14.4 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 28, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1217

Yaşlandı

Gönül senden hoşlandı,
Yoksun diye içlendi.
Hasretinle haşlandı,
Gözler yine yaşlandı.

Kırık bir asa elde,
Aradı durdu çölde.
Adın dilde,  gönülde,
Gözler yine yaşlandı.

Bu kalp seni özledi,
Yıllar yılı gözledi.
Yüreğini közledi,
Gözler yine yaşlandı.

Hasretle yandı yıllar,
Kırkbin damar oldu har.
Sevgin eyledi pınar,
Gözler yine yaşlandı.

Yağmurla yer yaşlandı.
Dünya yine yaşlandı.
Senden ayrı yıllardır,
Gözler yine yaşlandı.

 

Hacim Kütle Meselesi – 3

Bu ülkenin ve de İslam  ülkelerin üniversiteleri ne iş yaparlar?
İTÜ- ODTÜ v.b.
Ticaret ve sanayi odaları ne iş yaparlar?
Yoksa daha öncelikli meseleleri mi var?
Japonya 2. Dünya Savaşından iki tane atom bombası yemiş olarak çıktı. Bugün dünyanın ekonomi ve teknoloji devi.
Biz ne 2. Dünya savaşına girdik, ne de atom bombası yedik.
Japonya ile Türkiye’yi kısaca kıyaslarsak bugün Japonya’nın yüzölçümü Türkiye’nin yüzölçümünün yarısı, nüfusu da bizim 2 katımızdır ayrıca toprağı da tarıma bizim ki kadar elverişli değildir.
Orada kişi başına düşen milli gelir 34.000 dolar bizde ise 5.500 dolar civarındadır. Görüldüğü üzere Japonya’nın milli geliri bizimkinin 6 katıdır.
Bugün ülkemizi Japonya’ yla kıyasladığımız zaman bizim ülkemiz yaklaşık 250 milyon nüfusu kişi başına 34 bin dolar milli gelirle geçindirebilecek konumdadır.
Heyhat! Heyhat ki ne heyhat!
Japonya sanayi ve teknoloji ile uğraşırken bizimkiler bu asil milleti yıllarca tarihinden, kültüründen, inancından, bizi biz yapan değerlerden koparmaya çalıştılar, hala da vazgeçmiş değiller.
Gel gör ki bugün biz nelerle uğraşıyor yâ da uğraştırılıyoruz.
Peki ya Almanya olmasaydı bugünkü işsizliğin üzerine 2,5 -3 milyon daha işsiz konulsaydı. Allah korusun millet açlıktan birbirini yerdi.
Bugün bir sosyal patlama olmuyorsa oralarda çalışan insanların gönderdiği zekât, fitre ve yardım paralarının büyük katkısı vardır.
Peki, tarihte değil insanları hayvanları bile aç bırakmamış bir milletin çocuklarına bu durum reva mıdır?
Bu milletin laneti müsebbipleri üzerinedir.
Allah (cc) onları dünya da da ahirette de bildiği gibi etsin.
Biz dönelim esas mevzuumuza.
Bugün Arap şeyhlerinin, Müslüman zenginlerin paraları İsviçre bankalarında yatar. Onlar bu paralara faiz falan vermezler ayrıca koruma ücreti de alırlar.
Elin keferesi uyanık Müslümanlar gibi saf değil ki. Siz üç kuruş kredi için IMF kapılarında dolanırsınız. IMF heyeti Müslümanların parasıyla Müslümanları teftiş eder.
Sonra kütleden bahsedersin. Özgül ağırlığın kaç gram gelir?
İslam Dünyasının bugün acilen IMF benzeri bir bankası olmalı bunu da sömürü için değil insanlık için kullanmalıdır.
Yoksa çok daha müslümanın parasıyla bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri sömürürler.
Günümüz dünyasında uluslararası arenada izzet itibar sahibi olmanın başka bir yolu da kendi güvenliğinizi kendinizin sağlayacak durumda olmanızdan geçer. Güvenliğinizi NATO ya havale etmek sizi garantiye almaz. Esas NATO ya karşı güvenliğinizi garantiye almak durumundasınız.
İnanmazsanız Irak’a ve Afganistan’a bakın.
Bize bir şey olmaz demeyin.
Bugün ABD İran’a giremiyorsa sevdiği için değil, nükleer gücünden çekindiği içindir.
Demek ki güvenliği garantiye almanın yolu nükleer güce sahip olmaktan geçer
Bilmem anlatabildim mi?
Nükleer güç sahibi olmak zor ama imkânsız değildir.
Bugün akbabalar nasıl İran ve O’nun yönetimini gagalıyorlarsa aynısını size de yaparlar. Bütün bunlara rağmen İran emin adımlarla ilerleyebiliyor. Pakistan yıllar öncesinden ATOM bombası yapabiliyor. Peki bizim bu devletlerden yada tarihi bile olmayan dünkü İsrail’den neyimiz eksik.
Bizim gibi 3 kıtaya adalet götürmüş ecdadın torunlarına yakışıyor mu? Bu durum
Bütün bunları yaparken de Rahmetli Ziya’ül Hak’ın başına gelenleri unutmamak tedbirli olmak gerekir.
Evet, Zor mu? Zor.
Ama görüldüğü gibi imkânsız değil.
Kurtuluş savaşı yıllarında bizim yerli yapım uçağımız vardı.
Yoksa.
Nuri Demirağ’ı unuttunuz mu?
Belki de hiç duymadınız.
Haklısınız.
Sabancı’nın da fabrikalarını kapatın bakalım. 80 sene sonra Sabancı’yı hatırlayan olur mu?
Avrupa 2. dünya savaşından sonra yıkılan sanayisini tamamlarken biz kendi elimizle kendi sanayi ve iş yerlerimizi kapatıyorduk.
Sonra da Avrupa’ya bu vatandaşlarımı ben doyuramıyorum al sen doyur diye işçi olarak gönderiyorduk. Şu an hala da doyuramıyoruz ya.
Bir hastaya yıllarca aynı reçete uygulandığı halde iyileşme olmuyorsa ya reçete değişmeli ya da doktor değişmelidir.
Aksi durum ya cehalet ya da ihanettir.
Esas mesele organ naklindeki doku uyuşmazlığıdır.
İnşallah bu asil millet bu meseleyi de kısa zamanda aşacaktır.
Yarınınızın bugününüzden aydınlık olması temennisiyle..

Türk’ü Türk’e Yerenlere İnat, “Ne Mutlu Türk’üm Diyene”

Türklerin, “1915 olaylarında” Ermenilere soykırım yaptığı iddiası, ABD senatosunda kabul edildikten sonra son olarak ta İsveç Parlamentosunda kabul edildi.

