19.4 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1251

Teröre Çözüm Osmanlı Modeli-1

Terör dün vardı
Bugünde var.
Hem bizde hem de Dünya da
Yarında var olacaktır.
Terörün tarihi insanlık tarihi kadar eskidir.
Terörün babası Hz Âdem as’ın çocuklarından Kabil’dir
Terörist başıdır.
Yeryüzünde ilk kanı kardeşi Habil i öldürmek suretiyle O dökmüştür.
Bundan dolayıdır ki her terör olayında Kabil in amel defterine bir günah yazılır.
Fakat terör hiçbir milletin alınyazısı değildir.
Hele bizim gibi 600 sene 3 kıtaya medeniyet götürmüş
İnananı ve inanmayanı ile herkese adaletle muamele etmiş
Vatandaşlarının açlık ve sefalet içerisinde yaşamaları şöyle dursun,
Vahşi hayvanların bile kış günleri karınlarını doyurmuş,
Feth ettiği ülkeleri sömürmemiş,
Bilakis kalıcı eserler yapmak suretiyle oraları imar etmiş,
Hep bana dememiş paylaşmasını bilmiş,
Diyarı Fırat ta bir kurt kapsa koyunu
Adli İlahi gelirde Ömer den sorar O’nu’
Düşüncesiyle hareket etmiş bir ecdadın torunlarının kaderi acı ve gözyaşı olabilir mi?
Allah cc terörle bu milleti neden cezalandırsın ki,
Hiç kimse kaderimizde varmış deyip sorumluluktan kurtulamaz
Bugün terör varsa bir yerlerde zaaflar boşluklar vardır,
Bu boşluklar doldurulmalıdır.
Adaletin olduğu yerde terör,
Terörün olduğu yerde adalet olmaz
.
Çünkü burada insanlar doğru düşünme yeteneklerini,
Akliselimle hareket etme özelliklerini kaybederler
Terörün çözümü ile ilgili Osmanlı modeli dediğim Önerilerim Şunlardır

1-      Adaletin sağlanması:

Herkes herkesim için mutlak adalet  sağlanmalıdır.
İnsanların ırkları, dilleri, anne babaları kendi seçimleri değildir.
Hiç kimse ırkından ve de dilinden dolayı aşağılanamaz aşağılanmamalıdır
Bunlar övgü ve yergi meselesi olmaktan çıkarılmalıdır.
Bir insan kendini nasıl hissediyorsa öyle ifade etmeli
Kendi ana dilini rahatça konuşabilmelidir
Yasaklarla sorunlar çözülmez
Yasaklar alaca karanlığa benzerler
Her türlü suçu ve suçluyu kamufle etme özelliği gösterirler
Dâhili ve harici art niyetli insanlara zemin hazırlanmış olur
Devletin güçlü olması ve vatandaşlarına güvenmesi herkese eşit davranması adaletin gereğidir
Bu ülkede yaşayan herkes 1. sınıf vatandaştır
Tüm haklardan yararlanabilmelidir
Bu adaletin gereğidir
Adalette devletin görevidir.

2-      Özgürlüklerin Genişletilmesi:

Dini. Dili dini, ırkı ve rengi ne olursa olsun herkes için mutlak özgürlük esas olmalı
Eyleme dönüşmeyen hiçbir düşünce suç sayılmamalı ve cezalandırılmamalı
Devlet genel ahlak ve kamu düzeni konusunda belli düzenlemeler yapmalı
Kürtçe şarkı söylenmesi, Kürtçe kaset yapılması ile ne devlet yıkılır, nede laiklik elden gider.
Bu özgürlük devletin üniter yapısını bölmek ayrı devlet ayrı bayrak anlamını taşımaz.
Özgürlükler tek vatan içinde tek bayrak altında söz konusudur
Yolculardan hiçbirisi içerisinde seyahat ettiği gemiyi delme hakkına sahip değildir
Buna da müsaade edilemez

3-      Bölgeler arası gelişmişlik farkı azaltılmalıdır:
Herkesin işi aşı olmalı,
Tüm insanlar medeni ölçüler içerisinde yaşayabileceği gelir düzeyine sahip olmalıdır.

Terör Gaziantep’te niçin tutunamaz?
Çünkü taban bulamaz
İşi aşı olan para kazanan rahat ve huzurlu bir hayat süren insanlar gidipte sefalet içerisinde her an ölüm korkusuyla mağarada yaşamak isterler mi?
Elbette ki istemezler.

4-      Bölge sürgün yeri olmaktan çıkarılmalıdır.

Devlet Öğretmeninden polisine Hâkiminden savcısına kaymakamından valisine Bölük komutanından ordu komutanına varıncaya kadar asker ve sivil tüm yönetici ve personelin en babacan ve halkla iç içe olabilenleri görevlendirmelidir.

Halk bu yöneticiler aracılığıyla devletin şefkat -merhamet ve adaletini hissetmeli

Bugün Marmara- Ege ve Akdeniz bölgeleri vatandaşın amirin memurun zihninde nasıl bir çağrışım yapıyorsa GÜNEYDOĞU ANADOLU bölgesi de aynı yâda benzer çağrışımı yapmalı

Bunların dışında işin birde insani boyutu var.

OSMANLI 600 yıl ARABI- KÜRDÜ; LAZI- ÇERKEZİ., ERMENİ VE YAHUDİYİ Kardeşçe nasıl bir arada yaşattı

Osmanlı vatandaşıdır

Herkes devletin tanıdığı tüm haklardan özgürce istifade ederdi

Devlet herkese adaletle muamele eder

Irklar ön plana çıkarılmaz

Farklılıklarımız ayrılık sebebi değil zenginliklerimiz olarak görülür

Millet kaynaşması gerçekleştirilmiş olur

Bu Terör 25 sene devam etti bir 25 sene daha devam etmemeli.

35-40 bin vatan evladı şehit oldu

Bir tek kişi daha teröre kurban gitmemeli

Hiçbir şehit ve gazi ailesi başka ailelerinde aynı acıları yaşamasını istemez

Terörün biran önce bitirilmesini en fazla şehit ailelerinin isteyeceği kanaatindeyim

Eğer doğru bilgilendirilirlerse

Terörsüz ramazan

Acısız bayram temennisiyle…….

Türkiye’nin Büyük Çatısı (1)

Ekopolitik tarafından düzenlenen “Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet” başlıklı çalıştaya dostum Ekopolitik Koordinatörü Tarık ÇELENK beyin daveti üzerine katıldım. Çalıştay 27 Ocak 2009 tarihinde İstanbul Dedeman Otel’de yapılmıştı. İzlenimlerimle ilgili bir şeyler yazmak istemiştim ancak şartlar oluşmamıştı. Bu çapta bir organizasyonu ben devletten veya daha farklı kuruluşlardan beklerdim aslında. O zamanda Tarık’ beyle fikirlerimi paylaştım. Yaptığı işin çok önemli olduğundan bahsettim. Katılımcıların çoğu yurt dışından gelmişti ve önemli bir organizasyondu. Kendisinin bu organizasyon için harcadığı eforun karşılığında, katılımcıların sağduyu ve olaylara bilimsel yaklaşmaları beni Türkiye’de de demokratik olgunluğun düzeyi açısından umutlandırmıştı.

Bu Çalıştayın çok önemli konuklarından biri Politik psikoloji disiplinin kurucularından Prof. Vamık VOLKAN bey onur konuğu olarak ABD’den gelmişti. Ben kendisini Tarık bey vasıtası ile tanıdım. Müteaddit defalar özel toplantılarında bulundum.  Kendisinden Rusya, ABD; İsrail, Avrupa’daki devletler ve ihtiyaç hisseden devletler faydalanmış. Ancak maalesef diyorum Türkiye faydalanamamış. Son yılda Ermeni Meselesi Üzerine Cumhurbaşkanı ile geniş çaplı bir toplantı yaptı. Şimdi de İçişleri Bakanı ile açılım konusunda geniş ve teknik bir toplantı yaptılar.

Bu çalıştaya önce kimlerim katıldığına bakalım. Ondan sonra çalıştayın özetinden bahsedeceğim birde VOLKAN beyin konuya ışık tutacak söylediklerinden bahsedeceğim.

