11.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1248

Ramazan / Şeker Bayramı

0

Cumhuriyet Bayramı’na, Ulusal Egemenlik Bayramı’na, Zafer Bayramı’na niçin bu isimler verilmiştir? Bunu hiç düşündük mü? Bu bayramları isimlendirirken bir sebep-sonuç ilişkisi gözetmişiz. Bayramlara, tören yapıldığı için “tören”, yürüyüş yapıldığı için “yürüyüş”, konuşmalar yapıldığı için “söylev”, askeri teçhizat gösterime sunulduğu için “top tüfek” bayramı isimlerini verebilirdik. Demek ki bayramlarımızı biz şekil yönünden değil, mana yönünden değerlendiriyoruz ve adlandırıyoruz. Doğrusu da bu. Şekil, bir araç; onu yücelten, mana. Kelimeler ve eylemler de mana ile derinleşiyor.

Ülkemizde bayrama isim verme konusu bir türlü halledilemedi. Kimine göre Ramazan Bayramı’nı, kimine göre Şeker Bayramı’nı kutluyoruz. Kelimeler, insanların dünya görüşlerine göre anlam kazanır. Her kelime herkeste aynı etkiyi, aynı çağrışımı yapmaz. Sizi düşündüren, ağlatan bir kelime, bir başkasında aynı yankıyı vermez. Kelimelere anlam katan, ruh veren; kişinin duyarlılığı, yaşam tarzı, bilgi birikimi, olaylara yaklaşımıdır. Bende hiçbir değişikliğe yol açmayan “limon” kelimesinin bir arkadaşımda titremeye sebep olduğunu hatırlıyorum.

Ramazan ile bayram arasında bir sebep-sonuç, şeker ile bayram arasında da bir parça-bütün ilişkisi var. Bu bayrama “şeker” isminin verilmesinin gerekçesinde şunu öğreniyorum: Kişiler, özellikle çocuklar bayramda ellerinde torba ile şeker toplarlar ve onu yerlermiş, bunun için adı, Şeker Bayramı olmuş. Şimdi düşünüyorum, bu bayramda çocuklara şeker yerine mendil veya misket verilseydi bayramın adı “mendil bayramı” veya “misket bayramı” mı olacaktı? Sizi bilmem; ama bu yaklaşım bana hem içerik hem izah hem samimiyet açısından komik geliyor. Çocuklar bayramda ip atlıyor, seksek oynuyor; isterseniz bayrama bu isimleri verelim. Daha iyi olur; çünkü daha enerjik bir yaklaşım.

Şeker Bayramı diyenler, diyelim ki, işi çocuklar açısından halletti. Biz büyükler ne yapacağız? Şeker toplamadığımıza göre buna ne isim vereceğiz? Şeker toplamaya mı çıksak acaba? Bu da ayrı bir yazı konusu. Medyadan öğrendiğimize göre, bayramlar dolayısıyla iç turizm bir hayli hareketleniyormuş. Bir isim daha önerebilirim: İç Turizm Bayramı. Bu da sonuç-sebep ilişkisi olur.

Bayramlar, sevinç günü ise, bunun, eylemin sonunda yaşanması daha uygundur. Cumhuriyet’in ilandan sonra Cumhuriyet Bayramı gibi. Bazılarının Şeker Bayramı dediği bayram, zorunlu ibadetlerimizden olan Ramazanın sonunda yaşandığı için, Ramazan Bayramı denmesi akla yatkındır. Ramazan ayında tutulan orucun gereğini yerine getirenler açısından da böyle isimlendirmek doğrudur. Oruç ibadetini yapanlar, Allah’ın emri doğrultusunda aç kaldılar, birtakım temel zevklerinden, ihtiyaçlarından feragat ettiler, içe doğru bir derinlik ve dinginlik yaşadılar, dolayısıyla onların yaşadıkları bu iklimi en iyi anlatacak sözcük oruçtur, ramazandır. Bu bayramın adı da Ramazan Bayramı olmalıdır. Oruç Bayramı diyenlerin var olduğunu da eklemek etmek isterim.

Amacım, kimseyi suçlamak, yargılamak değil. Herkesin dini kendisine. Allah cennetin anahtarını bu dünyada hiç kimseye vermemiş. Yalnız şunu gözlüyorum: “Şeker Bayramı” tamlamasını ısrarla kullananlar, ramazan ayını, oruç ibadetini hakkıyla değerlendiremeyenler arasından çıkıyor. Bu kelimelerin kullanımındaki tercih, kişileri laik-antilaik kamplaşmasına kadar götürebiliyor. Bu tartışmada, laikliği din olarak kabul eden baskıcı zihniyetlerin şirretliği çekilmez olabiliyor ve bir karşı cepheyi doğuruyor. Olguları isimlendirmekte seçilen sözcükler, kişileri yansıtan bir ayna vazifesi görüyor. “Söyle bana arkadaşını, söyleyeyim sana kim olduğunu.” misali, söyle bana tercih ettiğin sözcüğü, söyleyeyim sana kaç okka çağdaş veya laik olduğunu. Ne kadar tuhaf işlerle uğraşıyoruz, değil mi? Bu tuhaf zihniyet, bizi daha kaç asır yoracak?

Kim ne derse desin. Şeker sizin olsun, ramazanı, orucu bana verin. Bayramınız, bayram olsun!

Yaz Turizminde Mabetlerin Durumu

0

Cenab-ı Hak, kâinatın yaratılışındaki hikmetleri müşahede etmek ve geçmiş kavimlerin başlarına gelenlerden ibret almak için yeryüzünde gezip dolaşmayı öğütlemiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: “De ki: “Yeryüzünde dolaşın da Allah’ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın…” (Ankebut, 20)

İslamî kaynaklarda seyahat; rihle, sefer, seyir kelimeleri ile ifade edilmiş ve Müslümanlar yeryüzünü gezip dolaşma konusunda teşvik edilmişlerdir.

İmâm Şâfiî’nin şu mısraları seyahatin önemini çok açık bir şekilde ifade etmektedir:

“Akıl sahipleri bir yerde oturup kalınca rahat edemezler. / Öyleyse odunu ocağı bırak da dışarılara çık, seyahat et. / Yolculuk et; ayrıldığın bazı şeylere karşılık yeni ve güzel şeyler bulacaksın.

İnsanoğlu üzerinde yaşadığı dünya üzerinde hep hareket halinde olmuştur. Bazen ticaret, bazen öğrenim amacıyla, bazen ibadet maksadıyla, kimi zaman da daha iyi hayat şartları bulmak için yolculuklar yapmıştır. Son yıllarda daha çok dinlenme ve eğlenme amaçlı seyahatler yapılmaktadır.

Özellikle yaz aylarında dünyanın her yerinde olduğu gibi güzel ülkemizde de turizm hareketinin kayda değer seviyelere yükseldiğini görmek insana mutluluk veriyor. Hem yurtdışından, hem de yurt içinden insanların çeşitli araçlarla yollara düştüğünü, güzel ülkemizi görme ve tanıma gayreti içinde olduklarını görüyoruz. Herkes maddi imkânları ölçüsünde ülkemizin doğal güzelliklerinden, turistik ve tarihi mekânlarından istifade etmektedir. Vatandaşlarımızdan bir kısmının çok iyi imkânlarla seyahat ettikleri, bir kısmının da zor şartlarda seyahat ettiklerine, turistik tesislerden yeterince istifade edemediklerine şahit oluyoruz.

Konaklama tesislerinde yolcuların ibadetlerini rahatça yapabilecekleri bir mescit bulunması zaruridir. Yurdumuzun hemen her köşesinde bulunan bütün dinlenme tesislerde bu imkânın mevcut olduğunu görüyoruz.  Bir kısım tesislerde ise mescit levhası asılı olmasına rağmen içerisinin başka işlerde kullanıldığına şahit oluyoruz. Bu mekânların gayesine uygun şekilde kullanılmaması ve üstelik bunun için yapılan ikaz ve uyarılara karşı ilgililerin gösterdiği olumsuz tavırlar üzüntü vericidir.

Kendilerine uğrayan yolcuları en güzel şekilde ağırlamaları, onlara geleneksel Türk misafirperverliğini göstermeleri gereken konaklama tesisi yetkililerinin yapılan ikaz ve uyarılardan ciddi manada rahatsız olmaları, bazen de haddi aşan tepkilerde bulunmaları insanı düşündürmektedir. Bu olumsuzlukların ortadan kalkması için bu işletmelerin ilgili kurum ve kuruluşlarca kontrol edilmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde bu tesislerin düzgün ve temiz hale gelmesi ve yolculara gereken hizmeti sunması mümkün görülmemektedir.

