22.3 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 20, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1248

Deprem Burada Biz Neredeyiz

Her yıl Ağustos ayı yaklaştığında depremi hatırlamaya başlarız. Depremi unutturmamak adına eski acıları hatırlatırız. İnsanların yaralarını kaşır dururuz. Duygulu konuşmalar yaparız. Deprem felaketinin bir daha olmaması için temennilerde bulunuruz.

Aslına bakarsanız deprem bir nimettir. Depremi felakete dönüştüren biz insanların ihmali ve ya sahtekârlığıdır.

Verimli ovaların nerde ise tamamı deprem bölgelerindedir. İzmit körfezinin dibindeki çamuru temizlemek için çok uzun yıllar gerekliydi. Deprem ise yarım dakikada temizleyiverdi. Biz yine kirletmeye devam ediyoruz.

Aslında yaratıcımız bizi uyarıyor. Biz ise hala uyarılara kulaklarımızı tıkıyoruz. Sözlerimizle kendimizi kandırıyoruz.

Sorarım size Vilayete ait sivil savunma depolarında, Büyükşehir Belediyesine ait depolarda ne kadar çadır, ne kadar battaniye, ne kadar ısınma aracı, ne kadar mutfak malzemesi, temizlik ve sağlık malzemesi var?

Ve ya böyle bir depoları var mı?

Ben bilmiyorum. Siz biliyor musunuz?

En azından Kızılay’ın İzmit te böyle bir deposu yok. Olası bir felakette İzmit’e yaklaşık 50 klm mesafedeki Maltepe depolarından ikmal yapılacak.

Son zamanlarda ilişikli veya ilişiksiz bir araya gelen bazı sivil toplum örgütleri 17 Ağustosu anma etkinliği yapıyor. Düzenlenen mevlit programları hariç diğerlerinin hiçbir yararı yok. Aksine psikolojik zararları bile var.

17 Ağustosu kullanarak gündeme çıkmayı hesap edenlerde var. Samimi olanların haricinde bu tip istismarcılarda program peşindeler.

Sormamız gereken soru şudur?

Birkaç gün önce 3.9 ile kendini hatırlatan deprem 7 civarında olsa idi ne olurdu?

Eminim ki Kızılay gerekeni yapardı. Marmara deposundan ihtiyaç kadar malzemeyi Kocaeli ye yığardı. Kilitlenen telefon sistemlerine aldırmadan kendi haberleşme sistemlerini kurar, Şehrin komşuları ve Dünya ile haberleşme bağlantısını sağlardı. Kimse çadır, battaniye ve mevsimlik yaşam gereksinimi sıkıntısı çekmezdi. Kızılay geçmişte aldığı yarayı telafi ederdi. Böylece prestiji Kocaeli de tavan yapardı. Bunları Kızılay’ın MAFOM (Marmara Afet Operasyon Merkezi) ne güvenerek söylüyorum.

Şayet Komşumuzda olacak bir depremde Mafom bize malzeme veremezse neler olur diye düşünüyorum. Düşündükçe de İlimizde bir depoya ihtiyacımızın nedenli önemli olduğunu sürekli anlatmaya çalışıyorum.

Bu nedenle AKOM projesini hızlandırmalıyız. AKOM projesi Kızılay’ın projesi değildir. AKOM projesi açılımı ile (Afet Koordinasyon Merkezi) dir. Kocaeli Valiliğinin ve Kocaeli Büyükşehir Belediyesinin müşterek katkıları ile tüm Kocaeli halkının projesidir. Bu proje içinde Kızılay a da bir depo tahsis edildiğinde Kızılay da içini gerektiği şekilde donatacaktır. Gazetelerde zaman zaman yanlış haberler çıktığından bu sütunda yeri gelmişken bu yanlışı düzeltiyorum. Ben bu projenin önemine yürekten inandığımdan inatla kovalıyorum. Bu proje ye milletvekili ile bakanı ile tüm Kocaeli’deki etkin kişiler ve kurumlar sahip çıkmalıdır. Yeni seçilen temsilcilerimizin el atması gereken konuların en mühimidir. Daha henüz arsa meselesi halledilememiştir. Önümüzde çok yolumuz var.

Deprem konusunda hassasiyetlerimiz vardır. Sık sık gündeme gelen bir İstanbul depreminde 17 Ağustos sıkıntılarını yaşamamak için elimizi çabuk tutmalıyız.

17 Ağustosu bir daha yaşatmamak sözlerle değil, icraatla olur. Doğru yerde doğru yapılar yaparak, donanımlı müesseselerle duruma hızlı müdahale ederek olur. Eğitimle olur. Teorik ve pratik yaparak olur. Afete müdahale edebilecek kurumlarla birlikte tatbikatlar yaparak olur. Bu konularda da çok eksiklerimiz var. Sadece AKOM projesinin gerçekleşmesini beklemek konuyu çözmüyor. Bu proje gerçekleşene kadar yapmamız gerekenler var. Sözlerimin hepsinin altını bir kez daha çiziyorum. Bir an önce eksiklerimizi tamamlamalıyız.

İstemediğimiz an geldiğinde her zamanki gibi günah keçisi aramaya başlarız.

Şuna eminim ki Kızılay günah keçisi olmaz.

Çünkü biz elimizden geleni yapıyoruz. Elimizden gelemeyecek olanları da söylüyoruz. Çözümü için yarışıyoruz. Herkesi uyarıyoruz. Daha fazlası elimizden gelmiyor. Herkesi bu projeye destek olmaya çağırıyorum.

Seçim Yorumu

22 Temmuz seçimleri Türkiye tarihi açısından önem arz eden bir seçimdi. Çünkü seçim sonuçları Türkiye’nin geleceğinin yapılandırılması açısından önemliydi. Dolayısıyla bu seçim sonuçlarında Türk toplumunun geldiği nokta açısından sosyolojik olarak da birçok sonuç öne çıkmaktadır.

Kanaatimce bu seçim sonucunun ortaya çıkardığı en önemli sonuç Türk toplumunun önceliklerinin değiştiğidir. Öyle ki geçmişe bakıldığında vatan, bayrak, bölünmezlik gibi Türk devletinin bekası için önem arz eden konularda milletimizde var olan hassasiyetin bugün revizyona uğradığı görülmektedir.

İstikrarın devamı adı altında özellikle dış politikada izlenen yanlış siyaset toplum tarafından da bilinmesine rağmen aynı siyasi partinin, kendilerinin de tahmin etmediği oy çokluğu ile tekrar iktidara gelmesi bana göre milletimizin bilinçaltında mevcut olan bir korkunun tecellisidir.

Nedir bu korku?

Bu korku elde var olan imkanları kaybetme korkusudur.

Sevgili okuyucular, hepimizin bildiği gibi kaybedecek bir şeyi kalmayan insan hayatta korkacak şeyi de kalmayan insandır. Bu formülü topluma uygularsak diyebiliriz ki; toplumun gelir seviyesi düşük olan katmanı daha cesaretli olur. Çünkü kaybedilecek fazla bir şeyi yoktur. Fakat zengin kesim her zaman istikrar ister çünkü kaybedilecek çok şeyi vardır. Bu sebeple gelecekleri açısından sonradan sıkıntı yaratacak olaylar karşısında dahi tepkisiz kalabilirler.

Yukarıdaki değerlendirmelerden yola çıkarak diyebiliriz ki milletimize yol göstermesi gereken kanaat önderleri giderek zenginledikleri ve bunun neticesinde kaybedecekleri arttığı için, ülke geleceği açısından hayati öneme sahip konularda tepkisizleşmektedirler.

Daha da vahimi bu kişiler milletimize model teşkil ettiği için artık milletimizin birinci önceliği de ekonomik kazanç olmaya başlamıştır. İşte seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı durumdan kastım budur.

Gerçi tarihimize baktığımız zaman görülecektir ki zaman zaman milletimiz ekonomik getirileri hayatında diğer unsurlara nazaran ön plana almaktadır. Nitekim en eski Türk yazıtlarından Orhun Kitabelerinde “Ey Türk milleti sen rahata, bolluğa çabuk alışırsın!” gibi ifadeler ile bu durumdan bahsedilmektedir.

Ancak yine tarihimize baktığımız zaman görülecektir ki, söz konusu önceliklerin yaygınlaşması ile Türk milletinin parçalanma süreci de başlamaktadır.

Nitekim milletimizin bugün gelmiş olduğu noktanın küresel sermayenin yaratmak istediği “tepkisiz toplum” modeline uygun olması, bu grupların milletimizi yönlendirmesini kolaylaştırmış ve kanaatimce söz konusu sürecin hız kazanmasına yol açmıştır.

Tüm bu tablo neticesinde söylemek gerekir ki, içinde bulunduğumuz sosyal ve ekonomik şartlar bizi tarihimizde 1402 – 1413 yılları arasında yaşanan ve “Fetret Devri” adı verilen döneme yani parçalanmış bir coğrafya ve millete götüreceğe benzemektedir. Bilindiği gibi tarihimizdeki bu ilk fetret devri 11 yıl sürmüş ancak daha sonra toparlanma sağlanabilmiştir.