Prof. Dr. Vamık Volkan, Prof. Dr. Feroz Ahmad, Cevat Öneş, Prof. Dr. Fuat Keyman, Yrd. Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu, Doç. Dr. Mesut Yeğen, Altan Tan, Doç. Dr. Vedat Bilgin, Müfit Yüksel, Dr. İbrahim Kalın ve Oturum Başkanı Avni Özgürel yer almaktaydı.

Açılış Konuşmasını Ekopolitik Koordinatörü Tarık Çelenk yaptı. Tarık beyin açılış konuşmasını önemsediğim için aynıyla veriyorum.

“Bugün günlük hayatımızı ve geleceğimizi geçmişteki büyük savaşlar kadar yaşanan bilimsel, ekonomik ve sonuçları politik olan devinimler etkilemekte ve yönetmektedir. Varoluştan bu yana tarihin şekillenmesinde insanın ne kadar büyük ve önemli rol oynadığı açıktır. İnsan yapıcı ve yıkıcı dürtülerinin motivasyonunun etkisi altında büyük toplumsal dönüşümleri gerçekleştirmiştir. Bu dönüşümler bazen büyük medeniyetlerin inşası, bazen de büyük felaketlerin tezahürü şeklinde sonuçlanmıştır. Tarihçiler, sosyologlar, psikologlar ve genel anlamda toplumbilimciler, bu yapıcı ve yıkıcı süreçleri kendi yöntemleriyle anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmışlardır.

Burada bizler için önemli olan, süreçleri ve dönüşümleri ne kadar anlayabildiğimiz ve birlikte
yaşadığımız insanlar için ne kadarını kontrollü ve sağlıklı bir şekilde örgütleyebildiğimizdir.

Zannederim bizlerin yetişkin kuşaklar olarak coğrafyamızda şahit olduğumuz hadiselerin niteliği, farklı disiplinlerden gelen sosyal ve psikopatoloji bilimcilerin daha fazla ilgisini çekmektedir. Yaklaşık 1000 yıl önce Anadolu’muzda oluşmaya başlayan dönüşümsel kimlik oluşumunun ağırlık merkezi, Bizans deneyiminden de yararlanan Selçuklu ve Osmanlı tarihsel birikimi ile 18-19. yüzyıllara sayın Volkan’ın deyimiyle “büyük bir çadır” haline dönüşmüştü. Günümüzde bu büyük çatının gölgesinin yok olduğu coğrafyalarda her türlü kargaşa ve istikrarsızlık hissedilirken kalan ana gövde Türkiye Cumhuriyeti ile temsil edilmektedir.

Bazı birliktelikler suni iç içe geçmiş parçalar halinde şekillenirken bazı birliktelikler ise ortak bir kader anlayışı ile vücut bulur. Muhakkak ki müşterek bir çatı altında yaşanan, ortak zafer ve yaslarla da derinleşen Osmanlı kimliğinin parçalanması, bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, çağımızda ise Sovyetler Birliği’nin veya Yugoslavya gibi sentetik yapıların dağılması ile tam benzeşmez. Ekonomik ve politik olarak ayrışan söz konusu yapı sonrasındaki toplumların sosyal ve psikolojik açıdan ortak bir kimliğin sinyallerini bugün de verdiklerini gözlemleyebiliriz. Bu kapsamda ülkemiz güncelinde yaşanan kimlik-aidiyet ve toplumsal iletişim sorunlarının çözüm hipotezlerini, disiplinlerarası ve onarıcı bir yaklaşımla tartışmak bu toplantımızın ana konusudur. Bu platformun alışılagelenden farklarından biri de, bilindiği üzere, psikanalitik ve nesne ilişkileri yaklaşımının sosyo-politik süreçlere katkısını tartışmaya açmaktır.

Siyasi karar alıcıların irrasyonel kararları tarihi etkilemiştir. Siyaset bilimciler bunları açıklayabilmek için bilişsel psikolojinin kavramlarını zaman zaman ödünç alarak kullanmışlardır. Psikodinamik yaklaşım ise karar vericilerin politik eylemlerinin irrasyonel boyutlarının anlaşılmasına dönük çalışmalara henüz yeterince yönelebilmiş değildir. Buna rağmen sayın Volkan, hepinizin bildiği gibi, psikanalitik-psikodinamik yaklaşımla birey-grup ilişkileri, politik saha çalışmaları ve bunların geliştirilmesi açısından çığır açıcı çalışmaları ile önemli uluslararası başarılara imza atmıştır.

Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet” toplantımıza katılan farklı disiplinlerden akademisyen ve aydınlarımızın da ufuk açıcı çalışmalarına vurgu yapmak isterim. Türkiye’nin yaşanan gerçekliği dahilinde çalışma yapan bu saygın insanlarımızın değerlendirmeleri, Türkiye’deki ortak aidiyet tartışmalarının da önünü açacaktır. Karmaşık bir problemin çözümünde genelde arka plandaki ayrıntılar karşımıza çıkar. Belki de toplumumuzdaki psikolojik kaygı, temel güven duygusu sarsıntısı takıntı eşiklerinin aşılması için bu ayrıntıların politik psikoloji rehberliğinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Umarız bu rehberlik toplantımıza katılan değerli aydınlarımızın buradaki öngörü ve önerileri ile daha da ayrı bir anlam kazanacaktır”

Bu Çalıştay hakikaten çok güzel geçti . Sadece konferans verenler değil, katılımcılarında ciddi soru ve görüşleri ile birlikte ciddi katkıları oldu.

Bu yazının devamlarını nasip olursa haftalar içinde yazacağım. Sizlere soruyorum???? Acaba!!  Bu Büyük Çatı Türkiye’ye dar mı geliyor? Yoksa çatıda çatlamalar mı var? Eğer çatlamalar var ise, tamir görebilecek düzeyde mi? Yoksa yeni bir çatı yeni bir aidiyet duygusu mu? geliştirmemiz gerekir? Var olan aidiyet duygusu ve çatı sizce yeterli midir? Yeterli idi ise, niye bu fırtınalar kopmaktadır? Çatıyı ve aidiyet duygusunu biz mi iyi anlayamadık? Devlet mi iyi anlatamadı? Gibi daha uzatabileceğimiz sorular yumağına vereceğimiz samimi cevaplar, ( Onarıcı yaklaşımla) bizlere doğru yolu gösterecektir diye düşünüyorum.

 

Toplantıya katılanlar

Toplantıya katılanlar

Panelistler ülke meselelerini tartışırken

Panelistler ülke meselelerini tartışırken

30 Ağustos Zafer Bayramı

0

Muhteşem maziye sahip her biri çağlara damgasını vurmuş, özellikle Ağustos aylarında sayısız zaferler kazanmış Yüce Türk Milleti bu gün mutlu bir 87. yıl dönümü daha kutlamaktadır.

Türk Milletinin Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919 da samsuna çıkışı ile kurtuluş mücadelesi 30 Ağustos 1922 de yapılan Başkumandanlık Meydan Savaşı ile kazanılan büyük zaferle başarıya ulaştırılmıştır.

Türk Ordusunun yüksek kahramanlığı ile kazanılan 30 Ağustos Zaferi Milletimizin asırların yorgunluğundan silkelenerek yeniden dirilişinin destanıdır.

Zira Osmanlı İmparatorluğu büyük coğrafi alana yayılarak üstün kültürü, üstün devlet yönetme anlayışı ile bu coğrafyadaki bütün insanlara huzur ve mutluluk vermiştir.

Bu güçlü imparatorlukta sonları ilim ve teknoloji takip edilememiş iç çekişmeler ve hizipçilik yayılmıştır. Çalışkanlık tembellik ile tutumluluk israfla yer değiştirmiştir. Adalet bozulmuş, devlet artık dünya tarihinin vatandaşlarının can ve mal güvenliğini koruyamaz insanı mutlu edemez duruma gelmiştir.

