14.1 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 20, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1251

Pazarlama Açısından Seçim Çalışmaları

Seçim propagandaları bir nevi pazarlama faaliyetidir. Seçimlerde oy alma derdindeki siyasi partilerin, şimdiye kadar yaptıkları veya bundan sonra yapacakları hizmet ve fikirlerini, pazarlama faaliyetinde satılmak istenen ürünler, seçmenleri de bu pazarlama faaliyetinin hedefi olan tüketiciler olarak tanımlayabiliriz.

Klasik pazarlamanın aksine modern pazarlamada sadece uzmanlarının görevi olmaktan çıkıp, tüm kuruluşun bir kültürel anlayış ve uygulaması haline gelir. Bu nedenle kuruluşun bütün birimleri aynı anlayışla harekete geçirilmeye çalışılır. Siyasi Partilerin sadece adaylarının şahsi çalışmaları ve partinin tanıtımını üstlenen reklâm ajansının kullandığı araçlar siyasi rekabette yeterli olmamaktadır. Başarı için parti teşkilatlarının topyekûn, ahenkli ve organize bir şekilde, aynı hedefe doğru, aynı usullerle ve aynı yüksek motivasyonla çalışması gerekli olmaktadır.

Bu alanda AKP örgütlerinin oldukça etkili çalışmalar yaptığı biliniyor. Ancak bu seçimde, özellikle içinde bulunduğumuz günlerde muhalefet partilerinin teşkilatlarının da canlı bir çalışma temposu yakaladıkları izlenmekte. Özellikle CHP ve MHP teşkilatlarının 2002 seçimleri ile kıyaslanamayacak bir canlılık içinde olduğu görülüyor.

Öncelikle ürünün marka değeri yani siyasi partinin geçmişte seçmen zihninde genel algılaması çok önemli. Tüketici ürün satın alırken, ürünle yaşayacağı duygusal ilişki, ürünle ulaşacağı statü, yaşama tarzı ve bunların iletişimi önem kazanıyor. Seçmen de oy verdiği partinin ismini söylerken gururlanabilmek, partiyi sevmek ve parti faaliyetlerine fiili olmasa bile duygusal olarak katılmak istiyor.

Buna karşılık bu seçimde, seçmen kitleleri içinde partinin çekirdek oy kitlesi diyebileceğimiz çok sınırlı bir kitle ile partiler arasında bu duygusal bağ kurulabilmiş iken, böyle bir bağı olmayan kitle yani yüzergezer oyların sayısı büyümüştür.

Diğer yandan izlenen metotta da “ürün odaklı” olmaktan “çözümlere odaklı” olmaya geçmek şarttır. Sadece rakiplere yüklenmek yerine ülkenin belli başlı meselelerinin nasıl çözüleceğine dair akılda kalıcı net ifadeler etkili olmaktadır.

“Pazarlamada önemli olan; daha iyi düşünmekten çok, daha farklı düşünebilmektir.” Bu anlayışın sloganları ise, “Ya Farklılaş Ya da Yok Ol” , “Başkalarının Gitmediği Yerlere Gidin.”

“Rakibin var, bende de olsun” anlayışı eskidi. Yeni pazarlama anlayışında “Fark edilmemek en büyük ve en güçlü rakip” olarak kabul ediliyor. Buna rağmen eski anlayışı takip eden partiler benzer vaatlerle benzer ürünleri satmaya çalışıyor.

Tüketicinin (seçmenin) zihninde farklılaşmak rekabette öne çıkmak için belki de ilk şart. Ortaya konacak farklılıklarla seçmenin ihtiyaçlarına ve duygularına yönelmek ve böylece zihinlerinde yer etmek gereklidir.

Tüketici, cebindeki parasına göz dikilen bir müşteri, Seçmen ise, “seçimden seçime hatırlanan ve manası oy olan bir varlık” olmak istemiyor. “Önce insanım, sonra tüketiciyim (seçmenim). Hem akılcıyım ve hem de duygusalım.” sözüne inanıyor ve bunu yaşamaya çalışıyor.

Pazarlamacıların (siyasi parti temsilcilerinin) kontrol ettiği mesajlardan daha çok, kontrol etmedikleri, edemedikleri mesajlara güveniliyor. Partilerin kontrol edemedikleri mesajlar seçmenin kanaatinin asıl belirleyicisi. Bu bakımdan “Ananı al da git”, “Sayın öcalan”, “kelle” , “erkek olsalardı meclise girerlerdi” ifadeleri “icraatın içinden” programlarından daha kalıcı etki bırakıyor.

Bazı siyasi partiler müşteri odaklı strateji uygulamak yerine herkesten oy alma politikası izliyor. Mevcut seçmen kitlesinden ziyade, vitrine karşıt siyasi görüşten transfer ettikleri adayları koymak suretiyle yeni seçmen kitlesi kazanma arayışına girdiler.

Müşteri odaklı strateji uygulanmazsa yani “yeni müşteriler bulmaya önem vererek satın alabilecek herkese ürünlerinizi satmak yerine, var olan her müşterinizin satın alma paylarının arttırılmasına odaklanılmalıdır” anlayışından uzaklaşılması, mevcut seçmen kitlesinden başka partilere kaymalara yol açabilecektir. (Mesela Sn. Mehmet Ağar’ın “dağdakiler, düz ovada siyaset yapsınlar” açılımının kendi seçmen kitlesinden, diğer partilere kaymalara yol açtığını düşünüyorum.)

Siyasi partilerimize bazı pazarlama kurallarını hatırlatmak istiyorum:

Pazarda kalıcı olmak için,

  • “Müşterilerle (seçmenlerle) uzun dönemli ilişkilere önem verin, hayat boyu değer oluşturun.”
  • “Müşterilerle (seçmenlerle) diyalog başlatın ve sürdürün. Kitle pazarlara yönelik monolog biçimdeki reklâmlardan kaçının.”
  • “Pazar payı oluşturma yerine, müşteri payı oluşturmaya çalışın.”

“Sizin nasıl algıladığınızın bilinmesi değil, seçmenlerin (müşterinizin) sizi nasıl algıladığını bilmek önem kazanıyor.”

“Zaman; anlayış, esneklik ve seçmen (müşteri) gibi düşünebilme zamanıdır.”