Fakat bugün durum daha karmaşık gözükmektedir. Zira kanaatimce bu topraklarda yaşanacak ikinci bir fetret devri, milletimize bir daha toparlanma şansı tanımayacaktır.

Umarım bu öngörümde yanılırım! Saygılarımla…

Seçmek ve Seçilmek

Seçmek, seçilmek, tercihte bulunmak; gündemimizi işgal ediyor. Demokrasi oyununda büyüklerimiz kendilerini yönetecek, ülkemizi geleceğe hazırlayacak vekillerini, yöneticilerini seçtiler. Öğrencilerimiz ise, yarınlarda kendilerine format kazandıracak meslekler adına OKS ve ÖSS sonuçlarına göre tercihte bulunuyorlar. Nesne olarak bizim kendimiz için seçtiklerimiz, özne olarak tarafımızdan tercih edilenler, seçenler ve seçilenler için hayırlı olsun.

Tercih, bir seçme işidir. Hepimiz günlük hayatta bir şeyler seçeriz. Mesleğimizi seçeriz, eşimizi seçeriz, yolumuzu seçeriz, dostumuzu seçeriz, arabamızı seçeriz, partimizi seçeriz, ortağımızı seçeriz, bizi yönetenleri seçeriz… Seçmek, yaşamın sürekliliğinin gereğidir.

Tercih işleminde, tercihin rengini belirleyen etkenler ile tercihteki isabet iki önemli unsur. Tercihteki isabetimizi tercihten önce ve tercih sırasında bilemeyiz, sonucu beklemek gerekir. Bu da bir süreçtir. Tercihteki etkenler, tercihin sonucunda belirleyici olsa da sosyal olayların çoklu nedenlere bağlı değişkenlik özelliği buna izin vermez. Dünya görüşümüz, çevresel faktörler, genlerimizdeki kodlamalar; tercihlerimizde belirleyici olmaktadır. Bir siyasi partiyi, bir işi, bir eşi, bir ortağı niçin diğerine tercih ederiz? Tercihte baskın öğe hangisidir? Son seçimler öncesinde, iş dünyasından bir grup yöneticinin iktidara gelmesini arzuladıkları bir siyasi partiye oy vermemeyi düşündükleri, yabancı ajanslar aracılığıyla Türk medyasına yansımıştı. Demek ki, tercihte en belirleyici öğe, zihniyet.

Seçme sırasında, “Ne yardan ne yerden vazgeçebilirim.” anlayışıyla ikilemde kaldığımız durumlar da olabiliyor. Bu durum, kişilerde bunalım yaratabiliyor. Okul ve meslek tercihinde zorlanan öğrencilerimizi anlayabiliyorum. Şu kısa dönemde, sınava hazırlık sürecindeki kadar yıpranıyorlar. Ne yapsalar olmuyor, olmasın denenler oluyor. Bu durumlarda, isabetli bir tercih için, sağlıklı bir ruh haline, işini bilen rehberlere, çocuğunu önemseyen anne ve babalara ihtiyaç var. Bütün bileşenlerin bir araya gelerek yaptıkları istişare ile isabete en yakın sonuca ulaşılabilir. Ancak isabet kavramının da izafi olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Kişi; sevdiği bir partiyi, işi, eşi, ortağı seçmişse ya da daha sonrası için, seçtiği parti, iş, eş, ortak nedeni ile mutluysa, seçtikleri onu bulunduğu mekândan alıp yüceltmiş, ona yaşama sevinci vermiş, onun ufkunu açabilmişse, güzelliklere ulaştırmış, yaşama sevinci vermişse, seçtiklerinde isabet kaydetmiş demektir.

Seçen kişi, seçim öncesi seçeceği kişi ya da durumla ilgili fizibilitesini ve istişaresini yaparsa, sorumluluğunu yerine getirmiş olur. O, samimi duygularla, kalbini bozmadan sonucu bekleyecektir. Sorumluluk artık, seçilenindir. Seçilmek, birileri tarafından, bir nedenle, birilerine göre ayrıcalıklı kılınmaktır. Ayrıcalıklı kılınmak, hem onurdur hem kişiye sorumluluk getirir. Kişiler sizi, kendilerine niçin eş, yönetici, ortak seçmişlerdir? Bunun ağırlığı, seçilen tarafından bilinmek durumundadır. Seçen kişi de bu sorumluluğu bileni seçmelidir. Hz. Ömer’in “Fırat kenarında çalınan bir koyunun vebali bana aittir.” demesi ne kadar büyük sorumluluk örneğidir. Seçilen yöneticilerin, eşlerin, ortakların sorumluluğu, bu anlamda seçenlerden daha büyüktür. Kum saati o andan itibaren seçilenler aleyhine akmaktadır. Seçen de seçtiği işin, eşin, ortağın takipçisi olacaktır. Denetlemek seçenin hem hakkıdır hem görevidir. Seçilmenin, bu süreçte yanlışlığı anlaşılırsa, seçenler seçtiklerinden vazgeçme hakkına da sahiptir. Bu da istenen bir durum değildir, pahalı bir öğrenimdir.

Hayrı da şerri de Allah yaratmıştır, bunlar ona aittir. Buna şüphemiz yok. Bu inanç, bize büyük rahatlık veriyor. Neyin hayır, neyin şer olduğunu bilme yeteneğinden yoksunuz. Üzerimize düşen görev, bir seçen olarak, tercihlerimizde “Daima iyiye, güzele, doğruya” ilkesiyle hareket etmek, “İnsanların en hayırlısı, en faydalı olandır.” inancından uzaklaşmamak olmalıdır. Bunun dışında gerçekleşebilecek istenmeyen sonuçlardan sorumlu değiliz. Seçilen olarak da, bizi seçenlerin güvenine sürekli layık olabilmek, onların beklentilerine meşruiyet içersinde cevap verebilmek, adaleti, emniyeti, huzuru sağlamak, refahı yükseltmek, olmalıdır.

Bir seçimde özne de nesne de olabilirsiniz. Ne olursanız olun, niyetiniz iyiyse, elde edeceğiniz fayda da, göreceğiniz zarar da aynı değerdedir; ortada sorun yoktur. Herkese kolay gelsin!

Muhalefetin İddiaları AKP’yi Neden Yıpratmadı?

Akşam Gazetesinde Serdar Turgut 22 Temmuz Seçimlerini değerlendirirken bir hususa dikkati çekiyor: “Seçime giden yolda özellikle CHP tarafından birçok yolsuzluk iddiası gündeme getirilmişti. Medyada ‘Ali Dibo’ diye ad takılan bu yolsuzluk iddiaları daha çok belediyeler ve il başkanları hakkındaydı. Yolsuzluk iddialarının en yoğun olduğu illerde AKP oy patlaması yaşamış durumda. Yolsuzluk iddialarının bir partiyi olumsuz etkileyeceği düşünülürken hatta iktidarı sallayacağı bile beklenirken, bu iddiaların AKP üzerinde hiçbir olumsuz etki yapmaması, üzerinde ayrıca ciddi şekilde kafa yorulması gereken bir durumdur.”

Sadece yolsuzluk iddialarının değil, muhalefetin seçim kampanyası ve öncesinde AKP hakkında gündeme getirdiği iddia ve isnatların hiçbirine seçmen itibar etmemiş görünüyor. Bu durumun siyasi sonuçları çok tartışıldı ve tartışılacak. Ancak konunun sosyolojik bir vaka olarak düşünülmesi ve toplumumuzun değer yargılarında bir değişim olup olmadığının araştırılması uzun vadede belki de daha önemli.

Bazılarının yaptığı gibi halkımızı küçümsemek yerine, Muhalefetin AKP hakkında gündeme getirdiği iddialara halkımızın yarısının neden itibar etmediğini anlamak için, bazı iddiaları hatırlayalım. Bu konularda seçmen tercihinin nasıl etkilenmiş olacağı hakkında fikir yürütmeye çalışalım:

YOLSUZLUK İDDİALARI: Sadece Belediye ve İl Başkanları değil, bizzat Başbakan ve Bakanları da hedef alan çeşitli yolsuzluk iddiaları dile getirildi. Bazı Arap ve Batı sermayesine sağlanan imkânlar sebebiyle haksız kazanç elde edildiği, Başbakan’ın oturduğu villalar, yine Başbakan ve bazı bakanların oğullarının aldığı gemi(cik)ler, 15.000 $ değerindeki saatler ve benzeri verilerle beslenen bu iddialar için, halkımızın yarısı şu fikirlerden birine göre görüşünü belirlemiş olabilir:

  1. “AKP kadrosu yolsuzluk yapmamıştır. Bir yolsuzluk olduğuna inanmıyorum.”
  2. “Muhalefet yalan söylüyor. İddialar ya yalandır veya abartılmıştır.”
  3. “Bal tutan parmağını yalar.”
  4. “Kendine faydası olmayacak kadar aptal olanların, halka da faydası olmaz.”
  5. “Hangisi gelse fark etmiyor, hepsi hırsız. Yesin ama yeter ki hizmet etsin.”