Balkan Harbinden sonra dilden düşmeyen soru şudur;” bu devlet nasıl kurtulur” Batı ülkeleri için Osmanlı İmparatorluğu bir “doğu meselesidir”;ya da “Hasta Adamdır”

Osmanlı İmparatorluğu iç olayların yanında İttihat ve Terakki yönetimince bir emri vaki halinde Birinci Dünya Savaşına katılmış bir milyona yakın vatan evladını şehit vermiştir.

Birinci dünya savaşının sonu imparatorluğunda sonudur. Galip Devletler Mondros’ta yazdığı antlaşmayla taşıdığı ağır şartlar yönünden yeni bir hareketin başlamasına sebep olmuştur. Tarihte “Kurtuluş Savaşı” diye adlandırılan bu hareket bağımsızlık ve şerefine düşkün bir milletin kanıyla yazdığı bir kurtuluş destanıdır. Bu kurtuluş destanı henüz otuz dokuz yaşında Anadolu’ya geçerek millet egemenliğini temel alan Mustafa Kemal’in başlattığı bir destandır. Dünya tarihinin akışını da değiştiren büyük bir milli hediyedir.

30 Ağustos 1922 yılında İngiliz Askeri Kurmayların Yunan mevzilerinin inceledikten sonra “Türkler bu mevzileri beş, altı ayda düşürebilirlerse, bir günde düşürdüklerini söyleyebilirler” diye övdükleri mağrur yunan mevzilerini mucizevî olarak darmadağın yapmışlardır.

Başkumandanlık Meydan Savaşının zaferle sona erdiren milletimiz her şeyden üstün tuttuğu hürriyet ve bağımsızlığına yeniden kavuşmuştur.

Büyük fedakârlıklarla kurtardıkları vatanı sonsuza kadar en kutsal varlığımız bilerek korumaya büyük kazanım olan Cumhuriyeti yükseltmek için çalışmaya üretmeye gayret göstermeliyiz.

Başarının ve güçlü olmanın ancak milletçe aynı duyguları paylaşarak aynı idealler etrafında sımsıkı kenetlenerek kardeşlik duygularını hep şanlı tutarak parçalardan değil bütünlükten güç ve zevk alarak sağlanabileceğine daima inanan Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen bu eşsiz zafer dünya harp tarihinde seçkin yerini almış kutsal bir savaş, kutsal bir destan olmuştur.

30 Ağustos Zaferi Türk Milletinin özü olan önemli değer yargılarının odaklandığı kutsal ocaklı ordumuzun eseri ve başarısıdır.

Atatürk bu anlayışla bu büyük baygı daime güvenliği Türk ordusuna armağan etmiştir.

Bu anlamlı günde yüce Atatürk’ü ve Aziz Şehitlerimizi minnetle ve rahmetle anıyoruz.

 

Dayatmalı, Çoğunlukçu Demokrasi

0

Son aylarda ülkenin temel meselelerini, iktisadi sorunları ve dış politikadaki yanlışları adeta açılım tartışmalarıyla ülke gündeminden uzaklaştırmış bulunuyoruz. Aylardır açılımla yatırılıyoruz ve açılımla kaldırılıyoruz. Kürt açılımı denen gariplikle demokratik açılım birbirine maksatlı olarak karıştırılmıştır. Dışarıdan takviye almak, dış telkinlerle hareket etme alışkanlığımız sürüyor. Takviye gerekti mi, Hilmi Hoca sahaya çıkıyor. Türkiye’nin isminin bile ne olması gerektiğini bize tartıştırıyor. Son altı senedir neleri tartışıyoruz sorusunun cevabı, herhalde bu iktidarın kulağına bazı şeyleri üfleyenler ve Hilmi Hoca gibi örneklerde aranmalıdır.

AB yetkililerinin ve sözde dost ve müttefiklerimizin bazı temsilcilerinin hakaret ve itham dolu sözleri karşısında başı önlerinde olan yöneticilerimiz içeride aslan kesiliyorlar. Demek ki; birbirimize hükmümüz geçiyor. Geçenlerde  Başbakan fena halde celallendi. Siyasetin üslubuna bize göre uygun olmayan ifadeler kullandı. Oysa, NATO Genel Sekreterliği için Rastmussen’e oy verdik. Karen Fogg’larla işbirliği yaptık. Obama TBMM’ni ziyarette yaptığı konuşmada Kürt azınlıktan, Ruhban Okulunun açılmasından, dini azınlıklara haklar verilmesinden, Irak Hükümeti ve Irak Kürt liderleriyle işbirliği yapılmasından bahsetmesine rağmen; kendisine “alçak” ve “namussuz” diyen olmadı. 2007 yılında David Phillips, 2008’de ABD Dışişleri Bakanlığı uzmanlarından Henry Barkey tarafından hazırlanan raporlara ses çıkmadı. Bunları bir tarafa bırakalım; Başbakanlıkta malum liberal ve vatansız orkestraya hazırlattırılan raporlar da diğerlerinden farklı değildi. Bunlara da alçak ve namussuz denmedi.

Bize yukarıda belirtilen raporlarda dayatılan maddeler arasında TCK’nun 301. Maddesinin değiştirilmesi, yani Türklüğe ve milli kurumlara hakaretin suç olmaktan çıkarılması vardı. Bu ev ödevini yerine getirdiler. Irak’ın kuzeyindeki Kürt liderlerle ilişkilerin geliştirilmesi emredildi. Yine emir büyük yerden olunca; gerçekleştirildi. DTP muhatap alındı. Üstelik, Sayın Başbakan “DTP, PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmezse; onlarla görüşmem” demesine rağmen… Kürtçe yayın konusunda TRT şeş-beşe geçtik. Dağdakileri topluma kazandırma şeklinde örtülü aflar ise; açılımın yolunda yer alıyor. Bazı önde gelen PKK yöneticilerinin üçüncü bazı ülkelerde mülteci olması da bu dayatmaların arasında yer alıyor. Bunlarla beraber, bazı müttefiklerimizin ve AB yetkililerinin Güneydoğu ziyaretleri, basına kapalı temasları ve İçişlerimize yapılan müdahalelere ses çıkarılmadı. Nede olsa bunlar, bizi demokratikleştirecek sözde dost tavsiyeleriydi!

Bunların hepsinde dün olduğu gibi bugün de Müslüman azınlık yaratma ve Türk tarihinden intikam alarak Türkiye’nin milli ve üniter devlet yapısını değiştirtmek vardır. Hayali AB üyeliği yolunda Türkiye’den çok farklı ve çirkin taleplerde bulunmanın altında da bu yatmaktadır. Ancak, Ankara’da maalesef bazılarının havlamaları, hep rahatsız oldukları kurt sesini bastırdı. Kurt, köpeklere rağmen sesini çıkarınca neredeyse bazıları onu azarlamaya cüret etti. Ona milliyetçilik dersi vermeye kalktılar. “Milliyetçilik dönemi kapandı, küresel çağda yaşıyoruz” demelerine rağmen… Siyaseti çirkinleştiren ve demokrasiye itibar ve kan kaybettiren örnekler saymakla bitmez.

Dış kaynaklı dayatmaları ve bize tartıştırılanları bir makaleye sığdırmak mümkün değil; ama şu yalandan kaçınalım: Türkiye’nin sorunlarını Türkiye çözüyor. İktidar çoğulcu demokrasiye sığınacağı yerde, çoğunluğuna dayanarak demokratik terör estiriyor, fikir, düşünce ve basın hürriyeti üzerinde baskı yaratıyor ve çoğunlukçu demokrasi uyguluyor. Devletin dışında resmi kanala paralel bir örgütlenme ve kadrolaşma dikkati çekiyor. İktidar yanlısı olmayan her şeyin alternatifi yaratılmak isteniyor. Oysa, demokrasilerde muhalefete ve iktidarın hoşuna gitmeyecek söz ve tekliflere de ihtiyaç var.

Bunlar yapılırken barış, istikrar ve kardeşlikten bahsediyoruz. Alt yapısını tahrip etmeye çalıştığımız değerleri -ki buna milli kimliğimiz olan Türklüğümüz de dahildir- hesaba katmadan; birlik, bütünlük ve kardeşlikten bahsediyoruz. Türk kimliğinin, milli ve manevi değerlerimizin reddedildiği, saldırıldığı yerde kardeşlik, istikrar ve huzur olamayacağını da herkes biliyor. Ancak, durumu kurtarmak ve şimşekleri çekmemek için bu ve benzeri ifadelere sık sık başvuruluyor.

