11.8 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1247

Aile, Mektep ve Cemiyet

0

Çocuk ailede, saksıdaki; okulda, bahçedeki ve toplumda, çayırdaki çiçeğe benzer. Her ortamın kendine göre şartları, çocuk üzerinde etkileri ve sorumlulukları vardır. Bunlar bir bütün olarak insanın kimliğinin, şahsiyetinin ve benliğinin oluşmasında etki eden unsurlardır. Birinin ihmali, diğerinin tesirini zayıflatılır veya tamamen ortadan kaldırır.

İsmail Hakkı Baltacıoğlu, “Terbiye ve İman” isimli kitabında aile, mektep ve cemiyet terbiyesine ayrı ayrı değinmiş ve bunların birbirlerini tamamladıklarını çok güzel bir şekilde izah etmiştir. Bütün kurumları olduğu gibi eğitim kurumunu da bir bütün olarak değerlendirmek isabetli olacaktır. Bu tanınmış devlet, siyaset, sanat ve eğitim adamının adı geçen kitabından alıntılarla, bu üç kurumun birbirleriyle ilişkisini ve insanın eğitilmesindeki rolünü ortaya koymaya çalışacağız.

Terbiyenin vatanı her yerdir. Mektep de, aile de, cemiyet de mekteptirler. Gerçi aileler, sokaklar, evler, kaldırımlar insana kitaplar okutmaz, ibareler yazdırmaz; fakat fikirler, hisler, hareketler verir, alışkanlıklar kazandırır. Bizim beden, fikir ve irade bakımından yükselmemiz ve alçalmamızda, öğretmenlerimiz kadar ailelerimizin, evlerimizin, sokaklarımızın, kahvehanelerimizin, musikimizin, tiyatromuzun… da mesuliyeti vardır.

Allah, insanların terbiye ve malumat alan kuvvetlerini, ilkokula girdikten sonra yaratmıyor. Bunlar en ufak yaşlardan itibaren vardır. Talim ve terbiye beşikten mezara kadardır. Bütün öğretim ve eğitimin temeli ailedir. Aileyi mekteple birlikte, ondan da önce düşünmeli. Çocuk ve genç, ailedeki yaşayış biçimine göre okuldan yararlanabilir. Çocukları ile ilgilenmeyen, her şeyi okuldan bekleyen, onları kendi hayatı için engel gören ailelerin çocukları ile çocukları ile ilgilenen, onların sorularını bıkıp usanmadan cevaplandıran, çevresini ve dünyayı tanımasına yardımcı olan ailelerin çocukları daima farklı kalacaklardır. Okul, ailenin verdiklerini kullanarak yeni bilgiler öğretebilir. Ailede duygu ve alışkanlıklar biçiminde alınan bilgi ve kavramlar okulda aklileştirilir. Eğer bu kavramlar hiç alınmamışsa, okulun verecekleri temelsiz kalacaktır. Aile, kapıları her saat açık mekteptir. Aile, temel fikirleri, kavramları vermekle birlikte aynı zamanda bedeni, duygu ver iradeyi biçimlendiren yerdir. Aile, isterse çocuğunu miskin, tembel, hareketsiz, korkak yapar; isterse çocuğunu cesur, müteşebbis, fedakâr yapar. Okul ise bütün bunlarda aileye denk olamaz.

Mektep, aileden sonra en önemli terbiye çevresidir. Aile terbiyeleri mükemmel olan milletlerin mektepleri eksik ise, o memleketlerin ilerleme ve gelişmelerinde noksan olacağı kaçınılmazdır. Bununla birlikte mektep, ailenin boş bıraktığını dolduramaz. Bugün mekteplere bağlanan ümitlerin, ailedeki eğitim-öğretim noksanlığı yüzünden sönmesinden korkarım. Bir inkılâp, bir değişim bekleniyorsa, bunun mekteple birlikte aileyi etkilemesi şarttır. Yenilikler ancak toplumsal olarak etkili olabilir. Ailenin ruhunu, ihtirasını harekete geçirmeyen bir yenilik, yüzeyde kalır. Mektepler, öğretim ve tahsilce pek mükemmel hale getirebilir. Fakat bu cereyan aileyi de diriltmiyorsa faydasızdır.

Sokaklarda, mağazalarda, kahvehanelerde, bahçelerde, sinemalarda vs.de terbiyemiz yücelmekte veya alçalmaktadır, yıkılmaktadır. Milletlerin sıhhatine dikkat etmemesi, düzensizliği, azimsizliği, sebatsızlığı, sadece kendi ailesinden ve mektepten değildir. Aynı zamanda çevrenin sağlıksız, düzensiz, hareketsiz oluşundandır. Çevre ancak kendine bir ahlakı verebilir. Cemiyette değişme; ruhların, emellerin, hırsların yenileşmesi ile bu da sokakların, kahvehanelerin, sinema ve tiyatronun, radyonun, gazete ve dergilerin değişmesi ile neticelenirse olur. Ruhlarda değişme, hareket ve dirileşme olmalıdır. (İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Terbiye ve İman, Yeni Turan Matbaası, İstanbul 1330).  

Eğitimde Gerçek Sancı

0

Dün gazetelerde, teması aynı olan “Eğitim Sancılı Başladı.” veya “Eğitim Sorunlar Yumağı” manşetleri yer aldı. Eğitimde otuz dördüncü yılına başlayan biri için bu ifadeler hiç yabancı değil. Alıştık. Sorun olarak ifade edilenlere bakıyorum, aynı şeyler: derslik ve öğretmen eksikliği, müfredattaki ani değişiklikler…vb. Hepsi, somut!

Aynı gün kentimizdeki ortaöğretim kurumlarından bazılarını ziyaret ettim. Bazı okullarda eğitim-öğretime başlanmıştı, bazılarında bir kaos vardı. Bir okul ise o gün tatile çıkarılmıştı. Öğretmenlerle öğrencilerin okul bahçesinde avare dolaştığı okullara da rastladım. İlk günün heyecanı, öğretmenlerin de öğrencilerin de yüzünden okunabiliyordu. Sürekli tekrar da olsa her başlangıç kişide heyecan doğurur. Bu, doğal.

Bir an düşündüm. Bu insanlar neyin peşinde, buraya niçin toplanmışlar? Bulunduğumuz ülke Türkiye olduğuna göre bunun cevabını Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçları’nda bulabiliriz. İlk paragrafta şunlar yazıyor: “Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek…” Sizce, okullarımızda uygulanan eğitimle yetişen insanlar bu amaçların ne kadar yakında veya uzağında? Buna sebep, medyanın “sancı” diye manşet yaptığı fiziki eksiklikler mi, eğitim sistemindeki yanlışlık mı, amaçlardaki insan fıtratına aykırı çelişkili yapı mı? Bir işte istenen sonuç alınamıyorsa ya işi yapanlar değiştirilir ya da iş sıfırlanıp yeniden ele alınır.

Bir doktor şifasına sebep olduğu hastasıyla, bir öğretmen model olarak yetiştirdiği öğrencisiyle, bir müzisyen yaptığı bestesiyle… övünür. Kişileri mesleğine bağlayan kendisine övünç hazzı yaşatan eserleridir. Hepimiz bu eğitim sisteminin ürünüyüz. Annemiz, babamız bu eğitim sistemiyle yetişti, biz bu eğitim sistemiyle yetiştik, öyle anlaşılıyor ki evlatlarımız ve torunlarımız da bu eğitim sisteminde yetişecek. Hepimiz bu sistemin ürünüyüz. Yetişen ürünlere bakıyorum. Bu ürünler içinde insanlığın ufkunu açan, mutluluğuna mutluluk katan bir şahsiyet, maalesef, göremiyorum. Bizden önceki nesil birbirini yedi, bizim neslimiz insanlık adına bir arpa boyu ilerleyemedi, bizden sonraki nesil de iç huzurunu kaybetmiş durumda. En az dört nesildir, hedefine ulaşamamış kaptan, dinginliğini sağlayamamış gölet durumundayız. Kaptan serseri mayın gibi dolaşıyor, gölet sinek üretiyor. Bu sistemin mimarları, ortaya çıkan insan tiplerine bakarak, eseriyle övünen sanatkar gibi övünç duyabilirler mi?