İlk iki şık iktidara olan güven ile muhalefete olan güvensizlik algılamasının bir sonucu iken son üç seçenek, siyaset kurumuna olan genel bir güvensizliği ve bir o kadar ahlaki değerlerin aşınmasını ifade ediyor. Eğer bu görüşlere inananların oranı yüksekse vay halimize ki, toplumdaki çürümenin yaygınlaşmış olduğu anlamına gelen ciddi bir göstergedir.

ÖZELLEŞTİRMELERİN YABANCILAŞTIRMAYA DÖNMESİ: “Vatanın bütün ekonomik değerlerinin yabancılara peşkeş çekilmesi” olarak ta ifade edilen bu duruma, yani ülkemizin bütün seçkin kuruluşlarında Telekom’dan Petkim’e; Bankalarımızdan limanlarımıza; enerji üretim ve dağıtım şirketlerinden gıda ve perakendeciliğe kadar her alanda yabancılaşmanın getireceği tehlikelere dikkat çekilmeye çalışıldı. Muhalefetin bu görüşlerine karşı AKP’ye oy veren halkımızı aşağıdaki görüşler etkilemiş olabilir:

  1. “Erdoğan ülkeyi satmaz, ekonomik varlıklarımızı O satıyorsa, yapılan doğrudur.”
  2. “Baykal ekonomiden anlamaz, O karşı çıkıyorsa yapılanlar doğrudur.”
  3. “Sermayenin vatanı ve milliyeti olmaz. Özelleştirme her hal ve şartta faydalıdır.”
  4. “Yabancılar bu tesisleri daha verimli işletir. Devletimiz daha çok vergi alır.”
  5. “Borçlardan kurtulmanın yolu evde ne varsa satmaktır.”

İlk ikisi liderlerin kişisel algılanmasına dayalı, son üç maddesi ise yıllardır sürdürülen sistemli bir propagandanın etkisiyle mutlak doğru olduğu varsayılan yukarıdaki şablon görüşlerin doğruluğunu tartışabilirsiniz, ancak oy vermede etkili olduğu muhakkaktır.

Liderlerin algılamasını değiştirmek, yılların ürünü olan bir marka algılamasını değiştirmek kadar zordur. İnsanlar sevdiklerine “gaflet, delalet ve hıyanet” gibi olumsuz sıfatları yakıştıramazlar, sevmediklerinden doğru da olsa akıl almak istemezler.

Son üç maddede ifade edilen şablon görüşler yanlıştır, ancak uzun ve sistemli bir propagandanın eseri olduğu için beyinlerde bıraktığı izlerin silinmesi aynı derecede zordur.

TERÖR: Muhalefet, terörün AKP iktidara geldiğinde sıfır seviyesinde olduğunu, iktidarın uyguladığı politikalar sayesinde terörün azdığı, “eve dönüş yasası” ile affedilen teröristlerin örgütü canlandırdığı, “alt kimlik- üst kimlik tartışmalarının” terörü beslediğini, dış politikada ABD ile ilişkiler ve Irak politikalarında hükümetin basiretsiz davranmasının K.Irak’ı terörün üssü haline getirdiğini anlattı. Her gün birkaç şehit cenazesinin defnedildiği, asayişin bozulduğu, bir bölgemizin İmralı’dan yönetilir hale geldiği, ülkenin bölünmesi riskinin Cumhuriyet tarihi boyunca görülen en yüksek seviyede olduğu vurgulandı. Buna rağmen özellikle MHP’nin oy deposu olan, milliyetçiliğin en güçlü olduğu şehirlerde bile AKP oyunu artırdı. Acaba halkımız aşağıdaki görüşlere itibar ederek mi oy verdi?

  1. “Terörü azdıran Irak’taki gelişmelerdir. Kim gelse terörün azması mukadderdi.”
  2. “Terör ancak siyaset yoluyla çözülebilir, bunu da Kürt halkının sevdiği AKP becerebilir.”
  3. “Bize bir şey olmaz, ülkemiz bölünmez.”
  4. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.”
  5. “Biz ABD ve AB’ye rağmen terörü yenemeyiz. İstiyorlarsa ülke bölünsün.”

İlk iki şık, yine bir siyasi partinin ve liderinin toplumda algılanması ile ilgili olup, bu yönüyle tartışılabilir. Ancak son üç seçeneği düşünenlerin teröristlerin ekmeğine yağ sürdüklerini görmezden gelemeyiz.

Amerika İran’a Saldıracak mı?

Bu da nerden çıktı, böyle bir şey mi var, diyorsunuzdur eminim birçoğunuz. Ben bu yazıyı merak ettiklerimi öğrenmek ve öğrendiklerimi paylaşmak için yazıyorum. Uzun bir yazı diyenler için söyleyeyim, vakit ayırdığınıza değecek. Başlayalım mı?

Ne diyor ABD. İran terörizme destek veriyor, nükleer silah elde etmeye çalışıyor, insan hakları karnesi çok kötü vs. Tüm bunlar zaten ABD’nin bir ülkeye saldırması için savaş sebebi değil mi? Bunların en bariz örneklerini Irak ve Afganistan’da yaşamadık mı? İran’da zamanlamayı doğru yaptı mı bu gerçekleşecek. Gerçekleşirse ne olur, sebepleri nelerdir? Türkiye ve diğer devletlerin tutumu ne olur işte tüm bunlar yazımızın konusu olacak.

ABD, Soğuk Savaşın sona ermesiyle Yeni Dünya düzeninde artık tek küresel güç. Bu gücünü genellikle de yanlış kullanmaktadır. Bildiğiniz gibi 11 Eylül saldırılarını bahane edip Afganistan ve Irak’a saldırdı. Irak’a ise girmekle kalmadı, diğer ülkelere ders olsun diye yerle bir etti. Hatırlarsanız, 2002‘de Bush ne demişti? “İran, Irak ve Kuzey Kore Şer üçgeni ülkeleridir.” Buna göre, Irak gitti sıra İran’a da mı?

İran’ın bir Irak olmadığını ABD Dışişleri Bakanı Rice’da söylüyor. “İran bir Irak değil.” Neden değil. Çünkü;

  • İran’ın yüzölçümü 1.648 km 2 olup , Irak’ın 4 katı büyüklüğündedir.
  • Irak’ta Saddam döneminde, % 20 civarındaki Sünni Müslüman Arap ülkeyi yönetiyordu. Şimdi ise ülkeyi % 55 Şii Müslüman nüfus yönetiyor. İran’da ise %89 Şii Müslüman nüfus var ve buna göre yönetiliyor. Ortak dil olan Farsça, fazla erozyona uğramadığı için 1000 yıllık eserleri rahatlıkla okumak mümkün.
  • İran, ABD’nin tek taraflı ambargosuna rağmen, diğer ülkelerle ticaret yapmayı sürdürüyor. Bu nedenle tüm dünyanın kullandığı modern teknolojiye sahip.
  • İran halkı Irak’taki gibi kolay teslim olmayacaktır. Bunun ayrıntısına “ABD, İran’ a saldırırsa neler olabilir” kısmında anlatacağım.

Peki, ABD daha doğrusu İsrail neden İran’a saldırmak istiyor. Çünkü, İran’ın Hizbullah’ı desteklediğini biliyor ve bölgede kendisine rakip olacak kimseyi istemiyor. ( 400 adet nükleer silahı var)

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni biliyorsunuz. İslam dünyasında siyasi, ekonomik, sosyal ve dini reformları ön gören dönüşüm projesi olan BOP çerçevesinde İran 22 ülkeden birisi. Ama en önemlilerinden. Çünkü İran, zengin petrol ve doğalgaz yataklarına sahip. Dünyada rezervlerin yüzde 9,2’si (93 milyar varil) İran’da mevcut… Dünyanın 4’ncü petrol ihraç eden ülkesi konumunda. Doğalgaz rezervinde Rusya’dan sonra ise dünyada ikinci.

Türkiye Ne yapıyor?

ABD gözünü Ortadoğu bölgesine dikmişken ve sıranın İran’a geldiğini konuşuyorsak, Türkiye ve diğer önemli ülkeler neler yapıyor? Türkiye, İran konusunda İsrail’e yardım ediyor. Mesela, Azerbaycan’da konuşlanmasına yardım ediyor. ( Kaynak: Scott Rıtter, Hedef İran, Yakamoz Yayınları, Mart 2007, İstanbul) İsrail bölgeden casuslarını sokuyor ve dinlemeler yapıyor. Tabiki biz İsrail’e bu yardımı yaparken onlarında bize Apo’yu teslim ettiği aklıma gelmiyor değil. “Kazan – Kazan” bu olsa gerek. Bu arada Türkiye ABD’nin, İran’a saldırısını tabiki onaylamaz. Özellikle İran’la yapılan doğalgaz mutabakatından sonra(13 Temmuz) , Türkiye ABD’ye bölge politikalarından rahatsız olduğu mesajı da vermiş oluyor. Yani, Türkiye Denge Politikası’na devam ettiğini gösteriyor.