‘Hayaloğlu’ Ramazan

Biz üç kişiydik;
Recep, Şaban ve ben
Üç imkân.. Üç itminan.. Üç dalgakıran..
Adımız selâm diye yazılmıştı dağlara, taşlara
Boynumuzda hamayıl
Koynumuzda heyecan

Dil zikirde, göz takipte
Ve aşkımız toprağa emanet
Günahlarla kararan ellerimizi
Ay sularıyla yıkar, yunardık
Kevser az uzağımızdaydı
Kâse kâse sunardık

Akşam iftar boylarında çatal – bıçak sesleri
Niyetimize, gayretimize
Sabrımızın siluetine çarpar geçerdi
Paylaşmaktı çorbamız
Tüterdi buram buram
Melekler dırahşan çehreleri seçerdi

Belki bir davul sesinde bulduk onu
Ateş böcekleriyle bir olmuş
Karanlığa mumlar yakıyordu
Bir huzur örtüsü bırakıp tam ortamıza
Sıddık gibi, Faruk gibi
Yıldızlara bakıyordu

Artık savaş kazanmış komutanlar kadar
Emindik, özgüvenimiz tamdı
Kaçıp gittik tükenmişliklerimizden
Nefsin arzuları paramparça
Gerisi tekrar doğmuşluk
Gerisi bir kıvılcım
En ışık saçan yerimizden

Sanki bir aylık panayırdı bu, bitecekti
Bir kutlu kervan gibi sonsuzluğa gidecekti
Oysa takvimler sadık kalmıştı randevusuna
Geçmiş bayramlar gibi
Geleceklere de işaret edecekti

Ey göğe kanatlanma anı,
Ey bire yediyüzler zamanı,
Sen de böyle tek tek yitecek miydin?
Ey onbir ayın sultanı!

Biz üç kişydik.. Üç garip ezan..
Recep, Şaban
Ve ben; Ramazan !

Türkiye Cumhuriyeti Devleti Zayıflatılıyor

0

Devletin gücünü arkasına alıp, o güçle devleti zaafa uğratmak müthiş bir planlamanın neticesidir. İğne ile kuyu kazmanın çok zaman alması önemli değildir. Neticeye varmak daha önemlidir(!) Neticeye varma yolunda yeni bir kuyu kazmak gerekiyorsa başarının şartı yeniden iğne ile kuyu kazmaktır. Şimdiye kadar iğne ile kuyu kazarak başarının kapısını aralayanlar, artık iğne yerine kazma-kürek kullanacak noktaya geldiklerini düşünmekteler.

Kısa bir süre sonrada iş makinaları kullanmanın hesabını yapmaktalar. Devletin gücünü kullanarak zaafiyetini gerçekleştirmek kararlılığında olanların gerçek niyetleri ortaya çıkmıştır. Hükumetin tutumundan cesaretleri artan bazı zevat, açık açık bu devletin temel değerlerini ve özellikle ulus-devlet yapısını sorgulamaktadırlar.

Zaman Gazetesi yazarlarından İhsan Dağ haddini çok aşarak iğne ile kuyu kazmaktan vaz geçildiğinin işaretini verenlerden biri… “Kürtçeyi de başörtüsünü de yasaklayan aynı devlet” başlıklı yazısında Türkiye Cumhuriyeti Devletine alenen hakarette bulunmuştur. Sorgulanması gerekir. Ancak devlet bir kurumlar organizasyonu olarak zaafa uğratılmıştır. Devlet organları baskıcı tutum ve propaganda karşısında görevlerini yapamamaktadır. Dolayısıyla nitelik sıkıntısı çekmektedir. Bu durumda da bütün bölücüler, cahiller, gafiller ve hainler devlet makinasının dişlilerine çomak sokmaktadırlar.

“Herşeyi konuşalım”cıların yakında çok daha çizgi dışı şeyler konuşacağı açıktır. Bunlara hazır ve de hazırlıklı olmalıyız.

Anayasanın birinci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, ikinci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve üçüncü maddesinin  Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Millî marşı “İstiklal Marşı”dır.

Başkenti Ankara’dır” hükümlerinin değiştirilemeyeceği ve değiştirilemeyeceğinin dahi teklif edilemeyeceği  dördüncü maddede yazılıdır. Ancak Türk kelimesinin geçtiği her madde bu hükumetin hedefidir. Mutlaka değiştirilecektir. Bu gün değilse yarın… Bu değişimler son açılımların sahipleri için zaruridir. Son açılım hikayesinin temelinde de oy kaybının farkında olan iktidarın 2011 seçimlerinde Kürt vatandaşlarımızın oylarına talip olmaları yatmaktadır.

Bunca açılımdaki  cesaretin sebebi elbette ulaşılan cesamettir.

Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üniter yapısını hedeflerine koyan ve “demokratik açılım” söyleminin güzelliğinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerine dinamit yerleştirenlerin bu tavırları karşısında ne yapacağız. Bir noktada fren yaptıracak mekanizmaların da kısmen mefluç hale getirdiklerini  görüp hayal kırıklığına uğradığımızda tepkilerimiz daha da değişecektir. Bu çerçeve de Atatürk’ün Gençliğe Hitabındaki görevlendirme şartlarının doğduğu gerçeği karşısında “birinci vazifemiz olan Türk istiklalini ve cumhuriyetini korumak ve kollamak” mecburiyetinin doğduğu açıktır. Eğer Türk gençliği  Atatürk tarafından verilen görevi gerçekleştirmek enerjisini kendisinde bulursa doğacak sonuçtan doğrudan mevcut hükumet sorumlu olacaktır.

MHP Genel Başkanı Sayın Bahçeli’nin son zamanlarda sert söylemlerde bulunmasının gerekçesi de bu çerçevede düşünülmelidir.

Başbakan, demokratik açılım konusunda MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin son açıklamalarına bir Başbakan’a yakışmayacak cevap vermiş; “Ellerine bir kâğıt almış dolaşıyorlar. Amerika’nın bir projesi bu.’ Bunu ispat ederlerse biz her şeye varız. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar. Bu kadar ağır konuşuyorum” demiştir.

Başbakanın  bu beyanı alenen hakarettir.

Sayın Başbakan mevcut projenin Amerikan projesi olduğunu niçin inkar ediyor. Projenin kaynağını bilmeyen var mı? Projenin Amerika’nın bir projesi olduğunun ispatına da gerek yoktur. Ve sayın Başbakan’ın tekniği ile denebilir ki; “maruf ve meşhur” hususların ispatına da gerek yoktur.Hukuk Usülü Muhakemeleri Kanunumuz 238. maddesinde “Maruf ve meşhur olan” hususların münazaalı sayılmayacağı belirtilmiştir. Sayın Başbakan’ın “Kasımpaşa 1954 doğumlu olduğunu, kendi ifadesiyle Gürcü olduğunu, Laz olma ihtimalinin bulunduğunu…” biliriz. Bu bilgilerin “maruf ve meşhur” sınıfından ispatına gerek olmadığını da düşünürüz.

Sayın Başbakan’a yine kendi tekniği ile “projenin Amerika’nın bir projesi olmadığını” siz ispatlayın kolaysa, demekten başka diyecek bir şey bulamıyorum.

Hak-Hukuk-Adalet ve Kanuni Sultan Süleyman

İnsanların, birbirlerinin haklarına saygılı olarak, bir arada barış ve düzen içinde özgürce yaşamaları gerekmektedir. Bunun için yasalara gereksinme vardır. Ayrıca, olası anlaşmazlıkların çözümü için de hukuk kurallarına ihtiyaç duyulur.

Babil kralı Hamurabi’den (İ.Ö. 1700) günümüze, asırlardan beri, toplum bireyleriyle devlet arasındaki, insanların kendi aralarındaki ve devletlerarası ilişkileri düzenleyebilmek için sürekli yasalar üretilir. Yasalar yenilenir. Çağın gerekleri göz önünde tutulur.