Başlangıçta, tarihi bir olayın alakasız üçüncü ülkelerin parlamentolarında kabul edilerek bir baskı aracı olarak kullanılması deli saçması ve mantıksız görünüyordu. Ancak Ermeni Diasporasının sistemli ve azimli çalışmaları semeresini vermeye devam ediyor. Böylece 20 ülkenin parlamentosu soykırım iddialarına destek vermiş oldu. Bu ülkeler şöyle: Uruguay (1965), Kıbrıs Rum Kesimi (1982 , Arjantin (1993), Rusya (1995), Kanada (1996), Yunanistan (1996), Lübnan (1997), Belçika (1998), İtalya (2000), Vatikan (2000), Fransa (2001), İsviçre (2003), Slovakya (2004), Hollanda (2004), Polonya (2005), Almanya (2005), Venezuela (2005), Litvanya (2005), Şili (2007), İsveç (2010).

Bütün bunlar bizleri muhakkak rahatsız ediyor. Ancak beni bunlardan daha çok rencide eden içimizdeki “tarihimizle hesaplaşmalıyız” sloganı altında “Türk’ü Türk’e yerenler.”  Ermenilerden özür dileyen sözde aydınlar, 30 bin Kürdü öldürdüğümüzü söyleyerek Nobel ödülü alan yazar ve benzerleri. Devletten beklentisi sadece iş ve aş olan çeşitli alt kimlik mensuplarından, azınlık yaratmaya çalışan, etnik ayrımcılığa çanak tutan siyasetçiler.

Her fırsatta utanılacak bir geçmişimiz olduğuna dair yayınlar yapan, medyanın demirbaşı olan eski sosyalist, neo- liberal yazarların başını çektiği ve maalesef muhafazakâr (!) yandaş medyanın Türk olmaktan utanan yazarlarının iştirak ettiği koro, bizi Türk olmaktan utandırmaya çalışıyor.

“Türk’ün Türk’e propaganda yapması” diyerek küçümsedikleri için, güzel hasletlerimizi, tarihimizde övünülecek başarılarımızı ve mevcut üstünlüklerimizi farkındalık yaratabilmek açısından dahi anlatamaz olduk.

Bizim söylediklerimizi pek dikkate almazlar. Ancak pek hayran oldukları Batılıların Türkler için söylediklerini hatırlatmak istiyorum. Türk milletinin hain kontenjanından geçinen bu yazar taifesine inat... Türk olmanın gururunu bir kere daha yaşamak ve şöyle derin bir temiz hava teneffüs etmek için…

İsterseniz öncelikle Ermeni soykırımı iftirasını kabul eden İsveçlilerin atası Demirbaş Şarl ile başlayalım.

“Poltava’da esir oluyordum. Bu benim için bir ölümdü, kurtuldum. Fakat bugün esirim, Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapamadığını onlar bana yaptılar, esir ettiler. Yalnız ayağımda zincir yok, zindanda da değilim; istediğimi yapıyorum.

Fakat bu defa da şefkatin, asaletin, nezaketin esiriyim. Türkler beni işte bu elmas bağa sardılar. Bu kadar âlicenap, bu kadar asil, bu kadar nazik bir milletin arasında hür bir esir olarak yaşamak, bilsen ne kadar tatlı.” (Demirbaş Şarl -İsveç Kralı -Ruslardan kaçıp Osmanlıya sığınmıştır)

İnsanları yücelten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur kadının namuslu olması. Bu iki meziyetin yanında hem erkeği, hem kadını şereflendiren bir meziyet vardır. İcabında tereddütsüz canını feda edebilecek kadar vatanına bağlı olmak. İşte Türkler bu meziyetlere ve fazilete sahip kahramanlardır. Bundan dolayıdır ki Türkler öldürülebilir, lakin mağlup edilemezler” (Napoleon Bonaparte – Fransız İmparatoru.)

“Irk ve millet olarak Türkler, bence geniş imparatorluklar içinde yaşayan kavimlerin en asili ve başta gelenedir. Dini, sosyal ve örfi faziletleri, tarafsız kimseler için birer takdir ve hayranlık kaynağıdır.” (Lamartine-Fransız Yazar, şair ve Devlet adamı.)

Türk, asillerin asilidir. Yapma olmayan, gösterişi bulunmayan bu pek yüce asalet ona tabiatın hediyesidir. (Pierre Loti)

Türk’ü anlamamak için tarihe göz yummak gerekir. Haksız saldırılar ve adi iftiralar önünde Türk’ün vakur kalışı, kuşku yok ki körlerin gerçeği, eşyayı anlamadıklarını düşündüklerinden ve körlere acıdıklarındandır. Bu soylu davranış o adi iftiralara ne açık bir cevap oluyor.(Pierre Loti)

Türklerle dost ol ama düşman olma. (Gianni de Michelis)

Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzünün en şerefli insanlarıdır. (La Martine)

Türkler kahramandırlar. Dostlarına zarar vermezler. Fakat kazanç getirirler. (Comenius -Çek Bilgini)

Türk askeri cesurdur. Anavatanını sever ve onun için gerekirse çekinmeden canını feda eder. (Albert Einstein)

“Türklerin ruhu yeniden parlayacak ve silah kullanmak için doğan bu kahraman milletin tarihi eski ışığını bulacaktır.” (Feldmareşal von Moltke -Alman Genelkurmay Başkanı)

Bütün milletler arasında en namuslu ve dostluk kurmada tereddüt edilmeyecek olan yalnızca Türklerdir. Henüz yabancı tesiri altında kalmamış olan bir köye gidecek olursanız; gerçek misafirperverliğin ne demek olduğunu orada görüp öğrenirsiniz.” (William Martin)

Türklerin biricik sevdikleri şey hak ve hakikattir. Ve hiçbir haksızlık yapmadıkları halde haksızlığa uğramışlardır. (William Pitt -İngiliz Devlet Adamı)

Her biri kendi alanında ünlü ve saygın yabancıların, biz Türkler için sarf ettiği bu övgü dolu sözlerin muhatabı olarak Türkmen, Kürt, Laz, Çerkez, Roman, Sünni, Alevi ayrımı var mı? Bu sözlerin muhatabı bütün alt kimlikleriyle bir bütün oluşturan Türk Milletidir.

Heyhat

Şişhane yokuşunda
boynuzu telden ayrılıp troleybüsler
yolda kalırdı her sabah
tıklım tıklım
..
yakası düğmeli gömlekler
vitrinleri süslerken
İstiklal caddesinde
gençliğimin
taze İstanbul günleri
….
boğaz vapurlarının
demli çaylarına yeni yeni alıştığım
para üstü bile beklemeden
bu kaçıncı sürgün
talebeliğime
Harem’den el sallayarak

melbusat torbasında disiplin
tüfek, tesisat
rahat, hazrol, rahat
gurbet üstüne gurbetimin acemi nöbetleri.
ne göl
ne de gül gördüğüm Isparta kışlarında
ser de hüzün
ser de muhtemel aşk
havada ayaz
içtima alanında hayaline uzandığım
deniz öylesi uzak
…..
bir elimde bafra sigarası
bir elimde zarf
avuçlarımı ısıttığım dumanında
tütsülenmişti
mektuplarım, şiirlerim

bilmezdim
ömrün sonbaharı gelecek
bilmezdim saçlarım kar misali.
gün olur
böylesi bir suali cevaplamak var.

divane.
haydi sandığında biriktirdiğin
hülyaları
şiirleri havalandır
….
ne
o eski İstanbul
var şimdi
..
ne de
ihtiyar kaleminle
aşk kokutabilirsin
şiirlerini
Heyhat…

 

Ülke selameti için olur mu olur

Pazar günü, Star Televizyonu’nun TMSF döneminde Genel Müdürlüğü’nü yapmış olan başarılı televizyoncu Cengiz Özdemir‘in babası Cemal Amcamız’ın Hakk’a yürüyüşü münasebetiyle Hereke’deydik.