Bu mescitlerin Kâbe’nin birer şubesi olduğunun bilinci ile değerlendirilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah, Kuran-ı Kerim’in Tevbe Suresi 18. ayet-i kerimesinde “Allah’ın mescitlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte onların doğru yolu bulanlardan olmaları umulur” buyurmaktadır. Diğer taraftan mescidlerin bakım ve imarında ihmali olanlarla ilgili de ciddi ikaz ve uyarıların olduğunu da unutmamak gerekir. Bu hususta Yüce Allah,  Bakara Suresi 114. ayetinde; “Allah’ın mescitlerinde O’onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan kim daha zalimdir” buyurmaktadır.

Diğer taraftan yol güzergâhlarındaki bazı camilerimizde günün her saatinde ibadet etme imkânı bulunamamaktadır. Bu camilerden bir kısmı sadece namaz vakitlerinde açık oluyor, vakit haricinde kapalı tutulmaktadır. Bunların günün her saatinde açık bulundurulmaları sağlanmalıdır. Hanımlar için özel abdest alma yerlerine ihtiyaç vardır. Şunu da ifade etmekte fayda olduğu kanaatindeyim. Bu mabetlerin az da olsa bir kısmının müştemilatının temiz olmadığı, dolayısıyla rahat abdest alınamadığı görülmektedir. Din görevlileri kendilerinin temizlik görevlisi olmadıklarını söyleyerek bu mekânların temizliği hususunda mesuliyet kabul etmiyorlar. Hal böyle olsa bile bir şekilde cami müştemilatından olan tuvalet ve şadırvanların temizliği sağlanmalıdır diye düşünüyorum.

Bilindiği gibi, İslam’da camilerin önemli bir yeri vardır. Sevgili Peygamberimiz, yeryüzünde Allah’a en sevimli yerlerin camiler olduğunu bildirmiştir. (Müslim, Salât, 53)

Allah’ın evi kabul edilen camilerin düzenli ve temiz tutulmasına özen göstermek övgüye değer hizmetlerdir. Her Müslüman, camileri kirletecek, havasını bozacak ve cemaati rahatsız edecek davranışlardan sakınmalıdır.

Temizliğe önem vermek, Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın sevgisini kazanma vesilesi olarak bildirilmiştir. Nitekim Bakara suresinin 222. ayetinde şöyle buyrulmaktadır: “Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.”

Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.), “Allah güzeldir ve güzel olan her şeyi sever. Allah temizdir, temizliği sever ve cömerttir, cömertliği sever. Öyleyse avlularınızı, boş alanları ve çevrenizi temiz tutunuz” (et-Tıbbü’n-Nebevi, s.216; Aclûnî, Keşfü’l Hafa, 1/1260) buyurarak bizlere çevremizi temiz tutmamızı tavsiye etmiştir. Ayrıca, “Kim Müslümanların gelip geçtiği yerden onları rahatsız eden bir şeyi kaldırıp atarsa; Allah ona sevap yazar. Allah kime sevap yazarsa; onu cennetine koyar” buyurmak suretiyle de çevresini temiz tutanları cennetle müjdelemiştir.

Görülüyor ki, yüce dinimiz İslam hem temiz olmayı emrediyor, hem de çevrenin temizliğinin sağlanmasını teşvik ediyor. Temiz olanlar ve temizliğe riayet edenleri bir kul için en büyük rütbe olan Allah sevgisi ve cennet ile müjdeliyor.

Öyleyse, yaşı, cinsi, mesleği, mevkii ne olursa olsun, her müslüman kendi bedenini, evini, çevresini temiz tutmalı; başta cami ve mescitlerimiz olmak üzere insanların ortak kullanım alanı olan mekânların temizliğinin sağlanması için elinden geleni yapmalıdır.

Unutulmamalıdır ki, “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” (Câmiussagir, II,10)

Müslüman Akıllı İnsandır

0

Ey rabbimiz ibadet ve itaatimizi kabul eyle…
Şüphesiz sen bizi duyuyor, biliyorsun. Rabbimiz tövbemizi kabul eyle. Şüphesiz sen tövbeleri kabul eden rahmeti ve merhameti bol olansın.
Rabbimiz şayet unutacak ve yanılacak olursak bizi hesaba çekme. Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz bizi çekemeyeceğimiz yük altına sokma. Bize acı, bizi bağışla, bizi affeyle. Kâfirlere, zalimlere, münafıklara, şeytana ve şeytanlaşmış insanlara karşı bize yardım eyle. ÂMİN.

İbni Ömer (r.a)’dan rivayet edilen bir hadiste peygamberimiz(sav) şöyle buyuruyor;
Müslüman müslümanın kardeşidir, ona haksızlık etmez, onu haksızlığa da bırakmaz.
Kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah’ta onun (dünya ve ahrette) ihtiyacını giderir. Kim bir müslümanı üzüntü ya da sıkıntıdan kurtarırsa, Allah’ta onu kıyamet gününün üzüntü ve sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim müslümanın bir kusurunu örterse, Allah’ta onun kıyamet günü bir kusurunu örter.

Kadı İlyas Hz. Muaviye(r.a)’ın oğlu Basra valiliği yapmış tabiinden çok akıllı ve zeki biri. Bir sözünde şöyle buyuruyor;
“Ben insanlarla konuşurken aklımın yarısını, iki kişinin davasını çözerken de aklımın tümünü kullanırım.” Yine bir sözünde “Kendi kusurunu bilmeyen kişi ahmaktır.” Buyurur.
Şimdi birinci sözünden başlayalım.
Bir gün kadı İlyas’ın huzuruna birbirinden davacı olan iki kişi gelir.
Davacı kadıya; “Efendim ben şu şahsa bu kadar para verdim şahidimde yok, bu kişi de parayı inkar ediyor.” Kadı İlyas davacıya “sen parayı bu adama nerede teslim etmiştin” diye sorar.
Davacı: “Bahçede ağacın yanında” diye cevap verir.
Kadı davacıya: “Bahçeye gidip o ağacın bir yaprağını getirebilir misin?” der.
Davacı: “Evet” cevabını verir.
Davacı adam ağacın yaprağını getirmeye gidince davalı mahkeme salonunda oturup beklemeye başlar. Kadı bir taraftan diğer kişileri dinlerken bir taraftan da davalıyı süzmektedir.
Kadı biraz sonra adamı yanına çağırarak sorar.
“Davacı arkadaşın şimdiye kadar o ağacın yanına ulaşmıştır değil mi?”
Davalı: “Hayır efendim henüz oraya ulaşamamıştır” der.
Kadı İlyas yerinden fırlar: “Seni sahtekâr seni şimdi yakayı ele verdin.” der. Emanet paranın tümünü sahibine ödetir.
Kadı İlyas’ın diğer sözü:
“Kendi kusurunu bilmeyen ahmaktır.”Kusurunu bilmek, kusurda ısrar etmemeyi, kusurları en aza indirmeyi gerektirir. Herkes kendi kusurunu görüp bunlardan vazgeçmeye çalışırsa mesele biter.
Ama bitmiyor neden? Herkes başkasının kusurunu görüp onu düzeltmeye uğraşıyor. Çoğu zaman kaş yapalım derken göz çıkarılıyor. İşler içinden çıkılmaz hale geliyor.
Onun için herkes akıllı olacak önce kendi kusurunu görecek. Sizi daha fazla yormayalım, yorgunluğunuzu giderecek bir fıkra ile konuyu bitirelim.
Temel âdeti olduğu üzere her gün uğradığı gazete bayisine gider. Dursun’dan bir gazete rica eder. Dursun’da sırada kimse olmadığı halde zorluk çıkarmak için sıraya girip beklemesini ister. Bir müddet bekleyen Temel sinirlenir. Dursun’a okkalı bir tokat indirir. Neye uğradığını şaşıran Dursun kim bana tokat attı der.
Temel gayet sakin:
Bu kadar kalabalık içinde sana tokat atanı ne bileyim ben der.
Müslüman akıllı insandır nerde duracağını, nerde vuracağını da bilir.
Yarınınız bugününüzden daha güzel olması dileğiyle Allah(cc)’a emanet olun.

İyi Niyet, Gaflet ve Dalalete Engel Değildir

Mübarek Ramazan Bayramını idrak ettiğimiz bu günlerde Başbakan R. Tayyip Erdoğan ile MHP lideri Devlet Bahçeli ve CHP lideri Deniz Baykal arasındaki söz düelloları çok ileri boyutlarda suçlamalara kadar vardı.