Hukuk, çağdaş ülkelerde toplumsal barışın, yaşamın, hak ve özgürlüklerin, huzurun ve demokrasinin temeli olarak kabul edilmektedir.

Bazı çevrelerce esas gücün, ekonomik gücü elinde tutanların olduğu ileri sürülür. Ancak  günümüz dünyasında izlemekte olduğumuz bazı girişimlerin kaba güç ve silah zorunun felaket ve belalarıyla bölgeleri yaşanmaz hale getirdiği görülmektedir. Yaş, göz yaşı ve sefalet o coğrafya ve etrafını perişan etmektedir.

Yurdumuzda ise 89 yıl önce (23.04.1920) T.B.M.M. açılışı ile eski hukuk düzeninden çağdaş hukuk düzenine geçilmiştir. Cumhuriyet döneminde bir asra yakın süredir daha iyi ve daha uygar yaşama ulaşabilmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmaktadır.

Yakın atalarımız Osmanlı İmparatorluğu döneminde, İslâm Hukuku koşullarına göre devleti yönetirlerdi. Tarihe iz bırakmış adaletli davranışlarıyla, atalarımız insanların renk, dil, din ve mensup oldukları millet farkına bakılmaksızın imparatorluğu yönetmişlerdi.

Osman Gazi devleti kurarken Allahü Teâlâ’nın rızasını kazanmak, milletinin dünya ve ahiret saadeti, huzuru ve refahı için çalışmak en yüce gayemizdir demişti. Diğer padişahlar da bu görüşe uymuşlar ve yönetimlerinde çok hassas davranmışlardır.

Padişahlar, idarecilerin, kadıların ve valilerin adaletten ayrılmamalarına çok dikkat ederlerdi. Padişahlar adalet nameleri, sadrazamlar ise adalet emirleriyle ve yetkililerle denetimlerini sürdürürlerdi.

Bu konudaki başarıları nedeni ve adaletiyle tarihe muhteşem Kanuni Sultan Süleyman sanıyla geçen padişah 7 Eylül 1566 yılında Zigetvar’da vefat etmişti. Cihan padişahının cenazesi Süleymaniye Camii’nin avlusundaki türbesinde toprağa verildi. Cenaze törenine yüzbinlerce insan katıldı. Padişahın cenazesi toprağa verilince (vasiyeti gereği) yanına bir kutu konur. Ancak töreni yöneten din alimleri caiz olmaz diye kutuyu mezardan çıkartırlar. Bu arada kutu yere düşer kapağı açılır ve içinden bazı resmi evraklar düşer.

Hazır bulunanlar evrakların Şeyhül İslam ibn-i Kemal ile Şeyhül İslam Ebussuud efendilerin önemli kararlar için Muhteşem Süleyman’a  verdikleri fetvalar olduğu anlaşılır.

Ebussuud Efendi hünkar elbet Allah’ın huzurunda aklanacaktır. Ya bizler, inşAllah doğru yolda idik der.

Durum Tespiti ve Ramazan Duası

0

Geçen yılın Ramazan ayından bu yana bütün dünyada işsiz sayısı daha da çoğaldı. Gelir dağılımı daha da bozuldu. Fakirler ile zenginlerin arasındaki uçurum daha da arttı. Bazı insanların bir günde tükettiğini, bazı insanlar bir yılda tüketemez durumda.

Yarabbi, hırslarımızı, bencilliklerimizi törpüle, sosyal adaleti önce vicdanlarımızda, sonra da gerçek hayatta yaşamak için bize merhamet ve adalet duygusu ver.

Bu sene yine diktatörlerden kurtarma, özgürleştirme, demokratikleştirme adına savaşlar, işgaller ve kaynakların sömürülmesi devam ediyor.

Haksız ama güçlü olan zalimlere fırsat verme Allah’ım.

Müslümanların ümidi ve gözbebeği olan Türkiye de geçen seneden iyi değil. Dünyada işsiz oranı en yüksek beşinci ülke Türkiye. Resmi işsiz sayısı geçen seneden bu yana birmilyonikiyüzbin kişi arttı. Gelir dağılımı daha da bozuldu, fakir sayısı çığ gibi arttı. Sosyal patlamayı engelleyen ana faktör imanımız, içimizdeki sevgi ve sosyal yardımlaşma duygumuz.

Allah’ım, dost ve akraba dayanışmasıyla hafiflettiğin bu sosyal belayı, sadece sıkıntıyı paylaşmak suretiyle değil, ekonomik ve sosyal gelişme sağlamak suretiyle atlatmamızı nasip eyle.

Ülkemiz, milli birlik ve beraberlik açısından da, geçen seneden çok daha kötü durumda. 40 bin şehide rağmen Türk-Kürt ayrımını başaramayan bölücüler mesafe aldı ve daha da şımardı. On sene önce tartışılması mümkün olmayan kollektif haklar, Kürtçenin eğitim dili olması, federasyon, konfederasyon ve hatta bölünme ve mübadele tartışılmaya başlandı. Hepimizin ortak kimliğini ifade eden Türk Milleti kavramı etnisiteye indirgendi.  Türkiye tesadüfen bir araya gelmiş etnik kimlikli toplulukların birleşiminden oluşan bir insan yığını olarak görülmeye başlandı.

Bir “Kürt Sorunu“muz olduğu, yani devletin ve milletimizin Kürt asıllı kardeşlerimize sadece Kürt olmalarından dolayı ayrımcılık yaptığı devletin en tepelerinde kabul edilmiş oldu. Olmayan ayrımcılığın kabul edilmesiyle de, ayrılık talep edenlerin sözde “demokratik” taleplerine göreaçılımyapmak, büyük devlet adamlığı, “sorunun çözümü” için atılan adımlar cesur politikalar olarak kabul edilir oldu.

Kendisini Kürt olarak tanımlayanlar bakan, başbakan hatta cumhurbaşkanı seçilebilir, sanatçı, yüksek yargıç, holding patronu olabilirken, Türkiye’nin hiçbir şehrinde Kürt komşuya taciz vakası yaşanmazken, böyle bir ayrımın varlığını kabul ettirmek önemli bir psikolojik harp başarısıdır.

Isparta’da, Diyarbakır’lı bir vatandaşımız, Kocaeli’de Van’lı bir dostumuz milletvekili seçilirken hiç kimse kimlik sorgulaması yapmıyor. Peki, DTP Diyarbakır’da veya Van’da bir Ispartalıyı, bir İzmitliyi aday gösterebilir mi? O halde ayırımı yapan kim oluyor?

PKK ve DTP’nin tezleri doğrultusunda cereyan eden bu zihniyet inşası, paralelinde siyasi değişime yani Türkiye’nin bölünmesine gidecek yolu açabilecek en önemli gelişmedir.

Allah’ım, bin yıldır birlikte yaşayan ve kaynaşmış olan kardeşlerin ayrılmasına çalışan bölücüleri tesirsiz eyle. Bölünmekten ve iç çatışmadan muhafaza eyle. Bölücülerin tezlerine uygun zihniyet değişimini gerçekleştirmeye hizmet eden gafillerin yaptıklarının da, ihanete eşdeğer olduğunu idrak etmelerini lütfeyle. Devletimizi yönetenlerin vatan ve millet aşkı içinde olmasını, akıl ve basiretle hareket etmelerini nasip ve müyesser eyle.

Afganistan, Sudan, Pakistan ve Irak gibi Müslüman ülkeler koyu bir yoksulluk içinde yaşıyor. Afganistan’da kişi başına milli gelir 160, Sudan’da 330, Pakistan’da 470 doları ancak buluyor. Irak’ta 1.000-1.500 dolar (1980’lerde 4 bin doları aşıyordu) seviyesinde tahmin ediliyor. Afganistan’da ortalama ömür 40 yaş civarında ve Kocaeli’nin yarısından daha az üretim yaparak 26 milyon nüfuslu, Fransa’dan daha büyük bir ülke beslenmeye çalışıyor.

Bu çok fakir Müslüman ülkelerin milli gelirlerinin binlerce katını sadece savunma harcamalarına ayıran başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin hiç biri Müslüman değil.