Mütevazı yaşantısı ile Hereke’de sevilen sayılan bir adam olduğunu cenazeye katılan herkesin söylediği Cemal Amca’ya Mevla’dan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun.

Cenazeye Kocaeli’den katılan siyaset erbabı ile birlikte, Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar ve diğer sivil toplum kuruluşlarının yanında, Erkan Mumcu‘yu da gördük.

Mumcu, siyaseten nadasa çekilmiş. Bir lokma, bir hırkayla iktifa eden bir derviş görüntüsündeydi.

O gün orada bulunanların birçoğunun tanımakta güçlük çekeceği kadar değişmiş gördüm ben de kendisini.

Neler yapıyorsunuz diye sorduğumda,  kitap yazdığını, tüm zamanını bu işe ayırdığından bahsetti.

Umarım DP ile yapmayı denedikleri ilk birleşmede, o birleşmenin önündeki gerçek engellerin kimler olduğundan da bahseder. Kimler hangi oyunları oynadılar, onları da yazar. Zira o mesele Türkiye’deki ve Atlantik ötesindeki bazı kişilerin isminin geçtiği, birçok spekülasyonun da yer aldığı bir konu olmaya halen devam ediyor.

O gün orada çok sürpriz isimlere de rastladım. Ve gördüğüm bu isimlerin tamamı Başbakan Sayın R.Tayyip Erdoğan’ın mahreminde de yer alan kişilerdi.

Cenazeden sonra sohbet ettiğimiz, bir Kocaelili olarak ağırladığımız bu arkadaşlarımız,  ülke meseleleri hakkında ilginç tespitlerinden bahsettiler.

Örneğin “Açılım” meselesinin, AKP’de ve tabanında yarattığı erozyonu kabul ederken, bu kısır döngüden çıkacak bir senaryonun Mart sonunda devreye alınmasının pek sürpriz sayılmayacağını anlattılar.

Buna hiçbir tarafın hazır olmadığını söyleyince ben, gerekirse ülke selameti için bir “cast” düzenlenmesinin mümkün olacağını dinledim.

Daha da açık yazmamı bekleyenler kusura bakmasınlar. Bu arkadaşlarımızla eskiye dayanan hukukumuzun varlığı ve halen süre gelen sosyal münasebetlerimizin mevcudiyeti, kendilerinin iznini almadan daha da açık yazmama engel.

Hepsinin de bu sohbet esnasında üzerinde ortak mutabakat sağladıkları konu, ekonomideki kötü gidişti. Bu konudaki eleştirileri hoşgörüyle dinlediklerini gördüm. Bu konuda, ileriye matuf beklentilerinden başka tek olumlu bir cümle söyleyemediler.

Hülasa, Sayın Başbakan ekranlarda istediği kadar ekonomideki müspet gelişmeleri halkımızın gözüne baka baka söylese de, en yakınındakiler bile bunun böyle olmadığını ifade etmekte bir beis görmemekteler.

*** 

Pazar günü sabah, bir Anma Töreni ve Kur’an Ziyafeti’ne daha iştirak ettik.

Kuruluşunun 60. Yılını kutlayan Rumeli Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği‘nin düzenlediği bir törenle, Fındıkzade’deki  bir salonda, 28 Şubat 1948 yılında, tek suçları Türk olmak olan, komedi gibi bir yargılanma sonucu Üsküp’te idam edilen dört Yücel Şehidi’ni andı Rumelililer.

Kosova Çevre Bakanı Mahir Yağcılar, Rumeli Federasyonu Başkanı Süheyl Çobanoğlu  ve Rumeli Eğitim Vakfı Başkanı Tamer Türker ‘in de hazır bulunduğu bu merasimde, sabahın o erken saatinde salon, hınca hınç doluydu.  

Bu hassasiyetlerinden dolayı,  ülkenin böyle bir döneminde ihtiyacımız olan birlik ve beraberliği bizlere yaşattıkları için, o salonda bulunan, genci, yaşlısı, kadını ve erkeğiyle tüm Rumelililer’in önünde saygıyla eğiliyorum.

Bir Düş Bir Gülüş: Zıp Zıp Zipe(1)

Tüm ulusların ortak hedefi çocukların, değişen dünya koşullarına mağdur olmadan uyum sağlamaları için, gerekli her türlü ortamın hazırlanmasıdır. Bu anlamda ilk çalışma 1923 yılında Cenevre’de atıldı. 1924 yılında Milletler Cemiyeti Cenevre Çocuk Hakları Bildirisini kabul etti. Bu bildiri Birleşmiş Milletler tarafından o tarihte güncellenerek Birleşmiş Milletler Çocuk hakları Bildirisi olarak güncellendi. 1989 yılında Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme olarak yenilenerek değiştirildi. Türkiye’de ise ilk olarak 1924 yılında Çocukların korunmasına yönelik çalışma yürürlüğe girmiştir. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını ilk 23 nisan 1929 tarihinde kutlamaya başlamıştır. Bu tarihlerde 4000 çocuk ilk olarak TBMM’den haklarını talep etmiştir.. 

Türkiye 1990 yılında 54 maddeden oluşan sözleşme imzaladı (T.C Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı  www.ihb.gov.tr/haklarim/hak_konuları

“…….Toplumun temel birimi olan ve tüm üyelerinin ve özellikle çocukların gelişmeleri ve esenlikleri için doğal ortamı oluşturan ailenin toplum içinde kendisinden beklenen sorumlulukları tam olarak yerine getirebilmesi için gerekli koruma ve yardımı görmesinin zorunluluğuna inanmış olarak, çocuğun kişiliğinin tam ve uyumlu olarak gelişebilmesi için mutluluk, sevgi ve anlayış havasının içindeki bir aile ortamında yetişmesinin gerekliliğini kabul ederek, çocuğun toplumda bireysel bir yaşantı sürdürebilmesi için her yönüyle hazırlanmasının ve Birleşmiş Milletler Antlaşmasında ilan edilen ülküler ve özellikle barış, değerbilirlik, hoşgörü, özgürlük, eşitlik ve dayanışma ruhuyla yetiştirilmesinin gerekliliğini göz önünde bulundurarak, çocuğa özel bir ilgi gösterme gerekliliğinin …..”diye devam eder. (Birleşmiş milletler çocuk hakları sözleşmesi).