Seçim çalışmalarında partiler seçmenleri, yönlendirilmiş anketler, düzmece haberler gibi araçlarla kontrol etme ve yönetme alışkanlığından, hızla şeffaflık ve açıklığa doğru yönelmelidir.

Menfaat, Tuluat, İcraat Siyaseti

Demokrasiyi yaşatan eylemin genel adı, siyaset. Siyaset niçin yapılır? Bizim vekillerimiz siyaseti niçin yaparlar ve buna niçin pek hevesliler? Milletvekili aday adaylarımızın, adaya dönüştüğü bugünlerde bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor? Aynı gün, yedi vatan evladının teröristler tarafından şehit edilmesi haberinin, siyaset haberlerinden daha az yankı bulması, siyasetin medya ve toplum tarafından ne kadar önemsendiğinin ifadesi değil mi?

Siyaset üç şey için yapılır: 1. Menfaat, 2.Tuluat, 3. İcraat

Siyaseti menfaat için yapanların tek kıblesi yoktur. Onlara göre dün dündür, bugün bugündür. Dün söylenen bugünü bağlamaz, bugün söyledikleri yarının işareti olamaz. Bugün doğu, yarın batı olabilir. Aldığının ve sattığının hesabı ona sorulmaz. Almışsa o almıştır, satmışsa o satmıştır. Hiçbir değer, kutsallık içermez; kutsallar, menfaat sürecinde değerlidir. Makyavel, onların üstadıdır. Ne demişti üstat: “Gayeye varmak için her yol, mubahtır.” Doymak bilmeyen iştahları vardır onların. Devlet malı deniz, yemeyen kerizdir. Yalan söylerler, iftira atarlar, tükürdüklerini yalarlar. Siz onları gördüğünüzde, onlarla aynı gök kubbenin altında olmaktan hayıflanır, aynı toprakta yatacak olmaktan yakınırsınız.

Tuluat, bir metne bağlı olmadan yapılan gösteri, oynanan oyundur. Bu oyuncuların temel gıdası, alkıştır. Şöhret, bir tutkudur onlar için. Kişileri güldürerek meşgul etmeyi, görevleri sayarlar. Beğenilmezlerse kahırlarından ölürler. Tuluat siyasetçilerinin de beklentileri, tutkuları, gıdaları bu oyunculardan farklı değildir. “Sayın vekilim”, “Saygıdeğer bakanım” hitapları, onlar için ab-ı hayattır. Markalı giyinmek, yüksek modelli, mümkünse, kırmızı plakalı otomobillere binmek, büyük bir keyif verir. Bir de gidecekleri yola kırmızı halılar döşenmişse, dünyanın en bahtiyar insanları onlardır. Bunların, oturdukları koltuğa bir değer katma gibi amaçları yoktur; değerlerini oturdukları koltuklardan alırlar. Balolarla, mezelerle, şuh kahkahalarla günlerini doldururlar, bunu da yapılan en büyük hizmet olarak lanse ederler. Tek amaçları görüntüdür. Bunların elbiseleri, taşıdıkları bedenden daha değerlidir.

İcraat; “bir kararı, bir fikri, bir tasavvuru, bir düşünceyi gerçekleştirme, kuvveden fiile geçirme” işinin çoğulu. İcraat, varlık sebebimiz, yaşamanın görsel ifadesi. Üretmeyen bir yaşam, bitkisel hayat. “İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” Bunun için de icraat gerekiyor. Siyaseti bir icra aracı olarak görenler, yaşam sınavından geçmişlerdir. Bu insanlar, bir iddianın, bir davanın peşindedirler. Siyasette bıraktıkları iz, davaları kadar yücedir. Bir misyon sahibidir bu insanlar. “Bal tutan, parmağını yalar.” demezler, parmaklarına bulaşan bal, davalarına zarar veriyorsa, onu yıkarlar. Misyonsuz bir siyaset, şeytan işidir onlara göre. Bu insanlar için siyaset, araçtır, binittir. Onlar, siyaseti, alma değil, verme vasıtası olarak görürler. Değerli insan, alan değil, verendir. Siyasetin gardiyanı değil, garsonu olmak, haz verir bu insanlara. Siyasette amaç, bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek ve yetiştirmektir.

Menfaat, tuluat, icraat; siyaseti körükleyen güçler. Ülkemizde siyaset niçin yapılıyor? Şimdi bunu sorgulamanın zamanı. Beklentimiz neyse, siyasi tercihlerimizi buna göre belirleriz. Layık olduğumuz gibi de yönetiliriz. Siyasette beklentimiz, icraat olmalı. Bu da misyon sahibi insanlarla mümkün. Unutma, biz neysek, aynada o görünecektir. Artık, boyalı medyanın siyaseti, midemizi bulandırıyor; çünkü misyonu yok.

Genel Seçim ve Yol Ayrımı

22 Temmuz 2007 Erken Genel Seçimi oldukça yaklaştı. Bu seçimlerin bir özelliği de; iktidar ve ana muhalefet liderlerinin oldukça sert bir seçim kampanyası sürdürmeleridir. İktidar zaten toplumu gererek ve sözde mağdur konumda kendisini göstererek oy peşine düşmüştür. Bu o kadar şiddetli bir noktaya varmıştır ki; TOKİ’nin Niğde’deki töreni diğerleri gibi seçim mitingine dönüşmüştür. Başbakanın hırçın tavrı, Başbakanlık korumalarına da sirayet etmiş; tören öncesi bir üsteğmene yumruk atılmış ve gazetecilerin aracı bir koruma tarafından silahla tehdit edilmiştir. Bunlar üzücü şeylerdir.

Mevcut iktidar ondan nasiplenen ve karartma yapan bir takım basın ve yayın kuruluşları tarafından fazlaca şımartılmıştır. Uydurma ve iktidara hoş görünmek maksadıyla açıklanan rey oranları inanılır gibi değildir. Bir sözde araştırma kuruluşu iktidarın oyunu %40–45 arasında, bazıları ise; %50–60 arasında göstermektedir. İktidar, iktidar sarhoşluğuna sürüklenmiştir. Oysa 23 Temmuz tarihinde her şey belli olacak ve iktidarın oy oranının ne kadar gerilediği görülecektir. Dışarıdan bu ölçüde yönlendirilen bir iktidarın Kıbrıs’tan Irak’a kadar, Ermeni Sorunundan Petrol Yasasına kadar kendi iradesini kullanamayacağı açıktır.