Müslümanlar, daha az yaşıyor, daha kalitesiz yaşıyor, kötü besleniyor, daha az temizlik malzemesi kullanıyor ve bilime, insanlığın gelişimine katkıları son derece kısıtlı. Buna karşılık Müslümanlar çatışmalar içindeler, bölündükçe bölünüyorlar.

Osmanlı Devletinin topraklarında kurulan devlet sayısı 72’yi buldu.

Farklı etnik kimliğe sahip AB ülkeleri bir siyasi üst kimlik oluşturmak ve Avrupa Birleşik Devletleri oluşturmak için gayret ediyor. Aralarında yıllarca süren şiddetli savaşları unutup, böyle bir birliktelik oluşturmaya çalışan Batı, Türk ve Müslüman ülkeleri daha da bölme gayretinde.

Türkiye içinden bir “Kürdistan” çıkarmak AB, ABD ve İsrail’i mutlu edebilir ama Türklerin ve Kürtlerin mutlu olmayacağı kesindir.

Yarabbi, Müslümanların birlik içinde, kaynaklarını verimli kullanan, sosyal ve ekonomik gelişmeye odaklanmış, şuurlu, çalışkan, temiz, insanlığın maddi ve manevi gelişmesinde örnek insanlar olmalarını nasip eyle.

Hoş Geldin Ey Sevgili

0

Önceki gün, cep telefonuma  Ramazan ayında yapabileceğimiz yardımlarla ilgili mesaj geldi. Kentimizin ana caddelerine Ramazan’la ilgili sloganlar, hadisler, ayetler asılmaya başlandı. İnsanların, Ramazan’ın gelişiyle bir heyecana büründüklerini gözlüyorum. Bugünlerde evimizde de Ramazan sözcüğü telaffuz ediliyor. Ramazan, bir sevgili, o bir başka sevgili!

Bu sevgili, her yıl otuz gün konuk oluyor evimize, mahallemize, kentimize, evrenimize; hepsinden önemlisi, ruhumuza… Onun gelişi neşe, gidişi hüzün sebebi oluyor. O sevgili hep veriyor, almıyor insandan bir şey. Size kimliğinizi hatırlatıyor, sizi özünüze döndürüyor. Bülbülün güle ağlaması gibi inletmiyor, servi boylu sevgili gibi nazenin davranmıyor. Bu sevgili, düşmanları barıştırıyor, kardeşliği artırıyor, kırgınlığı unutturuyor, kendine kulak verenleri hayırda yarıştırıyor.

Ramazan on bir ayın sultanı. Sultanlar, hep birleştiricidir, tebaasını korur, halkı açken kendisi tok duramaz. Diğer on bir ay, sultanı karşılama sürecidir. Sultanın gelişiyle aylar, insanlar bir düzene girer, kendini hesaba çeker. Bir oruç mevsimidir aslında Ramazan. Her dinde vardır oruç ibadeti. Bu ibadetin Ramazan adıyla bir şenliğe, karnavala, toplu heyecana dönüşmüş hali İslamiyet’te mevcut. Topluca kılınan namazlar, yapılan hatimler bu oruç iklimini daha verimli hale getiriyor. Her yaştan insan, Ramazan’ın bir yerinde kendisinden bir şeyler bulabiliyor. Kalkılan sahurlar, yapılan iftarlar ailenin her bireyine, toplumun her kesimine heyecan, coşku, kıvanç veriyor; kişilerin bir ve beraber olma aşkını artırıyor, hizmette yarış ruhunu dopingliyor.

Öyle insanlar tanırım ben; tanıştığı her insanın kariyerinden yararlanmak, imkanlarını kullanmak; gittiği her yerin değerlerinden bir şeyler elde etmek ister. İşini bilen insanlardır bunlar, belki de fırsatçı. Biraz sinir oluruz bu tip insanlara. Aslında kimseye de zararı yoktur bunların. Bu Ramazan’da herkes bir fırsatçılık yapsın istiyorum. Her zaman yakalayamadığımız bu aydan yani bu sevgiliden yeterince yararlansın istiyorum. İbadetin, bire bin karşılığıyla ödüllendirildiği bu ay, her zaman ele geçmez. Riyadan uzak bir ruhla, ahlakla Yaradan’ımıza yönelsek istiyorum. Kendimizden geçsek, erisek, bitsek; Yaradan karşısında hiçliğin hazzını yaşayarak yücelsek, diyorum.

İlgililerin “Ramazan paylaşmaktır.” sloganıyla bu ayın dayanışma yönüne dikkat çektiklerini görüyorum. Harika bir yaklaşım. İnancın bireysellikten çıkarılıp eylem olarak toplumsallığa dönüştürülmesi ne güzel. Toplu yaşanan, samimiyetle paylaşılan her eylemde bereket vardır, lezzet vardır. Bu Ramazan’ın daha bereketli olacağına inanıyorum.

Her insanın hayatında önemli insanlar vardır. Bunlar çok kere “Hayatımı ona borçluyum.” ya da “Onun sayesinde ben bir şey oldum.” dediğimiz kişilerdir. Yoktan çıkarmıştır onlar bizi veya bize el vermişler, yol göstermişler, karanlıktan aydınlığa taşımışlardır. Bir öğrenci için bir öğretmen, boğulan kişi için onu kurtaran insan, böyle biridir. Bu Ramazan her birimiz birilerine el versek, onları ümitsizlik karanlığından kurtarıp iyimserlik okyanusunda yüzdürsek diyorum. Öyle yardımlar, iyilikler, güzellikler yapalım ki yaptığımıza değsin. Karınca kararınca yardım yerine fakir doyuran çokluğunda olsun. Yardım ettiğimiz kişilere kendimizi bir kez gösterip arkasını dönen tipten olmayalım. Elimiz o insanların üzerinde sürekli olsun. Onlar, sizin sayenizde hayata bağlansınlar, “Ben yeniden doğdum.” desinler. Varlıklarını size borçlu olduklarına inansınlar. Gösterişten uzak bir yardım, paylaşım olsun bu. Karşılığını beklemediğimiz, bereketi yüksek bir yardım olsun bu. Onlar sizin yaptıklarınızı unutmasalar da siz yaptıklarınızı unutun.

Ey sevgili, ey Ramazan hoş geldin; bereketinle geldin. Gelişinle kuruyan gönüller sulanacak, karanlıklar aydınlanacak, iki dünyamız da birer saadet mekanı olacaktır.

Amerika’nın İspanik Meselesi

İspanik’de nerden çıktı diyebilirsiniz, haklısınız da. Bende ne alaka demiştim okuduğumda öyle olmadığını gördüm. Sizlerle paylaşayım istedim. Türkiye Cumhuriyetinin yetiştrdiği ender insanlardan birisi olarak gördüğüm Durmuş HOCAOĞLU’beyin Yeniçağ Gazetesinde 07 Mayıs-28 Mayıs 2006 tarihleri arasında neşredilen dokuz bölümde   kaleme aldığı “Küresel Etnik Problemlere Bir Örnek Olmak Üzere Amerika’nın İspanik Mes’elesi” isimli makalelerinden oluşan yazılarından alıntılar yapacağım. Bu yazı yazıldıktan sonra 3,5 yıl geçmiş bu ve buna benzer bilimsel tespit ve çözümleri olan bilim adamlarımızdan faydalanmayıp ülkenin etnik meselelerini kangren haline gelmesine göz yumanlara ve gelinen durumdan istifade etmek isteyen ve istifade eden kim olursa olsun yazıklar olsun diyorum. Bu yazının tamamını herkesin okumasını tavsiye ederim ayrıca Durmuş Hocaoğlu’nun bütün makalelerini içine alan güzel bir sitesi var . İsteyenler tüm yazılarına ulaşıp fikirlerinden istifade edebilirler. Türkiye’de onun kadar bilimsel makale yayımlayabilen bir fikir adamı görmedim dersem yalan olmaz. www.durmushocaoglu.com

