8.5 C
Kocaeli
Cuma, Ekim 18, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1247

“Var Mı, Yok Mu” Plâğı

Bazıları yine eski plâklara takılıp kalmışlar. Bize “Kürt var mı, yok mu”yu tartıştıracaklar. Sorun, bazılarının Kürt olarak genellediği Zaza ve Kırmançların varlığı veya yokluğu tartışmasını çoktan aştı. Artık klâsik ideolojik çatışmaların yerini önü açılmış milli devletlerde etnik çatıştırmalar aldı. Bu ülkeler etnik çatıştırmaya zorlanıyor. Çokkültürlülük dayatmaları, etnik farklılıklar kutsallaştırılarak sürdürülüyor. Bazıları Cumhuriyetimizin eşit vatandaşları olmaktan çıkarılıp kullanılmak ve imtiyazlı kılınmak isteniyor.


Bir emekli orgeneralimiz ise; Kürtlerin yok sayıldığından dem vurarak kültürel hakların uzun yıllar tanınmadığından şikâyet ediyor. Oysa, Kürt değil ama Kürtçülük sorunu kültürel hak taleplerini çoktan aştı. L. Zana’nın Herald Tribune Gazetesi’ne yaptığı açıklama ve DTP’nin son kongresinde belirtildiği gibi; sözde ayrı bayrak, ayrı meclis ve bölgesel yönetim talepleri gündemde. Egemenlik ve hükümranlık haklarımız paylaşılmak isteniyor. Milli bağımsızlığına, üniter devlet yapısına açıkça ve küstahça saldırıldığı ve hukuk devletinin işletilemediği bir ortamda bir emekli paşamız hâlâ “var mı, yok mu” tartışmasını aşamamış.


Biz genelde askerine -yanlışı da olsa- laf söylettirmeyen, haksız ithamlara karşı koyan, ordu-millet geleneğine sahip bir anlayışa sahibiz. Hayali bir AB süreci uğruna Brüksel’e hoş görünebilmek için, askeriyle kavgalı olduğunu dışarıya hissettirdiği oranda “aferin” alanların varlığını utanç verici buluruz. Emekli paşamızın yok sayıldığını belirttiği vatandaşlarımız, Türkiye Cumhuriyeti’nin eşit vatandaşlarıdır. Etnisiteleri ne olursa olsun; Türk Milletinin mensubudurlar. TC vatandaşlığını reddetseler, milliyetlerinin Türk olduğunu benimsemeseler, zaten vatandaşlıkta kalmamaları gerekir. Eğer TC vatandaşlığının hukuki, siyasi ve ekonomik imkânlarından faydalanılıyorsa; bir takım sorumlulukların da yerine getirilmesi gerekir. Zaman zaman devleti temsil edenlerin devleti yıprattığı, hükümet edenlerin bölücü-ırkçı terörü azdırdığı görülmektedir. Beş sene öncesi ile bugünü karşılaştırırsak, bu gerçekle karşı karşıya kalırız. Hayali ve ütopik bir demokratikleşme ve özgürlükleri genişletme uğruna milli güvenliği tehlikeye atmadığımız söylenebilir mi? Milli güvenlik tanımlarını bile demokratikleşmeye engel görüp değiştirdik. MGK’nun yapısını bozduk. Psikolojik Harp Dairesini devre dışı bıraktık. Terörle Mücadele Kanunu’nu kuşa çevirdik. Garip aflar çıkardık. Irak’ın kuzeyindeki bölücü, ırkçı terörü göz yumarak güçlendirdik. PKK ile uğraştırıldık; Barzani’ye yol açtık. Terör destekçilerini bizzat destekledik. Bunlara daha önce de pasaport vermiştik.


Sayın Başbakanımız, onlara “kardeşim” diye hitap etti. Örgüte; ovaya inip siyaset yapıp Meclise girmeyi tavsiye etti.


Bazı emekli askerlerimiz var. İsabetli görüş ve açıklamalarıyla kamuoyunu gerçekten aydınlatıcı hizmetler veriyorlar. Ancak, bazıları da var ki; çok şey bildiklerini ispat etmek gayreti içinde düşmana istihbarat sağlıyorlar ve sanki 2000’li yıllarda yaşamıyorlar. Kültürel hak talepleri çok gerilerde kaldı. Zaten amaç, ne kültürel haklar; ne de bölgesel azgelişmişliğin giderilmesiydi. Uyum Yasaları adı altında ve AB süreci içinde mahalli dilde yayın ve dil öğretimi serbest kılındı. Bazı olumsuzluklar var diye terör yolu seçilmedi. Kürtler değil; ama Kürtçüler Türkiye’ye karşı malzeme yapıldı ve kullanıldı; hâlâ da kullanılıyor.


Türkiye’de hiçbir kimse Türklüğü kendi inhisarına alıp bazılarını Türk kabul etmiyor değildir. Tam tersine bazıları ırkçı gerekçelere dayanarak milli kimliklerinin Türk olduğunu kabul etmiyorlar ve ilkel etniklik dar koridorundan kendilerini kurtaramıyorlar. Hem ırkçılık yapıp hem de demokratikleşmeden bahsetmek, önemli bir çelişkidir. Demokratikleşme ile ırkçılık ve ayrı millet, ayrı egemenlik talepleri bağdaşmaz. Milli devlet, milli mensubiyet şuuru arar. Bizim ayırmadığımız ve ötekileştirmediğimiz bazı vatandaşlarımıza bakışımızda çok dikkatli olmamız gerekir. Basit genellemelere gidemeyiz. Ancak, Kürt olarak isimlendirilen vatandaşlarımızdan da beklentilerimiz vardır. Hiç kimse Anadolu’dan Milli Mücadele ile kovduğumuz Türk ve İslâm düşmanı emperyalist güçlere tekrar davetiye çıkarmada vasıta olmamalıdır. Ayrı devlet, ayrı millet ve vatandaşlığı reddetme peşine düşen siyasilere destek olunmamalıdır. Milli bağımsızlık ve hükümranlık hakkı kimseyle paylaşılmaz.

İktidar ve TSK Birlikte mi?

Türkiye terörün yarattığı acılar içinde. Terörü ve çözüm yollarını daha iyi analiz edebilmek için bir yandan TV’lerde yapılan konuşma ve tartışmaları dinlerken, diğer taraftan Emekli Albay Erdal Sarızeybek’in “İhaneti Gördüm” kitabını okudum. Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu’nun kitabı “Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok” kitabını da okuyorum.


Doğu ve Güneydoğu hudutlarında on yıl görev yapan, Şemdinli’de üç büyük çatışmada bizzat bulunan ve “TSK Hizmet Madalyası” ile taltif edilen Emekli Albay Erdal Sarızeybek 10 Kasım’da Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın misafir konuşmacısıydı.