Özellikle Devlet Bahçeli‘nin sözleri zehir zemberek, aynen şu ifadeleri kullanıyor: “AKP Genel Başkanı Türkiye’nin milli kimliğinden rahatsızlık duyan, Türk milletini etnik temelde ayrıştırma hastalığı ile malul olan ilk Başbakan olarak tarihe geçmiştir. Kürt açılımı adı altında Türkiye’nin milli birliğine ve varlığına kastetmeyi amaçlayan yıkım projesinin taşeronu olan Başbakan Anayasa suçu işlemeye teşebbüs halindedir. Terörle mücadeleyi bilinçli olarak zaafa uğratmıştır. Kanlı terör örgütüne ve maşalarına bölücü emellerine siyasi yollardan ulaşma ümidi aşılamıştır.  Başbakan Erdoğan hiç temenni etmemize rağmen böyle bir tarihi kader anı geldiğinde kendisi ve yakınlarının nereye kaçacaklarını ve kimlere sığınacaklarını düşünmelidir.”

Türkiye yıllarca Osmanlı Padişahları Abdülhamid ve Vahdettin’in hain mi, “Ulu Hakan” mı olduğunu tartıştı ve bir mutabakata varamadı. Anlaşılan Başbakan Erdoğan ile ilgili tartışmalar da bu uçlarda devam edecek.

İhanet ve satılmışlık mertebesinde olanları bir yana bırakalım. Böyleleri elbette var. Mesela bazıları Soros fonlarından beslendiklerini açıklamakta hiçbir beis görmüyorlar. Bugünkü konumuz bunlarla ilgili değil. Gerçekten iyi niyetli, milli ve dini hassasiyetleri yüksek insanların farklı taraflarda oluşunu anlamaya çalışalım.

Bir milletin kader anını belirleyen önemli karar noktalarında, vatanını milletini seven insanların farklı taraflarda mevzilenmelerine yol açan farklı yorumlar ortaya çıkabiliyor. Benim çok sayıda yazımda suçladığım siyasi görüş ve eylemleri destekleyen, benimle aynı dünya görüşüne ve aynı milli hassasiyetlere sahip dostlarım var.

Ben tenkit ederken mümkün olduğu kadar objektif olmaya, sağlam bir mantık yapısı ile olayları analiz etmeye çalışıyor, çıkardığım sonuçları da kişilere ve kişiliklere saldırmadan okuyucu ile paylaşıyorum. Buna rağmen benim şiddetle eleştirdiğim hususlarda benden farklı sonuçlara varan bazı dostlarımla, neden bu kadar farklı taraflarda olabiliyoruz?

Merhum Tarık Buğra‘nın romanını yazdığı, muhteşem filmini ise yakınlarda kaybettiğimiz Yücel Çakmaklı‘nın yaptığı Küçük Ağa romanı hatırlardadır. Bu romanda 1919 da Akşehir’de “İstanbullu Hoca” adıyla tanınan, tesirli hitabeti olan, halkın çok sevdiği bir hoca görev yapmaktadır.  Bu arada Yunanlılar Anadolu’ya girmiştir. “İstanbullu Hoca”, Kuvay-ı Milliyecilerin karşısında yer alır; Kuvay-ı Milliyecileri vatana ihanetle suçlar ve Padişah’ın desteklenmesini ister. Kurtuluşu Kuvay-ı Milliye’de gören Akşehir’in ileri gelenlerinden bazıları sevip saydıkları Hoca’yı ikna etmek isterlerse de başarılı olamazlar. Ankara, Hocanın verdiği zarar nedeniyle ölüm emri çıkartır. Hoca evliliği, çocuğu ve en önemlisi de halkın zorlamasıyla Akşehir’den kaçar ve çete reislerine sığınır. Yaşadıkları olaylar sırasında fikri değişim yaşayan Hoca, düşmana karşı mücadele eden çetecilerin arasında savaşır, Küçük Ağa adıyla anılan yaman bir Kuvay-ı Milliyeci olarak hizmet verir.

Merhum Tarık Buğra bu eserini niçin yazdığını açıklarken, İstanbullu Hoca gibi düşmana karşı Padişah’ın temsil ettiği devletin varlığı ve gücü ile mücadele edilmesi gerektiğine inanıp, Kuvay-ı Milliyecileri maceraperest bir güruh olarak görenlerin de; Padişah esarette olduğu için yeni bir milli otoritenin kurulduğunu söyleyip, Milli Kuvvetleri destekleyenlerin de aynı ölçüde vatan ve millet sevdalısı olduğunu görmek gerektiğini söylemişti.

Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasıyla, Milli Kuvvetleri engellemeye çalışanların vatansever de olsalar, vatan ve millet aleyhine çalışan insanlar olduğu ortaya çıktı. Atatürk bunun için Milli Kuvvetlere karşı olan herkese hain demedi, gaflet ve dalalet (sapma/ yanlış yoldan gitme) içinde olanları da saydı. Zarar verme açısından hainler ile gaflet ve dalalet içinde olanların hiçbir farkı olmamıştı.

Şüphesiz bugün de benzeri bir tahlil yapmak mümkündür. Türkiye Cumhuriyet tarihi boyunca başını ağrıtan üç önemli konuyu “çözmek” istemektedir: Kürt/PKK/Terör meselesi, Kıbrıs ve Ermeni Meseleleri. Her üç konu da iyi yönetilirse Türkiye’nin ayak bağlarından kurtulmasına, kötü yönetilirse bölünme, toprak kaybı ve tazminata varan ağır faturaların ödenmesine yol açabilecektir.

Hükümet, almayı umduğu dış desteklere güvenerek, bu konuları iyi yönetebileceğine dair aşırı bir iyimserlik içindedir. Hükümete güvenenler ortada “açılım” adına açıklanmış bir proje olmamasına rağmen muhtemel risklerden hiçbirini görmeden desteklemekteler.

Muhalefet ise, ABD’nin projesi olarak gördüğü bu konularda atılmak istenen adımların büyük riskleri karşısında ürpermekte olup, ABD projelerinin taşeronu olarak gördüğü Hükümete tam bir güvensizlik içerisindedir.

Hükümet, süreç başlamadan önce, muhalefetin desteğini alacak bir istişare düzenini ortaya koyamadığı için, vatansever halkımız ve aydınlarımız karpuz gibi ortadan ikiye bölünmüş durumdadır.

Başbakan eğer dediği gibi çok kararlı bir şekilde devam eder ve mevcut süreçleri iyi veya kötü sonuçlandırabilirse iki taraftan biri gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olmakla suçlanabilecektir. Devlet Bahçeli’nin, Vahdettin’in sonunu çağrışım yaptıran cümleleri bu anı işaret ediyor olsa gerek. Bizler bu suçlanan tarafta olursak, bırakınız hukuki boyutunu, çekeceğimiz vicdan azabının sorumlusu kim olacak?

Herkes kendi söz ve fiillerinden sorumlu olacağına göre, olayları değerlendirmelerimizi sempati ve antipatilerimize göre yapmamamız lazım. Tarafımızı belirlerken dış güdümlü medyanın yönlendirmelerine değil, her gün medyada karşımıza çıkarılıp, beyinlerimizi yıkamaya çalışan 50-60 kişinin anlattıklarına hiç değil, tamamen kendi öz bilincimiz ve aklımıza dayanmak zorundayız.

Türkiye’nin Büyük Çatısı (4)

Bu çalıştayın en renkli konuklarından biride Yrd. Doç . Durmuş HOCAOĞLU beydi. Durmuş beyin bu hadiselerle ilgili yazdığı bir çok bilimsel makalesi var. Bunlardan bir tanesini “Amarikanın İspanik meselesi” diye ben özetini vermiştim. HOCAOĞLU  konuya ilişkin yaklaşımını modernite ve felsefe üzerine oturttu. Çözüm olarak da ortak bir asabiyet oluşturulabileceğinden bahsetti. İsterseniz söylediklerine hep beraber bir bakalım. ( Bu çalıştayın Ocak 2009 yapıldığını ve mevcut açılımlar başladıktan sonra söylenmiş sözler olmadığını hatırlatmak isterim)

” Başlık çok dikkatimi çekti, Türkiye’nin büyük çatısı ve ortak aidiyet. Demek ki ortada bir sorun var; üzerlerindeki çatının uçmuş olduğu bir insan topluluğundan bahsediyoruz demek ki. Burada bir soru var ki cevap da aranıyor. Ben de kendi alanım olan felsefeden meseleye bakmaya çalışacağım.

İnsan ‘Bu nedir?’ diye sorduğu anda zaten felsefe yapmaya başlamış demektir. Baktığınız zaman felsefenin bir cevap bulma sanatı değil de başlı başına bir arama eylemi olduğunu söyleyebiliriz. Heidegger’in Leibniz’den alıp sorduğu bir soru vardır: Neden var olan vardır da yok olan var değildir?