Odun, taş bir hammaddedir. Odundan kapı da yapılar, mobilya da. Taştan duvar da yapılır, heykel de. Bu maddelerden, eşyanın özelliklerine saygı göstermek kaydıyla, pek çok sanat eseri orya koyabilirsiniz. İnsan da hammaddedir. Ondan çıkaracağınız insan tipi, ona nereden baktığınızla alakalıdır. İnsan bir meta mıdır yoksa ete kemiğe büründürülmüş ruh mudur? Kanaatim odur ki, mevcut sistem, henüz bu konuda karar veremediği için ortaya çıkan insanda bir yeknesaklık sağlanmış değil. Bu, sadece Türkiye’nin değil, bütün insanlığın sorunu. İnsanlık, nedense, bulunması çok kolay olan bir gerçeği ya çok uzaklarda arıyor ya da görmek istemiyor. Çözüm, her türlü eğitimin insan fıtratına uygun yapılması. Çözüm, insanın kendisini doğru keşfetmesi ve fıtratına uygun eğitim sistemi geliştirmesidir. Bir eğitim sisteminin ahlaki, milli, içtimai, hukuki, dini, siyasi, iktisadi…vb. olması bence çok önemli değil. Önemli olan, onun fıtri olmasıdır. Fıtri olan bir sistem, hem ahlakidir hem siyasidir hem hukukidir hem insanidir hem dinidir hem Türki’dir hem millidir…

Dünyanın dibini, atmosferin derinliklerini, maddenin inceliklerini keşfetme peşinde olan insanlık, kendinden uzaklaştığının farkında değil. İnsanlık, kendisini tanımak istemiyor; çünkü bundan korkuyor. Bu korku, ülkemiz aydınlarında, eğitmenlerinde de mevcut. Korku duvarlarını aşmadan, kendimizi keşfetmeden, fıtratımıza uygun bir eğitim düzeni kurmadan gerçek huzura kavuşamayız. Bunun dışında bir arayışla eğitimde ömrünü tüketenler, belli bir yaştan sonra havanda su dövmenin pişmanlığını duyacaklardır. Geçen zaman, bir daha gelmeyecektir. Heder olmuş bir ömür! Fıtri bir eğitimin mihengi, kişioğlunun, yaşarken insani ihtiyaçlarının kolaylıkla giderilmesi ve öldükten sonra hesabını kolaylıkla verebilmesidir. Bu şaşmaz ölçüyü görmeyenler; kördür, sağırdır…; görmek istemeyenler; zalimdir, haindir…

Eğitimde sorun bitmez. Yanlış teşhis sancıyı kesmez. Sancı, uzaklarda değil, kafamızda yüreğimizde, bizde. Gelin, bizden sonraki neslin kurtarıcıları biz olalım. Daha ne istersiniz?

Açılımlardan Endişe ve Öfke Duyanlar Haklı

Hükümet peş peşe “açılım” projeleri ortaya koymakta. On yılların çözülemeyen meselelerine hızlı “çözüm“ler üretmek peşinde. “Daha öncekilerin çözemediği” meseleleri çözerek, belki de farklı bir hükümet olduğunu ispatlamaya çalışıyor.

Hükümet, ciddi ön hazırlıklar ve milli bir mutabakat ihtiyacı olan bu konularda “kervan yolda düzülür” anlayışında. Bu alaturka davranış tarzımızı iyi bilen ABD kendi ajandasına göre bir çözüm takvimi oluşturmamızı istiyor. Oysa askerlikte “yığınakta hata yapma” diye bir kural vardır. Yani başlangıçta yapacağınız stratejik bir hata sizin yanlış hedefe gitmenize yol açabilir.

Hükümetin ve Cumhurbaşkanımızın iyi niyetli olduğu varsayımı içinde olmak durumundayız. Aynı şekilde Hükümetin de muhalefet partilerimizden CHP ve MHP‘nin iyi niyetine güvenmek ve böylesine kritik ve milli kaderimizi tayin edici önemli meselelerde, seçimlere yansıyacak oy hesabına dayanmadığını kabul etmesi gerekir.

Muhalefetin endişeleri ve atılan adımlara dair şüphe ve öfkesini haklı kılacak çok sayıda tarihi tecrübe yaşamış bir milletiz.

İTTİHAT TERAKKİ TECRÜBESİ: Sultan Abdülhamid’i deviren İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) liderleri Enver, Talat ve Cemal Paşaların milliyetçi ve vatansever olduklarından bugün dahi hiç kimse şüphe duymuyor. Ancak İTC liderleri, Abdülhamid’i devirdikten sonra Osmanlı Devletinin yaşamakta olduğu meseleleri kendilerinden öncekilerin çözememiş olmasını (dış devletlerin tesiri ve telkini ile) beceriksizlik ve basiretsizlikle değerlendirerek, süratle çözmek ve böylece tarihe liderlik özellikleri ve millete büyük hizmetleriyle geçmek istediler. Sonuç vahim oldu: Trablusgarp’ın tamamı ile Balkanlar’ın elde kalan son kısmı kaybedilmesine ve daha da kötüsü, ülkeyi 1. Dünya Savaşına sokarak Devletin yıkılmasına sebep oldular. Bu cemiyet (daha sonra parti oldu) çok faydalı ve doğru icraatlar da yapmasına rağmen imparatorluğu batıran parti olarak hatırlanıyor. Üstelik Kurtuluş Savaşını yürüten lider kadronun önemli bir kısmı İTC mensubu olduğu halde.

ABD ve AB, Başbakan Erdoğan‘ın liderliğine övgüler düzüyor. Hatta Erdoğan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığına layık görüldü.

KIBRIS TECRÜBESİ: Bu atmosfer içinde Kıbrıs‘ta acil çözüm peşinde koşan AKP hükümeti, Kıbrıs Türk Halkını ikna etmeyi başararak Annan Planı’na “evet” dedirtti. Üstelik Güney Kıbrıs Rum Kesiminin AB üyeliğini engelleme hakkımızdan feragat ettik. Karşılığında Türk kesimine verilen destek vaatlerinin hiçbiri tutulmadı, izolasyonlar kaldırılmadı, Rumlar AİHM’de açtıkları davalarla tazminat ve toprak taleplerini devam ettirdiler. Özetle Kıbrıs meselesinde fena halde aldatıldık.

ETNİKİ ETERYA TECRÜBESİ: Hatırlayalım, Yunanistan’ın bağımsızlığı amacıyla kurulan Etniki Eterya Cemiyetinin faaliyetleri sonucu bugünkü Yunanistan topraklarını kaybettik. Üstelik Anadolu’nun kurtuluşu mücadelesini Yunan kuvvetlerine karşı vermek zorunda kaldık. Bu mücadelede başarılı olamasa idik, İzmir ve diğer Ege Bölgesi şehirleri de Yunanistan sınırları içinde kalacaktı.