Terörü durdurmanın ilk şartı devletin bütün kurumlarının birlik içinde, stratejik plan ve organizasyonel bütünlük içinde görev yapmasıdır. “Bu topyekûn mücadele işi. Mücadeleyi planlayacak iktidar. İçinde ekonomik, sosyal tedbirler var, teşvikler var. Ne tek başına asker bu işi halleder, ne tek başına iktidar, ne de tek başına bir başkası.”


Erdal Sarızeybek’i dinlerken, Başbakan’ın emekli subaylara ve muvazzaf askerlere ateş püsküren konuşmasını düşünüyorum.


Başbakan, 30 Ekimde yaptığı grup toplantısında, şöyle diyordu:


“Zaman zaman bazı televizyon kanallarında görüyoruz, güya bu alanlarda tecrübe sahibiymiş. Çıkıp orada konuşanları görüyoruz. Yaptıkları tek iş var, tahrik etmek. Bunlar sadece tahrik memuru olarak görev yapıyorlar. Ve buradan çok açık, net söylüyorum, sıfatı ne olursa olsun, hangi görevde olursa olsun, ister emekli olsun ister muvazzaf olsun, kim olursa olsun. Açık ve net söylüyorum; bu ülkenin bunlar birliğine ve beraberliğine saldırmaktan başka bir şey değildir, bütünlüğüne saldırmaktan başka bir şey değildir. Sadece oraya gelip “acaba biz buradan hükümeti nasıl köşeye sıkıştırırız.” Yaptıkları iş bu. Kalkıp da televizyon televizyon dolaşmak suretiyle ülkenin birliğine kurşun sıkanlar kusura bakmasınlar karşılarında bizi bulacaktır, bunu da böyle bilsinler. Böyle bilsinler.”


Bu konuşmaya emekli generallerin cevapları oldu. Bunlardan birisi (1 Kasım 2007 Tarihli, “Sözcü” gazetesinden alıntı): “Emekli Tümgeneral Kudret Cengiz, Başbakan’ın sert üslubu üzerine şu satırları yazdı:


‘Zırt, pırt operasyon yapılmaz’ diyen ben miyim? Şehit yakınına ‘Askerlik yan gelip yatmak yeri değildir’ diyen ben miyim? Avustralyalı bir televizyona beyanat verip, 2005 yılı ortalarında Diyarbakır’a gidip, durup dururken; ‘Kürt sorunu vardır. Geçmişte bazı hatalar yapıldı, bunları yüzleşmeye hazırız. Sorunu daha çok demokrasi ve refah artışı ile çözeceğiz’ diyen ben miyim? 21 Kasım 2005’te: ‘Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Gürcüsü hepsi alt kimliktir’ diyerek, Türk Ulusu’nu kendi devletine, kendi vatanına alt kimlik olarak niteleyen, Türk Ulusunun egemenlik hakkına ortak çıkaran, ben miyim?


Elde silahla dolaşmaya gerek yok, silah bırak masaya gel’ diyerek, teröristleri masaya çağıran, ben miyim? En önemlisi, Avustralyalı bir radyoya beyanat verip Apo’ya, ‘sayın’, şehitlere ‘kelle’ diyen, ben miyim?


İktidarı açıkça “terörü bitirmek istememekle ve ihanet içinde olmakla” suçlayan (gerekçelerini “İhaneti Gördüm”de okuyabilirsiniz) ve “vatana ihanet kanunu” çıkarılmasını isteyen Sarızeybek’in ifadeleri ise daha da keskin: “İktidara iktidarı veren halktır, nasıl verdiyse öyle de geri alır. Halkın yanında Kemal’in askerleri vardır, Kemal’in gençliği vardır, demokrasi işte budur, çare tükenmez… İnanın bana bu yaptıkları yanlarına kâr kalmayacak. Bu hesap mutlak sorulacak.”


Bu cümleleri, Sarızeybek’in silahlı mücadelesi esnasında yaşadığı dramatik olayların; şehitlerimiz ve Onların kaybına yol açan yanlışların yüklediği ağır acılar ve öfkelerin anlaşılabilir bir sonucu olarak geçiştirmek mümkün müdür?


Osman Pamukoğlu’nun kitabında şu ifadelerin yer alması tesadüf müdür? “Türk gençleri; Ulu Önder’in hitabında yer alan “Memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözünü hiç ama hiç akıllarından çıkarmamalıdır.”


Bu görüşlerin, bir kısım emekli subayda hâkim olduğu anlaşılıyor. Eğer bu ifadeler, muvazzaf subaylar ve Genelkurmay’ın görüşlerini de yansıtıyorsa durum çok vahimdir.


Türkiye ölüm ile sıtma arasında tercih yapmak durumunda bırakılmamalıdır. İktidar dâhil bütün sivil güçler ile TSK meşru zeminde, birlik ve bütünlük içinde, demokrasiden taviz vermeden görev yapmanın sorumluluğunu behemehal yerine getirmelidir.

Eğitim, Yine Eğitim

Geçen akşam, Otel Asya’daydık. Aydınlar Ocağı’nın aylık periyotlarla gerçekleştirdiği “Söz Sırası Gençlerde” toplantısının davetlisiydik. Konuşmacı, iki yıl öğretmenliğini yaptığım genç eğitimci adayı Hilal Barlak’tı. Hilal, bizi “Eğitim Ailede Başlar” başlıklı sunumuna konuk etmişti. Sunum, kısa; ancak özlüydü. Konuşmacının heyecanı ve katılımcı sayısı yüksekti. Konuşmacı da davetliler de işin önemine inanan, duyarlı kişilerdi. Sunum sonunda Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın başkanı Sayın Ahsen Okyar’ın zarif çağrısı üzerine ben de görüşlerimi salondakilerle paylaşma imkânı buldum:


Eğitim denen etkinlikte çocuk özne değil, nesnedir. Biz daha çok, belki kolayımıza geldiği için, nesne üzerinde yoğunlaşıyoruz. İstediğimiz sonucu alamayınca nesneden yakınıyoruz. Çuvaldızı kendimize batıralım. Her birimiz bazı zevklerimiz, ihtiyaçlarımız için, müzik kursu, resim kursu, boyama kursu, yabancı dil kursu gibi kurslar almışızdır. Peki, kaçımız evlenmeden önce aile kursu aldı, kaçımız çocuğumuz olmadan önce çocuk bakımı ve yetiştirme kursu aldı veya bunlarla ilgili bir kitap okudu? Sanırım, vereceğimiz cevap olumsuz olacaktır.