Aslında metafiziğin merkez sorusu budur. Biz de şimdi kim olduğumuzu soruyoruz; daha önce bu noktada o kadar emindik ki bu soruyu sormuyorduk. Bu soruyu sormamızın zamanının gelmesi için bir travma geçirmemiz gerekiyordu. İnsanların çoğu kendilerinin ne olduğunu tasvir etmez de dışarıdakiler onlara isim verirler. Yani mesela birileri onlara Türk der, onlar da bunu benimserler.

Buradaki başlık (Türkiye’nin büyük çatısı) bizim başımızdan çoktan uçmuştur. Bizim devletimizle milletimiz arasında (olumsuz da olsa) kati bir mukavele vardı. Yani devletle toplumun ortak değerleri aynıydı. Batılılaşma ise devletin tek taraflı olarak hareket etmesiyle bizim üzerimizdeki çatının uçmasına neden oldu.

Bizim problemlerimiz 1. Abdülhamit ile başlar. Hani modernleşme projeleri çöktü deniyor ya, modernleşme hiçbir zaman başlamadı ki. Modernleşmenin babası Bacon’dır, onu veya Descartes’i bilmeyen insanların modernleşme hakkında nasıl konuşabildiklerine şaşırıyorum. Eğer siz modernleşmiş ülkelerin son üretim bandındaki üretimlerini alıp birşeyler yapıyorsanız buna lümpen modenleşme denir. Bir üretim bandının yüzüncü sırasında karşımıza cep telefonu çıkıyor ama onun arkasında doksan dokuz aşama var. Bir cep telefonunun arkasında birçok filozof var aslında. Biz yüzüncü bandın ürünü olan bir ürünü parasını verip aldığımızda modern olacağımızı sanıyoruz. Buna gerçek modernler de gülüyor sadece. Modernite o yüz bandın yüzüne de vakıf olmaktır.

Aynı şeyi bir anne evlat ilişkisi için de düşünebilirsiniz; birçok safhadan sonra evlat dünyaya getiren ve onu büyütmek için de birçok zahmete katlanan bir anne o evladın sahibidir. Modernite de böyledir. Mesela diyoruz ki biz Avrupa Birliği’ne girmek istiyoruz; peki bizim AB’de neyimiz var? Orası bize ait olmayan bir dünyadır  halbuki. Kendimizi kaybedince orada kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Biz 200 yıldır kendimize ait olmayan bir dünyada yaşamaya çalışıyoruz. Bize ait olmayan bir rüya görmeye çalışıyoruz. Avrupalının da aklına Türk deyince öcü geliyor, zira arada 1600 yıllık kan davası var.

Batı’ya ait olan herşey Yunan ve Roma ile başlar, onlara düşman olan herkes Batı’nın da düşmanıdır. Onun için Fransızlar diyorlar ki, Almanlar Roma’nın yıkılmasında çok etken oldukları için hakiki Avrupalı sayılmazlar. Ruslar da Avrupalı sayılmazlar, hem de Hıristiyanlığın kahraman şövalyesi ünvanına sahip olmalarına rağmen, zira onlar Osmanlı’nın gücünü zayıflatmışlardı. Yani Avrupa’da toprağınızın olması sizi Avrupalı yapmaz. Avrupa Hıristiyanlık, Roma ve Yunan’ın birleşimidir; sizin ona bir şey katmanız onunla ünsiyet kurmanız lazımdır ki Avrupalı olabilesiniz. Kaldı ki bu adamlar kolonyalizmin babasıdır; yoksulluğu kendi yaşamı için zaruri kılan kapitalizmin de mimarıdır.

Demokrasi, hak huku vb. söylemler ezilen toplumlar için Avrupalıların söyleminden başka bir şey de değildir. Biz de kalkıp buna modernite diyoruz. Halbuki bu modernite değildir. Modernite, bilimyoluyla dünyayı değiştirmektir. Tabiatın efendisi olan ve ona hükmeden insan. Neyle peki, bilgiyle; zira bilgi güçtür. Eğer bilgiyi güç olarak kullanırsan tabiata hükmedersin, tabiata hükmeden dünyaya da hükmeder. Eğer Descartes, Locke, Bacon yoksa aydınlanma da yoktur, modernite de yoktur.

Aydınlanma Hegel ile bitmiş olan bir süreçtir. Ama etkileri günümüze elbette gelmiştir. Şimdi diyorlar ki Cumhuriyet aydınlanması. Peki bu aydınlanmanın Rousseau’su var mı, Kant’ı var mı, Hegel’i var mı, yok. Nasıl bir aydınlanma peki bu? Kendi kendine bir şey söylemekle bir şey olduğunu sanmak bir illüzyondan başka bir şey değildir. Bir kediye kaplan deyince kaplan olmuyor, bir profesöre de profesör demek onu öyle yapmıyor. Aynı şekilde ulus devlet demekle ulus olunmuyor. Diğer bir soruya bakarsak biz kimiz sorusunun cevabını tam olarak bilmiyoruz. Bizim birçok aydınımız var belki ama bizim milli entelijensiyamız yok. Bizim bir aydınlar gündemimiz yok. Bizim Marksist olduğunu söyleyen ama marksist felsefeden bir şerh bile koyamayan ‘birinci sınıf‘ marksistlerimiz var.

Bizim marksistlerimiz bir noktadan sonra liberal oluyor. Düşünün ki bize kim olduğumuzu söyleyecek olan aydınlarımız bu durumda. Hegel der ki felsefenin cevaplayamadığı soru yanlış sorudur. Biz kimiz sorusu doğru bir sorudur; ama biz cevabını bulamıyorsak bunu bir düşünmemiz gerekir. Renan milleti bir aileye benzetir; ben de bunu biraz şerh ederek milleti büyük bir aileye benzetiyorum.

Burada iki hususu öne çıkarıyor millet için: ‘Birlikte geçmiş bir tarihi aynı şekilde kucaklamak‘ ve ‘birlikte bir gelecek tasavvuruna sahip olmak.’ İşte o zaman millet olur. Eğer biz Türkler ve Kürtler birlikte bir gelecek tasavvuruna sahipsek problem yoktur. Ama problem tam da budur. Bana kalırsa biz bunu demokrasi ile halledemeyiz; demokrasi halklar arasındaki problemleri halledemez. Demokrasi mahiyeti gereği, bir ülke içinde birden fazla halkı kaldırmaz. Demokrasi mahiyeti gereği üniform, homojen ve tek bir halk için olur. Az önce Fuat Keyman çok doğru bir şey söyledi: Farklılıklar parçalanmaya götürebilir. Aile demek kazanımlarda, galibiyetlerde, refahta pay almak, paylaşmak demek değildir; tam tersi hüzünde, felakette ve kayıpta bir olabilmek demektir.

O zaman millet olursun. Eğer bir ülke bir meselede tek bir kamuoyu haline gelebiliyorsa o bir millettir; eğer iki kamuoyu doğuyorsa orada süreç farklıdır. Sağlıklı bir devlet-toplum ilişkisi, bir toplumun asli mukavele dediğimiz ve iç içe geçmiş olan, birlikte yaptıkları toplumsal bir sözleşme ve ayrıca bir siyaset sözleşmesi olmak üzere iki ayrı sözleşmeden müteşekkil asli bir mukavele ile olur. İnsanlar bu sözleşmeye sadakat gösterdikleri sürece bir büyük aile olarak yola devam ederler. Bizim klasik geleneğimizde hukuku devlet yapmazdı, hukuk sivil alanda yapılırdı. Yani hukuku şeriat yapar, devlet bunu uygulardı. Siyasi irade hukuk yapamaz.

Uzun bir süredir birlikte yaşamak konusuyla ilgili olarak İbn Haldun’un kurucu asabiyet teorisini düşünüyorum. Bana göre o, İslam dünyasının küresel değer taşıyan son bilginiydi. Herkes Osmanlı’daki millet sisteminden bahseder; ama bu sistemi ne kadar bildiklerini bilmiyorum. Ama bugünkü vatandaşlık kavramını yeniden düşünmemiz gerekir. Bu konularda Will Kymlicka’dan daha fazla çalışmış pek kimse yoktur herhalde; o diyor ki, vatandaşlığın üç hak ekseni vardır: medeni haklar, kültürel haklar, siyasi haklar. Uyanmış bir etnik bilinç, bir biçimde asabiyetle ilişkilendirilir.

Bir devlette kurucu olan genelde (soya dayalı) bir asabiyettir; aynı devlette iki farklı asabiyetin kurucu olduğu pek nadirdir. Bir devlette kurucu asabiyet soya dayalı olarak ortaya çıkar, ama sonra diğer asabiyeler yükselince bu kurucu asabiyet onlara yetmemeye başlar. Bu noktadan sonra bu asabiyeler arasındaki ilişki değişir. İbn Haldun bu süreci sebep asabiyesi diye açıklar. Her ne kadar kurucu ve soya dayalı asabiyet, tek başına yöneten değilse de onlar mabedin koruyucusu gibi orada dururlar. O kurucu asabiyet şunun için orada durur: Eğer bir gün bütün yapı dağılırsa veya dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa ve devlet dönüp vatandaşlarınaşimdi devletiniz ve ülkeniz için kan bedeli ödeme zamanıdır‘ derse işte o zaman bakıyorsunuz ki sadece soy asabiyesiben buradayım‘ diyor. Diğerleri demiyor.