PKK‘da Türkiye’nin Güneydoğusundan koparılacak bir parça ile İran, Irak ve Suriye’den koparılacak parçaların birleştirilmesi suretiyle “Büyük Kürdistan” kurma ideali içinde olan ve bu ideali için terörü araç olarak kullanan bir örgüt. PKK, zamanın şartlarına göre taktik olarak bu hedefi perdelemekle beraber, bu amacından hiçbir zaman vazgeçmedi. “Açılım” kapsamında görüşünü açıklayan İmralı’daki örgüt lideri ile DTP’liler ve destekçilerinin ara hedef olarak ortaya koydukları talepler ve DTP’li belediyelerin uygulamaları bu nihai hedefe geçişe hizmet etmektedir.

DTP eşbaşkanı Ahmet Türk’ün ifadesiyle, “cin şişeden çıktı” diye cesaretlenerek ortaya konan talepler, hepimizi endişeden öteye öfkeye sürüklüyor. “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü vatan sathından kazımak isteyen bu bölücülerin talepleri en sabırlı Türk’ün sabrını çatlatacak cinsten: “Öz savunma gücü, özerklik, Anayasa‘da siyasi kimlik güvencesi, Kürtçenin ikinci resmi dil ve/veya eğitim dili olması, genel af, Öcalan’ın serbest bırakılıp siyasi haklarının iade edilmesi” talepleri için cesaret verici ortamı sağlayan hükümete karşı tepkilerin iyice artması kaçınılmaz olacak.

Türk Milleti olarak endişelenmemiz ve hatta öfkelenmemiz için yeterinden çok daha fazla sebebimiz var. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın bu durumu görmesi ve milletimizi rahatlatıcı bir irade açıklamasına ve cini şişesine sokmaya ihtiyaç var.

Diğer taraftan Başbakan ve Cumhurbaşkanının yapmaya çalıştığı “Ermeni açılımından” Türkler/ Azeriler değil, Ermeniler ve “hepimiz Ermeniyiz” diyen Türkiyeliler memnun. “Kürt açılımından” CHP, MHP ile AKP içindeki milliyetçi kesim endişeli ve öfkeli, DTP/PKK çizgisindekiler ile ABD memnun.

Türk milleti bütün vakarı ve sabrı ile olayları izlemeye devam ediyor. Sadece MHP’nin öfkesini ortaya koyan tavrının bile, bölücü güruhun azgınlığını azalttığını görüyor. AKP içinde vatanını, milletini sevdiğine güvendiği insanların, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve diğer kurumların son anda müdahil olacağı ümidiyle sabrediyor.

Bu millet tabiat olarak vakurdur, sabırlıdır. Ancak bu sabır duvarını yıkacak çıkışlar devam ederse, öfke barajının patlaması söz konusu olur ve bu selin karşısında hiç kimse duramaz.

Sevgi Dolu Günler

Mübarek Ramazan’ı tamamlayıp bayrama kavuşmanın heyecanını yaşıyoruz. İlahi bir görevi yerine getiren insanlarımızın Yaradan’ına gösterdiği sadakatin bir tezahürü olan ramazan ibadetlerinden sonra yapılacak bayram herkesin meşrebine göre kutlanıyor. Bazılarımıza göre ilahi bir kutlama, bazılarımıza göre tatil veya dinlenme günleri oluyor.

Bayramın asıl fonksiyonu toplumu kaynaştırmaktır. Küçükler büyüklerin ellerinden öper. Akraba ve dostlar ziyaret edilir. Bayramlaşmalar olur, ikramlar yapılır. O eski samimiyetin azaldığı günümüzde bayramlaşmalar azalıyor, hatta bayramlaşmalar telefonla yapılırken şimdi internet üzerinden yapılmaya başlandı. Bayramlaşmalar aslında üzüntülerin, sevinçlerin paylaşıldığının göstergesi olan önemli günlerdir. İnsanlığın mutluluğunun en önemli kaynağı sevgidir. Sevginin olmadığı yerlerde huzur olmaz. Gerçek sevginin önemini anlatan bir hikayede bakın ne anlatılıyor.

Birgün sormuşlar ermişlerden birine; sevgisizlerle sevgiyi yaşayanlar arasında ne fark vardır?

Bakın göstereyim demiş ermiş; Önce sevgiyi dilden gönüllerine indirememiş yani sevgisizleri çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş. Arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar dağıtılmış. Ermiş, “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir şart koşmuş. “Peki” demişler. İçmeye teşebbüs etmişler fakat o da ne! Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü yerlere döküp, saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar öylece aç kalkmışlar sofradan.

Bunun üzerine şimdi demiş ermiş, “Sevgiyi gerçekten bilen ve yaşayanları çağıralım sofraya” Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışık saçan insanlar gelmiş oturmuş sofraya. Bu defa “buyurun” denilince her biri uzun saplı kaşığını çorbaya daldırıp karşısındaki arkadaşına uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

İşte demiş ermiş, “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim arkadaşını düşünür, doyurursa O arkadaşı tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz hayat pazarında daima sevgiyi paylaşanlar kazanacaktır.

Sevgi dolu günler dileğiyle… Bayramınız kutlu olsun.

Aydınlar Ocağı’nda Bayramlaşma ve Süzgecimden Geçenler

Aydınlar Ocağı’nın bayramlaşma davetini görünce oldukça heyecanlandım. Mecburi hizmet, uzmanlık sınavı derken epeyce bir zamandır etkinliklere katılamamıştım. Uzun bir aradan sonra bayramlaşma vesilesiyle tanıdıklarla görüşme fırsatı bulacaktım.

Bayramlaşma programı bu bayram için Seka Park’ta Palmiye Kefe’deydi. Belirlenen saatten biraz geç, ama program başlamadan hemen önce kafede olmayı başardık. Konuklar için hazırlanan koltukların neredeyse tamamı dolmuştu, ancak en arkada yer bulabildik. Daha önce katıldığım bayramlaşma toplantılarına nazaran daha kalabalıktı. Ahsen Okyar Bey açılış konuşmasını yaparken boş kalan yerler de tamamen doldu. Program devam ettikçe katılım da devam etti. Programın sonuna doğru artık en arka sıra da biz değildik.

Açılış konuşmasının ardından Ahsen Bey mikrofonu konuklara uzatmaya başladı.

Önce, topluma en çok hitap edenlerle başladı, vaizler, üniversite hocaları, eğitimciler… Toplumun önünde konuşmaya alışık olmaları dolayısıyla, konuşacak konu sıkıntısı çekmediler haliyle, her biri kendine göre zenginleştirdi konuyu. Derken, sıra bu sefer hitap etmeyi sevenlere geldi; ilimizin siyasetçilerine… Konuşanlar siyasetçiler olunca mikrofon daha seyrek el değiştirir oldu, konuşacak çok şey vardı fakat zaman sınırlıydı. Hedeflenen konulara vakit elverdiğince geniş değinildikten sonra bayramlaşmaya ayrılan zaman da tükenmişti artık. Bayramlaşma alışıldığı şekliyle Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahmet Hakkı Turabi, Dr. M. Şefik Postalcıoğlu, Kimya Yüksek Mühendisi Ruhittin Sönmez ve Ramazan umresinden yeni dönen Tarihçi-İşadamı Hasan Ayaz Bey’in seslendirdikleri ilahilerle son buldu.

Süzgeçten Geçenler:

Oturma düzeninden dolayı bayramlaşmanın samimi havası mekana dağılmakta zorlandı.  İkram edilen çayın sıcaklığı ve lokumun lezzetine rağmen, bayramlaşma bitip misafirler koltukların esaretinden kurtuluncaya dek panel ciddiyeti hakimiyetini sürdürmekte ısrarcı oldu.