“…özellikle barış, değerbilirlik, hoşgörü, özgürlük, eşitlik ve dayanışma ruhuyla yetiştirilmesinin gerekliliğini göz önünde bulundurarak, çocuğa özel bir ilgi gösterme gerekliliğinin..” diye devam eden bu ifadeler çok önemli. Bu sözleşmelerde yazan ve bildirgelerde yazan maddeler uygulanmaya başladığında, ülkemizin daha müreffeh bir yapıya kavuşacağına inananlardanım.

Ülkemizin Güneydoğu, doğu ve zaman zaman farklı bölgelerinde oluşan çocuk manzaraları hiç şık durmuyor. Çocuklarımızla ilgili ciddi kaygılarımız var. Her alanda çocuk istismarlarını görüyor ve duyuyoruz. Bunlar yetmiyormuş gibi birde Polislerimize taş atan, yol kesmeye çalışan, şiddeti ön plana çıkaran oyunları çocuk oyunlarıymış gibi oynayan çocukları gördükçe, bunlar için ne yapılabilir diye düşünmüşümdür.

Ekopolitik’in düzenlemiş olduğu “Türkiye’nin Büyük Çatısı ve ortak aidiyet” çalıştaylarında Ekopolitik üyeleri tarafından bu anlamda duyarlı çözüme yönelik, içinde duygu ağırlığı olan projeyi duyduğumda çok heyecanlandım. Televizyonlarda görüyoruz, gazetelerde okuyoruz, ancak çözüme ilişkin bir proje, bir hassasiyet cılız birkaç çıkış dışında göremiyordum. Durumdan vazife çıkaran, bunun açısını içinde duyan genç dinamik, sorumluluk duyan Ekopolitik’in genç ekibini yürekten kutlamak istiyorum. Murat Sofuoğlu sahaya bizzat Hakkari’ye gidip saha araştırması ve oralarda STK’lar ve kanaat önderleri ile yaptıkları toplantılar sonucunda Ekopolitik’te bir taslak proje çalışması başlatıyorlar.

22-23 Şubat 2010 Beykoz toplantılarının ardından tekrar proje ekibi ile birlikte Murat Sofuoğlu Hakkari’de STK’lar, muhtarlar, kanaat önderleri, vatandaş ve çocuklarla görüşmeler yapıyorlar..Bu toplantılar sonucunda hem hadiseleri yerinde gözlemliyorlar, hem de birebir çocuklarla sohbet edip hadiseleri anlamaya çalışıyorlar.

Bu arada Hakkari’de geçen yıl başlayan bir gelişmeden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Şiddetin içindeki çocuklara ne yapılabilinir diye yola çıkan Dr. Dilek Yeşilbaş patoloji uzmanı İpek Erbarut’la birlikte ciddi bir çalışma başlatırlar. Baran Yetenek Avcıları Derneği’ni kurarlar. “Baran yağmur demek yağmur olup yeşersin ruhları” dedik diyorlar. Çok güzel gelişmeler. Güzel bir web siteleri var.(www.ba-ran.com)  “mademki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste” Mevlana’nın bu dizesiyle başlıyor site. Her şey bir kıvılcımla başlıyorsa eğer;  bir kıvılcım atılmış, şimdilerde yeni bir kıvılcım atılıyor. Yeni bir heyecan, yeni bir coşku, tüm çocuklarımıza gelecekte oluşabilecek travmaların yaşanmaması, mevcut travmaların çözümü için çok güzel bir çalışma. Bu çalışmayı Ekopolitik ekibinden Ayşegül Elif Aslantepe ve arkadaşları ile birlikte, büyük bir projeye imza atıyorlar. Hakkari’nin sesini İstanbul’dan duydu bu arkadaşlarımız. Kendilerini yürekten kutluyor ve proje detaylarını sizinle paylaşmak istiyorum..

Şunu söylemeden geçemeyeceğim; birçok sözleşmeye imza atmışsınız, birçok bildirgeyi kabul etmişsiniz. TBMM kabul ettiğiniz bir çok madde var. Acaba bu maddeler sizce neden uygulanmıyor? Neden çocuklarımız için bu ortamlar hazırlanmıyor?  Tüm ülkemizdeki çocukların durumu için söylüyorum. Buradaki aymazlığımızın sonu, hepimizin gördüğü nahoş hadiseler..

Bu proje Hakkarili bir STK ile beraber yapılıyor olması güzel. Ekopolitik (Ekonomi ve Sosyal Araştırmalar Derneği) ve Ati Gençlik ve Spor Kulübü Derneği. Ekopolik’de Koordinatör: A.Tarık Çelenk, Direktör: Murat Sofuoğlu, Proje sorumlusu: Ayşegül Elif Aslantepe  Ati’de Koordinatör ve proje sorumlusu; İdris Ağacanoğlu ile birlikte her iki derneğinde proje üyeleri.

Bu projenin çok güzel bir ismi var “Bir Düş Bir Gülüş : Zıp Zıp Zipe” İnşallah o bölgede ve tüm çocuklarımız yaşlarına uygun düşler, oyunlar ve gülüşlerle hayatlarına devam ederler. Projenin detaylarını diğer yazılarımda vereceğim. Ancak başlangıçta projenin ana teması için kendi ifadelerini yazıyorum “Şiddetin hâkim olduğu bir ortamda doğan ve buna bağlı travmalara maruz kalan çocukların hayatlarının geri kalanı genelde iki yöne evrilir. Ya bu çocuklar geri kalan hayatlarını şiddet ile kurgularlar ve tek konuşabildikleri dil şiddetin dili olur; yahut acı tecrübelerinden ders alarak şiddete başvurmayı ve maruz kalmayı tamamen reddederek yeni bir sayfa açarlar. Küçücük yaşlarında şiddete başvuran çocuklarımızın hayatlarının ikinci yola evrilebilmesi için farkındalık yaratacak ve gereken desteği sağlayacak bir müdahale elzemdir.” (Ekopolitik)

Aklımızın bir ucunda kalması için, Türkiye 1990 yılında imzaladığı 54 maddeden bazıları; (www.ihb.gov.tr )

Madde 1

Bu Sözleşme uyarınca çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır.

Madde 2

1.Taraf Devletler, bu Sözleşmede yazılı olan hakları kendi yetkileri altında bulunan her çocuğa, kendilerinin, ana babalarının veya yasal vasilerinin sahip oldukları, ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik ve sosyal köken, mülkiyet, sakatlık, doğuş ve diğer statüler nedeniyle hiçbir ayrım gözetmeksizin tanır ve taahhüt ederler.

Madde 3

1.Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makalar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir.