Türkiye bir yol ayrımına getirilmiştir. Bu yol ayrımında ya teslimiyetçi ve küreselleştirici anlayış galip çıkacaktır, ya da milliyetçi çizgi galip gelecektir. Ancak, Türkiye’nin gündemi türban ve rayından çıkarılan Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi konulara çekildiği için; seçmen henüz bunu tam fark edememiştir. Toplum göreceli olarak yoksullaştırıldığından, işsizlik sorunu büyüdüğünden, orta ve küçük işletmeler devre dışı bırakıldığından, üretmeyen ithal eden bir anlayış öne çıkarıldığından ve tarım perişan edildiğinden, Türk Milleti 36 etnik gruba ayrılmaya zorlandığından insanlar başlarını kaldırıp milli meselelerle ilgilenecek gücü kendilerinde bulamamaktadırlar. Belki de sandığa gidecek seçmen işsizliğinin ve yoksullaştırılmasının farkında bile olmadan rey kullanacaktır. Çünkü 2007 Genel Seçimi medyatik bir seçimdir.

İktidar ülke gündeminde olan ve kendisinin de zaman zaman şikâyetçi olduğu konulardan kaçmış ve seçim beyannamesine bunları almamıştır. Meselâ, YÖK, Yüksek Yargı Kuruluşları, türban ve milletvekili dokunulmazlığı bunlardan sadece bazılarıdır.

1995 ve 1999 Genel Seçimleriyle bugünkü ortamı karşılaştırırsak, dün olduğu gibi bugün de kitle haberleşme araçlarının etkili olduğu görülmektedir. Sonuçları şüphe uyandıran anketler yine ortada dolaşmaktadır. 1995 Genel Seçimlerinde sağ ve sol ayrımı, farklı kimlik arayışları ve etnik ayrımcılık dikkatleri çekmişti. Bugün de bunlar görülmekte ise de, sağ ve sol ayrımı 1995’ten ve 1999’dan çok farklıdır. Listelere bazı sürpriz isimlerin sokulması bunu göstermektedir. Mevcut iktidarın kazanmasını Barzani’den Brüksel’e kadar birçok çevre arzulamaktadır. DTP, bağımsız adayların bulunmadığı yerlerde AKP’nin desteklenmesini istemektedir. Yapay bir gündem olarak laik – antilaik çatışması körüklenerek iktidar ve ana muhalefet bundan çok şey beklemektedir.

Bu seçim öncesi bir değişik tartışma alanı da; “Demokrasiye mi yoksa Cumhuriyete mi bağlıyız” şeklindedir. Aslında, Cumhuriyet, demokrasi ve milliyetçilik birbirinden bağımsız düşünülemeyecek bir bütünün temel parçalarıdır. Ancak, ülkenin her alanda ufalanabilmesi için her ayrım tahrik edilmektedir. İnsanlarımız büyük şehirlerde güvenli olarak dolaşamamaktadır. Ahlâki değerler, çıkarılan veya değiştirilen yasalarla deprem geçirmektedir. Türkiye’nin Ankara’dan yönetilip yönetilmemesi konusunda kararsızlık vardır. Türk Dünyası ile ilgisizlik sürmekte ve bundan aslan payını Ruslar kapmaktadır.

3 Kasım 2002’de alternatifsizlik ve üç partili Ecevit hükümetine olan tepki, oyları AKP’ye yöneltmişti. Bugün ise; aksi bir yöneliş vardır. MHP’den, Saadet’ten AKP’ye giden reylerin önemli bir bölümü geri dönmektedir. MHP’den GP’ye giden reylerde de benzer bir eğilim vardır. MHP’den CHP’ye kayma ihtimali olan oylar bulunmasına rağmen, TBMM’nin üç parti + bağımsızlar şeklinde olacağı görülmektedir. Bir dördüncü parti sürprizi her an beklenebilir. Böyle bir gelişme, Türkiye’den alacaklıların menfaatine çalışan, ülkeyi açık arttırmaya çıkaran ve Türkiye’nin Brüksel’den yönetilmesinden şikâyetçi olmayanları oldukça rahatsız edecektir.

İstiklal Marşı, Hürriyet ve Şehitler

Her milletin bayrağından başka, bağımsızlık sembolü olan bir de milli marşı vardır.

Bizim milli marşımız da en büyük Türk- İslam şairi olan Mehmet Akif Ersoy’un milletimize armağan ettiği, Türk milletinin hürriyet aşkının en güzel ifadesi olan “İstiklal Marşı”dır.

İstiklal Marşımız bağımsızlık savaşının yapıldığı sırada yazılmıştır. O günleri yaşayamayanların bunu anlaması çok zordur. Herkes nefsine ait her şeyden vazgeçmiş, memleketin kurtuluşundan başka bir şey düşünmez olmuş, şahsi emeller bir tarafa itilmiş, bütün fikirler bir noktada toplanmıştı. Hak ve istiklal tek hedefti.

Düşman güçlü ve acımasızdı. Ülke ise harap ve bitap bir durumdaydı. Yediden yetmişe herkes mücadele etmek zorundaydı.

Şimdi size bu mücadeleden, Çanakkale’den ve İstiklal Marşının yazılışından ve bizim için öneminden kısaca bahsetmek istiyorum.

Yıl 1897

Cephe Dömeke: Paçamıza salınan Yunan ordusuyla hesaplaşıyoruz. Hemen arkasından Makedonya’da varlık mücadelesi veriyoruz.

Yıl 1911

Osmanlı mirasından Libya’yı koparmak isteyen İtalyanlarla savaşıyoruz. Trablus savaşı bitmeden Balkanlar alevleniyor, oraya koşuyoruz. Karşımızda Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan ve Karabağ yani haçlılar.

Anadolu’nun tertemiz gençleri evlerine dönemiyor, Balkanlarda kalıyor bu kez imparatorluğun sınırları Edirne de çiziliyor.

Yıl 1914

Cephede bütün vatan… Yine kan, barut, ateş ve gözyaşı… Bu ateşin içinde yine biz. Üstelik imparatorluğumuzun merkezi kendi içine kapanmış iktidardan pay kapmaya çalışırken, Allahu Ekber dağlarının buz cehennemine 90 bin vatan evladını şehit veriyoruz.