Diğer Devletlerin Tutumu

Diğer önemli ülke Rusya. Kesinlikle bir ABD saldırısına karşı. AB’de karşı. Çünkü Rusya ile AB’nin İran’la ticaret anlaşmaları mevcut. İran’la ilgili bir müdahaleye Çin’i de kesinlikle katabiliriz. Küresel güç olma yolundaki Çin’in, İran’la büyük miktarda petrol ve doğalgaz anlaşmaları var.( Çin, İran’ın petrol ve gaz alanlarındaki arama ve çıkarma faaliyetleri konusunda 25 yıl içerisinde 100 milyar dolarlık yatırım yapma kararı aldı. Kaynak; Hedef İran) Dolayısıyla Çin’in, İran enerjisine bağlı bir ekonomik gelişim planı çizmesi, İran konusunda Çin’in kırmızı çizgilerinin kendiliğinden belirmesine yol açtı. ABD’nin ,İran’ a yönelik sert tutum içine girmesi Çinliler tarafından “ hayati ekonomik çıkarlarına yönelik” bir saldırı olarak yorumlanacaktır.

AB İran konusuyla ilgili kendi içinde bir birlik oluşturamadı. İngiltere, İran’a saldırıya kesinlikle karşı. Almanya ise Hitler dönemindeki yapılanlardan kendisini İsrail’e ezik hissediyor. Ayrıca denetçilerin İran’a yaptığı faaliyetlerde Alman malzemelerine rastlanması onları mecburen İsrail’le işbirliğine itiyor. Onlarda İran aleyhine bilgileri İsrail’e aktarıyor. Genel olarak bakıldığında AB de İran’a yapılacak bir harekete karşı. Rusya’nın da İran’la birçok ekonomik çıkarı var. Askeri satışlar ve nükleer enerji pazarı onlara çok cazip geliyor. Dahası, giderek gelişen Çin-Rusya işbirliği, ortak bir ulusal güvenlik politikası belirlenmesini gerektiriyor. Onlar, ABD’nin kontrol altına alınması; İran’ın da bu kontrolün sağlanması için en uygun yer olduğu konusunda fikir birliği ettiler. Tabiki tüm devletler İran’la olan çıkarlarına rağmen, ABD’nin tutumunu görmezden gelme ihtimalleri yok. Bu nedenle şu ana kadar hep çelişkili tavır benimsediler. Bundan sonra da yapacakları o gözüküyor. Yani en bariz örnek şudur. Bir yandan İran’ın uranyum zenginleştirmeye hakkı olduğunu savunurken; öte yandan İran’ın uranyum zenginleştirmesine asla izin verilemeyeceğini söylüyorlar. Elbette bu çelişkinin İran’da farkında.

ABD neler yapıyor?

Bu çerçevede ABD neler yapıyor? ABD ilk önce baba Bush’un yapamadığını oğul Bush’la Irak’ta gerçekleştirdi.( Ama daha en az 5 yıl daha Irak gündemi meşgul edecektir.) İran konusunda ise Irak’taki gibi ortamı hazırlaması lazım. ( Gerçi Irak’a saldırırken de BM onayını almamıştı.) Dediğim gibi ortamı hazırlamak için şu ana kadar bunu IAEA (Uluslar arası Atom Enerjisi Kurumu) aracılığıyla yaptı, yapıyor. IAEA’ya İsrail tarafından denetlenmesi gereken yada şüpheli gözüken yerlerin listesi veriliyor, onlarda bu bölgelere gidiyor. Ama şu ana kadar nükleer faaliyetlerin varlığına dair bir bilgi bulunamadı. Ancak IAEA’nın raporlarında, İran’da bulunanlar yerine bulunamayan şeylerden söz edilmektedir. Sürekli olarak İran hükümetinden, iddiaların gerçek olup olmadığını kanıtlaması istenmektedir. Tıpkı Irak konusunda olduğu gibi, İranlılar işbirliği yaptıkça, IAEA ve diğer çevrelerdeki spekülasyonlar artmaktadır. Dünya yine silahsızlanma çabalarının rejim değişikliği politikalarının hizmetinde kullanılması tehlikesiyle karşı karşıya. Bu arada ABD Mart 2005’te “ Ortak Nükleer Operasyonlar Doktrini” başlığını taşıyan raporunda; ABD’nin elinde nükleer güç bulundurmayan taraflara karşı, direnişi bastırmak için ya da sırf ABD’nin zaferini güvence altına almak amacıyla, tek taraflı olarak, önleyici nükleer saldırılar düzenleyebileceğini belirtmektedir.

ABD niye politika değişikliğine gitti?

Şu an itibarıyla ABD-İran arasında doğrudan görüşmelerin başlayacağı sözünün İran tarafından da destek görmesi sebebiyle gerilim azalmış gibi görünüyor. ABD’nin bu politika değişikliğine gitme nedenleri şunlar olabilir.

  • Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Beyaz Saray’ın ulusal güvenlik sorunu nedeniyle seçmenlerin ağır eleştirisiyle karşılaşan Senato ve Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçiler üzerindeki baskıyı azaltmak amacıyla, kullandığı bir yöntem olabilir.
  • Irak’ın ABD halkı ve dünya üzerindeki izleri halen silinmedi. Böyle bir ortamda Ortadoğu’daki çatışmaları İran’a ve ötesine taşıyacak bir ABD politikası hoş karşılanmaz.

ABD samimi mi?

Ancak ABD’nin bu girişiminin İran’a yönelik herhangi bir güvenlik garantisi vermemesi, bu sürece gölge düşürmektedir. İran’a yönelik bir güvenlik garantisi taşımadığı sürece, ABD’nin İran’daki rejim değişikliğine hizmet edecek bir oyalama taktiğinden öte bir anlam taşıması olanaklı görünmemektedir. Zira ABD’nin, İran da bir rejim değişikliği politikasının Bush yönetiminin en üst düzey yetkililerince gündemdeki yerini göz önünde alındığında, İran’da kapsamlı bir denetime izin vermesi (güvenlik sırlarını ortaya dökmemek için) pek olası gözükmemektedir.. Kısaca Bush yönetimi, Irak Savaşı’na giden süreçte sıkça kullandığı söylemi tekrarlayarak, İran’ı silahsızlandırmanın tek yolunun molla rejiminin, oluşturulacak “gönüllüler koalisyonu” aracılığıyla iktidardan indirilmesi olduğunu söyleyecektir.

ABD’ nin politik hedeflerinde bariz bir değişim yaşanmadığı, İran’da rejim değişikliği hedefinden vazgeçmediği ve Bush yönetimi İsrail’i; İran konusunda ( ister Demokrat, ister Cumhuriyetçi hiçbir ABD yönetimi böyle bir girişimde bulunmadı) sürece, görünen o ki; olabilecekleri tahmin etmek güç değil. Bu arada İsrail’de, İran’ın nükleer zenginleştirme kapasitesine sahip olmasının, İsrail’in ulusal güvenliği açısından aşılmasına kesinlikle göz yummayacakları kırmızı çizgi olduğunu söylemektedir.

Tüm bu oluşumlar bize ABD’nin İran’a saldıracağını göstermektedir. İran’ın, Irak olmadığını bilen ABD, ülkelerinin bombalanması yada işgal etmesi durumunda sessizce oturacağını düşünmek saflık olur. İran, topraklarına yönelik herhangi bir saldırıya tüm gücüyle direnecektir.

ABD, İRAN’A SALDIRIRSA NELER OLABİLİR?

İran‘ın bombalanması, İran füzelerinin İsrail’deki hedeflere anında saldırıya geçmesine yol açacaktır. Ardından, Hizbullah roketleri Kuzey İsrail ‘e büyük bir saldırıya başlayacaktır. Amerikan ordusu, İran’a saldırı aralığındaki herhangi bir ülkenin topraklarında konuşlanırsa, bu kez o ülke de İran saldırılarından nasibini alacaktır.