Bu devlet Türk soyunun iradesiyle kuruldu. O hep durmalıdır. Ama sadece soy asabiyesi Türkiye Cumhuriyeti’ni götürmüyor. Biz bir asabiye geliştirmek zorundayız. Bu asabiye öyle bir şey olmalı ki herkes kendisine onun içinde bir yer bulmalı. Halbuki biz bugün Türkiye olarak ülke içindeki bir etnik yapının, kendisini, ana unsura karşı vücut bulma imkanını bulduğu ve meydan okuduğu bir zamana  şahitlik ediyoruz. Benedict Anderson’un dediği gibi, ‘milletlerin içerisinde kader anının kendisine gelmesini bekleyen milletler vardır.’ İşte buna karşı İbn Haldun şu cevabı veriyor: Bu mülkün tapusuna el uzatmaktır. Artık burada çözüm yoktur. Peki mülkün tapusuna el uzatılırsa ne olur? Haldun buna  cevap olarak da Zilzal Süresi’nin ilk ayetini örnek veriyor: ‘Yer büyük bir sarsıntıyla sarsıldığı zaman…..’ Biz şimdi tam kritik sınırda duruyoruz.

Türkiye’de 1,5-2 milyon arası Türk-Kürt evliliği var. Bunun anlamı büyüktür; yani ben senim, sen de bensin demektir. Eğer biz bu mülkün tapusuna el uzatma meselesini çözemezsek o zaman başımız ağrır. Ama Türkiye’de hala esas güç Türklerin elindedir; bir bölünmeye dahi ancak Türkler karar verebilir. Yani hala şansımız varken bir asabiyet geliştirmek zorundayız. Bu o kadar da zor değil. Bizi günde beş kere ayırt etmeksizin çağıran ezan var; bize Avrupa tipi çözümler yaramaz. Biz hala müşterek bir asabiyet geliştirme imkanına sahibiz ve bunu yapmalıyız.”

Sayın HOCAOĞLU bey noktayı koyduğu için bir bitiş paragrafı yazamıyorum. Türkiye Bir çok badireleri atlattığı gibi bu açmaz gibi gözüken çok denklemli problemi de hocamın dediği gibi ortak bir asabiye oluşturarak çözebilir diye düşünüyorum.

Dışa Bağımlılık Tutkusu

Açılım  ve değişim gibi kavramların ayağa  düşürüldüğü bir dönemi yaşıyoruz. Asıl tartışılması gereken sorunları gizlemede birbirleriyle kafiyeli bu kavramlar  kullanılıyor. Toplumu yanıltmada, yanlış yönlendirmede bunlara bir can simidi gibi ülkeyi yönetenler sarılıyor. İçi doldurulmamış, ancak imâ yolu ile topluma kabul ettirilmeye çalışılan önce “Kürt açılımı” denen, daha sonra sırasıyla “demokratik açılım” ve “barış ve kardeşlik projesi” elbisesi giydirilen, teröre ve terör örgütüne dış dayatmalarla tavizden başka anlam taşımayan, ülkeyi allak bullak edecek sözde çözümler ileri sürülüyor. İnsanlar bütünleştirilmiyor, farklılaştırılıyor, birbirinden uzaklaştırılıyor, ötekileştiriliyor, adeta kamplaştırılarak yeni etnik çatışmalara hazırlanıyor. Bu çirkin tezgaha karşı çıkanlar ise;  uzlaşmacı olmamakla suçlanıyor.

Teröre karşı Habur Kapısı’nı gerektiğinde kullanamayanlar, yeni bir kapı açamayanlar, terörle mücadeleyi dinamitleyenler, Irak’ın Kuzey’indeki siyasi oluşuma gözlerini kapayanlar, eş dost yatırım yapacak diye Barzani’ye hoş görünenler, içerideki Barzani şirketlerinin üstüne gidemeyenler, ABD oyalamalarına âlet olanlar, şimdi demokratik açılım diye 25 yıllık bir mücadeleyi yok farz ederek,  vatanı için şehit düşmüş aziz şehitlerimizi göz ardı ederek terör örgütünün taleplerinden bir kısmını kabulle uğraşıyorlar. TBMM eski başkanı Bülent Arınç’ın gerekirse Öcalan’ın yol haritasından faydalanabilinir sözleri üzerinde ibretle durulmalı. Ülkeyi yönetenler toplumun önünde burnunu karıştıran adamı meşhur ettiler. Tabiî Irak’a müdahale ettiğinden beri bizimle sınırdaş olan ABD’li sözde dostlarımızın  telkin ve emirleriyle. Dışa bağımlılığın en belirgin örneklerinin yaşandığı günümüzde,  siyasi iktidar mensupları “Türkiye kendi sorunlarını kendisi çözer” lafları ile kamu oyunu oyalıyorlar. TBMM’de  sürekli isim değiştiren ve açıklanmadan bazı  STK ile görüşülen bu açılım bilmecesinin  kapalı oturumda ele alınacağı söyleniyor. Meclisteki PKK’nın siyasi temsilcilerine rağmen. Sayın Devlet Bahçeli’nin  kapalı oturumu millete açarız çıkışı  çok isabetlidir. Demokrasi açıklık ve şeffaflık ise buna uyulmalı;  ama nerede?

Basın ve yayın  organları  fikir ve düşünce hürriyetini kullanabiliyor mu? Sürekli değişik gündem maddeleri bulunarak ekonomideki kötü gidiş  Cumhuriyet tarihinde görülmemiş  başıbozukluklar gizleniyor. Bu yıl bütçenin %780 oranında  açık vereceği ifade ediliyor. Bu açığı kapama yolları Türkiye’nin iç ve dış politikasında yeni ambargolar ve baskılar getirecektir. Genç nüfusta işsizlik %24, genelde ise %16’yı buluyor. Teğet geçmeyen küresel kriz en çok  ülkemizi etkiliyor ve %14 ekonomik daralma yaratıyor. Sanayi üretimindeki daralma  devam ediyor. İşyerleri kapanıyor. Ana caddelerde kiralık dükkanlar bomboş bekliyor. Yerli üretim tokatlanmış,  ithalat şahlanmış, tarım perişan edilmiş,  çiftçi ürünü ektiğine bin pişman. Ermeni, Kıbrıs ve sonunda da Kürt açılımları, Ergenekon ismi verilen Ümraniye Davası birçok şeyi örter hale gelmiş. Ekonomik açılım konuşulmuyor.

“Siz mi tek millet, iki devlet tezlerini ileri sürerseniz”  dediler ve kardeş Azerbaycan ile olan ilişkilerimizi bozdular. Azerbaycan’ı anlaşmalı bir şekilde Rusya’ya yaklaştırdılar. Azerbaycan da pek ses çıkaramaz; çünkü onun üzerinde de baskı var. Amerikan’ın kulvarında ise Türkiye-Ermenistan yakınlaşması zorlanıyor. Ermenistan’a kapı açılmasının karşılığı sadece Türkiye’nin Doğu sınırının Ermenilerce tanınması mı?  Suriye’yi de “terörden vazgeçen Suriyeli PKK’lıları kabul edebiliriz” şeklinde konuşturuyorlar. Türkiye’nin İran ile ilişkilerini bozmak için bize 7.8 milyar dolarlık gibi çok yüksek bir bedelle patriot füzeleri satacaklar. Böylece Amerikan’ın İran’a karşı kalkanı olacağız.  Amerika füze kalkanı yaratacak ise; biz bunları neden satın alalım? Demek ki dışa bağımlı olunca bunlar oluyor.

Geçenlerde Sayın Ruhat Mengi’nin programında bir İslamcı Kürtçü  etnik taassupla Türkiye’deki asimilasyondan bahsetti. Eğer böyle bir eritme olmuş olsaydı; kendisinin liberal ve aşırı solcu Kürtçülerle beraber bunları söyleme ve etnik ırkçılık yapma fırsatı doğmazdı. Asimilasyonun nasıl olduğunu kendilerine destek olan yabancılara bir danışsalar. Az veya çok etnik farkları olsa da yüzyıllardır uyum içinde yaşayan,  ötekileştirilmeyen insanları mantıken asimile etmeye zaten gerek yoktu. Devletin de böyle bir geleneği, neden olmadı diye zaman tenkit de edilse  mevcut değildir. Etnik gözlük bize yabancıdır. Osmanlı, müslim ve gayri müslim olarak  ayırım yapmış; Cumhuriyet de etnik taassuptan ve ayrımcılıktan uzak durmuş, milletleşme sürecine ağırlık vermiştir. Bundan dolayı bugün etnisiteleri zorla fark ettirilmeye çalışılan  insanlarımızın  iktisadi ve siyasi hürriyetlerini engelleme düşünülmemiştir.