Kuracağımız aile, yetiştireceğimiz çocuk, bu zevklerimizden daha mı önemsiz? Yetkin olmayan bir özne, nesneyi nasıl yetiştirsin? Bir de şöyle diyelim: Saksıdaki çiçeğimizin, bahçedeki patatesimizin, tarladaki fındığımızın bakımı için ayırdığımız zamanı çocuklarımıza ayırıyor muyuz? Tarlaya bir patates, bir soğan için yılda en az üç kez giderken çocuğumuzun eğitim aldığı okula kaç kez gidiyoruz, öğretmeniyle kaç kez görüşüyoruz? Vereceğimiz cevap, buruk bir tebessüm olacaktır. Sonra, eğitimde, birden sonuç almak mümkün değildir. İnsan, dünyanın en zor eğitilen varlığıdır. Bu bir süreçtir. Saygın olmak isteyen birileri, bir gün devrin saygın bilginlerinden birine gider. Ona, kendisi gibi saygın ve bilge biri olmak istediğini söyler. Bilgin: “En az üç üniversite bitirmelisin.” der. Gelen bu kişi, tavsiye üzerine, üç üniversite bitirip yıllar sonra tekrar gelir. Ona: “Ben şimdi sizin gibi saygın ve bilge sayılır mıyım?” der. Aldığı cevap şudur: “Hayır, üniversitenin birini anneannen, diğerini annen, üçüncüsünü sen bitirecektin.” der. Eğitim, nesiller boyu sürecek ciddi bir iştir. Burada tercihin anneler üzerinde yoğunlaştığına da dikkat etmeliyiz. Eğitim, aynı zamanda bir sabır işidir. Her insan bir dünyadır. Eğitimin yöntemi, eğitilecek kişiye göre değişir.


Bir iş adamı, yılların yorgunluğundan sonra, ahir ömrünü rahat geçirmek için şehrin gürültüsünden uzak genişçe bir ev alır. Amacı sakin bir hayat sürmektir. Bir süre sonra evin arka tarafında bir okul olduğunu fark eder. Öğrencilerden birkaçı evlerine dönerken çöp kutusuna taş atarlar. Çıkan gürültü iş adamını rahatsız eder. Buradan taşınması mümkün değildir; eve çok para ödemiştir. Düşünür, bir gün tespit ettiği çocukları çağırır. Onlara: “Siz çok şirin çocuklarsınız, çöp kutusuna attığınız taşların çıkardığı seslerle eğleniyorum, sakın bunu ihmal etmeyin, her gün atın, ben bunun karşılığında size hafta sonu her birinize beşer dolar vereceğim.” der. Çocuklar, bu teklife pek sevinirler. Zaten bu işi yapmaktadırlar, beleşten beş dolar kazanacaklardır. Bir hafta çöp kutusuna zevkle taş atarlar, paralarını alırlar. İkinci hafta işadamı, çocukları çağırarak: “Size çok teşekkür ediyorum, ancak benim gelirimde bir azalma oldu, size verdiğim paranın ancak yarısın verebileceğim.” der. Çocuklar homurdanırlar; ama: “Olsun, nasıl olsa zahmetsiz kazanılan bir para.” derler. Üçüncü hafta geldiğinde iş adamı çocuklara mali sıkıntıya düştüğünü; her birine hafta sonunda ancak birer dolar verebileceğini söyler. Bunun üzerine çocuklar iyice öfkelenir: “Bir dolara bu iş yapılmaz.” diyerek taş atmaktan vazgeçerler. İş adamı, sabra dayalı bilgece bir yöntemle amacına ulaşmıştır.


Benden sonra, diğer katılımcıların da eğitimle ilgili görüşlerini paylaşmaları zenginlik oluşturdu. Gelişen teknolojinin, özellikle gençleri hitabet özürlü yaptığı bir dönemde böyle programların yapılmasının çok yararlı olduğunu ifade etmek zorundayım. Kocaeli’nin, gençlerimizin, ailelerimizin, ülkemizin, insanlığın buna ihtiyacı var.

Kişi Yediğinden İkram Eder

Şah İsmail Osmanlı ile sürtüşmek için sebepler icat etmektedir.Yine bir gün Yavuz Sultan Selim Han a ikram edilmek üzere saraya bir sandık gönderir.Sandık saray erkanı huzurunda açılır.İçinde değerli mücevherler vardır.Bu arada sandıktan çıkan kötü kokular etrafa yayılmaktadır.Saray erkanı birbirine bakışmaktadır.Koku gittikçe rahatsız edici boyutlara varmaktadır.Yavuz sultan da mütereddittir.Sandığın içindeki mücevherlerin çıkarılmasını emreder.İstek yerine getirilir.Mücevherler tek tek boşaltılmaya başlanır.Kokuda giderek artmaktadır.Mücevherlerin tamamı sandıktan çıkarılınca geriye kötü kokulu hayvan dışkısı kalır.Ortalıkta çıt çıkmaz.Herkes celalli Yavuz un nasıl kükreyeceğini bekler.Yavuz Sultan Selim öfkelidir.Fakat o derecede sakindir.Zeki padişah Şah İsmail in maksadını anlamaktadır.Temkinli olmayı elden bırakmaz.Zira sefer için müsait ortam yoktur.Şimdi sabır zamanıdır.Baş vezirine;”Bize yakışır şekilde cevap verelim” diye emreder.


Sah İsmail e gönderilmek üzere bir sandık hazırlanır.Sandığın tabanına gül lokumu konur.Etrafı değerli kumaşla kaplanır.Kumaşlara da gül kokusu sindirilir.Daha sonra sandık tamamen değerli taşlarla ve takılarla doldurulur.Elçiler nezaretinde Şah İsmail e gönderilir.


Elçi sandıkla birlikte, Şah İsmail den huzura girmek için izin ister.Cihan padişahı Sultan Selim Hanın hediyesini getirdiğini söyler.Şah İsmail meraktadır.Acaba gönderdiği hediyeye Yavuz Selim Hanın cevabı nasıl olacaktır.Elçiyi huzuruna kabul eder.Elçi tazimden sonra getirdiği sandığı açmaya başlar.Sandığın kapağının açılması ile ortalığa nefis gül kokuları yayılır.Sah İsmail şaşkındır.Etrafındaki zevat hayretler içerisindedir.Çünkü şah İsmail in Yavuz Sulta Selim Han a ne gönderdiğini bilmektedirler.Elçi nadide mücevherleri teker teker çıkarıp Şah a takdim eder.Ortalıkta derin bir sessizlik vardır.sadece mücevherlerin şıkırtısı duyulmaktadır.Bir müddet sonra mücevherler biter.Geriye bir kutu kalır.Elçi dikkatlice kutuyu açar.İçinde gül lokumu vardır.Şah İsmail in hayreti giderek artar.Elçi lokumdan Şah a ikram etmeden önce bir tanesini kendi ağzına atar.Bu usul lokumun zehirli olmadığını kanıtlamak içindir.Sonra lokum kutusunu Şaha uzatır.Şah içinden birini ağzına atar.Lokumun nefaseti mükemmeldir.Şimdiye kadar böyle lezizini yememiştir.Başı ile memnuniyetini belli eder.Ardından birkaç tane daha yer.Kutuyu kapatır.Fakat endişelidir.Kendisinin gönderdiği sandığın cevabının bu olması onu endişelendirir.Zeki adam bir şeyler daha bekler.Elçi sandığın içinden bir name çıkararak Şaha uzatır.Usul üzere geri çekilerek bekler.Şah nameyi tereddütle alır.Bilir ki işin sırrı buradadır.Nameyi yavaş yavaş kabından çıkarır.Okumaya başlar.Name çok kısadır.Bu kısa namede Cihan imparatorunun şanına yakışır bir cevap vardır.