İran, Irak’taki Amerikan güçlerini yoğun füze bombardımana tutacak; Irak’taki İranlı milisler ve şu an iktidarda bulunan İran yanlısı Şii Iraklılar aracılığıyla, koalisyonun işgal güçlerine karşı geniş çaplı bir savaş başlatacaktır.( Hatırlarsanız bu yılın başında, Irak’taki Şii lider El Sadr “ ABD Irak’a daha fazla asker gönderirse evlatları tabutla döner” demişti.) Amerika’nın hareket yeteneği, bir gece içerisinde ortadan kaldırılacaktır. Amerika’nın Kuveyt ve Ürdün’deki lojistik üsleriyle iletişimi kesecektir. Tek iletişim hattı olarak kalan ve zaten hassas bir bölge konumunda bulunan Kuzey Irak üzerinden Türkiye yolu da savunulmaz hale gelecektir. Amerikan güçleri havadan ikmale bağımlı hale gelecek, bu da Amerikan helikopter ve uçaklarının İran ‘ın karadan havaya füzelerinin hedefi haline gelmesine yol açacaktır. Amerikalılar güçlerini toplayabilmek amacıyla birtakım üslerini terk etmek zorunda kalacak ve sonunda Amerika, ağır kayıplar verdiği Irak’ı tümden terk etmek zorunda kalacaktır (İran’ın savaşı Irak’a yayması, ölü ve yaralı sayısının Vietnam Savaşı düzeyine ulaşmasına yol açacaktır).

Petrol

İran petrol kozunu da masaya sürecek, doğalgaz ve petrol ihracatını kesmekle kalmayacak; Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın üretim kapasitelerini de füze saldırılarıyla, İran yanlısı Şii milisler ve İranlı komandalar aracılığıyla tehdit edecektir. İran Körfezinde bulunan Amerikan deniz güçleri riske girecek, İran’ın bölgedeki uçak gemilerinin de savaş gemilerini batırma, en azından ağır hasar verme tehlikesi belirecektir. İran’ın Hürmüz Boğazı’nın kapatarak küresel çapta bir petrol krizi yaratması da büyük olasılıktır.

İran‘ın tepkisi dünya geneline yayılacak, İranlı ajanlar ve bağlantıları; Amerikan, İsrail ve müttefik ülkelerin diplomatlarına ve sivillerine yönelik terör saldırıları düzenleyecektir. Avrupa’da gerçekleşmesi kesin olan saldırıların Amerikan topraklarına yayılma ihtimali de ortaya çıkacaktır.

Kara Harekatı

Amerika’nın İran’a yönelik bir kara harekatı da başarısızlığa mahkumdur. Amerikan ordusunun, İran Körfezi kıyılarındaki Bender Abbas’tan, Azerbaycan ya da Irak’ta başlatacağı bir kara harekatında önemli kazanımlar elde edeceğinden şüphe yoktur. Ancak bu harekat da kısa süre içersinde durdurulur.Amerika , Irak’ta uzun süreli bir kara savaşını sürdürecek konvansiyonel muharebe gücüne sahip değildir.

Nükleer Silah

Amerika’nın böyle bir felaketle yüz yüze gelmesi durumunda çatışmanın kapsamını genişletmekten, yani nükleer silah kullanmaktan başka çaresi kalmayacaktır. Bu noktadan itibaren yaşanabilecekleri, ölü sayısını ve dünya tarihinin gidişatını tahmin etmenin olanağı yoktur. Amerika’nın küresel lider rolünü sürdürebilmesi bile olanaklı olmayabilir. Nükleer silah kullanma kararının, Amerika’ya doğrudan ve dolaylı yollardan vereceği zarar korkunç boyutlara ulaşabilir. Irak’ta yaşananlardan dolayı zaten sarsılan Amerikanın saygınlığı ve teröre karşı küresel savaş kılıfı altında sunulan ‘dünyayı baskı altında tutma’ stratejisi ağır hasar görebilir. İran Savaşı, dünyanın Amerika’ya yönelik zaten azalmış durumda olan iyi niyetini tamamen ortadan kaldırmakla kalmaz.; ekonomik ve fiziksel zararlara da yol açabilir.

Ekonomi

Amerikalılar, küresel enerji pazarının ince ve hassas sınırlar çerçevesinde hareket ettiğini akılda tutmalıdır. Artan petrol talebi ve yeni petrol kaynaklarının bulunmaması nedeniyle, sektör şu an yalnızca talebin yüzde 2 fazlasını üretebilmektedir. Yani günde 100 birim petrol tüketiliyorsa, sektör sadece 102 birim petrol üretmektedir. Sadece bu sayılar bile, ekonomik faaliyetlerdeki en ufak bir artışta, Amerika’nın bitmek bilmez petrol talebiyle, Çin ve Hindistan’ın patlayan ekonomilerden kaynaklanan talebi karşılamakta dahi sıkıntıda olan sektörün nelerle yüz yüze geleceğini göstermektedir. İran tek başına dünya petrolünün yüzde 4’ünü üretmektedir.Yalnızca İran’ın petrol pazarından çıkışı; petrol üretiminin, talebin yüzde 2’si düzeyinin de altında kalacağı ve küresel ekonominin petrol talebinin karşılanamayacağı anlamına gelir. İran Savaşı’nın Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ‘ın petrol üretimini de olumsuz yönde etkileyeceğini hesaba katarsanız, dünyanın petrol talebinin yüzde 20’ sinin karşılanamaz duruma gelme riskinin yüksekliği ortaya çıkar.

Amerika’nın İran’ı işgal etmesi durumunda, petrol fiyatları kontrol edilemez şekilde yükselecek, Amerika’nın nükleer silah kullanması, dünya enerji piyasalarında beliren istikrarsızlığı kalıcı hale getirecektir. Şirketlerin hayatını sürdürmesi için, her şeyden önce petrol fiyatlarını hesaplamak zorunda olduklarını bilen tüm işadamları, petrol fiyatlarının uzun bir süre boyunca varil başına 150-200 dolar civarında dolaşmasının, kısa süre içerinde yaratacağı ekonomik hasarı anlayabilmesi gerekir. Tabi bu durum en çok petrolü kontrol edenlerin işine yarayacaktır.

Sonuç olarak, şu an İsrail, Amerika’yı savaşa sürüklemek için , ABD kongresindeki çalışmalarını tam kapasiteyle sürdürmektedir. Şu an dünyada böyle bir savaşı isteyen, İsrail dışında tek ülke yoktur. Şunda şüpheniz olmasın: ABD, İran’la savaşa girerse, bu İsrail’in eseri olacaktır.

Sonuç olarak dedik ama çok önemli bir konuya bahsetmeden bitirmek istemiyorum. Bu konuya , ABD tarafından hiç bakmadık. Bütün bunlar olabilecekken ABD (yada İsrail) bunu peki sadece İran’ın bir nükleer tehdit olmaması için mi istemiyor? Tabiki cevabı hepimiz biliyoruz. Hayır. Cevap sadece ENERJİ. (petrol, doğalgaz vs.) Sadece enerji mi diyeceksiniz? Evet. Çünkü, 78-79 dolarda seyreden petrolün fiyatının artırılması lazım. Neden mi? 10-15 dolarlara elde ettiğin petrol, 40 dolarlardan bu rakamlara yükseldi. Siz olsaydınız istermiydiniz fiyatların düşmesini. 1980-2001 arasında 39-40 dolar aralığını geçmeyen petrol fiyatları 79 doları test etti. Bu yükseliş dünya piyasalarına para olup aktı ve dünya borsalarında gördüğümüz rekor seviyeler ortaya çıktı. 11 Eylül sonrası başlayan bu yükseliş artık bir süredir durdu. İşte bu durumu devam ettirmek için yeni bir şeyin yapılması lazım. Gerginlikler devam etmesine rağmen (her gün Irak’ta patlayan bombalar) piyasa artık bunlara tepki vermiyor. İşte bu durumda petrol fiyatlarını arttırmak için, ortaya çıkabilecek iki senaryo var.

  • ABD’nin İran’a operasyonu.
  • Türkiye’nin Irak’a girmesi ve krizin büyümesi.

Askeri-endüstriyel (ağır sanayi-petrol) kompleks neden Irak’ta kalmakta ısrar ediyor? Bush’un en büyük destekçileri ne iş yapıyor? Bunların cevabını bulunca bulmacayı da çözmek zor olmuyor.

Son söz; Türkiye neler yapmalı? Türkiye ve diğer ülkeler denge politikasında devam etmelidirler. Bu savaşın olması sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünyada dengeleri değiştirecektir. Demokrasiyi benimsemiş, Müslüman, komşularıyla iyi niyet çerçevesinde ilişkiler kuran, AB ile ilişkileri kuvvetli, kendi kendisine yetebilen güçlü bir Türkiye bölgede çok daha fazla söz sahibi olacaktır. Bu aralar Türkiye’yi bölgeye sokmak istiyorlar. Çünkü; ABD’nin sözleri hep vaadde kalıyor. Yapmamız gereken Türkiye olarak kendimizi kullandırmayalım.

Seçimin Ardından

Genel seçimler sadece siyasi sonuçlar doğurmaz. Bunun yanında toplumların sosyal yapılarının ve değişim eğilimlerinin resmini de bize verirler.