“Türkiye’nin çeyrek yüzyıla yakın bir zamandan beri ateşten bir gömlek gibi bedenini yakan ve her çözüm denemesinin akîm kaldığı “Kürt Meselesi” üzerine yapılan analizlerin ekseriyetindeki en başta gelen metodolojik hatâlardan birisinin, bu problemin mâhiyet îtibâriyle adetâ bütün dünyada türünün tek örneği şeklinde ele alınmakta olmasıdır diyebiliriz. Tabiatiyle Kürt Meselesi’nin de hemen her sosyal meselede olduğu gibi, gerek menşei, gerek mâhiyet ve gerekse de başvurduğu metodlar ve benzeri hususlar açısından diğer etnik meselelerden farklı nitelikleri bulunduğu muhakkak olmakla berâber, bir etnisite meselesi veya diğer bir ifâdeyle, bir etnik mesele olarak, esas îtibâriyle, küresel etnik problemlerin büyük ölçüde nevi şahsına münhasır (sui generis) bir örneğidir ve bu açıdan bakıldıkta etnik problemi olan diğer ülkelerle çok fazla ortak noktalar, benzerlikler ve andırışmalara sâhip bulunmaktadır. Buna binâen, Kürt Meselesi’nin daha etraflıca kavranabilmesi için, dünyadaki genel etnik meselelerin ve başka örneklerinin incelenmesi kesin bir gereklilik arzetmektedir.”

diye başlıyor. Ve etnik meseleyi şu şekilde tanımlıyor. “İşte, kısaca “Etnik Mesele” olarak anılan bu problem, Anthony Smith’in, “ulusların içinde kendi kader anlarını bekleyen başka uluslar mı vardır veya uyanan azınlık uluslar eskiden oluşturulmuş siyasal ulusların çözülmesini mi beklemektedir” diye sorduğu tarihî kırılma noktasında ortaya çıkan bir meseledir.” Diye devam ediyor.

Etnisiteyi ikiye ayırıyor. Yerli (Otantik) Etnisite, İrâdî Muhâcir Etnisite ve Mecbûrî Muhâcir Etnisite

Yerli, adından da anlaşılacağı üzere, bir ülkede kıdemi olan bir etnisiteyi ifâde ediyor: Amerika ve Avustralya yerlileri ve Türkiye’de Kürtler gibi. Göçmen etnisiteler ise o ülkenin “fi’l-asl” unsûrundan olmayıp sonradan gelen bir eklentidir; ancak, zaman çok şeyi değiştirdiği gibi onu da değiştirebilir ve hattâ Amerikan milletinin hikâyesinde olduğu gibi göçmenler yerlileri yok edip azınlığa düşürerek kendileri yerli olabilirler.

Muhâcirlerin bir kısmı kendi irâdelerinden ziyâde şartların zorlamasıyla bir ülkeden bir başka ülkeye sığınanlardır, bâzan hattâ can pazarında canlarını zor atanlardır: Pakistan’daki Pencaplılar, Gujeratlılar v.b. ve Türkiye’deki bâzı Kafkas ve Balkan kökenli etnisiteler gibi.  Şimdi de Avrupa Birliği’ne muhtelif yollardan, önce geçici işçi olarak çalışmak üzere gelen, sonra yerleşen ve kök salan muhâcirler gibi, kendi irâdeleri ile zenginliklere akan insan topluluklarıdır.

İşte, Amerika’daki İspanikler bu son gruba girmektedirler: İspanyol menşe’li bu insanların hemen tamâmı, önce iş ve aş için sınırın bu tarafına geçmeye başlayan, sonraları bu geçici yerleşmeyi kalıcılığa dönüştüren irâdî muhâcirlerdir. Ne var ki, sayı belirli bir çizgiyi aşınca, mes’ele iş ve aş olmaktan çıkmakta, başka mecrâlara dökülmeye başlamaktadır; dökülecektir de. Bu, kaçınılmazdır; dün ne ise bugün de aynısı veya benzeri olacaktır, çünkü Güneş aynı güneştir, İnsan da aynı insan.

Tarihten Bir İbret: Roma’nın Göçmen Travması

Roma, mâlûm olduğu veçhiyle, Mîlad’dan önce takrîben VII. asırda bir site devleti olarak ortaya çıktıktan sonra aşağı-yukarı sekiz asır müddetince mütemâdiyen yayıldı, büyüdü, sonra II. asırda duraksama başladıysa da dördüncü asır sonlarına kadar azametini  en azından zâhiren  büyük ölçüde muhâfaza etti; ancak, bu tarihten sonra bir yüz seneye yakın müddet zarfında adetâ bir travma ile çöküverdi. Bu, öylesine bir çöküş idi ki sonradan Helenleşen Doğu Roma’yı saymazasak külliyen yok oldu, bir daha tarih sahnesine çıkamadı, hattâ Romalılar dillerini bile unuttular. Bu, gerçek bir travmadır.

Niçin? Niçin bu kadar ânî ve sarsıcı bir yıkılış olmuştur? Bir çok sebepten birisi Hristiyanlık’tır; ama tek başına değil, mühim bir başka sebep daha var: “Göçmenler”.

Barbar akınlarından bunalan Roma, bu “Barbar Meselesi”ni “yumuşak güç metodu” ile halledebilmek için, onlara dostluk elini uzatarak, Roma’dan zorla almak istediklerini kan dökmeden elde etmeleri için, Roma vatandaşlığına geçmelerini teklif etti; teklif kabul gördü, ama asıl felâket de bundan sonra başladı: Roma’ya yerleşen Barbarlar Roma’nın onları asimile edemeyeceği kadar kalabalık idiler, bu yüzden onlar barbarlıktan uzaklaştılar uzaklaşmasına, ama Romalı da olmadılar; sonuçta, Roma’nın projesi bir “bumerang” gibi ters etki hâsıl etmiş, içine alıp sindirerek başından defetmek istediği belâ, boğazına takılmıştı. Bir yandan hâlâ devam etmekte olan Barbar akınlarına yıpratıcı Pers savaşları yanında bir de içeride çürümüş yönetim de eklenince, Romalılaş(a)mamış eski barbarlar ki hepsi bugünkü Avrupalı milletlerin ecdâdıdır  Roma’yı içeriden ele geçirdiler; Roma asıl darbeyi dışarıdan değil, içeriden yemişti. Roma’nın, kendi evinin içinde vuruluşunun son safhasının hikâyesni Blunt’tan dinleyelim:

“Doğuda Ermenistan toprakları üzerinde çarpışan menfaatleri yüzünden Büyük Parthia veya İran Krallığı ile de hemen hemen sürekli savaş halinde bulunması İmparatorluğun bu istilâlara karşı koyma gücünü dayanılamıyacak kadar aşırı zorluyordu. İtalya hızla mahva sürüklendi. İtalyan ticareti sona erdi. Veba ve kıtlık nüfusu azalttı. Geniş arazi parçaları kimsenin oturmadığı bomboş yerler haline geldi. İstilâcılar hâlâ gelmekte devam ediyordu. Galya, İspanya ve Afrika da kendi krallıklarını kurdular. Bunlar ancak işlerine geldiği ölçüde İmparatorluğun birer eyaleti imiş gibi davranıyorlardı. En sonra İ. S. 476’da bizzat İtalya’da bir barbar devleti kuruldu ve Batı İmparatorluğu sona erdi. 500 yılı İspanya ve İtalya’da birer Got krallığının, Afrika’da bir Vandal krallığının, Galya’da Frankların Klovis krallığının ve Britanya’da bir Sakson krallığının kuruluşunu gördü.”

Dün Barbarlar ve Roma, Bugün İspanikler ve Amerika (mı?)

