahsettiğimiz bu nokta, bilhassa dini konularda daha fazla göze çarpmaktadır. Öyle ki; siyasi gündemin yoğun olduğu bugünlerde, siyasi tepkilerimizi sergilerken, “siyasi boyutu olmayan dini” uygulamalara “siyasi” anlam yükleyerek hem halkın kafası karıştırılmakta hem de dindar insanlarımız rencide edilmektedir.

İşin kötüsü, bu tepkilerin doğmasına veya yanlış yönlendirilmesine, söz konusu dini uygulamaların müdafaasını yaptıklarını iddia eden “bazılarının” da vesile olmalarıdır.

Bahsettiğimiz tablo neticesinde, ulu önderimiz Atatürk’ün, dinin siyaset malzemesi yapılmaması hususundaki hassasiyetinin ve devletimizin kuruluşu esnasında bu manada aldığı tedbirlerin nedeni daha iyi anlaşılmaktadır.

Tabii anlayan varsa! Zira anladığını iddia edenlerin birçoğunun iddialarının onun icraatlarının mahiyetiyle alakası olmadığını da ne yazık ki görüyoruz…

Unutulmamalıdır ki bir toplumda bilerek veya bilmeyerek halkın değerleriyle oynamaya, onu zedelemeye kalktığınız veya bu zedelenmeye zemin hazırladığınız vakit, toplumda keskin kutuplaşmalara ve neticesinde toplumun bölünmesine yol açmanız kaçınılmazdır.

Nitekim millet olarak daha çok kısa bir süre önce böylesi kutuplaşmaların bir neslin yetişmiş evlatlarını nasıl biçtiğini acı bir biçimde tecrübe ettik!

Dolayısıyla, “aklın yolu birdir” prensibinin, aklın “doğru kullanılması” halinde geçerli olduğunu, bunun da en başta “sapla samanı karıştırmamıza” mani olacak doğru bilgi (ve bu bilgiyi doğru kullanmamıza vesile olacak “samimiyet”) ile sağlanacağını dikkate almak gerekir.

Bunu yapmadığımız müddetçe, “toplumsal mutabakatla” çözümünü umduğumuz ve bu manada yaptığımız tartışmaların, bugün olduğu gibi, kör dövüşünden öteye geçemeyeceğini unutmayalım.

Liderlerin Karakteri Sandığa Yansır

Türkiye’de hiçbir partinin içinde “parti içi demokrasinin” olmadığı hepimizin kabul ettiği bir gerçek. Parti liderlerinin adeta bir kutsal varlık gibi kabul edilmesi ve onların kararının tartışılamaması, “Duverger”in tabiriyle “seçilmiş krallar” haline gelmesi herkesçe neredeyse tabii bir durum olarak karşılanmakta.

Bu gerçek altında iktidar veya muhalefet olsun bir partiyi tenkit ederken parti ismini zikretmek yerine parti liderinin isminin söylenmesi belki de daha uygun olacaktır.

Diyelim ki, AKP iktidarından çeşitli sebepler yüzünden şikâyetçisiniz. Mesela Türk şirketlerinin ciddi pazar payına sahip olan ve stratejik olduğunu düşündüğünüz birçoğunun yabancıların kontrolüne geçmesi sizi rahatsız ediyor olabilir.

Hükümetin AB üyeliği uğruna verdiği tavizler, yabancıların devlet işlerimize olur olmaz karışması onurunuzu incitmiş olabilir. Kıbrıs’ta parti kongrelerinde Türk bayrağını asmayanların iktidara gelmelerinin desteklenmesi, verilen tavizler ve Annan planının desteklenmesine rağmen KKTC ve Türkiye lehine bir gelişme sağlanamaması sizi öfkelendirmiş olabilir.

İşçinin, köylünün, fakir fukaranın oyları ile seçildiğini bildiğiniz iktidar partisinin bugün zenginlerin ve güçlülerin dostu haline geldiği kanaatini edinmiş olabilirsiniz. Bundan daha vahimi olarak Barzani’nin, Rumların, AB ve ABD temsilcilerinin AKP iktidarından hoşnut olduklarını açıklamaları sizi müthiş bir utanca sürükleyebilir. Bayrak sevgisinin ve milliyetçilik duygularının artmasından korkanlara da kızabilirsiniz.