Ve Çanakkale;

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkazı beşer
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak
Boşanır sırtlara, vadilere, sağanak sağanak

Dünya’nın en güçlü, en teknik, en eğitimli orduları, dünyanın en yorgun milletine saldırıyor 18 büyük zırhlı 24 denizaltı 13 torpido gemisi ve uçaklardan oluşan müttefik kuvvetler, günde ortalama 23 bin mermi gönderiyor mevzilerimize. Bizim elimizde ise çoğu eski demode olmuş 150 top var. Atılabilen mermi sayısı ise sadece 370 dir. Bu açığı kapatmak için bulunan tek yol ise mevzilere soba borusu yerleştirip top görüntüsü vermekten ibaret.

Yahya Çavuş, Seyit Onbaşı, Kınalı Murat gibi serdengeçti delikanlılarımızın fedakarlığı sayesinde “Çanakkale geçilmez” oluyor.

Ancak müttefiklerimizin mağlubiyetleri direncimizi kırıyor başkentimiz dahil vatanımız dört taraftan işgale uğruyor.

Yeni savaşın adı “İstiklal savaşı”dır.

Tam bir ölüm-kalım savaşı!

Parola “Ya İstiklal Ya Ölüm”

Çete baskınlarıyla başlayan mücadele gitgide yerini düzenli ordulara bırakırken yorgun milletin ruhunu canlandırıp moralini takviye edecek bir “İstiklal Marşı”na ihtiyaç duyuluyor…

Yıl 1921

Maarif vekaleti tarafından açılan 500 lira nakit para ödüllü “İstiklal Marşı” yarışmasına tam 724 şiir geliyor. Oluşturulan jüri hiç birini beğenmiyor. Şiirler çala kalem sırf para için yazılmışa benziyor.

Oysa istenilen şiiri yazabilmek için anonim imanın ruhuyla ruhlaşmak gerekmektedir. Bu öyle bir şiir olmalıdır ki yıllar süren savaşlardan yorgun düşmüş bu milleti ayağa kaldırmalıdır. Tarih boyunca yaşanan acılar yansıtılmalı geçmiş geleceğe buğulanmalıdır

Bu şiiri ancak yüreğini Peygamber yüreğinin ritmiyle bütünleyebilmiş bir şair yazabilirdi. Çünkü şiire konu olan millet, islamı yüzyıllarca zirvede tutmuş bir milletti.

Akif yarışmaya katılmamıştı, çünkü para için yazmak istemiyordu. Onun hatırına para ödülü kaldırılmıştı. Bundan sonra M. Akif Ankara da ki Taceddin dergahına kapanıp İstiklal Marşımızın ilk mısrasını ilk kelimesini “besmele” eşliğinde yazıyor.

“Korkma!!!”

Bu kelime Peygamber efendimizin Mekke’den Medine’ye hicreti sırasında sığındığı mağarada muhteşem yol arkadaşı Hz. Ebu Bekir’in endişelenmesi üzerine söylediği teselli cümlesinin ilk kelimesinden alınmıştır.

Korkma ey Ebu Bekir Allah bizimle beraberdir.”

Yüreğini ilham kaynağına kilitledikten sonra marşın gerisini hızla getiriyor.

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumuzun üstünde tüten en son ocak
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak
O benimdir, o benim, milletimindir ancak.”

Eserini 17 Şubat 1921 de tamamlayıp Maarif Vekaletine gönderiyor. Akif’in şiiri T.B.M.M.’nin 1 Mart 1921 tarihli oturumunda okunurken milletvekilleri tarafından dakikalarca ayakta alkışlanıyor.

Bu ruh öyle bir ruhtur ki;

Bir anne evladını uğurlarken: “ Oğlum” babanı; Dimetoka’dan dayını Şıpkada, ağabeyini; Çanakkale de kaybettim. Sen benim son evladımsın.

Sen dönmezsen ben Allah’a emanet
Git sende git!

Minareler ezansız, camiler Kur’ansız kalacaksa sende git diyen, vatanı ve dini için oğullarını gözünü kırpmadan şahadete gönderen mübarek anaların ve ölüme gül bahçesine girme sevinciyle giden evlatların ruhudur.

İşte bu anaların soylu davranışları neticesinde hürriyetin yakınlığını bağımsızlığını bu millete ve bayrağa yakıştığını ifade eden İstiklal Marşımızın son kıtası:

Dalgalan sende şafaklar gibi ey nazlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımızın hepsi helal
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal
Hakkıdır hür yaşamış, bayrağımın hürriyet
Hakkıdır, hakka tapan milletimin istiklal!”

Merhum Akif’e, bugünlerde de sayıları hızla artan bütün şehit ve gazilerimize Allah(c.c) den rahmet dilerim.

Mekanları cennet olsun.

Bağlı Ol, Bağımlı Olma

Prof. Üstün Dökmen anneye babaya bağımlı olarak yetiştirilen çocukların yetişkinlik dönemlerinde de bağımlı bir hayat tarzı seçeceklerini vurguluyor ve “bağlı ol, ama bağımlı olma!” diye veciz bir söz üretiyor.

Çocukların ebeveynine, anne babanın çocuklarına, eşlerin birbirlerine bağlı olması normaldir ve gereklidir. Ancak bu bağlılık, bağımlılık derecesine geldiği zaman kişisel gelişim durdurulmuş olur. Bağımlı kişinin sosyal, kültürel ve ruhsal tepkileri bağımlı olduğu kişinin tavır ve davranışları ile belirlenir. Bu kişiler reaktiftir.

Oysa bağımsız kişiler dış etkilere karşı tepki verirken araya bir seçme özgürlüğü alanı koyarlar. Mevcut etkiye karşı nasıl bir tepki vereceğini seçer ve bu seçiminin sonuçlarından sorumlu olduğunu bilir.

Aynı açıklamaları milletler ve devletler için de yapabiliriz. Bağımsızlığı karakterinin özü kabul edenler, “Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım” diyebilenler kendi kendilerini yönetmeye ehil olduklarını dosta düşmana kabul ettirirler.

Hür yaşamanın manası unutanlar ise “biz kendi kendimizi yönetmeye ehil değiliz, bizden daha üstün bir medeniyeti yaşamakta olan bir milletin vesayetinde, onların izin verdiği ölçüler içinde uygar bir toplum olmaya çalışmalıyız” anlayışına doğru yönelirler.