Seçim öncesi yapılan mitinglerde ve propaganda konuşmalarında iktisadi istikrarsızlıklara sebep olabilecek gerçekler gerektiği gibi işlenmemiştir. Oysa bir takım rakam oyunlarına ve saptırmalara karşı Türkiye her an ekonomik krizle karşı karşıya getirilebilir. Ancak işleyen düzen, pek fazla doğrudan yatırım yapmayan yabancı sermayenin menfaatlerine dokunmadığı sürece kriz beklenmeyebilir. Bugün durum budur. Türkiye doğrudan yatırım yapmayan, hazır verimli kuruluşları, bankaları satın almaya gelen, hiçbir yerde bulamayacağı faiz gelirine sahip olmak isteyen yabancı yatırımcılar Türkiye’ye akmaktadır. Dış ve iç borç son 4,5 senede %100 artmış, cari açık 35 milyar dolara dayanmıştır. Bankacılıkta yabancı payı %42’yi bulmuştur. Yüksek faiz düşük kur ekonomiyi kemirmektedir. %6-6,5 büyüyor gözüken ekonomi, ithalata ve tüketime dayalı olduğundan istihdamsız büyümedir. Türkiye, tüketerek tükenmekte, büyük alışveriş merkezleri tüketim mabedi olmaktadır. Üreterek var olmak unutulmuştur. Mutluluk sadece tüketimde aranmaktadır. Bu çarpıklık, davranış bozuklukları yaratmakta; aile yapılarını sallamaktadır. Gayri meşru ve gayri ahlâki eğilimler artmıştır. Vatandaş reyi ile bunu onaylamıştır.

Türkiye’nin değişen profili küresel rüzgarların da etkisiyle vatandaşlık duygusunun ve milli mensubiyet duygusunun zayıflatılmasına dönüktür. Parça bütünün önüne geçirilmektedir. Birliktelikler değil; farklılıklar öne çıkarılmaktadır. Etnik ırkçılık, milliyet şuurunun önüne geçirilerek farklılıklar kutsallaştırılmaktadır. Bazen de yapay farklılıklar yaratılmaktadır. Grup ve cemaat menfaatleri, toplum menfaatlerinin önüne geçirilmiştir. Büyük şehirlerde tekleşen ve yalnızlaşan insan, istikrar adına pek de olup bitenden habersiz olarak istikrarsızlığı seçmiştir. Fertçi, faydacı ve maddeci insan tipi, bilhassa büyükşehir saçaklarında dağıtılan kömür ve gıda maddeleriyle tatmin olabilmiştir.

Bir taraftan Türk milliyetçiliğine yani Türk Milletine mensup olmanın gerektirdiği hassasiyete ve bunun çok değişik alanlarda savunulmasına, korunmasına saldırılırken diğer taraftan marjinal eğilimler ve çevrelere mensup olmak prim yapmaktadır. Nitekim, önümüzdeki dönem eşcinsellerin sözde evlilik yoluyla aile kurabilecekleri kabul edilebilir. AB’den baskı olunca her şey değişir; çünkü, emir büyük yerden gelmektedir. Zinayı suç kapsamından bu sözde muhafazakâr ve liberalliğe özenen iktidar çıkarmadı mı? Cuma Hutbelerinden “Allah indinde hak din İslâm’dır” ifadesi çıkarılmadı mı? Bazı ayetler yasaklı hale gelmedi mi? Camiler tamirata muhtaçken kiliseler ihya edilmedi mi?

Etnik çatıştırma yoluyla toplum, yeni ve pek alışık olmadığı bir çatışmaya itilmektedir. Terör örgütü siyasallaştırılmış ve Meclise sokulmuştur. Siyasallaşma daha başka nasıl olabilir? Artık sözde dostlarımız PKK’yı dışlayabilir. Dün sınıf çatışması tezine sarılanlar ve devrimin stratejisini tartışanlar, bugün küreselleşme örtüsü altında ülkenin Washington ve Brüksel’e teslimiyetini savunmaktadırlar. Küresel sermaye tarafından devşirilmiş dünün bazı aşırı sol aydınları bugün Türk kimliğine, milli ve üniter devlete ve Cumhuriyete saldırıya geçmişlerdir. Cumhuriyet karşıtı her akımla işbirliği halindedirler. Orduyu sanki bir siyasi parti gibi görmektedirler. Nitekim, Washington kaynaklı haberler, seçimlerde Ordunun kaybettiğinden bahsetmektedir.

Türkiye’de komünizm tehlikesi ortadan kalktıktan sonra, ülkenin hiçbir tehlikeyle artık karşılaşmayacağı yanlışı yerleşmiştir. Bu yanlış, vatandaşın tehdit algılamasını da değiştirmiş; AB, ABD ve küreselleşmenin ülkemiz için yarattığı yeni hayati sorunları göz ardı ettirmiştir. Hiçbir tehlike ciddiye alınmaz hale gelmiştir.

Klâsik gayri milli ve manevi değerlerden uzak sermaye karşısında yıllardır kendi sermayedarının veya burjuvazisinin AKP tarafından şekillendirilmesi ve belediyelerden alınan destek, vatandaşla kurulan sosyal ilişki, seçim sonuçlarını etkilemiştir. Haziran 2007 başında açıklanan hububat alım fiyatlarındaki artış, geçici işçiye verilen kadrolar, SSK’lılara tanınan imkânlar, parasız ders kitabı aldatmacaları, mera ve yayla affının getirilerek kamu alanlarının ve kaçak yapıların ileride affedileceği mesajı ve etkin kampanyalar, Sayın Başbakanın Türkiyelilik tezinden “tek millet, tek devlet, tek bayrak” anlayışına çark etmesi, günlük düşünen seçmeni etkileyebilmiştir.

Bir Hizmet İnsanı Dr. H.İbrahim Bodur

Kale grubu tarafından geleneksel hale gelen, bu yıl 50.’si gerçekleştirilen Seramik Bayramı kutlamaları için, babam İl Genel Meclisi Başkanı Ali Ayaz, Başkanımız Ahsen Okyar Bey’le birlikte Çanakkale’ye bağlı Çan ilçesinde bulunduk.

Her yılın 27 Temmuz günü düzenlenen bu programlara defalarca katıldık. Ama 50. yıl kutlamaları dolayısıyla Çan ilçesi bu yıl çok daha görkemliydi.

Törenlere Başbakanımız R.Tayyip Erdoğan rahatsızlığı dolayısıyla katılamazken, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Bakanlarımız; Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Faruk Nafiz Özak, Ali Coşkun katılırken, TOBB Başkanımız Rifat Hisarcıklıoğlu yanı sıra milletvekilleri, valiler, kaymakamlar, özel sektörün değerli temsilcileri, Kale Grubu Bayileri iştirak ettiler.

Hizmet insanı Dr. h.c. İbrahim Bodur Bey için bu yıl düzenlenen Seramik Bayramı inanıyorum ki her zamankinden daha anlamlıydı. Sanayide 55. yıl, Seramikte 50. yıl kutlanıyordu. Bu inançla değerli büyüğümüz birçok hastalıklarla imtihan edilmesine rağmen, maşallah dimdik ayaktaydı.

İbrahim Bodur Bey 55 yıllık sanayi atılımı macerasında çeşitli engellemelerle karşılaşmış, kriz gibi Türk ekonomik hayatının manevralarına mağlup olmamıştır. Üniversitelerimizin Sosyoloji, İktisat, İşletme gibi bölümlerinde mastır düzeyinde araştırılmaya ihtiyaç duyulan bu hareket, günümüzde seramik üretiminde dünya liderliğini hedeflemiştir.

Anadolu’da yatırım yapmak, 1950’li yıllarda özel sektör için hiçbir anlam ifade etmiyordu. O “Kolaya değil, zora talip olmuş” yöre insanının bile ilk yatırımlar yapılırken “İbrahim Bey Çan’da deve ahırı yapıyor” küçümsemelerine kulak asmamıştır. O hep doğru bildiği yoldan gitmiştir.

O yılmadı. Anadolu’nun mutlaka kalkınması gerekiyordu. Anadolu insanı dünya ölçeğinde rekabet etmeliydi. Sadece büyük şehirlerde değil, yatırıma aç olan Anadolu’ya da bu yatırımlar gitmeliydi. Bu ruh Osmanlı Ruhuydu. Zor da olsa İbrahim Bey’in idealleri çerçevesinde gerçekleşmeliydi.

Yatırımlarını sadece sanayi’ye yapmadı, insana da yatırım yaptı. Şeyh Edibali’nin “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” felsefesini kendine adapte edip, İnsanı yaşat ki kurum yaşasın anlayışını ön planda tuttu. Sağlık Ocakları, hastaneler, okullar, camiler, kreşler ve daha nicelerine kurduğu vakfıyla yardımlarda bulundu. Törenler de, şimdiye kadar 14050 çocuğun sünnet töreni merasiminin yapıldığını, her yıl 1000 civarında öğrenciye burs verildiğini duyunca, “bu ne gönüldür heyhat!” diyerek kendime birçok dersler aldım.