Siz, bu duygulara sahip olup, AKP’ye karşı olanlar grubundan da olabilirsiniz; halen bu partinin ülkemiz için çok hayırlı işler yaptığına inananlardan da olabilirsiniz. Gerçekten halen AKP’yi destekleyenler arasında da yukarıda açıkladığım duyguların en azından bir kısmını paylaşanlar var.

Bu ortak duygulara sahip olduğu halde AKP’yi destekleyenler ile karşı olanlar arasındaki fark, destekleyenlerin Sn. Erdoğan’ın rakibi olan diğer parti liderlerine de yeterince güvenmemeleri olsa gerektir.

Çünkü halkımızın çoğu, sizi rahatsız eden bu ve benzeri uygulamaların esasen AKP’nin yetkili kurullarında tartışılıp, olgunlaştırılarak uygulamaya konulan politikaların sonucu olmadığı düşünmekte. Bu politikaların iç ve dış dinamiklerin tesiri ile ve bizzat parti genel başkanın tercihi olarak uygulandığına inanmaktadır.

Peki, bu durumda olaylar ve politikalar hakkında, parti içinde aynen sizin gibi düşünen ve sizin duygu ve inançlarınıza sahip olan insanların olması AKP hakkındaki olumsuz kanaatlerinizin değişmesine sebep olur mu veya olmalı mıdır?

AKP’nin yapılacak seçimlerde oy kaybı yaşamayacağını düşünenlerin büyük çoğunluğunun zihinlerinin arka planında, muhalefet partilerinin ve liderlerinin de aynı yapıda olduğunu düşünmeleri yatmaktadır. Bu insanlar, muhalefet liderlerinin de iktidara gelmeleri halinde aynı iç ve dış dinamiklerin etkisi altında kalarak aynı politikaları izleyeceği kanaatindedir.

Bu durumda parti liderlerinin, iktidara geldiklerinde asla vazgeçemeyeceği temel değerlerini ortaya koyması ve milli menfaatler ile kişisel menfaatlerinin çatıştığı noktada kesinlikle millet menfaatini tercih edecek bir karaktere sahip olduğuna inandırma mecburiyetleri vardır.

Son yıllarda kemikleşmiş partili oyları azalırken yüzergezer denilen oylar artıyor. Bu seçimde, oy verme sürecinde vicdanımızla baş başa kalarak vereceğimiz kararın esas belirleyicisi, liderlerin değerlerinin milli değerleri yansıtması ve ülke yararını şahsi çıkarının üstünde tutacak bir karaktere sahip olma konusundaki inandırıcılığı olacaktır.

Cumhuriyet Mitingleri ve Genel Seçim

Muhafazakârlık konusunda söylenecek çok şey var. Yanlış ve garip suçlamalar ve değerlendirmeler birilerinin muhafazakâr gibi gösterilmesine sebep oldu. Anlaşılan iktidar bunu meydanlarda kullanacak. Oysa, bu iktidarın çizgisi Sayın Başbakanın uçağındaki yakın çevreyle ilgilidir. Oradaki isimlerin çoğunun halkın değerleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Diğer taraftan iktidarın muhafazakâr olmadığını gösteren birer örnek de; Elif Şafak, Orhan Pamuk ve Hrant Dink davalarında takındığı tutumdur ve yargıya olumsuz müdahalesidir.

Türkiye’nin asıl gündemi dondurularak seçmene hoş görünecek bir gündem yaratılıyor. Türkiye’de laiklikten başka konuşulacak bir sorun olmadığını zannedenler de bunlara yardımcı olmaktadırlar. Galatasaray’daki toplantı ve yürüyüşten sonra yapılan Tandoğan, Çağlayan ve İzmir mitinglerinde bunu gördük. Bu mitingler adeta bir Türkiye ortalamasıydı. Farklı siyasi partilere, derneklere ve kuruluşlara mensup milyonları meydanlara çeken tek sebep vardı: Cumhuriyete ve milli devlete, milli bağımsızlığa, üniter devlete yönelmiş örtülü veya örtüsüz tuzaklara karşı yasal milli şahlanış. Ankara’nın tekrar Ankara’dan yönetilme talebi…