Konuşmaların içeriği gündemle de ilgiliydi. Ama toplanma sebebi bayram olunca konu illaki bayrama da uğruyordu; geçmiş bayrama kavuşmuş olmanın sevinci ve şükrüyle başlayan konuşma, gelişme bölümünde eski bayramlara özlem ve ne yazık ki yozlaşma hastalığından nasibini alan bayram ziyaretlerine ve sanal bayram kutlamalarına uğruyor, gelecek bayramlara hep beraber ulaşmak duasıyla sona eriyordu. Bu mealdeki konuşmaların en tesirlisi bana göre İl Milli Eğitim Müdürü Nevzat İspirli’nin yaptığı konuşmaydı. Kısa, öz ama vurgularıyla oldukça etkiliydi…

Bayramlaşma vesilesiyle üniversitede benim de dersime girmiş olan Yrd. Doç. Dr. Bekir Günay hocayı yıllar sonra tekrar görme fırsatı buldum. Bundan önce en son Türk Dünyası Sosyologları Kurultayında karşılaşmıştım. Kendisinden duyduk ki ilki Kartepe’de düzenlenen Kurultayın ikincisi de Bişkek’te düzenlenmiş. Türk Dünyası ve Asya ülkeleri için önemi büyük olan böyle bir organizasyonun devamının gelmesine ve bu kıymetli işin tohumunun İzmit’te atılmış olması dolayısıyla çok sevindim.

Kartepe Belediye Başkanın Şükrü Karabalık Bey kendisinin de mensubu olduğu Çepni boyuyla ilgili bir kitap hazırlatmış. Konuşması sırasında Çepni boyunun 800 yıllık tarihine, Türk tarihindeki önemine ve tarihleri boyunca gösterdikleri yararlıklara, Çepni boyuna mensup ailelerin bugünün Türkiye’sinde hangi coğrafyalara yayıldıklarına da değindi. Öğrendim ki Çepni cesaretli Türk demekmiş…

Bu akşam Farabi ve İbn-i Sina’da konuşmacılar vasıtasıyla iki defa toplantıya misafir oldular. Yüzlerce yıllık zamanı mekânı aşıp bu yüzyıla gelmek kolay iş değil, -toplantıya katılımları ilimleri bahsiyle olmasa da- onları bugüne taşıyan, konuşulur kılan sır, elbette ki ilimleri idi. Ben de sözümü daha fazla uzatmadan bu akşam Farabi’den öğrendiğim bir sözle yazımı noktalamak istiyorum:

Farabi’ye, uzun konuşana ne yapmak gerekir? Diye sormuşlar şöyle cevap vermiş:
Kısa dinlemek gerekir. 

Türkiye’nin Büyük Çatısı (5)

Toplumsal problemler sadece sosyolojik, ekonomik ve siyaset kavramları ile çözülemez. Bu yaklaşımların yeterli olmadığı bütün dünyada da gözlenmiştir. Özellikle terörizm ve terörist ilişkisi etnik kimliklere dayalı olaylar Politik Psikoloji’nin alanına girmektedir.

Politik Psikoloji büyük grupların, kitlelerin ve ulusların birbirleriyle olan ilişkilerini ele alarak bu ilişkilerde rol oynayan psikolojik etmenleri değerlendirmektedir. Ayrıca Büyük grupları, onların liderlerini ve liderler arası ilişkileri psikolojik boyutu ile inceler. (Politik Psikoloji Derneği PPD www.ppd.org.tr).

Politik psikolojinin sorunlara yaklaşım yöntemi eklektik ve entegratif anlayışla derinlik(analatik) psikolojilerinin temeline dayanmaktadır.(PPD)

Türkiye’nin Büyük Çatısı ve Ortak Aidiyet” başlıklı çalıştaya Politik Psikoloji disiplininin kurucularından ve dünyadaki en önemli temsilcilerinden Prof. Vamık Volkan onur konuğu olarak katıldı. Dünya çapında bir psikiyatrist olan ve politik psikoloji disiplininin temellerini atan Vamık Volkan Politik Psikolojik olarak olaylara yaklaştı. Önemli gördüğüm için sözlerininin tamamını aktarmaya çalışacağım.

“… Toplumlardaki çatışmalar psikoloji nedeniyle ortaya çıkmaz. Ekonomik, politik veya başka nedenlerden dolayı olabilir. Bu gerçek süreçler nedeniyle problemler ortaya çıkar. Ondan sonra psikoloji bunlara bulaşır. Bir örnekle anlatayım: Benim bir arkadaşım vardı, kendisi Amerikan büyükelçisiydi. Bu kişi, Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettiği zaman 7 ay orada kalmıştı. O diyor ki diplomasi basketbola benzer. Bu oyunda takımlar karşılıklı basketler atıyor ve sonunda biri kazanıyor; diğeri de biraz atıyor ama daha çok atan kazanıyor. Düşünün ki bir fıçı zeytinyağını basketbol sahasına dökelim. O zaman basketbol oyunu karman çorman olur. Psikoloji bazen işe karışıyor ve toplumsal konuşmaları, planları bozuyor. İşte bizim işimiz o zeytinyağını silmektir. Ben şimdi bu zeytinyağından söz edeceğim.

Konumuz büyük grup kimliği. Kimlik demek öznel bir sezgiye sahip olmanız demektir. Mesela sizin karşınızdaki kişiye göre durumunuz değişiyor, ama siz sonuçta aynı kalıyorsunuz. İşte büyük grupların da bir kimliği var. Milyonlarca insan aynı şeyi hissediyor. Bu kişiler normalde birbirlerini görmüyorlar bile. Kendilerine bir isim veriyorlar, mesela biz Türk’üz, biz Kürt’üz, biz Polonyalıyız diyorlar. Etnik, dini, milli gruplar ve bazen de politik-ideolojik gruplar vardır. Bunlar insanda çocukluktan itibaren gelişen şeylerdir. Doğduğumuz zaman her şeye uyarız; ailemiz ve çevremizin etkisi altında bir büyük grup kimliğini alırız.

Yani biz bir çadıra giriyoruz; bu çadırın önemi tarihe ve doğduğumuz yere bağlıdır. Mesela eğer Haydarabad’da doğmuşsanız o zaman dine göre bir durumunuz olur. Mesela Kıbrıs’ta doğmuşsanız dinle alakası olmaz durumunuzun, tamamen milli olur; ya Türk’sünüz ya da Rum’sunuz. Ülkede büyük bir grup kimliği var ve bunların bence en önemlisi etnik kimliktir. Çünkü etnik kimliğin bir tarihi var ve bu insanları birbirine bağlayan birşeydir. Biz bu kimliğe bir ad veriyoruz ve buna narsisistik bir yatırım yapıyoruz. Mesela biz herkesten farklıyız ve daha iyiyiz gibi bir şey söylüyoruz.

Bakın aslında narsizmin kendisi fena bir şey değildir. Yani insanın kendisine sevgisi olmazsa bir şey de yapamaz. Bir liderin yeterince narsizmi olmazsa o iyi bir lider değildir. Böylece gruplarda da narsizm temelinde bir yatırım yapıyoruz. İnsanlarda ve kimlikte bazen abartılmış narsizm görülür. Büyük gruplarda da aynı şeyleri görüyoruz. Mesela Sovyetler çöktükten sonra Ruslar’da abartılmış bir narsizm ortaya çıktı. Siz de Osmanlı çöktükten sonra abartılmış bir narsizm ortaya çıktı mı çıkmadı mı bir düşünün bakalım. Mesela bir Türk dünyaya bedel lafı burada abartılmış bir narsizm örneğidir. Bu o zaman iyi miydi yoksa fena mıydı? Herşeyi tarihe göre anlamamız lazım. Bir imparatorluk çöküyor, beş milyon insan ölüyor, ama karizmatik bir lider çıkıyor, toplum toparlanıyor. Demek ki bu iyi bir şey.