Hatırlıyorum da Saraybahçe Belediye Başkan Yardımcısı Metin Kozluca kendisi İzmit Endüstri Meslek Lisesi Müdürüyken İbrahim Bodur Bey’e ulaşıp okulun seramik ihtiyacını karşılamıştı. Yani İbrahim Amca’nın hizmet ruhundan Kocaeli bile nasibini almıştı.

İbrahim Bey; Türk-İslam kültürüne de büyük hizmetler de bulunmuştur. Her yıl Seramik Bayramlarında Türkiye’nin ünlü Selâtin Camilerinin hoca ve müezzinlerini fabrika bünyesindeki İbrahim Bodur Camisinde mevlit okutmuş. Mevlit organizasyonun başında da hemşerimiz Bestekar-Mevlidhan Amir Ateş Hocamız bulunmakta. Bu bayramlardaki, 1915 Çanakkale Müzesi, Mehteran Takımı, geleneksel Türk kıyafetleri içinde gözleme dağıtan kız çocukları, İbrahim Amca’nın Türk kültürüne vakıf olduğunun göstergesidir.

50.Yıl kutlamalarında bir önemli gelişme de İbrahim Bey’in kızı Zeynep Bodur Okyay hanımefendiye grubun bayrağını, sopasıyla devir-teslim etmesiydi. Bu değişimin Kale Ailesine hayırlar getirmesini temenni ediyorum. Aileye katılan küçük İbrahim Bodur Okyay’a da sağlıklı bir ömür diliyorum.

Törenlerde konuşmalarını yapan TOBB Başkanımız Rifat Hisarcıklıoğlu devir-teslimi değerlendirirken “İstiyoruz ki ikinci kuşağa hep böyle sopalarla devredilsin bayraklar. Türkiye o zaman sanayi de dünya devleriyle yarışır hale gelir.” Sözleri günün anlam ve önemini gerçekten güzel bir şekilde özetliyordu.

Hizmet ve gönül adamı İbrahim Bodur Bey’le ilgili yaptığımız tespitlerin amacı, mutlaka günümüz sanayici ve iş adamlarına tavsiye niteliğindedir. Kocaeli’nde yatırım yapan, bu bölgede kazanan yöresine doğru düzgün, rasyonel hizmetler yapmayan kişi ve kuruluşların mutlaka bu hizmet insanını örnek alması gerekmektedir.

“Baki kalan şu kubbede hoş bir seda olup gidebilmek…” Allah sana uzun ve hayırlı bir ömür versin İbrahim Amca. Sayılarınızın artması dileğiyle…

Milletvekillerimiz Ne Yapacak?

22 Temmuz seçimleri ile bir kısmı yeni, bir kısmı da yeniden seçilen 550 (bir vekilimizi kazada kaybettiğimiz için 549) milletvekilimiz görevlerine başlıyorlar. Sayın R.Tayyip Erdoğan, Sayın Deniz Baykal, Sayın Devlet Bahçeli’nin bizzat tensip buyurdukları adaylar, yine aynı liderlerin/partilerinin aldığı oy oranına göre yapılan hesaplarla seçildiler. Bunlara İmralı’daki katilin belirlediği söylenen 20 civarındaki vekil ve birkaç bağımsız vekil de eklenerek yeni TBMM teşekkül etti.

Milletvekilleri artık hakiki görevleri olan yasama görevini yapmaya hazırdırlar. Ancak vekillerimiz hemen görecektir ki, inanmasa da parti dayanışma ve disiplininden ayrılamayacaktır. Grup başkanvekillerinin işaretine göre Genel Kurul salonuna girecek ve verilen işarete uygun olarak oy kullanacaktır.

Meclisimiz ilkönce kendi başkanını ve daha sonra da Cumhurbaşkanını seçmek durumunda. Mesela, Cumhurbaşkanlığı seçimi için Sayın Erdoğan, “Sayın Gül’ün kararı benim için önemlidir” derken yeni seçilen grubuna hiç danışmadı. Sayın Baykal’ da “Abdullah Gül’ ün adaylığında ısrar edilirse Mecliste oylamaya katılmayacaklarını açıklarken, milletvekili seçtirdiği arkadaşlarına danışma ihtiyacını duymadı. Keza Sayın Bahçeli’de daha AKP’nin uzlaşma arayıp aramayacağını görmeden, sürpriz bir acelecilikle, “aday kim olursa olsun oylamaya katılırız, ancak oy vermeyebiliriz” derken kendi grubunun görüşünü sormadı. Zaten liderler sorsalardı da vekillerimizin, liderlerinin tensip buyurduğu hususlara itirazı söz konusu olamazdı.

Meclis içtüzüğü de aynı anlayışla hazırlanmıştır. Sadece grup sözcülerine hak tanınmıştır. Milletvekilleri ancak sadece gündem dışı konuşabilir ve gündem dışı konuştuğunda ise kimse dinlemez bile. İhtisas komisyonlarında da iktidarın ve muhalefetin görüşü konuşulur, milletvekillerinin şahsi görüşlerinin dikkate alınması ve iktidar- muhalefet ayrımı yapmadan bir mutabakat aranması söz konusu olmaz.

Bilindiği gibi çoğunlukla bizim TV’den seyrettiğimiz Genel Kurul Salonunda müzakerelere katılmak veya dinlemek için çok az milletvekili bulunur. Bu sırada kulislerde laflamakta olan vekiller, buradaki TV’lerden oylama zamanı geldiğini duyunca hemen salona girerek oy kullanırlar.

Geçen dönemin başlangıcında TBMM kulisinde şahit olduğum bir manzara çok çarpıcıydı. İktidar partisi (AKP) yönetiminin belli bir sürede çıkmasını istediği kanunlar için, milletvekillerine verdiği talimat sebebiyle grubun çoğunluğu iktidara ayrılmış kuliste, 20 kişi kadarı da Genel Kurul Salonunda bulunmaktaydı. Oturumu yönetmekte olan Meclis Başkanvekili “oylamaya geçiyorum, kabul edenler, kabul edilmiştir” anonsunu çok kısa aralıklarla yaptı. Anons başlarken hemen karşımda olan bir milletvekili kulisten Genel Kurul salonuna girmek üzere aceleyle elini kaldırarak ayağa kalktı, birkaç adım attı. Genel kurul salonu kapısına 3 metre kala oylama bitmiş olduğu için biraz önce kalktığı koltuğa geri dönerek yine eli havada olarak oturdu. Oylamanın yapıldığı salonun dışında, TV’den duyduğu komutla oy veren bu milletvekili, gözümde jetonla çalışan bir makine gibi gözükmüştü.

Meclis’te milletvekillerinin devamsızlığı hep tartışılmıştır. Böylesine otomatik oy makinesi haline gelen bir insanın hangi heyecan ve zevkle oturumlara katılmasını bekleyebiliriz ki? Meclisimizde bütün dönem boyunca hiç konuşma fırsatını bulamayan milletvekili sayısı az değildir. Konuşma fırsatını bulup Meclis TV’de izlenmesi için seçim bölgesine heyecanla haberler gönderen vekiller de, Grup Başkanvekillerinin takdirine ve tensibine şükran duymaktadır.

Türkiye uygulamasında ekonomi, savunma ve dış politika konularında meclisin görüşü ve işbirliği aranmamaktadır. Bu konularda milletvekillerine, komisyonlara ve hatta siyasi partilere yeterli bilgi verilmez.

Asıl görev alanında hareket serbestîsi bulamayan vekillerimizin heyecan duyacağı meşguliyet alanı bürokrat tayinleri, başka bir ile yapılması planlanan bazı yatırımların seçim bölgesine kaydırılması, seçim bölgesinden gelen yoğun iş taleplerini karşılamaya çalışmak, hasta takibi ile hatırlı ve güçlü kişilerin bakanlıklardaki evraklarının takibi gibi işlerle sınırlanır. Son dönemlerde buna eklenen en önemli alan olan ihale takiplerini de unutmamak gerekir.

Acaba diyorum, Ankara’ya 550 milletvekili göndermektense sadece 5 tane lideri göndersek, her birine de aldığı oy oranı kadar oy verme yetkisi tanısak. Yani liderler sırasıyla 47 – 20 – 14 – 6 – 3 oy hakkına sahip olsalar ve bütün oylamaları liderlerle yapsak, yasama görevi çok daha hızlı ve ekonomik bir şekilde yerine getirilemez mi?

Bu söylediklerimizin, zannederim vekillerimizin şahsiyetine değil, sisteme yönelik olduğu anlaşılmıştır. Gerçek bir demokrasi ve verimli bir TBMM için, Meclisimizin hem teşekkül tarzı ve hem de çalışma usul ve esaslarının iyileştirilmesi acil bir ihtiyaçtır.