Kişi yediğinden ikram eder.


Bu tarihi hadise bazen sayfalarca yazının yerini tutmaktadır.


Zaman zaman bizde nice pisliklerle karşılaşıyoruz. İş bize düştüğünde pisliğe pislikle mukabele etmek terbiyemize yakışmıyor. Sadece sabrediyoruz.Önceleri sabrın bu kadar güzel olduğunu bilmezdim. Ne kadar kıymetli olduğu zamanla anlaşılıyor.


Peşimizde fino köpeği gibi dolaşıp bizi adım adım izleyenler var.En küçük bir açık bulduğunu zannettiklerinde hemen birilerine telefon edip yalan yanlış bilgileri cümle aleme ilan etmeyi sabırsızlıkla bekliyorlar.Aksi çıkınca mahcup ta olmuyorlar.Çünkü onların kuyruk acıları var.Bir de düşmanlıklarını açıktan yapabilseler o zaman bu tipleri tanımak daha da kolaylaşacak.Karaktersiz adam korkak oluyor.Kalıp kıyafetle de erkek olunmuyor.


Diyeceksiniz ki bu laflar kimlere.


Emin olun onlar kendilerini biliyor.Bu laflar genele değil sadece özele.Onlar uzakta değil,yakınımda.Kafaları kumda iken popolarının açıkta olduğunu göremiyorlar.Onlar beni tanıyor.Ben onları tanıyorum.Allah onları ıslah etsin.


Yukarıdaki tarihi hadise benim cevabıma tıpa tıp uyuyor. Benim de cevabım kısa:


Kişi yakıştığı gibi davranır.

Türk’çe Müzakere

Bugünlerde devletimizi yönetenler, PKK’yı yok etme ve K.Irak’a sınır ötesi harekât için, çok önemli müzakereler yapıyorlar. Topyekûn milletimizin verdiği enerji ile çoktandır özlediğimiz, milletine ve değerlerine güvenen kararlı devlet’in bazı emarelerini görmeye başladık. Bu ortamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu hazırlayan günlerden bazı örnekler hatırlatmak istiyorum. Hem gaflet, dalalet ve ihanet içinde olanlardan iki örnek ve hem de Türk’çe ve Atatürk’çe tavrın ve müzakerenin ne olduğunu ve neler kazandırabildiğini gösteren iki örneği hatırlatıp, bugün için dersler çıkarmaya davet ediyorum:


Kuva-yı Milliye’nin ve ordu birliklerinin Yunan istilasına karşı koymaları üzerine, devrin ünlü yazarı Ali Kemal Ankara’yı Yunanlılara baş eğmeye davet eder: “Ankara yöneticilerinin Yunanlılara hala meydan okumalarına çılgınlıktan başka bir sıfat verilemez. Yunanlılarla aramızda akılca da, ilimce de, kuvvet bakımından ve her açıdan bu derece fark varken onlarla muharebelere girişilemez.”


———————————————————————-


Aşağıdaki iki olay olduğunda İngiltere hala dünyanın bir numaralı süper gücüdür. Kurulmakta olan Türk Devleti ise askerini giydirebilmek için, her vatandaşının iki çift çorabından, çarığından birini almak zorunda kalmıştır. Şartları hatırlayarak okuyunuz.


1921 yılında İzmit’in kurtuluşu ile Türk ve İngiliz kuvvetleri karşı karşıya gelince İngilizler tedirgin olurlar. O güne kadar Ankara’yı muhatap almayan General Harrington Mustafa Kemal’e “İnebolu açıklarına gelecek Ajax zırhlısında kendisini dinlemeye hazır olduğunu” bildirir.


Ankara’nın cevabında üç nokta vurgulanıyordu: Görüşme isteğinin M.Kemal’den geldiği doğru değildi; tam istiklal ilkesinin kabul edilmesi halinde görüşme mümkün olabilirdi; görüşme gemide değil karada (yani kendi toprağımızda) İnebolu’da yapılabilirdi.


Bu şartları okuyan İstanbul Hükümetinin Hariciye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’nın tepkisi ise milletine güvenmeyen, emperyalizmin karşısında peşinen yenilgiyi kabul eden yönetici ve aydın tipinin utanç verici örneğidir: “İngiltere gibi bir büyük devlete ön şart ileri sürülür mü? İngiltere gibi büyük bir devlet ön şart kabul eder mi?” (Kaynak: Turgut Özakman- Şu Çılgın Türkler)


———————————————————————-


İngilizler’in beslediği, batılıların desteklediği Yunan ordusu yenilmiş ve İzmir’e girilmiştir.


İşte böyle günlerden birinde limanda bekleyen donanma komutanı olan İngiliz Amirali, Gazi’ye gelir… Amiral bir kısım iltifatlardan sonra konuya girmiş:


– Ülkenin kontrolünüz altında bulunan bölümünde bizim teb’amız ve sizin azınlıklarınızdan Ermeniler, Rumlar var. Yeni askeri yönetim altında bu insanların statüsü nedir, güvende midirler?


– Hiç kuşkunuz olmasın Amiral! Türkiye’deki bütün insanlar gibi, teb’anız ve sözünü ettiğiniz azınlıklar da Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin eşit koruması altındadırlar. Suç işlemeyenler, kendilerini bu memlekette benim kadar güvende sayabilirler…


– Suç işleyenler?


– Suç işleyenler Amiral, dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de adaletin huzuruna çıkarlar… Suçlu iseler cezalarını elbette çekeceklerdir..


– Fakat Paşa Hazretleri, fevkalâde günler geçirdik… Yunan Ordusu’ndan cesaret alan Rumlar’ın bazıları şımarıklık yapmış olabilir. Bugün bu insanlar, yerli halkın düşmanlığıyla yüzyüzedirler. Ermeniler için de başka açıdan aynı şeyleri söyleyebilirim. Biliyorsunuz, arkadaşlarının büyük bir bölümü göçe zorlandı ve önemlice bir bölümü de hayatını kaybetti. Bu ruh tedirginliği içinde Yunan ordusu ile işbirliği yapmış, bazı Türkler’e zor günler geçirtmiş olabilirler. Bunlar, fevkalâde günlerin olaylarıdır. Bağışlanması, hoş görülmesi gerekir. Eğer bu kimseler, halkın husumetine bırakılacak olurlarsa, bütün dünya aleyhinize kıyameti koparır!