Elbette her devletin başkaları ile işbirliği ve alışveriş yapması kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Üstelik içe kapalı, dış dünya ile ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel işbirliği geliştiremeyen devletler gelişememekte ve geri kalmış ülke sınıfında değerlendirilmektedir.

Ancak eşit şartlarda ve karşılıklı çıkarlar kapsamında kurulan bağları bağımlılık haline getirmek, kimliksiz bir millet/devlet haline gelmeye sebep olur ki, tarihin mezarlığı bu tür milletler ve devletlerle doludur.

Bir başka önemli husus ise, “yabancı bir devlete karşı herhangi bir bağımlılığı olan devletin, içeride de egemen olacak gücü kalmaz”.

Seçimler öncesi televizyonlarda konuşan bir kısım siyasiler ile onlara soru soran bazı gazete ve TV’ciler Türkiye’yi böylesine bir bağımlılık çizgisinde gördüklerini çok bariz ortaya koymakta. “Efendim, K.Irak’ta koskoca ABD var, ona rağmen bir operasyonu nasıl yapacaksınız?”, “Ekonomimiz çok kırılgan, adeta pamuk ipliğine bağlı, AB’ye rağmen Kıbrıs’ta nasıl direneceksiniz?”.

Sanki bu millet Kurtuluş Savaşı’nı birilerinden icazet alarak yapmış. Sanki Türkiye Kıbrıs’a çıkartma yaparken ABD’nin onayını almış. Sanki terör örgütü başını, ABD keyfinden bize teslim etmiş. Sanki Devletimiz yakın geçmişte kendine güvenip, kararlı olduğu zamanlarda bağımlı olmadığını herkese hiç gösterebilmiş değil.

Bu günlere gelirken geçirdiğimiz aşamaları da unutmamak gerekir. “AB temsilcileri meclisimize emirler verip, istedikleri kanunları çıkartmadılar mı? Petrol Kanunundan bankacılık yasasına, yabancılara mülk edindirme kanunundan “eve dönüş yasası” adı altında teröristlerin affedildiği af kanunlarına kadar birçok kanunun çıkmasında dış müdahalelerin payı sizce ne kadardır? Türkiye bu kanunları kendi milli ihtiyaçları için çıkardı diyebilen kaç kişi var?

Diğer kanunların zararlarını bugün hesaplamak kolay olmayabilir. Ancak “dağa dönüş yasası” haline gelen kanunla affedilen yüzlerce teröristin kaç cana mal olduğunu belki daha kolay tahmin edebilirsiniz.

Aynı AB temsilcileri mahkemelerimize karışır, Zanaları, danaları bırakın derler ve biz bırakırsak, hem de bırakırken Dışişleri Bakanı ile TBMM Başkanı tarafından ağırlarsak; falanca sanığa ceza veremezsiniz dedikleri için ceza veremezsek, “hür ve bağımsız” yaşama arzusundakilerin içi kan ağlamaz mı?

Bir adamın, danışmanı olduğu Başbakan için ABD’li yetkililere “bu adamı süpürmeyin, O’nu kullanın” diyebilmiş ve hala görevini devam ettiriyor olması da bu bağımlılık anlayışının bir tezahürü olsa gerektir.

Türkiye en kısa zamanda ABD ve AB ile ilişkilerinde “tek taraflı bağımlılık” ilişkisinden, birbirleriyle eşit şartlarda, karşılıklı çıkarların esas alındığı müttefiklik bağı kurma noktasına gelmelidir. Bunun ilk şartı bazı etkili ve yetkili kişilerde gördüğümüz özgüven yetersizliğinin ortadan kaldırılmasıdır.

Ordu- Millet

Tarihte bir millet savaşçı niteliğe sahipse, kadın–erkek hepsi silah kullanıp savaşta yer alabilecek şekilde yetiştirilmişse o millete tarihi literatürde “ordu- millet” denilmektedir.

Bu duruma bakıldığında milletimiz ordu- millet devletlerin başında gelmektedir. Çünkü hepimizin tarih kitaplarından da bildiği gibi geçmişte milletimiz savaşçı bir millet olup kadın erkek tüm nüfus savaşmaya hazır bir şekilde yetiştirilmekteydi. Dolayısıyla belirtmek gerekir ki bizim toplumumuzun genetik kodlarında “ordu–millet” özelliği ayrılmaz bir bütünlük arz eder. Buna binaen milletimizin bilinç altında ülke bütünlüğünün yegane temsilcisi de ordudur.

Özellikle Türk milletinin İslamiyet’e geçmesiyle birlikte cihad ve şehitlik kavramlarının kabulü milletimizde var olan ordu – millet mayasının devamında önemli rol oynamıştır.

Sevgili okuyucular, tarihimiz incelendiğinde görülecektir ki geçmişte yer alan önemli olayların genelinde ordu faktörü mevcuttur. Çünkü Türk devletlerinin geneline bakıldığında kuruluşlarında ordu mensuplarının hatta bizzat ordunun kendisinin etkin rol oynadığı görülmektedir. Nitekim en son kurulan Türk devleti olan Türkiye Cumhuriyet’ini kuranların 1908 Harbiyelileri olduğu hepimizin malumudur.

İstiklal Savaşı sırasında dış güçlerin kanaatimce milletimiz hakkında edindikleri en büyük izlenim ordu ve milletin iç içe birbirini bütünleyen iki unsur olduğudur. Bu nedenle bu dönemden sonra yaşanan isyanlar ve yaratılmak istenen kaos bu iki temel yapı taşını yıpratmaya yönelik hareketler olarak dikkati çekmektedir.

1980’li yıllarda değişen dünya düzeni, globalizm ve sermayenin ön plana çıkması, bunun yanında gelişen teknoloji ile birlikte dünyada var olan iki önemli kaynağın, su ve enerji kaynaklarının, önem kazanması yenidünya düzeni kurucularının gözünü ülkemize çevirmiştir. Çünkü bu kaynakların bir kısmı bizim topraklarımızda bulunmaktadır.

Fakat yenidünya düzenin önündeki en büyük engel ordu – millet yapılanması ve bunun devamı olan ulus-devletlerdir.

Bu sebeple ordu ve milletin bu kadar iç içe geçtiği Türk milletinin bugününe bakıldığında milletimizin mayası olan bu iki unsurun özellikle 1980’lerin başından itibaren birbirinden ayrılmaya çalışıldığı, hatta bu dönemde birbirine küstürme çalışmalarının yapıldığı görülmektedir.