Oğul Boğanın Gözyaşları

Artvin’de yirmi yedi yıldır yapılan festivalde boğa güreşlerine ait bir sahne gazeteye haber olmuş, okuyalım: “Arenaya çıkan boğalar içinde en dikkat çekici mücadele, iki yıl birbirinden saklanan baba boğa ile oğul boğa arasında yaşandı. 550 kiloluk baba boğanın karşısına 530 kiloluk oğlunu çıkardılar. Baba ile oğul, arenada önce göz göze geldiler, koklaştılar, bakıştılar… Ardından da yoğun baskıyla kapıştırıldılar. Ve oğul, babaya yenildi. Boğalar yenildiği zaman böğürürdü; yenilgiyi gururuna yediremezdi. Bu yenilgi, farklıydı. Yavru boğa köşesine çekilirken şöyle bir baktı babasına, gözlerinden üç damla yaş aktı… İkisinin de başı eğikti. Bu müsabakada sevinen, bir yıllık emeğinin karşılığında 4000 YTL’lik ödülle evine dönen baba boğanın sahibi oldu.”

Haberi okuduğumda ürperdim, utandım. Gazete haberini bir süre sakladım. Tahlil ettim kendi kendime, olayı sahneleyen kişileri düşündüm. Yaşananları ne aklım ne vicdanım kabullendi. Adına “hayvan” da dense, o varlıklar en vahşi şekilde kapıştırılıyor, bundan zevk alınıyor ve kazanç elde ediliyor. “Hayvan sever” sıfatıyla ortalıkta dolaşanlardan ses çıkmıyor. Sahne ne kadar trajik, Kapıştırılanlar, ayrıca, baba ve oğul. Oğul, yenilmenin öfkesi ile böğürme ihtiyacını gideremiyor; baba, yenmenin sevincini yaşayamıyor. Dökülen birkaç gözyaşının anlamını kim yazabilir. Bırakın yazmayı, insanlar anlamaktan bile aciz. Anlasalar, hiç, böyle bir sahne düzenlerler miydi?

Hayvanlar arasındaki güzellik yarışını anlıyorum da onların dövüştürülmesini bir türlü kabullenemiyorum. Bunun örneği, ülkemizde ve dünyada pek çok. Değişik bölgelerimizde deve güreşleri ve horoz dövüşleri yaptırıldığını biliyorum. Ülkelerden birinde yılanlar arasında güreş yaptırıldığını okumuştum. İspanya’daki boğa güreşleri tam bir vahşet örneği. Ya sen boğayı öldüreceksin ya da kızdırılan boğa seni öldürecek. Resmen, cinayet. Bunun bir spor olarak algılanması ise bana göre, bir akıl sapkınlığı. Adına “kingboks” denen vahşi spor için ne demeliyiz? Sahneye çıkarılan azman görünümlü iki insan birbirine ölçüsüzce vuruyor, bunları seyreden salondaki binler, on binler daha vahşi olanı alkışlıyor, dövülen dövüldüğü ile kalıyor. Milyonlar da bu insanlık dışı sporu televizyonlarda seyretmekten derin haz alıyor.

Şiddet, nedeni ne olursa olsun, az gelişmişliğin, acziyetin, sadistliğin sonucu. En iyi şoförün, freni en az kullanan şoför olduğunu öğrenmiştim. Bana göre de en gelişmiş insan, şiddeti en az kullanan, şiddetten en az hoşlanan, yöntem olarak şiddeti en az benimseyen kişidir. Şiddet, bir kul hakkıdır; şiddete maruz kalan insan ya da hayvan bu hakkını mutlaka alacaktır.

Kişilerin eylemleri; onların fıtratları, dünya görüşleri, algılamaları, gelişmişlikleri ile doğrudan ilgili. Toplumların ortaya koydukları toplumsal eylemler de böyle. Milletler, genlerindeki kodlamalara göre toplu davranışlar ortaya koyabiliyorlar. Eğlenmeleri de o doğrultuda oluyor. Batı kültürünün eğlenme şekli olan “dans”ta, Yunan mitolojisinde okuduğumuz tanrılar arasındaki şiddetin figürlerini görebiliriz. Adrenalin yükselten, yaralanmayla, sakat kalmayla, ölümle sonuçlanan yarışlar, tercih edilecek bir kültürün sporu olamaz. Hayvanları bu işte kullanmak, onlara karşı haksızlıktır, saygısızlıktır, cinayettir.

Bireysel ya da kitlesel anlamda, her müsabaka bir hünerin en iyisini ortaya koymaya, örneklemeye; spor da bir yeteneği geliştirmeye yönelik olmalıdır. İyiyi, güzelliği arama ahlakı taşımayan, kişide ya da hayvanda bedeni hasarlara ya da kırılganlıklara neden olan müsabakalar, sporlar birer cahillik örneğidir. İdeal insan, doğru insan, bedeninde ve ruhunda bir tahribata izin vermez. Ruh ve beden sağlığımızı korumak, iyileştirmek, hem hakkımız hem görevimizdir. Diğer canlıların haklarına saygı göstermek, onlara zarar vermemek, onları sadist duygularımızın tatmin aracı olarak kullanmamak, insan olmamızın gereğidir.

Bırakın, köpekler bir birini yesin, boğalar ve develer bir biriyle güreşsin; biz kendi işimize bakalım!

Asırlar Öncesinden Vekillere Tavsiyeler

Bir seçim dönemini daha acısıyla, tatlısıyla tamamlamış bulunmaktayız. Milletimiz 1950 seçimlerinden beri, bir kez daha iradesini ortaya koymuş büyük bir katılımla AKPARTİ hükümetine desteğini göstermiştir.

Yeni seçilen milletvekillerimizin vatana ve millete güzel hizmetler vermesini temenni ediyorum.

Tarih boyunca güçlü ve büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan bu topraklarda kurulan en son ve en uzun ömürlü medeniyet Osmanlı Cihan devletidir. Bu Cihan devleti unvanını layık kılan unsurlar sadece askeri güçle açıklanamaz. Manevi değerlerde Osmanlıyı Osmanlı yapan unsurların başında gelmektedir.

Şeyh Edebali Osmanlı devletinin manevi mayasını oluşturan büyük İslam âlimidir. Onun Osman Bey’e ve devlet adamlarına verdiği öğütlere itibar gösterildiği takdirde, başarıların geldiği tarihi bir gerçektir.

Yeni seçilen meclisimizdeki milletvekillerimizde Şeyh Edebali Hazretlerinin asırlar öncesinde verdiği bu kutsal mesajları iyi anlamalı ve uygulamalıdır.

Osmanlı’nın manevi kurucusu Şeyh Edebali, devlet adamlarının adil, bilge, cömert, akıllı, ölçülü, dürüst, zulmü önleyen, liyakatli ve danışarak karar veren olması noktasını özellikle vurgular.

Edebali; günümüz yöneticilerine adaletli olma noktasında şu muhteşem uyarılarda bulunur;

“Ey oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize: uysallık sana. Gücenmek bize; gönül almak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana…”

Şeyh Edebali devlet adamlarının doğru ve dürüst olmaları gerektiği noktasında; “Ey oğul! Dili dürüst ve kalbi doğru olmalıdır ki, halka faydalı olsun ve güneşi doğsun… Milletin kendi irfanının içinde yaşasın, Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını toplumu yönetende, diri tutanda bu irfandır.”

Edebali yöneticilerin akıllı olmasının önemini şu sözlerle arz etmiştir; “Ey oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelamlısın. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgârında savrulur gidersin.”

Şeyh Edebali devlet adamının kontrolü elinde tutmasını ve toplumun bürokrasiye mahkûm edilmemesi hususunda şu veciz ifadeleri kullanır;

“Ey oğul! Hiçbir zaman memurların durumdan gafil olmamalı devamlı onların hal ve durumlarını kontrol etmeli zulüm ve hıyanet içinde olurlarsa, hemen onları azletmelisin.”

Şeyh Edebali devlet adamının en temel özelliğinin zulmü ve haksızlığı önleme konusunda başarısıyla eşdeğer olduğunu vurgularken şunları buyurur; “Zalim bir bey memleketini harap eder. Zalim olan uzun müddet beyliğine sahip olamaz; zalimin zulmüne halk uzun müddet dayanamaz.”

Bilge insan Edebali; iktidarı elinde bulunduran devlet adamlarına şu altın öğüdü verir; “Yükün ağır, gücün kıla bağlı, Allah Teala yardımcın olsun. Beyliğini mübarek kılsın. Hak yoluna yararlı olsun. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Haklı olduğun mücadeleden korkma! Bilesin ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. Nereden geldiğini unutma ki nereye gideceğini unutmayasın.”

Asırlar öncesinden gelen bu nasihatleri uygulayan Osmanlı bir cihan devleti kurmuştu. İnanıyorum ki ışığımızı bu öğütlerin istikametine yöneltirsek bu milletin çocukları neden bir cihan devleti daha kurmasın?.