Son cümleye kadar Amirali gülümseyerek dinleyen Mustafa Kemal Paşa, dünyanın koparacağı gürültü ile kendisini tehdide girişince, sözünü bıçak gibi kesmiş:


Şu Efendi Devlet rolünü bir kenara koyunuz Amiral! Milletleri de tehdit etmekten vazgeçiniz! İngiltere ve müttefiklerinin kıyameti koparıp koparmayacaklarını düşünmem. Bunlar, memleketimin iç işleridir, kimsenin bu işlere de karışmasına müsaade edemem


Majestelerinizin devleti memleketimizin azınlıklarıyla uğraşmaktan vazgeçsinler. Kim bize saygı beslemezse, bizden saygı beklemeye hakkı olmaz. Şimdi söyleyeceklerinizi dinliyorum…


Amiralin benzi önce kül gibi olmuş, sonra ıstakoz gibi kızarmış:


İngiltere hükümetinin tebasını her yerde koruma hakkı, devletler hukuku teminatı altındadır. Avrupa devletleriyle birlikte arkaladığımız Rum ve Ermenilerin güven içinde bulundurulmasını sadece rica ettik. Yoksa (Elini limandaki gemilerden tarafa uzatarak) biz bu güvenliği sağlayacak kuvvetteyiz.


İşte o zaman Mustafa Kemal Paşa’nın tepesi iyice atmış:


– Arkaladığınız Yunan ordusunun denizde yüzen leşlerini herhalde görmüş olmalısınız! Türk Ordusu, asayişi sağlayacak güçte olduğu gibi, limanı boşaltacak güçtedir de… İsterseniz, Türk’e ihanet eden teb’anızın ve azınlıklarımızın adaletten kaçan sefillerini geminize doldurabilirsiniz! Donanmanızın da en kısa bir zamanda limanı terk etmesini istiyorum!


Ne mi oldu?


İngiliz ve Fransızlar uyruklarını ve kuyruklarını gemilere bindirip birkaç saat içinde sessizce çekilip gittiler… (Kaynak: İsmet Bozdağ, Latife ve Fikriye… İki Aşk Arasında ATATÜRK…)


Galiba tarihte olaylar hep tekerrür ediyor. Roller hep aynı sadece oyuncular değişiyor.

Çocukların Kendi Benliklerinin Oluşumuna Katkı

Çocuğun kendi öz benliğini kazanması çocukluğunu geçirdiği çevre, aile ortamı ve yaşadığı hayattan alabildiği mutluluk, huzur, öğrenme, sevme, olumsuz ama nefret çok önemlidir. Çocuğumuza aileleri olarak bunları vermeye çalışmalıyız. Her ortamda iyiye güzele yönlenebilmeli. Onları ayırt edebilecek görüş açısına sahip olabilmelidir. Bu etkenler çocukta başarıyı tetikleyecektir. Bu da kendine güven benliğinin oluşumunu getirecektir. Genel olarak eğitim ön plana çıkmaktadır. Eğitim çocuğun yeteneklerinin ortaya çıkmasına, çevreye olan sevgi ve saygının belirginleşmesine, aile ortamının sıcaklığını sarmasına yararlı olacaktır.


Aileler bu şartlar altında çocuklarına neler vererek eğitimine ve olgunlaşmasına yardımcı olabilirler? Bunlar nelerdir nelere dikkat etmelilerdir?


a- Duygularınızı paylaşınız, Sizi anne ve baba olarak görmesinin yanı sıra arkadaş olarak ta görebilmeli


b- Çocuğunuzun değer yargılarına saygı göstermek ona değer verdiğinizi hissettirmek, Çocuğunuzun fikirlerinin de ne kadar doğru ve değerli olduğunu hissettirebilmek


c- Şartsız sevgi ve saygı göstermek,


d- Bazı davranışlarının hatalı olabileceğini hissettirmek. Karşılıklı isteklerinizi paylaşabilmek Çocuğunuzun ondan ne istediğinizi bilmesini sağlar. İstekleri ona açıkça belirtmek, ondan ne istediğinizi anlamasını kolaylaştıracaktır.


e- Dinlemeyi ve dinletmesini öğretmek. Çocuğun algılama kabiliyetlerini artırıcı rol oynayacaktır.


f- Ailenin önemli bir ferdi olduğunu hissettirmek. Ailede paylaşma ve ortak karar alma olgusunu güçlendirecektir.


g- Çocukla belli sürelerde yalnız kalarak ona önemli olduğunu hatırlatmak


h- Çocuğun kendi başına bir şeyler yapabileceğini göstermek için bazı şeyleri kendi başına yapmasına izin vermek


i- Çocuğun tercihlerine saygı göstermek.


j- Sevginin fiziksel olarak gerçekliliğini göstermek


k- Ailenin dışında saygı gösterilecek toplumun diğer üyelerinin de en az ailesi ve kendi kadar önemli olduğunu göstermek


l- Anlatımlarda çocuğun kafasını karıştıracak çelişkili cevaplardan kaçınmak


m- Çocuğu kendi eşyalarının olduğunu bunlarla ilgili tasarrufun ve düzenin yaşantının bir parçası olduğunu göstermek


n- Çocuğun özel eşyalarına saygı göstermek


o- Çocuğun Yeteneklerini Kabul Etmek Her yeni beceri ve başarı, onun yetenekli olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir.


p- Çocuğun varlığının aile içinde önemli olduğunu hissettirmek ve varlığının önemli olduğunu hissettirmek.


r-İçine kapanık tavırlar gösterdiğinde yardımcı olabilmek


t-Konuşurken ona değer verdiğinizi hissettirmek ve onunda düşüncelerinin değerli olduğunu hissettirmek


Aileler çocuklarının hayatları boyunca mutlu hayat dolu olarak yetiştirmek istiyorlarsa, onların kendilerince önemli olduklarına inandıkları değerleri ortaya çıkararak çocukları üzerinde olumlu gelişimleri sağlamak üzere üstüne düşen görevleri her zaman yapar olmalılar.


Çocuklarımızın da ilerde bizim gibi huzurlu mutlu bir aile yapısına kavuşabilmeleri anne ve babalar için çok önemli olmalıdır. Bunu başarmak anne ve baba için aslında çok kolaydır.


Ebeveynler kendi çocukluklarında mutluluk duydukları olaylar ile kötü anıları, çok iyi analiz edip çocuklarının bunları tekrardan yaşamalarını istememeleri, çocukları için iyi bir örnek davranış olacağı unutulmamalıdır.