Ülkemizdeki bazı teorisyenlere göre milletimizi var eden ordu–millet temel düşüncesinin zedelendiği ilk olay 12 Eylül darbesidir. 12 Eylül darbesiyle özellikle milliyetçi kesimde orduya karşı bir küskünlük yaratılmak istenmiştir. Milliyetçiliğin temel düşüncesi olan “devlet –ebed – müddet” formülü bu darbe girişimiyle zedelenmek istense de bu cenahta yer alan “devlet baba” teamülü yani “devlet baba gibidir, döver de sever de” zihniyeti yaratılmak istenen küskünlüğü hafifletmiştir.

Yenidünya düzeni kurucularının milletimize biçtiği rolü uygulayabilmesi için ordu– millet zihniyetini yıkmak üzere uyguladıkları ikinci önemli olay 28 Şubat sürecidir. Bu süreçle beraber özellikle mütedeyyin Müslüman kesim ile ordunun arası açılmış, bunun akabinde yapılan seçimlerle millet orduya bir nevi ders vermek için İslami kimliği ön planda gözüken bir partiyi iktidara getirmiştir. Fakat akabinde yaşananlar bizi devlet olarak en sonunda var olma mücadelesine götürmüştür.

Bu nedenle yenidünya düzeni kurucularının yaşanmasına temel hazırladıkları 28 Şubat süreci amacına ulaşarak millet ve ordu arasını açmıştır.

Son olarak bütün bu tabloya binaen belirtmek isterim ki; tarihte küllerinden doğan yegane milletlerden biri olan Türk milleti, şu an için kendini var eden yapı taşları yıpratılmış olsa da büyüklerin dediği gibi “aslıhu ve neslihu” olacaktır, yani her şeyin er geç aslına dönmesi gibi aslına dönecektir. Saygılarımla!…

Amerika’ya Osmanlı Yardımı

1940’lı yıllardan itibaren Marshall yardımları, Truman Doktriniyle Amerika’dan yardım almaya başlayan Türkiye, günümüze kadar her başı sıkıştığında maalesef Amerika’nın kapısını çalar hale gelmiştir.

Sevgili dostlar, tarihimize şöyle bir baktığımızda ise Amerika’ya ilk yardımı yapan devletin Osmanlı Devleti olduğunu görüyoruz.

1800’lü yıllarda Amerika Birleşik Devletleri güney komşusu Meksika’yla girdiği savaşlar genellikle vahşi ve ıssız çöllerde geçmişti. Motorlu araçların mevcut olmadığı devirde, savaş sırasında Amerikan ordusu en büyük sıkıntıyı nakliye ve ikmal konusunda çekmişti. Savaşan birliklere yiyecek, su, cephane ve yaralılar için gerekli sıhhi malzemenin ulaştırılması büyük bir problem olmuştu.

ABD’li devlet adamlarının aklına dâhiyane bir fikir geldi. 19.yy.da Avrupa devletlerinin Orta Doğu’da giriştikleri sömürgecilik savaşlarında nakliye için çöllere ve çorak alanlara olağan üstü dayanıklılık gösteren develerden faydalanmak istediler. Ordu nakliye sistemini deve katarlarıyla takviye etmeye ve hatta bunu ön plana almaya karar verdi.

Ancak bu sırada develerin bol olduğu Arap ülkeleriyle resmi temaslar olmadığından, bu hususta döneminde her başı sıkışanın imdadına yetişen Cihan Devleti Osmanlı’ya baş vurmaya karar verdiler.

Bununla ilgili Amerikan donanmasının bir nakliye gemisi 1855 yılı Ekim ayında İstanbul’a geldi. Geminin kaptanlığını David Dixon Porter yapıyordu. Mr. Porter Amerika’nın ilk Türkiye büyükelçisiydi.

Amerika’nın İstanbul elçiliği Osmanlı Hariciye Vekaletine 29 Ekim 1855 tarihinde gönderdiği yazıda şöyle diyordu: “ABD tarafından bundan sonra Meksika ve California’da deve kullanılmasına karar verilmiş ve İstanbul’dan 35 devenin getirilmesi için Amiral David’in kumandasında ki bir gemiyi bu tarafa göndermiş olduğundan, Türkiye ile Amerika arasında mevcut bulunan iyi ilişkiler ve dostluk dolayısıyla 35 devenin verildiği taktirde bunun büyük bir memnunluk doğuracağını Amerikan elçisi arzu ve beyana cesaret eder.”

Bunun üzerine Sadrazam Mehmet Emin Paşa, saray başkatipliğine Amerika’nın istediği 35 deve ile ilgili olur yazısını yazmış, Sultan Abdülmecit’te olumlu irade de bulunmuştur.

Böylece Amerika’nın istediği develer bedelsiz olarak verilmiş. Amerika’ya ilk askeri yardım Osmanlı Devleti tarafından yapılmıştır.

Ne gariptir ki; o zaman Amerika’ya yardım eden Türkler daha sonra bu ülkeden yardıma muhtaç hale gelmiştir. Bu da tarihin garip bir cilvesidir.

ABD’yle münasebetlerimiz bununla da bitmemiş, Akdeniz’de rahat ticaret yapmak isteyen Amerika Devleti Osmanlı’ya 12 bin altın vergi ödemiştir. Yani Osmanlı Amerika’yı haraca bağlamıştır.

Bununla ilgili anlaşma fermanları İstanbul Deniz Müzesi’nde bulunmaktadır. Anlaşmayı ABD adına George Washington imzalarken, Osmanlı adına ise Padişah ve hatta sadrazam değil, şimdiki vali statüsünde Cezayir Beylerbeyi Hasan Paşa imzalamıştır.

Nereden nereye deyip iç geçirenlere, güzel bir örnek olması dileğiyle…

Sadeleşmek Üzerine

Hayat, bize bazen çok ağır gelir. Kaldıramayız onun bize verdiği yükü. Nedendir bilmeyiz; ama bizi yoran yükün daha fazla sahibi olmak isteriz. İsteriz ki, dostumuz çok, paramız çok, eşyamız çok, bilgimiz çok olsun. Düşünmeyiz hiç, kullanılmayan eşya, harcanmayan para, değerlendirilmeyen mülk bizi ezer de ezer.