Yani özgüven vermek için bu şekilde bir süreç ortaya çıktı. Zaman geçtikçe gerçeği görmeye başladık ama. Batılıydık ama 2. derece. İşte o zaman da içimizde bir aşağılanma duygusu oluşmaya başladı. Bazı toplumlar için yapılan ilmi deneyler ve çalışmalar var. Mesela bu odadaki herkesi alalım ve size bir isim verelim: Ekopolitik Grubu. Ve Tarık’a grubun başı olma görevi veriyoruz. Tarık göreve başlıyor. Sonra görevi durduruyor ve lideri grubun içinden çıkarıyorum. O zaman bir deney yapıyoruz. Bu grupta lider yoksa iki tür olay ortaya çıkar. Birisi ‘narsisistik’ olaydır, diğeri de ‘paranoid’ olaydır. Birincisinde yeni bir lider bulursunuz; ortaya çıkan karmaşadan o liderin sizi kurtaracağına inanıyorsunuz. Veya paranoid bir durum ortaya çıkıyor; ortak düşmana karşı birleşelim fikrine sarılıyorsunuz. Elbette buradaki sınırlı sayıdaki insan için bu deneyi yapmak mümkün, ama mesela bir milyon insan için nasıl yapacaksınız? Biz bunun için de bazı yollar bulduk. Ben mesela 30 senedir bazı düşman grupları biraraya getirmek suretiyle çalışmalara devam ediyorum. Bunlar tabi yıllar süren süreçler. Mesela İsrailliler ile Araplar, Ruslar ile Amerikalılar, Hırvatlar ile Boşnaklar gibi. Bu adamlar diyelim üç ayda bir biraraya geldiklerinde konuşurken kendi gruplarının sözcüsü oluyorlar. O zaman büyük grup hakkında bir fikriniz oluyor. Veya göçmenleri dinleyin, aslında onlar da sadece kendilerinden değil ‘biz’den bahsediyorlar.

Ben yaklaşık on yıl kadar Başkan Jimmy Carter ile çalıştım ve birçok dünya lideriyle görüştüm. Mesela Yaser Arafat ile Gorbaçov ile veya başka insanlarla konuştum. Toplumda bir kriz olduğunda ve siz o toplumun liderleriyle konuştuğunuzda yine o toplumun büyük grup kimliğine ilişkin bir şeyler duyuyorsunuz. Bu şekilde yavaş yavaş ‘büyük grup psikolojisi’ diye bir şey geliştirmeye başladık. Bu büyük gruplarda kişilerde olduğu gibi gerilmeler oluyor. Hatta büyük gruplarda gerilmeler daha sık oluyor. Bence büyük gruplar daima gerilim içinde. Şahıslarda bunları aşacak psikoloji olabiliyor; ama toplumda bunlar da olmuyor. Türkiye’de gerilim var mı diye sorarsak benim dinlediklerimden anladığım evet var. Peki ne demek bu gerilim? Ben bunun işaretlerinden bazılarını sayacağım.

Türkiye’ye yansımalarını da sizden öğrenmek istiyorum.

Birincisi, bir travma olduktan sonra halk bir lider etrafında birleşiyor. Hatırlayın 11 Eylül’den sonra Bush’un bile aldığı destek oranı %90’lara çıkmıştı. Peki ne oluyor bu süreçte? Eğer lider gerçek ilefantaziyi ayıramazsa yeni bir süreç başlar. Bush ayıramadı. O zaman da toplumda bir ayrılık oluşuyor.Ya bu taraftasın ya da öbür tarafta. Bence Türkiye’de de toplumda büyük ayrımlar var. Bu süreçlerde dünyanın her yerinde “Biz kimiz?” suali ortaya çıkıyor. Bu sualle birlikte büyük gruplar değil de küçük etnik gruplar moda olmaya başladı. Aynı zamanda bu biz kimiz sorusu dine de karıştı. Tabi burada Amerika Sovyetler arasındaki yeşil kuşak sürecinin de etkisi çok oldu. Bu durum Türkiye’yi de etkiledi. Böylece biz kimiz sorusu etnik olmakla birlikte dini etkileri de taşıdı. Ortalık daha da karıştı. Türkiye’yebaktığınız zaman da hem dini hem de etnik parçalanmayı görüyorsunuz. Bunun yanında toplumda ilkel mekanizmalar gelişiyor. Bunlar ‘içe alma’ ve ‘dışarı vurma’ mekanizmalarıdır. Birçok şeyi içimize alırken fena bulduğumuz şeyleri ise dışarı tükürürüz. Ancak insan geliştikçe bu gibi mekanizmalar daha aşağı iner. Eğer bu gerilim toplumda olursa toplumda şizofreni gibi bir durum ortaya çıkıyor. İşte o zaman ‘körü körüne inanç’ ortaya çıkıyor. İnsanlar o zaman liderin verdiği her propagandayı yiyor. Belki şahıs olarak düşünebiliyorsunuz, ama grup olarak verilen herşeyi yiyorsunuz. İkincisi bunun yanında bir de paranoid reaksiyon veriyorsunuz toplum olarak. Mesela Arnavutluk’ta Enver Hoca vardı ve orada 7500 bunker vardı, havaalanında indiğiniz zaman görüyordunuz. Türkiye’de bu iki reaksiyonun nasıl olduğunu tartışmamız lazım.

Bu süreçte magical thought (sihirli düşünme) ortaya çıkıyor, tabi bunun da türleri var. Bununla birlikte bir de abartılmış fundamental din ortaya çıkıyor. Burada Amerika’daki din anlayışından bahsedeyim; oradaki din Avrupa’dakinden çok farklıdır. Avrupa çok uzun zamandır Hıristiyan olduğu için yavaş yavaş onu kültürel bir Hıristiyanlığa çevirmişlerdir. Ama Amerika’da böyle değildir. Her büyük grubun bir doğuşu vardır ve ona göre de bir psikolojisi vardır. Mesela Amerika sentetik bir ülkedir ve dini olarak ve de ırkçılıkla doğmuştur. Amerika’nın %5’i abartılmış dini olan insanlardır. Ondan sonra hudut problemleri ortaya çıkıyor. Her milletin kanuni hudutları var ve bu genelde kolaydır. Bir de psikolojik hudutlar var. Mesela türban meselesi bir hudut meselesidir.

Yani biz kimiz ve buradaki hudut bizim kim olduğumuzu belirtiyor diyorsunuz. Ayrıca insanlarda confusion(karışıklık,bozulma,düzensizlik) da artıyor. Mesela birinin ailesinin bir parçasının kimliği farklı, diğerinin farklı oluyor; o zaman da confusion ortaya çıkıyor. Düşünün ki ülkemizde Türkler’le Kürtler evleniyorlar, onların çocukları nasıl hissediyorlar, bunu da konuşmak lazım. Toplumlarda gerileme oldu mu tarihin imgesi ortaya çıkıyor. Biz insan olarak gerileme hissettiğimizde evimize gidip eskiden kalmış olan kimi şeyler ararız ve onunla bir çıkış yolu buluruz. Büyük gruplardan bahsediyorsak o zaman belki de milyonlarca insanın paylaştığı bir sosyal, politik süreçten bahsediyoruz demektir. İşte büyük gruplarda bir gerileme olduğu zaman onlar da tarihlerine dönüyorlar. Bugün Türkiye’de Ergenekon var, sanki başlangıcımızın uzantısı. Bununla birlikte gündeme seçilmiş travmalar gidiyor. Kişisel olarak travma yaşadığımızda çocukluğumuza döneriz; toplum olarak travma yaşadığımızda ise tarihimize döneriz. Her büyük grubun yaşadığı trajediler vardır. Öyle şeyler oluyor ki siz yaşıyorsunuz ama akrabalarınız belki aileniz ölüyor ve sizde bir kabahatlik duygusu doğuyor, yaşama kabahati. Ve bu süreçleri yaşarken de düşmana assertive davranamıyorsunuz.