Madde 5

1.Taraf Devletler, bu Sözleşmenin çocuğa tanıdığı haklar doğrultusunda çocuğun yeteneklerinin geliştirilmesi ile uyumlu olarak, çocuğa yol gösterme ve onu yönlendirme konusunda ana-babanın, yerel gelenekler öngörüyorsa uzak aile veya topluluk üyelerinin, yasal vasilerinin veya çocuktan hukuken sorumlu öteki kişilerin sorumluluklarına, haklarına ve ödevlerine saygı gösterirler.

Madde 6

1.Taraf Devletler, her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler.

2.Taraf Devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler.

 

Gülümseyen çocuklar

Gülümseyen çocuklar

Yerleşim merkezi

Yerleşim merkezi

Yabancılara Kızmayalım, Kendimize Bakalım

Ortaya çıkan gelişmeler tek taraflı tavizlerle yürütülmeye çalışılan Ermeni açılımının istenen sonuçları vermediğini ortaya çıkarmıştır. Tek taraflı barış ve istikrar sağlanamaz. Ermeni tarafı, dış desteklerle de tezlerinden vazgeçmemiş, hatta Türkiye’nin tavizkâr tutumunu görünce  daha da katılaşmıştır. Diasporanın elinden açılımlar yoluyla Ermenistan’ı alabileceklerini ve etkileyebileceklerini sananlar yine yanılmışlardır. Yanlış yapa yapa, yanıla yanıla bir türlü doğruyu bulamayanlar ülke yönetimine de layık olamazlar.

Yakın bir geçmişte domuz gribi aşısı konusunda bile birbiriyle ihtilafa düşen, bazı ilaç şirketlerini ve ithalatçıların oyununu fark edemeyen Bakanlarımız görüldü. Sağlık Bakanının aşıdan yana tavrı ve teşviki, şimdi ise, aşıların iade edileceği şeklindeki beyanı gerçekten düşündürücüdür. Bir toplum üzerinde bu kadar oynanmaz ve bu kadar çelişkiler sergilenmez. 

ABD Temsilciler Meclisinin Dış İlişkiler Komisyonunun Ermeni Tasarısını  kabul etmesi, Yunanistan’ın Osmanlı’dan kurtuluş töreninde Obama’nın yaptığı konuşma ve tavır, uyanmayanları uyandırmalıdır. Eski Başkan Bush’un haçlı seferi şeklindeki yaklaşımı devam etmektedir. Dünya değişmiştir. Milli çıkarlar da ona göre şekil almaktadır. Aslında tartışılması gereken “stratejik müttefiklik” buharlaşıp uçmuştur. ABD pazarlık gününü arttırmak ve tavizler alabilmek için Ermeni kozunu oynamaktadır. Yılmaz Özdil’in dediği gibi, “oylamada 23-22 yenildik ama ezilmedik”!

Amerikalıları niye yadırgıyoruz. Ülkede siyaset yaptığını, Türkiye’yi açılım maceralarıyla demokratikleştireceğini ve ülkenin itibarını arttıracağını zanneden bazı yöneticilerimiz, Amerikalıları bile geride bırakmışlardır. Farklı etnik kimlikte olanların ülkeden kovulduğunu, faşizan bir yaklaşımla bunların ezildiğini, Mayın Temizleme Kanunu gündemdeyken belirten maalesef bu ülkenin Başbakanıydı. Bazıları geçmişimizle yüzleşmemiz gerektiğini ifade ederek Devlet düşmanlığını bir demokrasi gösterisine dönüştürmüştür. Devletin kuruluş felsefesiyle değişik şekillerde kavgalı olan bir siyasi iktidar, ancak dış mihraklarca başarılı addedilebilir.

Devletin Ermenilerden özür dilemesi konusunu ortaya atanların arasında maalesef üst bürokraside yer alanlar da vardı. İktidarın Milli Eğitim Eski Bakanı 2009 yılında Kafkas Dernekleri Federasyonunda, ülkede ırkçılığın ve asimilasyonun olduğunu, tanımamazlık inkarının bulunduğunu ve Türkiye’de çok sayıda ırkın mevcut olduğunu ileri sürmüştür. Herhalde, bu iddiada bulunduğuna göre, bu konuda tek araştırma ve başvuru kaynağının da kendisi olması gerekir.

Her şey dahil, istihbaratın bile özelleştirilmeye gayret edildiği, MGK dahil devlet kurumlarına karşı alternatif ve rakip kurumlar yaratılmaya çalışıldığı, MİT’in bile adeta devre dışı bırakıldığı ortamda, darbe maceraları dış kaynaklı bazı sözde yerli basından ve çevrelerden öğrenilebilmektedir.

2007 yılında 35 ABD’li istihbaratçının Türkiye’ye girdiği ve faaliyet gösterdiği iddiaları ortada dolaşmaktadır. Aslında onlara gerek bile yok. İhtiyaçtan fazla yerli işbirlikçiler var. Eskiden bunlar utanır, kendilerini saklardı. Şimdi ise, tam tersi oluyor. Biz yıllardır kendi kurumlarımızı hedef tahtası yaptık, devre dışı bıraktık, bunların yerini başkaları doldurdu. Şimdiki hedef ise, “darbeler tarihi“ni gerekçe göstererek TSK olmaktadır. Sınırlarımızın korunmasını bile asker dışında özel güvenliğe emanet etmeye kalktık. Dostlarımızın hazırladığı senaryolar ve Türkiye ile savaş oyunları el değiştirerek TSK’nın üstüne yıkılıyor. Sayın Mesut Yılmaz’ın dediği gibi, darbeleri ABD yaptırıyor ise, yeni darbeler ABD’ye karşı niye yapılsın ki?

Siyasi niteliği olmayan, kendini savunamayan kurumların karalanması karşısında siyasiler susuyor. Bazen de tam tersi karalamaya ortak oluyorlar. Demokrasinin temeli ve altyapısı milli ve üniter devlet ve milli mutabakatlardır. Gerisi havada şato kurmaya benzer. Devletin yıpratıldığı, çatının çökertildiği bir yerde demokrasi de kalmaz. Çöken bir binaya hangi renkte badana yaptırılacağı tartışılabilir mi? Asıl yapılması gereken, rövanş almayı, siyasi hırs ve hırçınlığı bir tarafa bırakıp milli değer ve çıkarlarda uzlaşabilmektir. 

 

 

Darbeci Paşa trilyonluk arabada

Klavye önümde yaklaşık iki saattir konuları gözden geçiriyorum.

Okudukça içim karardı. 

Okudukça ruhum daraldı.

Okudukça güven duygularım erozyona uğradı.  

Yazmak ama neyi?

Gündem belli. Darbe, generaller, tutuklamalar.. Tüm Türkiye darlanmış bir halde aynı konuların etrafında kilitlenmiş, kalmış.  Türkiye son iki yıldır görünürde darbe iddialarını açığa çıkarmakla uğraşırken, aslında birilerinin de iktidarının uzaması konusunda sergilenen oyunlarla enerjisini kaybediyor.

Neticede oyunun oyuncuları da yanlış seçilmiş. 