Duruluk, iyi bir cümlenin niteliklerindendir. İçinde gereksiz bir sözcüğün ya da ekin bulunmamasını duruluk olarak tanımlıyoruz. “Otobüsün yanlış ve hatalı sollaması kazaya neden oldu.” dediğimizde iyi bir cümle kurmuş olmayız; çünkü “yanlış ve hatalı” sözcüklerinden biri gereksizdir. Laf kalabalığından başka bir şey değildir bu sözcükleri kullanmak. Divan ve Servet-i Fünun şiirini tenkit ederken anlatımın süslü olduğunu söyleriz. Sanatlı, abartılı söyleyişin şiirde istenmeyen nitelik olduğunu kabul ederiz. İsteriz ki, söylenen kolay anlaşılsın, bizi yormasın, anlatılmak istenen herkes tarafından aynı şekilde anlaşılsın. Bu niteliklerden yoksun anlatım, kötü bir anlatımdır.

Dolabımızı açtığımızda dakikalarca bekleriz. Hangi elbiseyi giyeceğimiz kararsızlığı zamanımızı alır, kafamızı meşgul eder. Giyeceğimiz elbiseye gömlek, kravat, çorap, ayakkabı uydurmak ayrı bir sıkıntı nedeni olur. Aylarca değil, belki yıllarca giymediğimiz gömleklerimiz, elbiselerimiz vardır. Almışızdır onları bir nedenden dolayı. Dolaplar dolmuş, taşmıştır. Aslında, aldığımız her kıyafetle birlikte bir ikilem, sıkıntı satın almışızdır. Amaç, kendimizi süslemektir. Süslenmekle önemseneceğimizi zannetmişizdir. Bu, bir komplekstir de farkında değilizdir. Olsaydı birkaç parça eşyamız zor durumda kalmazdık, ruh sağlığımızı korur, zamana egemen olurduk. Geçen zaman, kaybedilen zaman değil, kazanılan zaman olurdu.

Tabağıma birkaç çeşit yemek koyduğu zaman eşimi uyarıyorum. Bu durumda ne yediğimin farkında olamıyorum. Lezzetler birbirine karışıyor. İstiyorum ki fasulye, fasulye tadıyla; pilav, pilav lezzetiyle yensin. Sofrada, yemek tabağında sadelikten yanayım. Damak tadıma, mideme saygı göstermek istiyorum. Fazla çeşidin bulunduğu bir yemek sofrası, benden yemek zevkini alıyor. Hele, içinden birkaç lokma alındıktan sonra kenara itililen tabaklar üzüyor beni. Hem israf hem lezzetten yoksun kalmak…

Ansiklopediler, bir konuda derinlemesine bilgi vermez. Yok yoktur ansiklopedilerde. Hiçbir zaman da bir ansiklopediyi baştan aşağıya okumayı düşünmeyiz. Orada verilen bilgiler derinlikten yoksundur. Her şeyin yer aldığı; ancak hiçbir şeyin tam anlatılmadığı kaynaklardır ansiklopediler. Ansiklopedi okuyan biri, bir şeyi öğrenmenin derin hazzını duymaz. Hayatını ansiklopediye çevirenler de yaşama sevinci, insan olma mutluluğu duymazlar. Kişinin, kendisini tamamen adayabildiği, içinde bulunduğu işte zirveye ulaşabileceği bir yaşam, koştukça nefes açan maraton gibidir. Her dala konan kuşta hayır yoktur. Kuş, konduğu dalın sahibi olmalı. Her işi yapmaya kalkan, hiçbir işi yapmamıştır.

“Faydasız bilgiden Sana sığınırım.”, ne güzel bir söz. Faydasız arkadaşlıklardan da kaçınırım. Tercihim, birkaç dostumun olmasıdır. O bana değer katsın, ben ona değer katayım. Bizi yücelten, ihtiyacımızı gideren varlıklarımızı, değerlerimizi paylaşalım isterim. Üç beşten fazlasını ne memnun edebilirim ne taşıyabilirim. Dostluk, zaman ister, özveri ister. Kontrol edemediğin dostlar ve dostluklar olmasa daha iyidir. Bunun için dost seçiminde de sadeleşmeye gitmeliyiz. Dost sayısında bir elin parmakları miktarı karar, fazlası zarardır.

Denize bakıyorum, mavi; ormana bakıyorum, yeşil; toprağa bakıyorum, haki… Tekdüzelik denemeyecek ağırbaşlılık var doğada. Gözlerimize, kulaklarımıza, ruhumuza dinginlik veriyor doğadaki yalın ahenk. Doğanın kucağında olmak, yormuyor bizi. Natürel olmayı, kalıcılığın ilkelerinden sayıyoruz. Renklerdeki çeşitlilik, musikideki çok seslilik, düşüncelerdeki çok bilinmezlik yoruyor bizi. Resimde, musikide, düşüncede yalınlık hem dinginlik hem derinlik veriyor.

İnsanca bir yaşam için her durumda açıklık, sadelik, duruluk ilkemiz olmalı.

Yıl 2007 Mevlana’yı Anlamak

Ömrünü “Hamdım piştim, yandım” diye özetleyen büyük İslam velisi Mevlana Hazretlerinden bahsetmek her kalemin haddi değildir.

Ama 2007 yılını UNESCO, Mevlana yılı ilan etmesi sonrası onu her zamankinden daha da iyi anlamamız gerektiği de bir gerçek…

Günümüzden sekiz asır önce yaşamış, olmakla birlikte hakkında hala araştırmalar yapılan ve gün geçtikçe fikirlerine daha da ihtiyaç duyulan Hazreti Pir, Türk-İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürdür.

Engin dehası, derin fikirleri, eşsiz sevgisi ile dün olduğu gibi bugünde eserleriyle insanlığa rehberlik etmektedir.

Aydınlar Ocağı Dernekleri 29. Büyük Şura’sı sebebiyle geçenlerde Konya’da bulunduk. Konya bugünlerde daha farklı. Mevlana Müzesi dolup taşıyor. Kapısından adım atar atmaz, mistik bir havanın esintisi ziyaretçilerin yüzüne çarpıyor. Müzenin içinden yayılan Musıki-i Figan yerli yabancı bütün misafirleri sarıyor, bir başka mana alemine insanı sürüklüyor. Aynı duygu Sema törenlerinde de kendini gösteriyor.