Mesela Gazze’de insanlar İsrail askerine bir şey yapamıyor ama yapmak istiyor; onun için herkes cebinde bir taş taşıyor ve bir İsrail askeri gördüğü zaman cebindeki taşa dokunup kendisini büyük grup kimliğinin bir parçası olarak hissediyor. Mesela Kıbrıslı Türkler esaret altında yaşarken bir sürü kafes alıp içlerine kuşlar koyup, esaret altında olanın kendileri değil kuşlar olduğunu söyleyerek o zor günleri geçirdiler. Yani yas tutamıyorsunuz. Toplumsal olarak hepinizin yaşadığı bir olay var ve o olayın imajı sizin kimliğinizin bir markası oluyor. Yani yasını tutamadığınız süreçleri nesilden nesile aktarıyorsunuz, onlara aktardığınız ödevlerin hepsi o olayla ilgili. O olaydan sonra doğanların normalde o olay hakkında bir fikirleri yok; ama onlara verilen ödevler onları da birbirine bağlıyor. Ve o olayın ismi bir damga gibi onların kimliğine vuruluyor. Toplumda bir gerileme oldu mu bu olay tekrar alevleniyor. İşte eski olaylarla ilgili duygular alevlendiğinde bugünkü çatışmalardan kaynaklanan duygular da alevleniyor ve bunlar birbiriyle birleşiyor. Biz buna ‘zaman çökmesi’ diyoruz. Zaman çökmesini ayırmadan bu işi yapamayız.

Bir de hak edilme ideolojileri (entitlement) ortaya çıkıyor. Felaketlerden sonra bir ideoloji ortaya çıkıyor. İnsanlar diyor ki, gelecekte birgün benden alınan şeyi geri alacağım, bu benim hakkım. Mesela Yunanlılar’ın ideolojisi var ya, Megali İdea. Bu tür şeyle çok kötü sonuçlar doğurabilir. Bunun yanında bir de arınma, arındırma veya saflaştırma (purification) ortaya çıkar. Mesela yeni Türkiye doğduğunda bir saflaşma ve saflaştırma süreci ortaya çıktı. Fes yerine şapka kravat takmaya başladık; eski harfler yerine yeni harfler aldık vb. Bunlar arındırma süreciydi. Bana göre Türkiye’de şu anda yeni bir arındırma var ve bu yeni arındırma eski arındırmayı ortadan kaldırıyor. Bu doğru mu değil mi size soruyorum. Bu çok kötü bir şey. Bir de ırkçılık meselesi var ki bu parçalanma devam ettikçe ben ırkçılığın ortaya çıkmasından korkuyorum. O çıktı mı mahvoluruz. Sual bunu nasıl önleyeceğimizle ilgilidir.

En son olarak da liderlerin şahsiyetlerinden bahsetmek istiyorum. Bir ülkede gerileme oldu mu liderin şahsiyeti çok önem kazanır. Bakın Amerika’da 8 yıllık başkanlığı süresince tüm dünya sıkıntı çekti; paranoid ve narsisistik karışımı bir psikolojiyle bu oldu. Şimdi ise Amerika’da bir mucize oldu, bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini henüz bilmiyoruz. Eğer gerçekleşirse Türkiye’ye de yansıyacaktır, ona göre hazırlanmak lazım. Sevdiğimiz şekildeki demokrasi tekrar dünyaya gelebilir. Liderin şahsiyeti gerilime giren toplumdaki süreçleri ya alevlendirir ya da onarır…”

Bir fıçı zeytinyağı dökülmüş bizim bu zeytinyağlarını kimlerin dökdüğünü iyi öğrenmemiz gerekir. Ayrıca derhal sağa sola bakmadan sahadan bu zeytin yağını silmemiz gerekir ki kimsenin burnu kanamadan bu sahada güzel seviyeli basketbol oynansın ve seyredilsin..Sahaya zeytinyağı dökülmemesi konusunda uyanık olup gerekli tedbirleri tüm toplum olarak almalıyız.

Milletçe El Ele Vermek

Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı tarafından yayımlanan Türk Dünyası Tarih Dergisi’ni okuma alışkanlığı olan herkese tavsiye ederiz. Bu değerli Dergi önemli bir boşluğu doldurmaktadır. Nitekim, Eylül 2009 Sayısında ismi üzerinde maksatlı tartışma yaratılan Selahattin Eyyübi’nin Türklüğü ele alınmaktadır. Aynı sayıda Avşarların Torun Oymağı da araştırılmıştır (0212 51 10 06).

Batı’yı iyi tanımak gerekiyor. Belçika’da fiziki şiddet görerek öldüğü ileri sürülen Türk mahkûm Mikail Tekin‘in durumunu incelemek üzere cezaevini ziyaret etmek isteyen TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Heyeti’ne izin verilmemiştir. Cezaevinde veya nezarette fiziki şiddet görerek öldürülen Türklerden sadece birisidir rahmetli Mikail Tekin.  Kendi ülkesini zor duruma düşürmek için ellerinden geleni yapan malûm sözde insan hakları koruyucusu çevreler, bu konuda ses bile çıkarmadılar. Çünkü; onların asıl sorunu kendi ülkeleri ile kavgalı olmaktır.

Geçenlerde bir haber dikkatimi çekti. CIA’de başkanlık yapanlar bir araya gelmişler ve Obama’dan işkence soruşturmalarına ara verilmesi için talepte bulunmuşlar. ABD işgal ettiği her yerde sivil halka bile işkence uygulamaktadır. Habere göre, bu soruşturmalar CIA’nin ve ABD’nin itibarını kırıyormuş. Haberi dinleyince Şemdinli’de malûm olaydan kısa bir süre sonra suçlanan kamu görevlileri aklıma geldi. Üstelik bu suçlama icranın başı olan Başbakan tarafından yapılmıştı. Olaydan çok kısa bir süre sonra da Roj TV yayına geçmişti.

Bayramda Urfa’da bir camide Kürtçe hutbe  okunduğu basında yer aldı. Vatandaşın Türkçe ile sorununun olmadığı TRT’nin Güneydoğu’da 1992, 1994, 1998 ve 2000 yıllarında yaptırdığı araştırmada ortaya çıkmıştı.  Kürtçe hutbe, egemenlik haklarını paylaşmaya dönük maksatlı bir teşebbüstür. Türkiye’ye karşı Kürtçe bir malzeme olarak kullanılmaktadır. Bu ve bu gibi olaylara fırsat verenler de maalesef sandıktan çıkıp ülkeyi yönetmekte olanlardır.  Bu da aslında demokrasiyi yıpratmaktadır. Ülkenin ve kendini Türk olarak hissedenlerin Kürtle ve değişik mahalli dillerle bugüne kadar bir sorunu olmadı. Ancak, bundan sonra herhalde olması isteniyor ve ısrarla tahrik ediliyor. Ondan sonra da  “milletçe el ele vermemiz gerektiği” söyleniyor. Siz toplumu böyle ayrıştırırsanız “Türkiye’de başkaları da var. Türkiye sadece Türklerin değil” ve benzeri yanlış ve talihsiz beyanlarda bulunursanız; Türk Milleti nasıl el ele verecek.

Ülkeyi yönetenlerin Mehmet Akif’i ve II. Abdülhamit‘i tekrar gözden geçirmeleri ve ders almaları gerekiyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde İşkodra‘da hutbenin nasıl okunacağı ihtilafı çıkar. Bazıları Türkçe, bazıları ise; Arnavutça okunmasını isterler. Konu alevlenir ve çatışmaya dönüşecek noktaya gelir. Soruna II. Abdülhamit müdahale eder. Hutbenin resmiyetle ilgili bir yönü olduğunu belirtir ve Türkçe okunmasını ister.