Nerede dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök?

3. Ergenekon İddianamesi kapsamında, savcının bizzat komutanın evine giderek tanık sıfatı ile aldığı ifadesinde;  “Ben Ayışığı ve Sarıkız darbe planlarından haberdardım” diye ifade veriyor.

Adama sormazlar mı,” haberdar olduğunda ne gibi işlem yaptın bu darbe planlarını hazırlayanlar hakkında?” diye..

Neden sorulmuyor Özkök’e bu soru?

Ya Büyükanıt’a ne demeli.

O nerede?

Neden gözaltında değil?  

Komutanları  hepside sorguda, Paşa, kurşun geçirmez trilyonluk arabası ile sefada.

Olur mu böyle bir soruşturma?

Başındaki adamın haberi olmadan altındaki komutanlar darbe planlıyor olabilir mi?

Ama Paşa, Dolmabahçe’den sonra dut yemiş bülbül gibi. Ne sesi çıkıyor ne de soluğu. Bana dokunmayın, ne haliniz varsa görün havasında.  

Mustafa Balbay 19 aya yakın içerideyken, yayınladığı “Darbe Günlükleri” nin sahibi daha şimdi gözaltında. Hiçbir vicdan sahibi bu konuya mantıklı bir açıklama getirebilir mi?

Bu Büyükanıt da dâhil sesi çıkmayan üst düzey komutanların bir çoğunun “Erdil Paşa Sendromu” yaşadıklarını düşünüyorum.

Ordu içinde yapılması gereken en önemli şey, harcamaların ciddi devlet denetimine tabi tutulması  olmalı. 

En kötü kokuların oradan çıktığını  artık tüm kamuoyu aleni bir şekilde konuşmaya başladı.

Bunlar o kadar sefahat içinde yaşarken, darbe falan düşünecek halleri kalmaz zaten merak etmeyin.

Sefahatin emeklilikten sonra da devamı  konusunda harcadıkları mesai, meslekleri için harcadıkları  mesaiden daha fazla.

Ordunun kurumsal yapısına zarar vermeden, bunların ciddi olarak ele alınması gerekirken, yapılan şeyler, sadece ülkenin moralini bozmaktan öteye geçmiyor.

***

Biz nüfusu 70 milyonu aşan ve çok genç nüfusa sahip bir ülkeyiz. Enerjimizi, üretmek için harcamamız, dünyada teknolojik gelişmelere ayak uyduracak bilimsel çalışmalar için harcamamız gerekirken, bizler “Muz Cumhuriyeti”  gibi kendi kendimizi bitirmenin her türlü yolunu, her gün biraz daha hızlı kat ediyoruz.

Üstelik samimi bir amaç da yok. Bir hiç uğruna,  AKP’nin iktidarını uzatmak uğruna, bu sıkıntılı süreci yaşatıyorlar ülkeye.

Ankara’dayım. Akşam saat dokuz. Sokaklar bomboş. 

Moraller bozuk moraller. Bu moralle ne üretim yapılır, ne de ülkenin insanlarını mutlu edecek bir gelişme yaşanır. Olan bu gün de zam haberleriyle güne başlayan, fakir fukara, samimi Türk Milleti’ne olur. 

Kalem – Silgi ve Bağımsızlık

“Bazı çevreler, bugünlerde yaşadığımız sorunların Cumhuriyet‘in kuruluş ideolojisinden kaynaklandığını söylüyor. Yapmak istedikleri mevcut iktidarın ‘Resmî Tarih‘ini oluşturmak. Peki, Cumhuriyet tarihinde kimlerin üreten ‘Kalem‘; kimlerin sürekli satıp savan ve mülk kalmayınca umudunu dışa bağlayan ‘Silgi‘ olduğunu öğrenmek ister misiniz?” diye başlıyor Soner Yalçın. Ve 1838‘den 1938‘e olan biteni sıralıyor. Ben yalnızca ‘sıfır‘dan yapılanları ve gâvurdan alınıp devletleştirilenleri bir göreyim dedim. Özeti bile birkaç sayfa. Bazılarına göre ‘Borç yiğidin kamçısıdır’. Bazılarına göre ‘Denk bütçe bağımsızlık‘ demekti. Bakın bakalım, fark görebilecek misiniz?

YENİ KURULANLAR: Merkez Bankası, İş Bankası, Sanayi ve Maadin Bankası, Emlak ve Eytam Bankası, Halk Bankası, Sanayi Kredi Bankası, Sümerbank, Etibank, Denizbank, Kayseri Uçak Fabrikası, Alpullu Şeker Fabrikası, Bursa Dokuma Fabrikası, Ankara Çimento Fabrikası, İstanbul Otomobil Fabrikası, Uşak Şeker Fabrikası, Bünyan Dokuma Fabrikası, Bakırköy Bez Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası, İzmit Selüloz ve Kâğıt Fabrikası, Bursa Süttozu Fabrikası, Kayseri Mensucat Fabrikası, Keçiborlu Kükürt Fabrikası, Turhal Şeker Fabrikası, Isparta Gülyağı Fabrikası, Zonguldak Kömür Yıkama Fabrikası, Antrasit Fabrikası, K. Ereğli Bez Fabrikası, Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası, Nazilli Basma Fabrikası, Gaz Maskesi Fabrikası, Beykoz Ayakkabı Fabrikası, Gaziantep Buz Fabrikası, Karabük Demir Çelik Fabrikası, Malatya Bez Fabrikası, Konya Bez Fabrikası, İzmir Klor Fabrikası, Gemlik Sunî İpek Fabrikası, Divriği Demir Madenleri İşletmesi, Bursa Merinos Fabrikası, Çubuk Barajı, Maden Tetkik Arama Enstitüsü, Elektrik İşleri Etüt İdaresi, Toprak Mahsulleri Ofisi, Türkiye Şeker Fabrikaları Anonim Şirketi, Ziraî Kredi Kooperatifleri, Tarım Satış Kooperatifleri, Kamu İktisadî Teşekkülleri, Türk Hava Yolları, Millî İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, Ankara Radyosu, Samsun – Çarşamba Demiryolu, Kütahya – Tavşanlı Demiryolu, Menderes Köprüsü, Samsun – Kavak Demiryolu, Amasya – Zile Demiryolu, Samsun Limanı, Kelkit Akçağıl Köprüsü, Yerköy – Kayseri Demiryolu, Samsun – Amasya Demiryolu, Gediz Köprüsü, Kayseri – Şarkışla Demiryolu, Samsun – Havza Demiryolu, Ankara – Sivas Demiryolu, Göksu Köprüsü, Mudanya – Bursa Demiryolu, Malatya – Doğanşehir Demiryolu, Sakarya Köprüsü, Kütahya – Balıkesir Demiryolu, Ulukışla – Niğde Demiryolu, Fırat Köprüsü, Afyon – Antalya Demiryolu, Diyarbakır – Fevzipaşa Demiryolu, Ergani – Osmaniye Demiryolu, Çankırı – Atkaracalar Demiryolu, İstanbul – Edirne Karayolu, Kızılırmak Köprüsü, Ankara – Zonguldak Telefon Hattı, Diyarbakır – Cizre Demiryolu, Erzurum – Sivas Demiryolu, Haliç Köprüsü, Zonguldak – Çatalağzı Demiryolu Hattı, Burhaniye – Ayvalık Yolu, Erzurum-Erzincan Demiryolu, Murat Köprüsü, Konya Buğday Siloları, Üsküdar – Kadıköy Tramvay Hattı, Bursa Hasanpaşa Köprüsü, ilk kömür treni, ilk Türk gemisi, ilk Türk denizaltısı..