 

Sapkınlıktan Uzaklaşmak

0

Yaşarken size huzur verecek, öldükten sonra dahi herkese model olabilecek bir yaşam tarzı nasıl   olmalıdır? Nasıl bir hayatın hesabını kolay verebiliriz, bu hayatla gelecek neslimizin yüz akı ve övüncü olabiliriz?

Yemek sohbetinde, konu, çevremizdeki insanlar ve onların yaptıkları üzerine yoğunlaştı. Eşim, terkib-i bent ustası Bağdatlı Ruhi’nin “Sizden kim ırağ oldı ise Hakk’a yakındur / Zira ki dalâlet yoludur tuttuğunuz râh” dizelerini okuyunca yorum yapmaya söz kalmadı. Bu tipleri ünlü şair tam beş yüz sene evvel ne güzel izah etmiş meğer. İsterseniz tam Türkçeleştirelim: “Sizin tuttuğunuz yol sapıklık yolu olduğu için sizden kim uzak olduysa bilin ki o Hakk’a yakındır.” Demek ki sapkınlıkla hak üzere olmak, aynı yolda mümkün değil.

Burada yeni bir durum ortaya çıkıyor. Kişi hangi durumda olursa onun sapkınlık içinde ya da hak üzere olduğu söylenebilinir? “Sapmak” kelimesinden türetilen sapkınlık; doğru yoldan ayrılmak, istikamet üzere olmamak diye düşünülebilinir. Bunun karşıtı olan duruma ise eskiler, kısaca “sırat-ı müstakim” derlermiş. Doğruluk ya da sapkınlık, oldukça görece. Kimse kendisini sapkın kabul etmeyeceği gibi, herkes kendisinin istikamet üzere olduğunu düşünebilir, iddia edebilir; hatta bunun kavgasını verebilir. İdeolojik kavgaların temelinde de zaten bu yok mu?

Benim algılamama göre sapkınlık, kişinin fıtratındaki ihtiyaçlarının giderilmesine, yaşanmasına; Yaratan ile irtibatının kesilmesine mani olma halidir. Hürriyetsizliğin, zulmün nedenidir. Bunun karşıtı olan sırat-ı müstakimde ise, fıtratın tezahürlerini yaşama özgürlüğü vardır.

İnsanlar, hem kendilerine hem çevresindeki insanlara karşı sapkınlık içinde olabilirler. Aşırı uyumak, aşırı yemek, aşırı çalışmak, bedenine aşırı yüklenmek; birer sapkınlık göstergesidir. İfratta olmak ve tefritte kalmak; kişide ruhsal, bedensel, sosyal birtakım arızalara yol açacağı için sapkınlığın birer sonucudur. Mazoşist duyguları tatmin etmek, yüksek adrenalin içinde yaşamak veya pısırık bir algılamayla sünepe hayat sürmek, birer sapkınlık alametidir. Kişilerin, kendi hürriyetlerini yaşamalarına engel olmak da çevremize karşı bir sapkınlıktır. İnsanlar bizden kaçıyorsa, varlığımızla onların  meşru ihtiyaçlarının giderilmesine mani oluyorsak biz dışarıya karşı sapkınlık içindeyiz, demektir. Sapkın insan, kendisiyle de çevresiyle de barışık değildir. Şairi kesin bilinmeyen, bu yüzden anonim kabul edilebilecek şu beyit bu tür insanları çok güzel anlatıyor: “Ne kendi etti rahat ne verdi aleme huzur / Yıkılıp gitti cihandan dayansın ehl-i kubur”

İnsanlar vardır, güneş gibidir onlar; sizi hem ısıtırlar hem ışıtırlar. İlimleriyle donanımlı, fikirleriyle ufuk açıcı, davranışlarında güven verici, içtenlik taşıyan kişilerdir onlar. Onların yüzüne bakınca içiniz ısınır, rahatlama hissedersiniz. Utanırsınız onları görünce, kendinizi yargılar, samimi olmayan gerekçeler üretirsiniz de siz bile inanmazsınız bunlara. Sözleriyle, eylemleriyle, bakışlarıyla etkilerler sizi. Onlar Hakk’a yakındır. Onların olduğu yerde bütün yıldızlar söner; güneştir çünkü onlar. Bir etki alanı kurulur, manyetik olan oluşur orada, sizi kendine çeker. Görünmez güç sarar sizi, bedeninizin hafiflediğini, ruhunuzun yükseldiğini hissedersiniz. Dünyevileşmemiş bir dünyalısınızdır sadece. Bütün varlığınız bundan ibaret. Esaretin zincirleri kırılmış, hürriyet gerçekleşmiştir o ortamda. Bundan sonra düşüneceklerinizden, yapacaklarınızdan eminsinizdir. Siz artık Hakk’a yakınsınızdır.

Bir beşer olarak her türlü insanla karşılaşmamız kaçınılmaz. Sınavımız, her türlü insanla ilişkilerimizde başlıyor. Hangi tür insana kendimizi yakın hissediyoruz, hangi tür insana karşı kalbimizde ve davranışlarımızda soğukluk var? Hangi tür insana öykünüyoruz, hangisine karşı tepkiliyiz? Bu sorulara vereceğimiz cevaplar, bizim sınavdaki başarı puanımızı gösterecek.

Başarmak için sapkınları, mümkünse, düzeltmek, değilse onlardan uzak durmak zorundayız.

 

Zekat ve Sadaka

0

Namaz kılınız, zekât veriniz, kendiniz için yapıp gönderdiğiniz her hayrı Allah(c.c) yanında bulunursunuz. Allah yaptıklarınızı görür.

Zekâtın tarifi:

Zekât, temizlenmek, çoğaltmak, bolluk bereket gibi manalara gelir.
Zekât sahibini günahlardan ve cimrilik sıfatından temizlediği gibi malı da bir kısmını vermek suretiyle temizler. Onun için verilen kısım kirlidir.
Paranın kirli kısmı ayrılmak suretiyle geriye kalan kısmı temizlenmiş olur.
Temizlenen parada bereketlenir.
Zekât Peygamber (sav) in âline (soyuna) verilmez.
Peygamberimizin soyundan gelenlere Seyit denir.  Bunlara paranın temizinden vermek gerekir.
Zekâtı şöyle tarif edeceğiz: Haşimi  (Seyit) olmayan mümin bir fakire ondan hiçbir menfaat beklemeksizin sırf Allah rızası için malın bir kısmını temlik etmektedir.
Birçok ayeti kerimede zekât ayetleri namazla beraber emrolunmuştur.
Zekât kesin bir farzdır. Onu inkâr eden kâfir olur.
Hz. Peygamber (sav):bir hadisinde “Her müslümanın üzerine sadaka vermek vaciptir.” buyurdu.
Sahabe ey Allahın resulü Sadaka verecek bir şey bulamayan ne yapsın diye sordular.
Peygamberimiz. “Çalışıp kazansın hem kendine faydalı olur, hem sadaka olarak dağıtır.” buyurdu.
Sahabe: yine bir kazanç yolu bulamazsa. diye sordular.
Hz Peygamber ihtiyaç sahibine, mazluma yardım etsin buyurdu.
Sahabe böyle bir yardıma da gücü yetmezse diye tekrar sorduklarında.
Peygamberimizde cevaben: “İyilik yapsın kötülüklerden nefsini korusun buda sadakadır.” Buyurdu.
Güler yüzlü olmak, yoldaki dikeni. taşı kenarı atmak, hastayı ziyaret etmekte bir sadakadır.
Peygamber efendimiz bir başka hadisinde:
“Ey Âdemoğlu fazla malını vermen senin için hayır,  onu elinde tutmak ise şerdir.
Yeteri kadar maldan sorumlu tutulmazsın. Sadaka vermeye yakın çevrenden başla veren el alan elden hayırlıdır.” buyurdu.
Bir adam gelerek
Ya Resul Allah sevap yönünden hangi sadaka daha büyüktür diye sordu.
Allah Resulü (sav) “Sıhhatin yerinde olup, malına düşkün olduğun, fakirlikten korkup zenginliğe tamah ettiğin halde verdiğin sadakadır. Bu işi can boğaza gelipte şuna şu kadar buna bu kadar verilsin deninceye kadar geri bırakma. Dikkat et o zaman zaten bu mal başkasının olmuştur.”