Aslında eğitim dili devletin dilidir. Mahalli dillerin öğrenilmesine bir engel yoktur ama; öğrenme ile eğitim farklı olduğundan eğitim dili devletin dili ile olur. O da bir dünya dili olan Türkçe’dir. Eğitim dili gibi para basma, vergi toplama, yargı hakkı ve yargı dili, yasa yapma ve uygulama, ordu kurma bir ülkenin egemenlik hakları ile ilgilidir. Ciddi hiçbir devlet bu haklardan hiçbirini devretmek için adam aramaz ve kimse ile paylaşmaz. Ancak, bugün Türkiye’de demokratikleşme adı altında oynanan orta oyununda milli ve üniter yapının federal yapıya dönüştürülmesi ve egemenliği paylaştırılması yönünde eğilimler vardır. Bunlar anayasaya aykırı olduğu gibi; Türkiye Cumhuriyet’ini kuran, milli mücadeleyi gerçekleştiren milli iradeye de aykırıdır. Terör örgütünün isteklerinin önemli bir bölümü, önce Kürt açılımı daha sonra da demokratik açılım adını alan ve hafifletilen bir süreçte gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Şimdi de korucular ile uğraşılmakta,  silahlarını teslim etmeleri gündeme gelmektedir. Artı ve eksileri ile koruculuk sistemi terörle mücadelede ve istihbarat toplamada önemli görevler yerine getirmiştir. Her halde, bundan böyle terörle mücadelede kararlılık sürdürülmeyecektir ki; bu ve benzeri işi sulandırıcı, önleyici engeller ortaya çıkarılmaktadır. “Terörist başının yol haritası da değerlendirilebilir” diyen bir anlayıştan hayırlı bir iş beklenemez. Kürtçe bilmeyen Kürtlükle ilgisi olmayan terörist başının bir broşürde şu ifadesi dikkat çekicidir: “Ben Kürt Halkının mücadelesini bir Kürt olduğum için değil; bir sosyalist olduğum için giriştim” (Öcalan ve Y. Küçük, Kürt Bahçesinde Söyleşi, Anakara 1993, sh. 37). Bir dönem hızlı sosyalist olup da bugün dönenlerin önemli bir bölümü Kürt olmadan Kürtçülük yapmaktadırlar.

Eğitimsiz Bir Öğretim

0

Ziya Gökalp(1876-1924), talimi (öğretimi) ve terbiyeyi(eğitimi) bir birinden tefrik ederek ayrı ayrı tarif ediyordu. Yaşadığı yıllarda başta İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Bey’in benimsediği ‘terbiyenin gayelerinden birinin de, “müstahsil yetiştirmek” şeklindeki yaklaşıma karşı çıkıyor ve bunun öğretimin bir hedefi olabileceğini ifade ediyordu. Bu yaklaşımı, “babalara, öğretmenlere ve çocuklara terbiyenin gayesi ‘çok para kazanmak’ suretinde gösteriliyor” sözleriyle eleştiriyordu. O, “terbiye başka, öğretim başka”, diyerek, öğretimin gayesinin çocuklara ilk bilgileri vermek, gençlere ise meslek ve ihtisas bilgilerini sunmak; terbiyenin gayesinin de özellikle idareci sınıfı teşkil edecek olan fertlerde fayda gütmezlik, karşılık gütmezlik, fedakârlık duygularını artırmak olduğunu, dile getiriyordu. Bilhassa milleti idare edecek olan hukukçu, tabip, yazar, memur, öğretmen gibi seçkinlerin, fayda gütmezlik, vatanseverlik, fedakâr bir karakter ile yetiştirilmemelerinin, memleketi felaket içersinde bırakacağını savunuyordu (Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s. 44-45).  

Gökalp, “memleketimizde maarif yayıldıkça ahlak bozuluyor, maneviyat yıkılıyor; ruh hastalıkları, zihin buhranları artıyor… Bizde en büyük ahlaksızlar en çok malumat sahibi olanlar arasında ortaya çıktığı halde, sağlam milletlerde en büyük âlimler, ahlakça da en faziletli insanlardır”, (Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri, s.324) şeklindeki çarpıcı ifadeleriyle de zamanının eğitim sistemine ve felsefesine eleştiriler getirmiştir. Derinlemesine düşünüldüğünde onun bu eleştirel tespit ve değerlendirmelerinin, günümüzün eğitim sistemiyle ve insan yetiştirme anlayışıyla ilgili ortaya konulacak yaklaşımlarla paralellik arz ettiği de görülmektedir.

Gökalp’ten yaklaşık bir asır sonra, tanınmış sosyal-psikolog Doğan Cüceloğlu’nun neler söylediğine bir bakalım, “Ben Amerika’da yirmi beş yıl kalmış bir insan olarak şöyle bir gözlem yapıyorum. Amerika’da hiç eğitim görmemiş insanla aynı odada kalmaktan korkarım. Beş dolar için gırtlağını kesebilir. Eğitim orada gerçekten bir fark yaratıyor. Eğitim düzeyi yükseldikçe, uygar, olgun, sorumluluk sahibi, verdiği sözü tutan, kişisel bütünlüğü olan bir insan olma yolunda ilerliyor. İstisnalar olabilir ama genellikle böyle.

Türkiye’ye gelip baktığımda iki faktör görüyorum. Şehirleşme ve eğitim. Türkiye’de şehirleşmiş ve eğitim görmüş insandan korkuyorum. Kesinlikle insafsız, kendinden ve kendi yakınlarının çıkarından başka bir şey düşünmüyor… İliğini sömürür bitirir, hiç acıma duygusu da yoktur. Ama şehirleşmemiş, okumamış, saf köylü olarak kalmışsa onda değerler bilinci çok yüksektir. Sanki eğitilmiş Amerikalı.

Benim analığım yörüktü. Annem öldükten sonra babam yeniden evlendi. Biz ona anne demedik, Ayşe teyze dedik. Ben daha on yaşındayım, sapanla vicik dediğimiz küçücük kuşu vurmaya çalışıyorum. ‘Vurma oğlum’ dedi. Ben, sen ne bilirsin Yörük karısı tavrı içinde, ‘Ne var parmak gibi küçücük kuş’ dedim. Analığımın cevabı: “Yavrum! Canın küçüğü büyüğü olur mu? Allah her birine bir can vermiş. Vurma yavrum günah” dedi. Şu derinliğe bakın. Okuma yazması yok bu kadının. Yıllar sonra bunun anlamını anladım. Anladığımda ağlamaya başladım… Biz bütün insanlar kardeştir deyince sanki çok şey söylüyoruz. Kadın bunları aşmış. Canlardan oluşan bir aile, büyük küçük yok. Hepsi birbirine eşit. Onur eşitliliği var. Canın büyüğü küçüğü olur mu? Allah hepsine can vermiş… (Altınoluk Dergisi, Aralık 2002).

Psikiyatrist Kemal Sayar da, bir başkasının duygularını anlamayan, bir başkasına hizmet etmeyi kendisi için bir yük sayan, ‘ben kültürü’ yüksek, ötekini tehlike olarak gören bir nesil yetiştiğini belirtiyor. Ayrıca Sayar, ‘Tanrı yoksa her şey mubahtır!’ düşüncesiyle hareket eden, ahlaki değerlerden ve insani duygulardan yoksun, anne babaların narsist anlayışları ile dayatılmış ve tasarlanmış hayatların ürünü olan ‘hormonlu çocuklar’ ve gençler yetiştirildiğini ifade etmektedir.