Ölçüyü Kaçırıyoruz

— Şehitler Ölmez; vatan bölünmez!”, “Hepimiz askeriz; PKK’ya yeteriz!”, “Türk-Kürt kardeş; PKK kalleş!”


— Kertenkele, gene neler oluyor? Boyundan büyük laflar ediyorsun?


— Üstadım, bugün sınıfımıza biri geldi, miting yapacağız, dedi. Biz sınıfça gittik, yukarıdaki sloganları söyledik.


— Bunar ne güzel sözler böyle! Ben de pek heyecanlandım, sizin yerinizde olmak isterdim. Peki, sizi toplayan kimdi, size ne söyledi, nerede toplandınız, orada neler konuşuldu?


— Fazla bir şey konuşulmadı. Genç biriydi. Bir bildiri okudu. Bir de Gençliğe Hitabe’yi okudu; ama ben Hitabe’den bir şey anlamadım. Kelimelerin çoğu değiştirilmişti. Arkadaşıma sordum, bana “öztürkçe” dedi. Okul kıyafetleri ile gitmiştik, bize dışarıdan kimse katılmadı, bazı insanlar garip garip baktı. Ellerimize bayrak verdiler, az önce söylediğim sözleri söylettiler.


— Bak Kertenkele, siz provoke edilmek istenmişsiniz. Birileri sizi tahrik etmek, kullanmak istemiş, siz de bu oyuna gelmiş, yem olmuşsunuz.


— Üstadım, yine yanlış bir şey mi yaptım? Anlamadım, bizi kim kullanmak, yem yapmak istemiş? Provoke ne demek?


— İnsanlar yaptıklarının hata olduğunu ya daha sonra anlarlar ya da aklıselim sahipleri onlara söyler. Geç anlaşılan hataların faturası da genelde büyük olur. Şu an ülkemizde zamansız, kontrolsüz işler yapılıyor, sizinki de bunlardan biri.


— Üstadım, yine büyük konuşmaya başladınız. Ufacık bir topluluktan memleket meselesi çıkardınız.


— Evet, şu an memleketimiz zor dönemden geçiyor. Bölücüler iş başında. PKK isimli örgüt taşeron olarak kullanılıyor. Bu hainler, ya gafiller ya ahmaklar. Onların öldürdükleri ya da mayın tuzağına düşürdükleri askerlerimizin şehadeti infiale sebep oluyor. Bu durum, halkımızın öfkesini artırıyor. Ancak, kontrolsüz öfke, olumsuz sonuçlara yol açabilir. Zamansız yenen aş, ya karın ağrıtır ya baş. Korkarım, ülkemizde bugünlerde yapılan irili ufaklı gösteriler bir süre sonra kontrolden tamamen çıkacak. Öfke, baldan tatlıdır. İnsanlara meydanlarda, sokaklarda önce öfke balı yedirilecek, bunun hazzıyla gösteriler yapılacak, kitleler manipüle edilecek. Kitle zekâsının birey zekâsından daha düşük olduğunu bilen toplum mühendisleri bir projeyi daha sonuçlandırmanın mutluluğunu yaşayacak. Bu, adı artık gizlenmeyen dış düşmanlarımızın hedefi. Ortaya çıkacak yeni psikolojik ve fiili durum, daha büyük sıkıntılara neden olacak. Halkın baskılarına rağmen PKK’ya karşı beklenen operasyon gecikirse, yapılmazsa ya da istenen sonuç alınmazsa bu da bir iç kırılmaya, iç öfkeye, siyasi tartışmalara neden olacak. Belki rejim sorunu gündeme gelecek.


— Üstadım, üç çocuk bir araya geldik, elimizde bayraklar olduğu halde güzel güzel bağırdık diye mi memlekette rejim sorunu çıkıyor?


— Tabi, küçük zekân aysbergin altını görmeye yetmiyor. Senin, sokaklarda slogan atman bugünün meselesi değil. En az otuz yıl geçmişi var. Bunun altında otuz bin can var. Bunun ucunda petrol var, Büyük Orta Doğu Projesi var. PKK dünya sofrasında bir virüs. Her virüs kendisinin yaşama hakkı olduğuna inanır; ancak hem kendisine hem çevresine zarar verir.


— Üstadım, kafam iyice karıştı.


— Sadece senin değil, milletin da kafası karışık. Bu dönemde sağduyu ile hareket etmek lazım. Biz millet olarak ne sevinmeyi ne üzülmeyi ne eğlenmeyi ne öfkelenmeyi biliyoruz. İfrat ve tefrik karakterimiz olmuş. Sorunların çözüm yeri sokaklar değil. Çözüm, diplomaside. Gazetelerin köşe yazarları da bu işi bilmiyor. Bilgisizce yapılan teklifler ve işler, çözülecek bir sorunu çözümsüz hale getiriyor. Bu dönemde herkes için itidal, metanet, istikrar çok önemli. Birileri, kitle hareketleri ile istikrarı bozmak istiyor olabilir. Bugünkü durumu Osmanlının son dönemi ile kıyaslayanlar da tarih bilgisinden yoksunlar. Bugünün şartları o günküyle aynı değil. Her türlü olumsuzluğa karşı teyakkuzda olmak zorundayız. İşçi işçiliğini, memur memurluğunu, öğrenci öğrenciliğini, yönetici yöneticiliğini bilecek. Asli işimizden uzaklaşarak sokaklara dökülmek, memleket severlik değildir, bilakis işi zora sokmaktır.


— Üstadım, siz yapılan bütün güzelliklere karşı çıktınız.


— Buna karşı çıkmak, denmez. Buna taşları yerine oturtmak, denir. Biliyorum, birileri çıkıp bana “bayrak düşmanı”, “bölücü işbirlikçisi” gibi yaftalar yapıştıracaktır. Bunu da belki “vatanseverlik” adına yapacaktır. Vatanseverlik, arabaya takoz koymak değil, üzerindeki görevi hakkıyla yapmaktır. Ahmak dost, akıllı düşmandan tehlikelidir.


— Üstadım, bana ahmak demediniz, değil mi?


— Sadece, akıllı davranmanın önemini vurguladım. Bu ülkede bir zamanlar Sünni-Alevi çatışmasını oluşturanlar şimdi Türk-Kürt çatışması peşindeler. Yakında bunun emarelerini görürüz. Uykularımı kaçıran durum, budur. Bayrak bizim, toprak bizim; bir takım suni ayrılıklara gerek yok. Erdem, güneş gibi olmaktadır. Bilirsin güneşin evrende girmediği yer yoktur. Güneş, hem ısıtır hem ışıtır. Anlayana bu sözler, sivrisinek saz; anlamayana davul zurna az.

Cumhuriyetsiz Demokrasi mi?