Seçim tarihi belli olunca siyasetçiler ve onların güdümündekiler mitinglere sahip çıkmaya çalıştılar. Bazıları bu mitingleri kullanarak sivil toplum gerçeğini anlayamadıklarından milletvekili adayı oldular. Bilhassa son İzmir mitinginin amacı; CHP ve DSP’nin birleştirilmesi gibi gösterildi. Biz birleşme çalışmaları yapan partilerin ne karşısında, ne de yanında olmak durumundayız. Ancak, siyasetin kanunları işler. Siyasetçi bunları kullanmaya çalışır. Önemli olan kullandırtmamaktır. Tertip Komitesi bu konuda hassas olmasına rağmen, bazı istenmeyen isimler ve sanatçılar ekranlarda boy gösterdi.

Bunlardan Edip Akbayram Londra’daki PKK yandaşlarının toplantısına katıldıktan 15 gün sonra Tandoğan Meydanı’ndaydı. Eğer iddia edildiği gibi ise; İzmir mitinginde de eline bayrak almayı kabul etmedi. Uygun görülmemesine ve protesto edilmesine rağmen, Zülfü Livaneli’nin orada ne işi vardı? Türk askerine uzatmalı diye hakaret eden, bölücü terörü “Güneydoğu dağlarında Türk askerleriyle Kürtler birbirini öldürüyor” diye yorumlayan, “Kürt hareketi ve siyasal İslâm karşısında yaşam biçimini korumak isteyen çevreler, Cumhuriyet kavramına sarılıyor” diye şikayet eden, küreselleştirenlerin çok kültürlülük tezine sarılarak hâkim kültürü dışlayan Livaneli Cumhuriyet mitinginde şarkı söylüyordu.

Petrol ve Vakıflar Yasalarından tarıma, özelleştirmeden yabancılara toprak satışına, Kıbrıs’a ve Irak’a kadar gerçekler dile getirilmeliydi. Tek bir konuya şartlanmak neden? Böyle bir toplantıda 301. Madde, Türk’e karşı yapılan ırkçılık, Yerel Yönetimler Temel Yasa Tasarısı, Türkiye’nin Uzak Doğu tarafından soyulması, siyasi amaçlı misyonerlik, AB gibi konular da kısaca ele alınabilirdi. Yine de bu toplantılar, bayrağımızı içlerine sindiremeyenlere ay-yıldızı kabul ettirdi. Bu da önemlidir.

Bugün ülkeden yana siyaset yapanlara düşen görev; halkın gündeminden milli dava ve meseleleri düşürtmemektir. Bazıları bunları halkın gündeminden düşürtmek için ellerinden geleni yapıyorlar. “Kırk senedir başımıza iş açtı, Kıbrıs’ı verelim gitsin”, “Irak’ın iç işlerine niye karışalım, Barzani’yle uzlaşalım, para kazanalım”, “Teröristi siyasete sokalım”, “Eyalet sistemine geçelim” gibi sapma, ihanet ve işbirliği kokan görüşlerle her zeminde mücadele edilmelidir. Vatandaşın reyi seçim yatırımı olarak dağıtılan gıda ve giyim malzemelerine, değişik yardımlara teslim edilmemelidir.

Milletvekili listeleri yapılırken subjektif değerler değil; objektif ölçüler ele alınmalıdır. 22 Temmuz 2007 erken seçiminin taşıdığı önem kavranmalı; iki partili TBMM’yi üç-dört partili hale getirebilmek için küçük hesaplar, kısır tartışmalar ve şahsi meseleler aşılmalıdır. Akıl ve mantığın yolu bize rehber olmalıdır.

Siyasi Tarikatlar: Partiler

Belirli bir büyüklüğe erişen cemaat ve tarikatların, hele bir de büyük para ve toplumsal güce erişmişse, ilk çıkış noktasından oldukça farklı inanç ve politikalar içinde olabildiği gözlenmektedir. Bu durum, bir süre sonra ayrışmalar ve bölünmelerle sonuçlanabilmektedir.