Sayar ayrıca, “eğitim sistemini yarışmacı esaslar üzerine kurduğunuz zaman, özellikle gençler, hayatı zalim bir yarış olarak algılıyorlar. Bu da başkalarına dirsek atmalarını, çelme takmalarını mubahlaştırıyor” şeklindeki sözleriyle de eğitim sistemimizin nasıl bir insan yetiştirdiği noktasında önemli tespitlerde bulunuyor(Zaman Pazar, 3 Ağustos 08, s. 7).

Ziya Gökalp, Kemal Sayar ve Doğan Cüceloğlu’un yaptığı tespitler ile verdiği örnekler, öğretim görüp de eğitimden yoksun olmanın ya da yaygın bir şekilde kullanılan ‘okuyup da adam olamama’ deyiminin mana muhtevasını çok iyi yansıtmaktadır.

Marifet ve fazileti veya bilgi ve değeri ya da ta’lim ve terbiyeyi ahenkli bir biçimde sağlayan ve olabildiğince güçlü bir eğitim sistemine ve bu sistemin ürünü olan fertlere ihtiyaç vardır. Bilginin yanında vicdan da gereklidir. Ehli ilim ve ehli dil (gönül) birlikteliği sağlanmalıdır.

Eğitimli olma ile öğretimli olmanın farklı şeyler olduğu, diploma sahibi olmakla eğitimli olmak aynı şeyler olmadığı anlaşılmaktadır. Öğretim sahibi olma salt bilgi sahibi olmayı ifade ederken, eğitim sahibi olmak hem bilgili hem de ahlaklı olmayı ifade eder.

“Bayramlar Bayram Ola”

‘Yaşayan Yunus’ diye tarif ettiğimiz Üstad Abdürrahim Karakoç’un muhasebe geleneğine hasrettir bizim bayramlarımız. Her Ramazan ve her bayram eski bayramların tadını anma nostaljisi artık klişeden öte göz ve kulak tıkacıdır.

Irak sokaklarında sürüklenen başsız cesetlerimiz, Afganistan camilerinin avlularında yanlışlıkla (!) avlanan dindaşlarımız hangi bayram çikolatasının içinden çıkacak?

Filistin’in çocukları bu bayram neyin şekerini yiyecekler; mermilerin mi, dipçiklerin mi? Doğu Türkistan’ın hapishanelerine bayram sevinci yeni işkence seanslar olarak mı düşecek?

Siyasal ve ekonomik orgazmdan başka kuş tanımayanlar ümmet vücudunun diğer uzuvlarını nerden tanıyacaklar?

Hasbelkader takındıkları yaftaların öbür dünyada da cari olacağını mı düşünmekteler? Yoksa Hıristiyanların kaybettiği Endülüjans belgelerini onlar mı bulmuşlar?

Engin Şahin’in de tespit ettiği gibi muhafazakâr görüntülü iktidarımıza rağmen liberalleşiyoruz. Kapitalist ahlâk eşittir ahlâksızlık. Otomatik Müslüman, postmodern kul, fabrikasyon dindar..

Mütedeyyin tüketici neyi tüketmektedir: Kendini mi, değerlerini mi? Ne demişler; aç olan önce değerlerini yer. Sonra da ülkesinin insanlarını seyreder.

Kur’an bu ak cahiliyyenin tribün destekçilerini çılgın bir ateşle uyarır. Kendi adıma derdim uyanık kalmaktır. Bu yüzden bayramda dahi şom ağızlılık yapmak hastalığım vardır.

Vicdan elektro-şok’çusu Karakoç Usta’nın şiirini az akım verilmiş bayram elektiriğiyle paylaşmazsam hatırı kalır. Tedavülden kalkmış bayram kartı sayıla..

Giden bayramlardan almadık bir tat
Gardaş bu senenin bayramı nasıl?
Etiler’de bayram her gün, her saat
Bağdat’lı annenin bayramı nasıl?

İçinde boğulduk derdin, acının
Uykusu bitmedi şeyhin, hacının
Kardeşini şehit veren bacının
Yandıkça yananın bayramı nasıl?

Bizden sandığımız bize yabancı
Görünen simalar göze yabancı
Kabukta bayram var öze yabancı
Mübarek mânânın bayramı nasıl?

Sabahtan haber yok, ufuklar kara
Keşmir, Kabil, Kerkük hasret bahara
Urumçi dövünür, ağlar Buhara
Ya Saraybosna’nın bayramı nasıl?

Mücahit maddeye yapar akını
Rüşvetle tüttürür soygun çarkını
Kim gösterir kitapsızdan farkını
Resûl-u Zîşan’ın bayramı nasıl?

Fantasir Yâ Rabb! Niyetimizi imanımıza kanat yap. ‘Bayramlar bayram ola derim / Allah kerim.’

 

Yanlışa Devam

İnsan hatasız olmaz. Hata insana mahsusdur derler. Mesela futbolcular kaza ile kendi kalelerine gol atabilirler. Golü atan futbolcu bu hareketten dolayı son derece üzülür ve aynı hatayı yapmamak için gayret gösterir dikkatli olur. Böylesi münferit hareketler sonucu kötüde olsa bir kasıt olmadığı için normal karşılanır. Ama bir futbolcu aynı hatayı her maçta tekrarlarsa bu futbolcu takımdan uzaklaştırılır. Üstelik bu futbolcu acemi değil de jübilesi yaklaşmış biriyse takımın hocası tarafından kapı dışarı edilir. Hoca bunu yapmazsa takımın seyircisi tepkisini ortaya koyar, aleyhte tezahürat yapmaya başlar.

Bu ifadelerimiz futbol maçlarıyla ilgili. Aynı durum siyasi partilerde de yapılırsa ve hem de bunu yapan kendi kalesine gol sayılabilecek eylemleri yapan siyasi partinin kaptanı sayılan genel başkanı tarafından yapılırsa onu takımdan kim uzaklaştıracak. Üstelik kaptan kendi kalesine devamlı gol attığı için seyircisi yani oy verenleri azalıyor ancak fanatikleri yanında kalıyor.

Medyadan izlediklerimizde görüyoruz. Eski yanlışları ayrı bazı politikacılar kendi kalelerine gol atar gibi öyle yanlışlar yapıyorlar ki bu gidişle partilerini barajın altına düşürürlerse şaşmayacağım. Görme ve işitme duygusundan mahrum olmayan ve herkesin farkına vardığı bir çeteleşmeyi yok sayıp avukatlıklarını yapacaklarını söyleyebiliyorlar. Avukatlığını yaptıkları yarınlarda mahkum olurlarsa avukatlıkları iki paraya düşmez mi?. Sivil suçları işleyen askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasını içeren kanuna itiraz edip iptali için anayasa mahkemesine başvuracakları söyleminden sonra şimdi de Ergenekon sanıklarına bayram mesajı göndermek kendi kalesine gol atmak olmuyor mu? Silahlı güçlerin sivil otoriteye baş kaldırması suçuna neredeyse alkış tutuyor. Kendiside sivil otorite kategorisinde olmasına rağmen sebebi meçhul nedenlerle demokrasi karşıtlarının yanında yer alması siyasetçilere yakışmıyor. Siyasilerle mücadele siyasi arenada siyasetin kuralları ile olur. Siyasilere yakışan kim olursa olsun mücadele kendi aralarında olmalıdır. Siyasete dış müdahalelerde rakiplerin yanında olunmalı. Aksi takdirde 27 Mayıs, 12 Eylül müdahaleleri sonunda görüldüğü gibi milletimiz her zaman siyaset dışı güçlerin yanında değil tam tersine mazlumun yanında olduğunu göstermiştir. Bütün bunlar göz önündeyken hala aynı yanlışa devam etmek kendi kalesine gol atmak sayılmaz mı?