“Gene gel! gene gel! her ne isen gene gel!
Ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan da gene gel!
Bu bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Yüz kere tövbeni bozmuşsan da gene gel!”

Meşhur rubaisi’nin çığlığına koşuyor insanlar. Ama şunu unutmamalıdır ki; Hz. Mevlana hayatında Kur’an ve Sünnet’ten bir adım, bir nefes dahi ayrılmamıştır.

“ Canım bedenim de oldukça Kur’an’ın kuluyum,
Seçilmiş Muhammed’in yolunun tozuyum.
Kim bu sözlerimden başka bir şey naklederse,
Ondan da, o sözünden de şikayetçi olurum.”

Yukarıdaki ifadesiyle Mevlana, söylediklerini çarpıtanlara, eksik aktaranlara kendi batıl inanç ve hayat tarzlarına meşruiyet kazandırmak, taraftar toplamak isteyen, O’nu İslam dışı bir başka hale getirmeye çalışan bazı misyoner ve sapık oluşumlara asırlar öncesinden en güzel cevabı vermiştir.

Mevlana’nın yaşadığı devirde, günümüz dünyası gibi karışıklıklarla doluydu. Her gün bir yerler yıkılıyor, insanlar ölüyor, zulüm, kan ve gözyaşı oluk oluk akıyordu. Moğol İmparatorunun taş taş üstünde bırakmadığı o zamanda Hz. Mevlana Anadolu coğrafyasında üstün fikirleriyle rehber oldu, ışık tuttu, insanlığın zulmetten kurtuluşa vesile oldu.

Mevlana’nın tarihin her döneminde feyiz alınan, seçkin ve yol gösterici fikirlerine, insanlığın bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacı vardır. Belki de bu yüzden Batı dünyasında eserleri en çok okunanlar arasına girmiştir.

İnsanlığın problemini çözeceğini vadeden, dünyaya sosyal ve ekonomik refahı getireceğini iddia eden ve bunu bir bakıma sağlamış olan Batı’nın materyalist ve liberalist anlayışı, diğer taraftan aç gözlü, amaçsız, doyumsuz bir insan tipini de ortaya çıkartmıştır. İnsanda ruhun eserini yok eden bu materyalist değişim, onu şiddete, alkolizme ve uyuşturucu kullanmaya da itmiştir.

Bu düzen bir kısım insanların servet yağmalayıcısı olmasını, diğer insanların da sömürülmesini ve esaretini gerektirmektedir. İngiliz Filozof Thomas Hobbes’in dediği gibi bu sistem insanı, insan yiyen canavar haline getirmiştir.

Bugün Batı dünyası dini ve manevi bir arayış içerisinde bulunmakta, kendi inanç sistemlerinde bulamadıkları manevi boyutu İslam dininde ve özellikle Hz. Mevlana’nın görüşlerinde aramakta ve ona akın etmektedirler.

Gönüller Sultanı Mevlana Konya’da yeşil türbesinin altında istirahata çekilmiş gibi dursa da, sesi, soluğu, mesajı dünyayı dolaşıyor. Alem Mevlana’yı anlamaya çalışıyor.

Biz hala Hz. Pir’i anlamamaya inat mı ediyoruz?

Şehitler Ölmez

İnsanoğlunun tarih boyunca ulaşmak için bir yol aradığı hedeflerden biridir ölümsüzlük. Bunu sağlamak için maddi anlamda olmasa da manevi anlamda ölümsüzlüğe vesile olacak pek çok eser bırakma gayreti birçok insan tarafından sergilenmiştir ve sergilenmektedir.

Mahiyeti farklı olsa da İslam ölümsüzlüğü insanoğluna bir tek makamla vermektedir: Şehitlik.

Kur’an-ı Kerim’de buyrulduğu üzere: “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara, 154)

Dolayısıyla Allah yolunda savaşan, mücadele eden (ki vatan savunması bunun en önemli unsurudur) ve bu uğurda canını verenler, insanoğlunun ulaşmak için tarih boyu çaba gösterdiği bir makama ulaştırılmaktadırlar.

Bunu niye vurgulama ihtiyacı hissediyorum?

Son günlerde artan terör olaylarında birçok vatan evladımızı bu mertebeye uğurluyoruz. Acımız hakikaten çok büyük. Bilhassa bağrı yanık şehit ailelerimizin gittikçe artan şehit cenazeleri karşısındaki haklı öfkelerine ve acılarına belki bir nebze de olsa teselli olur maksadıyla bildiğimiz ancak hatırlanmasında fayda olan bu gerçeği tekrarlamak istedim.

Değerlerimizin gittikçe erozyona uğradığı ve uğratıldığı, üstelik bunu yapanların arasında bu değerlerin savunucusu görünenlerin de maalesef yer aldığı günümüz ortamında, dinimizin bir insana verilebilecek en büyük nimetlerden biri olarak müjdelediği bu mertebeye kavuşanların birer “kelle”den ibaret olmadıklarının vurgulanmasını hem onlara hem de ailelerine gösterilmesi gerekli hürmet sebebiyle önemsiyorum.

İdealist olmanın özellikle gençler arasında artık alaya alınmaya başlandığı, tahsil hayatı gibi hususların “çok para kazanma” vesilesi olarak görüldüğü bir dönemde vatan uğruna savaşabilmek ve ölebilmek için gözünü kırpmadan görev mahallini değiştirerek ateşin ortasına atlayabilenleri en büyük takdire şayan görenlerin hala bulunduğunu vurgulamak için bu noktalara temas ediyorum.

Ülkenin içinde bulunduğu zor şartlar altında kendilerine alternatif vatan ve vatandaşlık “imkanları” aramak yerine dedelerinin ne şartlar altında bu toprakları bizlere miras bıraktıklarını unutmayarak, ticari bir meta olarak değil de savunulacak ve yaşanılacak vatan olarak bu topraklara bağlı olan ve geleceğini bu vatanın bütünlüğünde görenlerin kalbimizdeki müstesna yerlerini ifade etmek için bahsettiğim hususları tekrarlıyorum.

Ve en nihayetinde acılarında, endişelerinde ve gururlarında yalnız olmadıklarını anlatmak için kullanılabilecek tek bir cümleyi tekrarlayabilmek adına bu satırları kaleme alıyorum: “Şehitler ölmez!”…