Eğitimde Gerçek Sancı

97

Dün gazetelerde, teması aynı olan “Eğitim Sancılı Başladı.” veya “Eğitim Sorunlar Yumağı” manşetleri yer aldı. Eğitimde otuz dördüncü yılına başlayan biri için bu ifadeler hiç yabancı değil. Alıştık. Sorun olarak ifade edilenlere bakıyorum, aynı şeyler: derslik ve öğretmen eksikliği, müfredattaki ani değişiklikler…vb. Hepsi, somut!

Aynı gün kentimizdeki ortaöğretim kurumlarından bazılarını ziyaret ettim. Bazı okullarda eğitim-öğretime başlanmıştı, bazılarında bir kaos vardı. Bir okul ise o gün tatile çıkarılmıştı. Öğretmenlerle öğrencilerin okul bahçesinde avare dolaştığı okullara da rastladım. İlk günün heyecanı, öğretmenlerin de öğrencilerin de yüzünden okunabiliyordu. Sürekli tekrar da olsa her başlangıç kişide heyecan doğurur. Bu, doğal.

Bir an düşündüm. Bu insanlar neyin peşinde, buraya niçin toplanmışlar? Bulunduğumuz ülke Türkiye olduğuna göre bunun cevabını Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçları’nda bulabiliriz. İlk paragrafta şunlar yazıyor: “Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek…” Sizce, okullarımızda uygulanan eğitimle yetişen insanlar bu amaçların ne kadar yakında veya uzağında? Buna sebep, medyanın “sancı” diye manşet yaptığı fiziki eksiklikler mi, eğitim sistemindeki yanlışlık mı, amaçlardaki insan fıtratına aykırı çelişkili yapı mı? Bir işte istenen sonuç alınamıyorsa ya işi yapanlar değiştirilir ya da iş sıfırlanıp yeniden ele alınır.

Bir doktor şifasına sebep olduğu hastasıyla, bir öğretmen model olarak yetiştirdiği öğrencisiyle, bir müzisyen yaptığı bestesiyle… övünür. Kişileri mesleğine bağlayan kendisine övünç hazzı yaşatan eserleridir. Hepimiz bu eğitim sisteminin ürünüyüz. Annemiz, babamız bu eğitim sistemiyle yetişti, biz bu eğitim sistemiyle yetiştik, öyle anlaşılıyor ki evlatlarımız ve torunlarımız da bu eğitim sisteminde yetişecek. Hepimiz bu sistemin ürünüyüz. Yetişen ürünlere bakıyorum. Bu ürünler içinde insanlığın ufkunu açan, mutluluğuna mutluluk katan bir şahsiyet, maalesef, göremiyorum. Bizden önceki nesil birbirini yedi, bizim neslimiz insanlık adına bir arpa boyu ilerleyemedi, bizden sonraki nesil de iç huzurunu kaybetmiş durumda. En az dört nesildir, hedefine ulaşamamış kaptan, dinginliğini sağlayamamış gölet durumundayız. Kaptan serseri mayın gibi dolaşıyor, gölet sinek üretiyor. Bu sistemin mimarları, ortaya çıkan insan tiplerine bakarak, eseriyle övünen sanatkar gibi övünç duyabilirler mi?

Odun, taş bir hammaddedir. Odundan kapı da yapılar, mobilya da. Taştan duvar da yapılır, heykel de. Bu maddelerden, eşyanın özelliklerine saygı göstermek kaydıyla, pek çok sanat eseri orya koyabilirsiniz. İnsan da hammaddedir. Ondan çıkaracağınız insan tipi, ona nereden baktığınızla alakalıdır. İnsan bir meta mıdır yoksa ete kemiğe büründürülmüş ruh mudur? Kanaatim odur ki, mevcut sistem, henüz bu konuda karar veremediği için ortaya çıkan insanda bir yeknesaklık sağlanmış değil. Bu, sadece Türkiye’nin değil, bütün insanlığın sorunu. İnsanlık, nedense, bulunması çok kolay olan bir gerçeği ya çok uzaklarda arıyor ya da görmek istemiyor. Çözüm, her türlü eğitimin insan fıtratına uygun yapılması. Çözüm, insanın kendisini doğru keşfetmesi ve fıtratına uygun eğitim sistemi geliştirmesidir. Bir eğitim sisteminin ahlaki, milli, içtimai, hukuki, dini, siyasi, iktisadi…vb. olması bence çok önemli değil. Önemli olan, onun fıtri olmasıdır. Fıtri olan bir sistem, hem ahlakidir hem siyasidir hem hukukidir hem insanidir hem dinidir hem Türki’dir hem millidir…

Dünyanın dibini, atmosferin derinliklerini, maddenin inceliklerini keşfetme peşinde olan insanlık, kendinden uzaklaştığının farkında değil. İnsanlık, kendisini tanımak istemiyor; çünkü bundan korkuyor. Bu korku, ülkemiz aydınlarında, eğitmenlerinde de mevcut. Korku duvarlarını aşmadan, kendimizi keşfetmeden, fıtratımıza uygun bir eğitim düzeni kurmadan gerçek huzura kavuşamayız. Bunun dışında bir arayışla eğitimde ömrünü tüketenler, belli bir yaştan sonra havanda su dövmenin pişmanlığını duyacaklardır. Geçen zaman, bir daha gelmeyecektir. Heder olmuş bir ömür! Fıtri bir eğitimin mihengi, kişioğlunun, yaşarken insani ihtiyaçlarının kolaylıkla giderilmesi ve öldükten sonra hesabını kolaylıkla verebilmesidir. Bu şaşmaz ölçüyü görmeyenler; kördür, sağırdır…; görmek istemeyenler; zalimdir, haindir…

Eğitimde sorun bitmez. Yanlış teşhis sancıyı kesmez. Sancı, uzaklarda değil, kafamızda yüreğimizde, bizde. Gelin, bizden sonraki neslin kurtarıcıları biz olalım. Daha ne istersiniz?