Cumhuriyetimizin 84. Yıldönümü kutlamalarını geride bıraktık. Cumhuriyete bağlılık ve saygı; Türk tarihine saygıdır. Cumhuriyetimiz Milli Mücadelenin tacıdır.


Bu Cumhuriyeti bedel ödeyerek kurduk. Onun bunun izni ile gerçekleştirmedik. Kimseye de Türkiye ve Türk milleti dışında ayrı bir devlet ve millet taahhüdünde bulunmadık. Herkese düşen görev, şehit kanları ile sulanmış bu vatandan yükselen Cumhuriyete bağlılıktır ve ona vatandaş olabilmektir.


Anadolu’dan kovduğumuz Batılı emperyalist güçlere tekrar davetiye çıkarmamak için Cumhuriyeti ve milli devletimizi korumak zorundayız. Milli şuur nihayet uyanmıştır. İnşallah yeniden uyku dönemine girmez.


Cumhuriyet mi, yoksa demokrasi mi ayırımı yapılamaz. Bunlar bizim için bir bütünün ayrılmaz parçalarıdır. Tavuk mu, yumurta mı hikayelerine saplanmayalım. Bazı ülkeler demokrasisiz Cumhuriyet; bazıları da Cumhuriyetsiz demokrasi olabilir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyet, demokrasi ve milliyetçilik temelleri üzerinde yükselmiştir.


Bu Cumhuriyet Bayramında büyük bir coşku yaşadık. Bu arada aziz şehitlerimizi de unutmadık. Bu bayramda Türk olan ve “Ne mutlu Türküm diyene” reklamları veren gazetelerimiz oldu.


Bir Ermeni vatandaşımızın cenazesini saatlerce canlı yayında verenler, “Hepimiz Ermeniyiz” pankartlarıyla yürüyen daha önce örgütlenmiş toplulukları uzun uzun bize seyrettirenler, milli ve üniter yapıyla, milli kimlikle kavgalı olanlar, birden Türk oluverdiler. Keşke öyle kalabilseler.


Cumhuriyete numara takan anti-Atatürk, anti-Türk ve anti-devletçi bir tavır takınıp milli bağımsızlık ve milliyetçiliği dışlayan bazı liboş takımı yanlışlarından bir türlü sıyrılamıyor. Devletsiz ve milletsiz ferdi esas alan bunlar, milli menfaatlere sarılmayı küçümsüyorlar ve Cumhuriyetimizi 1930 model bir araba gibi görüyorlar.


Günümüzde milli varlığımızı tehdit eden iç ve dış tehdit ve kuşatmalar ve tuzaklar ortada iken; sınırlar tartıştırılırken; gelir dağılımı bozukluklarını, demokrasi ve özgürlüğün yeterli olmadığını ve yoksulluğu birinci plana çıkarıp tartışmak aslında tehlikeyi kurtuluş gibi görmektir.


İran’a ABD müdahalesi, İsrail’in Suriye’yi tehdidi, Irak’ın Kuzey’indeki devletleşme çabaları, bölücü ve ırkçı terör gündemde iken; Dünya yeni bir küresel savaş ortamına itilirken liboş takımı sorunsuz Batılı ülkelerinin demokrasisini arıyor. Bulutların üzerinde şato kuruyor.


Milli ve üniter devletin hedef alındığı, devletin yapısının değiştirilerek Türkiye’nin Türkiye olmaktan çıkarılmak istendiği bir ortamda bulutların üzerine çıkarak bazı konuları tartışamayız. Buna laiklik de, Cumhuriyeti sadece dans eden Atatürkle özdeşleştirmek de dahildir.


Cumhuriyetin ikincisinin özlemi içinde olanlar, XVI. yüzyıl düşünürü Thomas More’a benziyorlar. Bu düşünür de içinde bulunduğu karmaşa ortamından kurtulmak ve kendine göre ideal bir toplum yaratabilmek uğruna Atlantik’te hayali bir toplum projesini canlandırmış ve kitabın ismine de “Ütopya” demişti.


Bunlar bana More’un devamcıları gibi geliyor. İngiltere’nin demokratik bir ülke, ama bir Cumhuriyet olmadığına işaret edilerek neredeyse bizim de Cumhuriyet’ten vazgeçip Cumhuriyetsiz demokrasi olmamız bekleniyor.


Eğer bu satırların yazarı dıştan kumandalı ve bazı yerlere hizmet eden bazıları gibi olsaydı; Cumhuriyete numara takanları ve sadece Cumhuriyet ve Türklük karşıtı oldukları için onlarla iş birliği yapan, sağdan ve soldan bazılarını takdir de edebilirdi.


Bu demokrat, özgürlükçü görünüp insan haklarını kullananlar; neden vatandaşlarımıza Avrupa’da uygulanan işkenceleri, baskıları, saldırıları gündem maddesi yapmazlar.


Cumhuriyeti ve şehitleri anmak için toplanıp terörü protesto eden vatandaşlarımızın Belçika’da bir öldürülmediği kaldı. Onlara sözde Ermeni soykırımının hesabı sorulmaya kalkıldı. Bölücülerin desteklenmesi istendi.


Almanya’dan Avusturya’ya kadar Avrupa insan hakları ihlalleri ile doldu. Cumhuriyete numara takanların derdi ise; Atatürk, milli devlet, üniter yapı, milli kimlik ve ferdi tekleştirmek oldu. Amaç farklılıkların kutsallaştırılmasıdır. Böylece Türkiye Lübnanlaştırılacaktır. Bunların hizmeti muhakkak ki mükafatlandırılır.

Üniversiteli Gençlere Öneriler

Değerli gençler:


Sizler çeşitli illerden geldiniz. Geldiğiniz yörelerin kendine has adetleri, yaşam biçimleri, yasakları, sevapları, yemekleri, giyimleri var. Ailenizin yanınızda idi. Çevrenizin baskısı altındaydınız. Şimdi ise aileniz yanınızda değil. Buradaki yaşamda farklı.Çevre baskısı da yok.


Bir boşluktasınız. Kendinize yeni bir yön vermek zorundasınız. Kendi kişiliğinizi oluşturmak veya kişiliğinizi geliştirmek zorundasınız. Ya onurlu ve başı dik olursunuz. Yada başkalarının yönlendirmesi ile başkasının yolundan gider onurunuzu önemsemez hale gelirsiniz. Böylece başınızı bir türlü dik tutamazsınız.


Siz bir öğrencisiniz. Öğrenciliğinizin dışında memleket meseleleri adına vereceğiniz her uğraş sizi öğrenciliğinizden adım adım uzaklaştıracaktır. Önce kim olduğunuza ve kim olmak istediğinize karar vermelisiniz. Kendinizi geliştireceğiniz alanı iyi tespit etmeli yolunuzu buna göre belirlemelisiniz. Bu halde karar verirken tek başınıza olmak zorundasınız.