Kıssa

Fi tarihinde zenginliği kadar cimriliği ile de meşhur bir adamın yüzlerce, binlerce altını varmış her gün gelir onları sayar birazda yüzüne bakar gidermiş bir gün beş gün, bir ay beş ay derken Hırsızın biri bir gün kasadan  altınları alır sayısınca da taş kor ve bir yazı yazar.:
“Her gün gel bu taşları say birazda yüzüne bak git.”
Hiç kimseye faydası olmayan paranın kâğıttan taştan ne faydası var.
Bir müslümanın ihtiyaç sahibi olan birisine; zekât, sadaka, fitre vereceğiniz zaman bu benim zekâtım fitrem demesine gerek yok, O insanları toplum içerisinde mahcup düşürmeyelim.
Sen niyetini yap mümkünse kimsenin olmadığı yerde ver. O insana zekât sadaka verdim diye onu minnet altına almaya çalışmak yanlıştır.
Bir gün Beyazıtı Bestami hazretleri kendisine zekât veripte iman eden birisine.
“Ben, senin sayende Allah katında sevap aldım, kalmış bana birde mihnet ediyorsun.” diye kızmıştır.
Zekât ve fitre fakirin hakkıdır. Bizatihi onu fakire vermek gereklidir.
Kurum ve kuruluşlara Camiye, okula, Kuran kursuna, hayır derneklerine, vakıflara zekât ve fitre verilmez.
Şu caminin ihtiyaçları için verdiğiniz paraları sakın ola zekâtınıza ve fitrenize saymayınız olmaz.
Cami ve Kur’an Kursu’nun inşaatına verdiğiniz parayı zekâtınıza veya fitrenize saymayınız Ancak kurslardaki, yurtlardaki fakir öğrencilere verebilirsiniz.
Birisine borç verdiniz alamıyorsunuz sayayım zekâtıma olmaz.
Uyanıklık edipte çıkmaz paraları zekâta veya fitreye saymak kul hakkına tecavüzdür.
Malını seven, mala düşkün olan insanlar, malının sürekli beraberinde olmasını isteyen insanlar zekâtını sadakasını fitresini ihmal etmesin ki ahirette yanında bulacağı bu dünyada iken verdiğidir.

Zekatta nisab ölçüsü

Nisab dinde zenginlik ölçüsüdür.
Bir insanın dinen zengin sayılması için borçlarından hariç  81 gr  altın veya buna denk döviz, TL.si olan kişi dinen zengin sayılır ve o malın üzerinden 1 sene geçtiği zaman  zekatının verilmesi gerekir.
Zekâtta şemsi yıla değil de kameri yıla itibar edilir.
Asli ihtiyaçlardan zekât verilmez

Aslı ihtiyaç şunlardır:

İçinde oturulan eve, evin zaruri ihtiyaçlarına giyilen elbiseye, binek hayvanlarına (yani otomobiline ),
Aile fertlerinin senelik yiyeceklerine altın ve gümüş olmayan kap kaçağa.
Sanatkâr kimselerin alet ve edevatlarına, ilim ehlinin kitaplarına da zekât düşmez bunlar aslı ihtiyaçtır.
Zekât vermeyecek insanın borcu olmamalı.
Bir insanın hem borcu hem de alacağı da varsa borcunu alacağından düşer geriye kalan miktar nisaba ulaşırsa o kişinin zekât vermesi gerekir.

Nisabın üretici olması gerekir

Ev yapmak için alınan bir arsa, üreyici olmadığı için zekâta tabi değildir.
Fakat emlakçılık yapan bir insanın o işin ticaretiyle uğraşan insanların elindeki ev ve arsalar zekâta tabidir.
Ticari malların hepsi zekâta tabidir.
Menkul ve gayrimenkuller bedeli üzerinden değil de, gelirleri üzerinden zekâta tabi olurlar.
Mesela vatandaşın10 katlı apartmanı var kiraya vermiş onun zekâtı kira gelirlerinden verilir.
Vatandaşın hatlı otobüsü ticari taksisi varsa bunların zekâtı gelirleri üzerinden verilir, yoksa mülkiyetinden verilmez.
Bu paranın üzerinden 1 yıl geçinceye kadar zekâta tabi değildir.
Bir yıl geçirdikten hemen sonra zekâta tabi olur.
Müslümanlar genellikle zekâtlarını Ramazan ayına göre ayarlarlar.
Zekâtı şemsi yıla. değil, kameri yıla göre hesap etmek daha doğrudur.
Zekât parası sahibine teslim edilmek üzere size emanet edilmiş bir paradır.
Emanetlere ihanet etmeyelim

Zekat kimlere verilmez

1.Müslüman olmayanlara (gayri Müslimlere).
2.Bir insan annesine, babasına, dedesine, ninesine, Büyük dedesine ve büyük ninesine zekât veremez.
Aynı şekilde çocuklarına, torunlarına, torunlarının çocuklarına zekât verilmez.
Bu durum fıkıhta Usulüne ve furuuna diye tabir edilir.
3.Peygamberimizin soyundan gelen insanlara onlara seyit denir. Onlara da zekât verilmez.
Zekât ayni olarak da, nakdi olarak da verilebilir. Nakdi olarak (para olarak) vermek daha doğru olur. Zekât malın kalitesizinden, satılmayanından, modası geçmişinden, çürük yâda bozuk olanından verilmez.
Zekâtı hep yiyecek olarak verip de, fakirlerin evlerini makarna, bulgur, nohut deposuna çevirmeyelim,
Verilen zekât her ne olursa olsun alan insanın işine yaramalıdır, işine yarayacak cinsten olmalıdır.
Unutmayanız ki zekât parası sahibine verilmek için size emanete bırakılan paradır.
Zekât sayesinde Allah kullarının mallarını kırkta bir karşılığında sigortalamıştır.
Dünyanın neresinde bir sigorta şirketi sizin mallarınızın kırkta biri karşılığında sigortalar.
Bir paranın zekât olması için zekât niyetiyle verilmesi şarttır.
Esas olan paranın ekonomiye kazandırılması suretiyle insanların istifadesine sunulmasıdır.
Aksi takdirde ceza olarak kırkta biri insanların istifadesine sunulur.

Federasyon mu Dediniz?

Son günlerde akıl tutulması ‘açılım’ tutulmasına dönüştü. Kurbağanın K. Irak’tan tahsis edilen milyar dolarlarla ısıtılan suyu sellere erişti. Genetiğiyle oynanmış medya organizmasının ağız ve kulak bombardumanıyla tufana adım adım yaklaşıyoruz. İstedik ki sular yükselirken işin doğalından, kolayından ve kurtululuşundan bir de federasyon filikamız olsun. Ama sınırdan garantörlüğe, kültürden kardeşliğe; Türkiye, Azerbaycan, Türkmeneli ve KKTC’yi kapsar bu çıkış. Afrasya Birliği gibi bayrak ve işleyiş simülâsyonları yapılabilir. Yeni ufuklara hazır mısınız?

bayraklar

  • Kırmızı zemin: Türkiye bayrağını ve Azerbaycan bayrağının orta kısmını;
  • Beyaz ay yıldız: Türkiye, Azerbaycan ve Türkmeneli bayraklarını;
  • Alt ve üst şeritler: Türkmeneli ve KKTC bayraklarını;
  • Mavi ve yeşil: Azerbaycan bayrağının üst ve alt kısımlarını nitelemektedir.

YENİ UFUKLAR – II : TÜRK FEDERASYONU

Türk Birliği’nin nüvesi. Federasyondan çok entegrasyon. Birbiriyle doğrudan alâkalı, akraba ve kaynaşma noktasında en yakın halka. Türkiye Cumhuriyeti’nin Nahcivan’la (Azerbaycan) olan direkt sınırı, Musul – Kerkük’ün T.C.’nin doğal uzantısı ve Misak-ı Millî hukukunda oluşu, KKTC’yle merhum Ecevit’in son deminde dile getirilen entegrasyon (bütünleşme) plânı zaten uygulamanın kolaylığını ve gerçekleşebilirliğini mümkün kılıyor.

Böylelikle Azerbaycan’ın Ermenistan’la olan ihtilâfları, özellikle Dağlık Karabağ sorunu aynı zamanda Türkiye’nin de – dolaylı değil – doğrudan sorunu olma önceliğine kavuşacaktır. 2,5 milyonluk Ermenistan’ın ve ondan çok daha kuvvetli Ermeni Diaspora’sının Türkiye’nin işgal altında tutulan topraklarını statü olarak sürdürebilme gücü yoktur. Avrupa’nın en güçlü ordusuna sahip Türkiye her zamanki gibi bu konuyu güç gösterisi yoluyla değil Ermenistan’ı barış ve ticaret ortamına çekerek çözmeye çalışacaktır.