GERİ ALINANLAR: Ergani Bakır Madeni, Haydarpaşa Limanı, Ankara Demiryolu Hattı, İzmir Rıhtım Şirketi, Mersin – Adana Demiryolu Hattı, İstanbul Liman Şirketi, Aydın Demiryolu Hattı, İstanbul Telefon Şebekesi, Ereğli Kömür İşletmesi, İzmir Havagazı Şirketi, Kadıköy Su Şirketi, İzmir Telefon Şirketi, Edirne-Sirkeci Demiryolları Hattı, İstanbul Elektrik Şirketi, Adana Fevzipaşa Tren Hattı, Şark Demiryolları Şirketi, Denizyolları, Ormanlar..

“Ve Mustafa Kemal vefat etti. O büyük bir ‘kalem‘di. Türkiye o günden bugüne kalemler ile silgilerin çatışmasına sahne olmaktadır.”

ABD Saldırılarının Doğası

0

Amerika’nın Irak ve Afganistan’ı işgal etmesi ve bu işgallere bağlı olarak meydana gelen çatışmaların seyri, savaş veya çatışma biçimleri hakkındaki geleneksel tutumları ve söylemleri yeniden düşünmemizi gerektirmektedir.

Malum olunacağı üzere, savaş ve çatışma hakkındaki geleneksel tutumlar ve söylemler, savaşan tarafların görünürlüğü, tanınırlığı ve aşikârlığı esasına dayanır. Gerçekten de tarihte örneklerine rastladığımız bütün savaşlarda, savaşan taraflar kendilerini açık bir şekilde gösterirler. Orduların düşman kuvvetlerine saldırması süreci birkaç gizli keşiften sonra aşikâr olarak gerçekleşir. Saldıran ve savunan taraflar ve güçler kendilerini gizlemezler, saklamazlar. Bu durum ikinci dünya savaşında, savaşan kuvvetler arasında bile böyleydi. Savaş er meydanı olarak görülürdü.  Savaşan taraflardan birisinin meçhul kalması ihtimali yoktu. Ordular kendileri için uygun gördükleri meydanları, savaş alanı olarak seçerlerdi. Bu meydanlarda mevzilenirlerdi. Bir ordu kiminle savaştığını bilirdi. Savaşını ona göre örgütlerdi. Bu tür savaşlara nizami savaş denmektedir.

Ayrıca bir de nizami savaşlarla birlikti yürütülen ikinci bir savaş türü daha vardı. Bu ikinci tür savaşla, karşı tarafın kamuoyu hedeflenirdi. Düşmanın morali çökertilmeye çalışılırdı. Halkın rakip kuvvetlere destek vermesi gayrı nizami harp teknikleri ile engellenmeye çalışılırdı. Gayrı nizami harp denilen bu savaş türü, saldırının gizli yapılmasını ve kitlelere yönelik olarak gerçekleşmesini de kapsardı. Modern savaş teknolojilerinin yani konvansiyonel silahların savaşlarda kullanılması yaygınlaştıkça, saldırılar sadece düşman kuvvetlere değil, aynı zamanda halka, şehirlere ve ekonomik hedeflere de yöneldi.

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları konvansiyonel silahların kullanıldığı, nizami ve gayrı nizami harp tekniklerinin birlikte icra edildiği savaşlardı. Amerika’nın Vietnam’a saldırısı da buna örnektir. Gayrı nizami harbin yapıldığı şartlarda da muharip taraflar belirgindir. Hangi saldırının kim tarafından yapıldığı bilinirdi. 

Nizami ve gayrı nizami savaşların doğası hakkındaki tartışmaların ayrıntısına girmeyeceğim. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak ve Afganistan’ı işgal ettiğinden bu yana, yeni bir savaş yöntemi ile Müslümanlara saldırdığını, bu yeni savaş tekniğinin önceki savaş biçimlerinden farklı olduğunu ortaya koymaktır. Asimetrik savaş olarak adlandırılan bu yeni saldırı biçimine göre, düşmanın yeri, gücü ve saldırı zamanı belli değildir. Dolayısıyla  asimetrik savaş yaptığını iddia eden emperyal ve işgalci kuvvetler, kavramın anlamına bakılırsa Don Kişot gibi muhayyel düşmanlar ihdas etmektedir, muhayyel kuvvetlere saldırmaktadır!?

Hatırlanacağı gibi, ABD kuvvetleri kısa bir süre içerisinde Irak kuvvetlerini yendi. Mesela 1991 de yapılan birinci Körfez savaşı sadece bir ay sürdü ve Irak kuvvetlerinin yenilgisi ile sonuçlandı. 2003 yılında başlayan ikinci ABD saldırısında Irak kuvvetleri bir iki hafta içinde yenildi. Resmi Irak hükümeti dağıldı. Irak, ABD işgal kuvvetlerince yönetilmeye başlandı. Irak’ta bilindiği gibi, ABD işgali, aradan uzun süre geçmiş olmasına rağmen hala devam etmektedir. Aynı durum Afganistan için de geçerlidir. ABD Afganistan’ın büyük kısmını da birkaç hafta içinde işgal etti. 

İşin ilginç tarafı, işgalin tamamlanmasından sonra ölenlerin ve şehit olanların sayısı, işgal süreci içinde ölenlerle mukayese edilmeyecek kadar çoktur. Uluslararası kuruluşların hazırladığı raporlara göre savaşın bitmesinden 2008’in kasım ayına kadar beş yıl içerisinde, sadece Irak’ta iki milyon beş yüz bin sivil ıraklı öldürülmüş. Dört milyon beş yüz bin Iraklı ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Dört milyon çocuk yetim kalmıştır. Bir milyon Iraklı kadın dul kalmıştır. Sekiz yüz bin Iraklı kayıptır. İki milyon beş yüz bin Iraklı ülke içinde yaşamakla birlikte evini terketmek zorunda kalmıştır.

Asimetrik denilen bu savaşın yan etkilerinden dolayı Irak halkının sağlık, hastalık ve beslenme düzeni de bilindiği gibi bozulmuştur. Bu bozulmalar sonucunda ne kadar Iraklının öldüğü ise belli değildir. Muhtemelen bu ölümlerin oranı, doğrudan ve dolaylı olarak yapılan ABD saldırılarında ölenlerin birkaç katıdır. Iraklı yetkililer bu ölümlerin soykırım düzeyine ulaştığını beyan etmektedirler.