Arkadaşlarınızı seçerken geleceğinize yardımcı olacak, sizin yeniden yapılanmanızda rol alacak kişileri tercih ediniz. Dersleriniz dışında kendinize zaman ayırırken gözlemleme yapınız. Daha önce yaşadığınız yörenin dışında geçirdiğiniz zamanlarda kendinizi gözlemlemenin en iyisi olduğunu unutmayınız. Yeni insanlar tanıyacaksınız. Yeni ilişkileriniz olacak. Bazen istemeden yaptığınız yanlışlara üzüleceksiniz. Hatta birileri sizi sosyal olma adına bazı faaliyetlere sürüklemeye çalışacak. Unutmayın ki gerek sosyal, gerekse siyasal her toplu faaliyet sizsi sağlıklı bir eğitimden uzaklaştıracaktır. Öncelikle enerjinizi geleceğinizi şekillendirecek eğitiminize harcamalısınız.


Siyaset daima siyaset kurumunda yapılırsa, yerinde ve zamanında yapılırsa size yararlı olur. Öğrenciliğin içinde siyasi faaliyet öğrenciliğinize engelden başka işe yaramaz. Sizin başarınızı gölgeler. Hele hele ideolojik saplantılar sizin sonunuz olur. Siz önemli bir geçidin başında olan Üniversite öğrencisisiniz. Bulunduğunuz yere, konuma, çevreye alışma aşamasında olduğunuz bu zamanda her zamankinden fazla dikkatli olmalısınız.


Ekonomik durumunuz kısıtlı olabilir. Yeni tanıştığınız arkadaşlarınızın ekonomik durumları ve yaşam biçimleri sizi gıpta etmeye sevk etmemelidir. Çünkü bu kanalda da çeşitli tuzaklar vardır. Bazı guruplar ve kişiler sizin bu yeni adaptasyonunuzdan istifade ederek cazip teklifler getirebilirler. Bunun için zarif dişiler kullanabilirler. Gençliğinizin getirdiği heyecan ve arzularınızı istismar edebilirler.


Bütün bunların en korkuncu ise uyuşturucu alıştırmasıdır. Bu konuda profesyoneller benim bile bilmediğim metotlarla genç öğrencilere yaklaşmaktadırlar. Bu konuda da arkadaşlıklar 1. planda önem taşımaktadır. Gerek yurt gerek sıra arkadaşlığı bu alışkanlığın başlamasına önemli bir etkendir. Derslerine ağırlık veren, hedefini baştan belirleyip, azimle bu hedefe ilerleyen başarılı olacaktır. Bu durumda lazım olacak en önemli güç sağlam karakter yapısıdır.


Unutulmamalı ki Ülkenin refahı, aydınlık geleceği sizin vereceğiniz karara bağlıdır.


Sizler eğitilmiş insanlar olarak Ülkenin gereklerisiniz. ğitimli olmanızın size yüklediği sorumluluklar var. Büyük hedeflere talip olmalısınız. Küçük menfaatlere boğulanlar zayıf kişilik sahipleridir. Sizler umutlarımızsınız.


Sorumluluğunuzu bilerek kendinizi yolun başında yeniden yapılandırınız.


Gelecek nesilde sizi örnek almaktan onur duysun.

Gündem

Bazı ülkelerin gündemi aradan çok uzun zaman geçse bile pek değişiklik arz etmiyor. Maalesef ülkemiz, gündemi değişmeyen ülkelerin başında gelmektedir. Tabii gündem derken ifade etmek istediğim ülke geleceğini belirleyen gündemdir. Yoksa suni gündemler açısından ülkemizin gündem tüketimi üç – dört günle sınırlıdır.


Ülke geleceğimiz açısından değişmeyen başlıca gündemlerimiz ise Ermeni meselesi, Doğu Sorunu ve Kıbrıs sorunudur. Bu üç konu yaklaşık bir yüzyıldır önümüze gelmektedir.


Yüzyılı aşkın bir süredir önümüze gelmelerine rağmen dünya politikasını dizayn edenler açısından stratejik önemi olduğu için bu konular bizim lehimize çözüme ulaşamamaktadır. Üstelik bu konular geçmişte farklı farklı zamanlarda gündeme otururken bugün hepsi birlikte gündemimizi oluşturmaktadır.


Çünkü dünya yeniden dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Dünya’nın yeniden dizaynı demek geçmişte ecdadın sahip olduğu Türk –İslam coğrafyasının yeniden dizaynı demektedir. Binaenaleyh bu coğrafya yazılarımda hep bahsettiğim gibi dünya geleceğinin garantisini teşkil eden enerji ve suyun bol olduğu coğrafya olduğu için her zaman cazibe merkezi olmuştur.


Bu coğrafyayı paylaşım faaliyetinin adı geçmişte batılı devletler tarafından “Doğu Sorunu” olarak adlandırılmış, bugün aynı paylaşım faaliyeti “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak adını değiştirmiş fakat mahiyetini değiştirmemiştir.


Geçmişin Doğu Sorunu’nun bugünün Büyük Ortadoğu Projesi’nin iki temel ayağı Ortadoğu ve Kıbrıs meseleleri kanaatimce çok yakında çözüme ulaştırılıp artık gündemimizden çıkacaktır. Tabii burada esas sorun gündemden nasıl çıkacağıdır.


Zira yaşanan olaylara bakılırsa kendi topraklarımıza yapılan terör saldırılarına dahi BOP kurucularından icazet alınarak karşılık verilmesine binaen konuların çözüme ulaşma şeklinin ve mahiyetinin yine projeye bağlı olacağı anlaşılmaktadır.


Değerli okuyucular, ecdadımızın 1699 Karlofça Antlaşması İle başladığı toprak kaybı diğer devletler için Osmanlı’nın yenilebilirliği fikrini ortaya çıkarmış, bu tarihten 1923’e kadar kaybedilen topraklar neticesinde ülkemiz bugünkü coğrafi şeklini almıştır.


Dolayısıyla yenilebilirlik düşüncesi bir ülkenin geleceği açısından tehlike arz eden bir düşüncedir ve bahsettiğimiz üzere biz bunun neticesini geçmişte yaşadık. Bu tecrübeye rağmen bugün kendi sınırlarımızı korumada başka devletlerden icazet almamız ülke geleceğimizi şekillendirmedeki acizliğimizi gözler önüne sermektedir.


Netice itibariyle geçmişten günümüze değişmeyen gündem maddeleri karşımızdakilerin geçmişi unutmadığının en büyük delilidir. Buna binaen bizim her geçen gün bu konuların çözüme ulaştırılmasında kaybettiklerimiz ise millet olarak hepimizin oturup düşünmesi gereken en önemli konuların başında gelmektedir.