Şimdilerde artık Amerika’nın başını ağrıtır olmaya başlayan İspanik derdi, Roma’nın binbeşyüz sene evvel “Barbar” muhâcirler ile içten sarsılmasını andırıyor: İspanikler, diğer göçmenlerden farklı olarak, büyük kısmı îtibâriyle asimile olmuyor ve “Mülk’ün Tapusu”na el uzatmaya yöneliyor, diğer bir deyişle, artık kendilerinde bu gücü görebiliyorlar. Niçin? Şundan ki:

Nüfus Faktörü

Genel bir prensip olarak diyebiliriz ki, bir etnik nüfus, “eşik değer” olan %10’a ulaşırsa, bu bir “sorun” demektir; İspaniklerin yekûn nüfusu ise, bu sınırı aşmış bulunuyor; Temmuz 2003 verilerine göre 40 milyonluk bir nüfusları var ve bu da %13.7’ye tekabül ediyor. Bu sayı sürekli olarak da artıyor; yapılan gelecek projeksiyonlarına göre, 2050’de toplam nüfusları 103 milyona ve nisbetleri %24’e ulaşmış olacak. 2003 sayısının %67’si Meksikalı İspaniklerden oluşurken, %14%’ü Merkezî (Orta) ve Güney Amerika kökenli, %9’u Porto Rikolu, %4’ü Kübalı ve %7’si de diğer İspanik kökenlilerden mürekkep. Her ne kadar geldikleri ülkeler farklı da olsa, hepsinde ortak olan, “Amerikalı” olmak değil, “İspanik” olmak bilinci. Yâni bir bakıma ABD, farklı kökenlerden gelen İspanikleri birleştirerek Pan-İspanizm’e hizmet etmiş olmaktadır.

Etnik Mes’ele Basit Bir Mes’ele Değil: Kim Bilir; Belki Geçer Ammâ, Deler de Geçer

Buraya kadar kısaca da olsa, görmüş bulunuyoruz ki, “İspanik Mes’elesi”ni gündeme taşıyan Huntington’a göre, konu, altı etkene bağlı olarak diğer göçlerden farklılık göstermektedir: Komşuluk, Rakamlar, Yasadışılık, Bölgesel Yoğunluk, Süreklilik ve Tarihî Varlık.

Sondan başa doğru gidelim: İspanik göçünün tarihî bir hak iddiası var; süreklilik arzediyor ve katlanarak büyüyor; belli başlı bâzı bölgelerde tehlikeli yoğunluklar kazanıyor; yasadışı yollardan besleniyor. Rakamlar ise alarm veriyor; fakat nüfus artışı sâdece göçlerden beslenmiyor, yüksek doğum oranları da şişkinliğe katkıda bulunuyor: “İyi” ve “gerçek” Amerikalılar git-gide daha az çocuk yaptığı için de bu vazıyet, Meksikalı göçü azalsa bile, ilerisi için bir tehlikeye dönüşme istîdâdı taşıyor. Gelelim “Komşuluk” mevzûuna: İmdi; umûmen etnik mes’elelerdeki mühim diğer bir husus da, mes’elenin kördüğümleşmesinde ciddî bir katkı sağlayan, “etnisitenin iç bölgelerde değil de sınırda, bilhassa, etnisite ile aynı soydan komşu ülke sınırında yoğunlaşması” faktörüdür. Aynı soydan bir başka ülke her zaman için “irredantizm” tehlikesi demektir; diğeri ise işin katmerlenmesini sağlar. İspanik nüfûsun en fazla yoğunlaşmış olduğu yerler Güney ve Güney-Batı. Burası fevkalâde mühim: Zîra, bu bölge, hem Amerika’nın silah zoru ile zaptettiği tarihî Meksika toprakları ve hem de el’ân Meksika ile sınırdaş – yâni yara taptâze – üstelik az da değil, 3.200 kilometrelik bir sınır. İşte şimdi İspanikler bu yörede kendilerini Amerika’da değil, ellerinden gaspedilmiş “eski” vatanlarında hissediyorlar; hem de sınırın öte yakası hâla vatanları, orada soydaşlarının bir devleti var; yâni yara kanamaya devam ediyor. İşte mühim mes’ele bu: Meksikalı göçü Amerika’nın iç taraflarında tekâsüf etmiş olaydı, ateşi bu derece yüksek olamazdı. Huntington, bu riskli durumu anlatırken “Bir ülke halkı komşu bir ülkenin topraklarını sahiplenmeye ve oraya yönelik özel hak iddialarında bulunmaya başladığında ciddi bir anlaşmazlık potansiyelinin ortaya çıktığı tarihsel olarak bilinen bir gerçektir.” demektedir ki, burada dikkat çeken, “ciddi bir anlaşmazlık potansiyelinin ortaya çıkması” ibâresidir. Anlamı açık olsa gerek: “Herşeyi göze alırız”.

 

Ya Bir “Amerikan PKK’sı” Olsaydı veya Bir Gün Olursa?

Elbette etnisitesi olanın etnik meselesi de olur ve elbette etnik mesele çok ciddî bir mesele. Ancak, başına gelmeyen bilmez; boşuna sarfedilmemiştir elbet “elin ciğerindeki yara duvardaki deliktir” veya “şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir / mübtelâ-yı gama sor, kim geceler kaç saat” gibi hikmet yüklü kelâmlar: İnsanoğlu derdin ne demek olduğunu, kendi başına gelmedikçe anlamaz; nitekim, “özgürlükler ülkesi Amerika” sloganının ne derece değer taşıdığını, özgürlüklerin sınırlarının nerede başlayıp nerede bitebileceğini, ne kadar genişleyip ne kadar daralabileceğini, 11 Eylül sonrasında gördük; aynı bir denemeye şimdi de İspanik Mes’elesi dolayısıyla şâhit oluyoruz. Bu kısa yazıda da görmüş bulunuyoruz ki, Amerika’daki İspanyol-Latin kökenli insanların varlığı, sayılarının sür’atle artışı ve akabinde yöneltmeye başladıkları talepler, mes’eleyi alıp başka yerlere götürebilecek evsafta görünüyor. Aslında bütün bunlar yine de hiçbir şey, tamı tamına bir “hiç”; ya hele bir de İspanikler yüzyıl içerisinde düzînelerle kanlı-kıtalli mahallî isyanlarda bulunduktan maâdâ, en nihâyet bir İspanik PKK’sı çıkıp da dünya çapında teşkîlâtlanarak çeyrek asır boyunca Amerika’yı kana bulasa ve onbinlerce insanı katletseydi, acaba neler olurdu; veya, daha doğrusu, neler olmazdı? Sâhi neler olmazdı?

Bir İspanik “PKK’sı” yok; belki sâdece “henüz” yok; ama ya olsaydı ve ya bir gün olur ve her gün bir Amerikan evine, kendi topraklarında, Mülk’ün Tapusu’na el uzatan ki âsîlerin öldürdüğü cenâzeler gelmeye başlarsa ne olur?

Elbette faraziyelerden kat’î hükümler çıkaramayız; ancak, bir tek Oklahoma bombacısına karşı, bizzat zamanın başkanı Clinton’ın yönlendirmesiyle yürütülen – öfkeli ve tehditkâr nutuklarla başlayıp kısa sürede bombacının îdâmı ile noktalanan  ameliye göz önüne alınacak olursa, “neler olmazdı ki” diyebiliriz.

Nitekim, İspanikler’in sayılarının bilhassa Meksika sınırı civârında, yüzde elliyi aşmaya başlamasının ve birçok yerde yüzde doksana dayanmasının, ayrıca, buna paralel olarak dillerinin eğitimde tanınması taleplerinin yoğunlaşmasının ve en nihâyetinde Amerikan millî marşının İspanyolcasının tedâvüle sürülmesinin akabinde apar-topar, bu tarihe kadar hiç lüzum görülmemiş olanın yapılıp, Anayasa’ya İngilizce’nin resmî dil olarak kaydedilmesi ve birilerinin çıkıp açıkça ve yüksek sesle “herşeyi göze alırız” demeye başlaması dahi gösteriyor ki, her ne kadar “yok bişeycikler” diyenler  hem de az-buz değil  varsa da “bişeyciklerin var olduğu” ve “bişeyciklerin de vâki’ olabileceği” reddedilemezlik kazanmaktadır. Nitekim, Huntington’ın “Amerikan Rüyası ancak İngilizce görülür; İspanyolca değil” demesindeki tehditkâr îkaz da gösteriyor ki, gerçekten de Amerika’da bişeycikler oluyor.

Ülkemizdede “yok bişeyçikler” diyenler “bişeylerin varlığından haberdar oldular. “bişeycikler çoğaldı”  “bişey” haline geldi. Onuda “bişey” lerle çözerler.