Yine bu suretle Kuzey Kıbrıs Türklerinin Güney Kıbrıs Rumlarıyla olan ihtilâfı da aynı şekilde doğrudan Türkiye’ye devrolacak, direkt sınırlar dolayısıyla Güney Kıbrıs Rum Yönetimi veya Yunanistan’la – Meriç gibi – bir sınır hukuku işletilecektir. Kıbrıs basiretsizliği sona ereceği gibi adanın kuzeyine yatırım ve insan gücü patlama noktasında icra edilebilecektir.  Bu bağlamda Doğu Karadeniz Bölgesi’ne öncelik verilmelidir.

Diğer noktada Türkmeneli Özerk Bölgesi; her ne kadar kuzeydoğuda ‘de facto’ Kürt, ortada Sünnî Arap ve güneyde Şiî Bölgeleriyle ihtilâflı gibi görünse de Türkiye’nin doğrudan sınırının Kerkük’e ulaşması, Bağdat ve Basra’yla komşu olması diğer yarı bağımsız bölgelerin de kontrolü anlamına gelecektir. Hele hele Bağımsız Kürdisrail‘in bölgede büyük bir alanda ve petrol gücüyle varlığına ket vurulması, aslında Türkiye’nin geleceğindeki en ciddi tehlikelerden birinin bertaraf edilmesi anlamına gelecektir.

Bizi bölünmeye (zihnen ve fiziken) zorlayanlara karşı Misak-ı Millî’nin tecessümü şeklinde bir federasyon / entegrasyon en doğru ve en ciddi cevap olacaktır. Büyük Ermenistan (!), Büyük Kürdistan (!) ve Büyük Yunanistan  (Megalo İdea !) iddialarına en büyük darbeyi işbu Türk Federasyonu vuracaktır kanaatindeyiz.

İşin ilginci bu devletlerin tamamının kurucu unsuru Türkmenlerdir. Hazar’ın beri yakasında öncü görevini üstlenecek bir Proto Turan olan bu federasyonun geçiş kuralları çok gevşek bırakılmamalıdır. T.C.’nin idari yapılanmasına eklemelerle ve yönetim organizasyonunu da paylaşımlarla büyütmek başlangıç olarak yeterli. Bütün iş, bu birliğin vicdani cephede yani halkların kalbinde samimi kabul görmesi. Haydar Aliyev’in ‘İki devlet, tek millet’ sözü kılavuz alınmalıdır.

Meraklısına zihin açma bâbında daha geniş projeksiyonu yapılır.

“Etnik Milliyetçilik” Nerede?

Türk kimliği her şeyden evvel kültürel bir kimliktir. Türk Milletine mensup herkesi kapsar. Türk kimliği, Türk Milletine mensup olanların kimliğidir. Bunların bir kısmı vatandaşlık bağı ile Türkiye’ye bağlıdır. Diğerleri vatandaşımız değildir; ama kültürel kimlikleri Türk’tür.

Öncelikle Türk kimliği, etnik özelliği ne olursa olsun, Müslüman ve gayrimüslim vatandaşlarımızı kapsayan bir kimliktir. Etnik veya bölgesel sıfatlara ve özelliklere sahip insanlarımız, Türk Milletine mensubiyet şuurunu hissettikleri ve bunu eylem olarak ortaya koydukları sürece; kendileri Türk olarak kabul edilir. Milli kimliğini Türk olarak hisseden bir kimseyi dışlama hakkımız da yoktur. Türk, bir etnik grubun adı değildir.

Türk tarihi, kimliğe kültürel bakışın tarihidir. Biz insanları biyolojik ve genetik özelliklerine göre ayırma ihtiyacı duymadık. Yaşadığımız coğrafyalarda farklılıkları koruduk, kolladık; yaşadık ve yaşattık. Hâkim kültür bize göre budur. Osmanlı döneminde de ayırımı Müslim, gayrimüslim olarak yaptık. Bu bakımdan, günümüzdeki etnik çatıştırmalar bize yabancı, zorla ithal edilmek istenen, küreselleşmeye ve post-modern yaklaşımlara uygun araçlardır. İdeolojik çatıştırma döneminin zayıflaması ile etnik ve mezhep çatıştırmaları yoluyla milli devletleri içeriden çökertmek artık gündemdedir.

Hiçbir dönem etnik milliyetçiliğe, daha doğrusu etnik ırkçılığa dayalı bir politika uygulamadığımız için; dini azınlıklar bizde imtiyazlı vatandaş oldu. Azınlıklara da etnik sıfatı takmadık; dini azınlık dedik. Lozan Antlaşması’nda da bu böyle geçti. Bugün de dini azınlıklara etnik azınlık demiyoruz. Çünkü; onların yaşama tarzı Türk kültürüne göre biçimlendi. Çoğu kere Türk Yahudisi, Türk Rumu ve Türk Ermenisi diye dışarıda dışlandılar ve farklı muamele gördüler. Türk kültürünü o ölçüde paylaştılar ki; mimariden musikiye kadar birçok sanat dalında Türk’e özgü eserler verdiler. Aralarından dün Osmanlıya, bugün de Cumhuriyete ihanet edenler çıkmamıştır denemez. Ama tarihi süreç içinde ihanet örnekleri sadece dini azınlıklardan da gelmemiştir. Basit ve kolay genellemelerden kaçınmalıyız.

Son dönemde kavramlar yeterince bilinmediği ve maksatlı saptırıldığı için kafalar çok karıştı. Meselâ; bazıları kültüre dayalı kimlik ile vatandaşlığa dayalı kimliği ayırma ihtiyacı duydular. Bu, yapay ve bize yabancı bir ayırımdır. Kültüre dayalı kimlik, faklılıkları ve gayrimüslimleri dışlayan bir çerçeve değildir. Şu halde; kültüre dayalı olanı bir tarafa atarak sadece vatandaşlığa dayalı kimliğe sarılarak durumu kurtarmaya çalışmak yanlıştır. Konulara dar ve mesleki sınırları aşmadan baktığımız için; 1924 ve 1982 Anayasalarında Türk’ü sadece vatandaşlığa dayalı olarak tarif etme eksikliğine düştük. Türkiye’nin geleneğinde böyle bir ayırım söz konusu değildir. Ben Türklüğümü sadece hukuki bir bağ olan vatandaşlığa borçlu değilim. Benim gibi milyonlarla ifade edilecek büyük çoğunluk için de bu böyledir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. Yüzyılın sonlarındaki çoğu Zaza ayaklanması olan ama Kürt ayaklanmaları olarak ifade edilen isyanların temelinde de etniklikten çok; dış tahrik ve etkilerle dini bir takım endişeler yer almıştır. Cumhuriyet döneminde de bazılarının ağızlarına sakız yaptığı “etnik milliyetçilik” uygulanmamıştır. Ancak, milli kimlikle rekabet de kabul edilmemiştir. Hem etnik milliyetçiliğe karşıyız diyeceksiniz; hem de konuları etnik çerçeveyle değerlendireceksiniz; bu Sayın Başbakanın çelişkisidir. Milli Mücadeleyi yapan, izinle değil; kanla, canla, bedel ödeyerek bağımsızlığı kazanan ve onu Cumhuriyetle taçlandıran milli irade; iki veya üç devlet kurmak için Milli Mücadeleye kalkışmamış; kimseden izin ve onay da almamıştır. Herkesin bölgesel değerlerini yaşayacağı, yaşatılacağı ve kendi kendini idare edeceği demek; özerklik tanımak değildir. Bunun anlamı; muhtarı, belediye başkanını ve diğer mahalli yöneticileri Ankara seçmeyecek demektir. Bu zaten Ankara’nın görevi de değildir.

Osmanlı’nın son dönemlerinde bir çimento zannedilen Osmanlılık bilinciyle toprak kaybetmemeye ve bütünlüğü sağlamaya çalıştık. Bu yürümeyince; din kardeşliğine, İslâmcılığa sarıldık. Emperyalizm, Çanakkale’ye “Osmanlı kâfir oluyor” diye bizimle savaşmak üzere Müslüman askerler getirdi ve bizi birçok cephede arkadan vurdurdu. En sonunda Türkçülük hareketi doğdu ve Milli Mücadeleyi tetikledi. Türkçülük hareketi de bir etnik üstünlük arama ve “etnik milliyetçilik” değil; İmparatorluk bünyesinde zamanla dışlanan ve kaybedilen asla dönüştü. Bir özgüven kazanma ve mensubiyet şuuru olarak bu gelişti. İstisnalar kaideyi bozmaz. Türkçülük diğer iki akımı tetiklemedi. Tam tersine, Osmanlıcılık ve İslâmcılık yürütülemediği için ortaya çıktı.