Büyük kitleleri hareketlendirip, büyük ekonomik ve siyasi güce ulaşan siyasi partilerde de, hele bir de iktidar gücünü elde etmişlerse, benzeri süreçler yaşanmaktadır. Dayandığı toplumsal tabandan çok farklı bir görüş ve politika eksenine kayan bu partiler, bulunduğu yeni konumu sebebiyle iki farklı etki ortaya koyarlar:

Bir kısım üye veya inananları, “liderimizin hikmetinden sual olunmaz” anlayışı ile eski görüşlerinden, liderin ve yakın çevresinin yeni görüşlerine doğru bir değişime kendilerini uydururken; diğer kısım üye veya bağlılar ise kendilerini yeni yapıya yabancı hissetmeye başlarlar. İkinci grup kendilerini aldatılmış hissederek “elim kırılsaydı da oy vermeseydim” noktasına kadar gelirler.

Her örgütlenme eninde sonunda mutlaka bir oligarşi yaratır. Parti ne kadar halka dayanmış olursa olsun, ne ölçüde demokratik bir tabana sahip bulunursa bulunsun, bu gerçek değişmez. Parti büyüdükçe, üyeleriyle şefleri arasındaki çelişkiler de artar. Geçici gibi görünen bu şefler giderek kalıcı ve hatta yerinden oynatılamaz olurlar. (Michels)

Cemaat veya tarikat önderlerinin bir kısmı, kendisine inanan örgüt mensuplarının hangi işi yapacağından, kiminle evleneceğine, çocuklarının isminin ne olacağına kadar karar verme yetkisini kullanmaktadır.

Siyasi parti liderleri de genellikle “parti içi demokrasi” kavramını tamamen bir yana bırakıp, parti yönetimini oluşturan bütün organların seçimini bizzat kendisi yapar. Kendilerine her durumda kesin bağlı olanların haricinde hiç kimseyi yakın çevresine dâhil etmezler.

Hatta (çoğunu kendi atadıkları il/ ilçe örgütlerinin oluşturduğu) delegelerin milletvekili adaylarını belirlemesini bile kendileri açısından yeterince güvenli bulamadıkları için, adaylarını merkez yoklaması ile belirlerler. Yani kısaca milletvekili adaylarını bizzat liderler tayin ederler. Çünkü bilirler ki, “aday gösterme yetkisi kimdeyse, partinin de sahibi odur.”

Cemaat, tarikat liderleriyle, parti liderlerinin benzerliği sadece yetki kullanımından ibaret değil. Meclis’te grubu bulunan partilerin, haftada bir düzenlenen grup toplantılarının, vekillerin fikirlerini serbestçe tartıştığı bir platform olmaktan çıkıp, liderin haftalık vaazlarına dönüşmesi; liderin karşılanması, konuşması, oturması, kalkması esnasında kutsal varlık gibi davranılması benzerlikleri artırmıyor mu?

Ünlü siyaset bilimcisi Duverger de bu durumu şöyle açıklıyor: “Demokratik ilkeler, liderliğin bütün kademelerde seçimli olmasını, sık sık yenilenmesini, kolektif nitelik taşımasını ve zayıf bir otoriteye sahip bulunmasını gerektirir. Bu şekilde örgütlenmiş olan bir parti ise, siyaset mücadelesi için gerekli silahlara sahip değildir. Liderler doğal olarak iktidarlarını koruma ve artırma eğiliminde olduklarından; üyeler ise, bu eğilimi engellemek şöyle dursun, tersine liderleri putlaştırmak suretiyle, onu büsbütün güçlendirdiklerinden, iş daha kolaylaşmış olur.”

Demokrasiler denge rejimleridir. Elbette, güçlü olmayan liderlerin organizasyonları sevk ve idare etmesi mümkün olmaz. Ancak bu gücün kullanımında demokratik bir yapının kaldıramayacağı kadar bir dengesizlik içinde olduğumuz da ortada.

“Milletvekili Seçimleri”ne sayılı günler kala, anayasa değişiklikleri yapılıyor. Peki, hiç düşündünüz mü, “parti içi demokrasi”yi sağlayacak, seçim kanununda ve siyasal partiler kanununda liderlerin yetki kullanımını dengeleyecek düzenlemeler neden yapılmaz?

Hiç olmazsa, milletvekili adaylarının parti üyelerinin oylarıyla ve aday adaylarına sağlanan eşit propaganda imkânlarıyla seçilmesini sağlayacak bir sistem neden düşünülmez?