İşgalin tamamlanması klasik savaş kurallarına göre düşünüldüğünde,  savaşın bitmesi demektir. Ancak olup bitenlere baktığımızda savaş işgalden sonra daha da artmıştır. ABD ise, işgali tamamlamış olmasına rağmen, savaşın bitmediğini ve devam ettiğini tekrarlamaya devam etmektedir. Halen Irak’ta işgalci kuvvetlerin nizami orduları dışında 126 tane özel güvenlik şirketi faaliyet göstermektedir. Bunların hepsi de yabancı istihbarat servislerine bağlı olarak çalışmaktadır. ABD’nin devam eden savaş hazırlıklarına bakılırsa, bu savaşın çok daha uzun bir zamana ve daha geniş bir coğrafyaya yayılacağı da açıktır. Zaten şimdiden Pakistan, Yemen, Sudan ve İran’ın bazı bölgeleri işgal sonrasında süregelen bu savaşın kapsamına girmiş bulunmaktadır.

İşgal sonrasında devam eden ve etkisi gittikçe şiddetlenen bu kirli savaşa asimetrik savaş denmektedir. Yani, kuvvetleri mütekabil olmayan güçlerin savaşı. İşgal sonrasında etkisi gittikçe artan bu asimetrik savaşın taraflarından birisinin ABD ve müttefikleri olduğu açıktır. Ancak diğer tarafın kim olduğu ve nerede bulunduğu belli değildir.

ABD’nin nizami, gayrı nizami ve açıkça tanımlanamayan kuvvetleri, bu geniş coğrafyada operasyonlara ve saldırılara devam etmektedir. Bu güne kadar ABD işgal kuvvetlerine karşı kimlerin savaştığı somut bir şekilde ortaya konamadı. ABD, fundamentalist İslamcı teröristlerle savaştığını iddia etmektedir. Onların kendisine saldırdığını ileri sürmektedir. Ancak şu ana kadar, bu terörist örgütlerden hiç birisi hakkında somut bir veri elde edilemedi. Elkaide adlı terör örgütü, ABD kuvvetlerine karşı düzenlenen küçük çaplı bazı saldırıları, sanal ortamda üstlenmektedir. Ancak Elkaide’nin gerçekten bu eylemleri yaptığı, resmi kurumlarca isbatlanmış bile değildir.

Bu asimetrik savaş, intihar bombalarının patlaması ve yüzlerce kişinin camide veya çarşıda topluca öldürülmesi ile bir vahşete dönüşmektedir. İntihar bombalarının patlaması ile ilgili haberlerin verdiği mesaja bakıldığında, sanki savaş ABD’nin işgalci kuvvetlerine karşı yapılmıyor. Bombalar camide, Müslümanların toplantılarında, çarşıda, pazarda, devlet kurumlarında ve masum halkın bulunduğu mekânlarda patlıyor. Bombaların patlamasına eşlik eden haberlerde ise, Sünniler, Şiiler, aşiret isimleri, resmi güvenlik kuvvetleri ve devlet memurları kavramları yer almaktadır. Direnişçilerin işgalci ABD kuvvetleri ile değil, sanki bazen Sünni olma sıfatı ile Şiilerle, bazen Şii olma sıfatıyla Sünnilerle, kendi kabilesi adına diğer kabilelerle savaştıkları söylenmeye ve anlatılmaya çalışılmaktadır.

ABD işgaline karşı savaştığı ve direndiği iddia edilen mazlum bir halkın savaşı, her nedense ABD kuvvetlerine beklenen zararı vermiyor. Ancak bölge halkına, millettaşlara, hemşerilere ve dindaşlara daha çok zarar veriyor. İntihar saldırıları daha çok dindaşlara, vatandaşlara ve soydaşlara karşı gerçekleşmektedir. Bu durum ABD savaşının doğası hakkında başka türlü düşünmeyi gerektirmektedir. Sanki işgal kuvvetleri, işgal bölgesindeki halkı, bir arenaya toplamıştır. Bu arenada sanal figürlerle kışkırtmaktadır, çatıştırmaktadır. Kendisi de bir taraftan çatışmaya teşvik etmektedir, diğer taraftan çatışmayı izlemektedir. Ölüm ve çatışma ABD’nin işgalini böylece meşrulaştırmaktadır.

Haberlerin ağı ile inşa edilen bu asimetrik savaş söylemine bakıldığında ABD kuvvetlerine karşı çok nadir saldırı yapılmaktadır. Ancak Sünnilere, Şiilere, yerli halka ve devletin milli güvenlik birimlerine ise çok sayıda saldırı düzenlenmektedir. Bombalar hep bu toplulukların arasında patlamaktadır. ABD saldırılarının kapsamı alanındaki ülkelerde, halk arasında kabile, mezhep ve benzeri etnik çatışmaların yaşandığı izlenimi uyandırılmaktadır.

Bölge halkları arasında etnik ve mezhep farklılıklarının olduğu doğrudur. Ancak bu etnik farkların gruplar arası sıcak çatışmalara neden olduğuna dair ciddi bir örnek yoktur. Bilindiği gibi, bu etnik farklarla birlikte, bölge halkları yüzyıllardır kardeşlik ve barış içinde birlikte yaşamaktadır. Etnik bilincin inşa ettiği bir çatışma şimdiye kadar mevcut olmamıştır. Ayrıca tarihte örneklerine rastladığımız, etnik çatışmalarda halkın ve etnik grupların doğrudan biri birlerine saldırdıklarını görmekteyiz. Etnik taraflar sokaklarda taşkınlık yaparlar. Karşılıklı olarak biri birlerinin meskenlerini ve işyerlerini yakarlar. Ciddi manada karşı tarafı ötekileştirirler. Beyazların 1960’lı yıllarda ABD’de zencilere yükledikleri olumsuz sıfatlara benzer sıfatlarla karşı tarafı itham ederler. Karşı tarafa baskı ve şiddet uygularlar. Farklı olduklarına inanan topluluklar ve halklar arasındaki çatışmalar, örgütlü, planlı ve hedefleri belli olan saldırılar değildir. Gruplar arası çatışmalar, gündelik hayatın her alanında kendini gösterir.

Oysa ABD işgal kuvvetlerinin etki alanı içerisindeki ülkelerde gerçekleşen şiddet eylemlerine ve saldırılara baktığımızda, hepsisinin de örgütlü güçlerce düzenlendiklerini, merkezi ve otoriter bir kuvvet tarafından yönetildiklerini müşahede etmekteyiz. Bu durum etnik diye medyatik gösterime konan bombalama eylemlerinin failleri hakkında başka türlü düşünmeyi gerektirmektedir. Yani mezhep çatışması olarak gösterime konan ve intihar saldırısı şeklinde gerçekleşen vahşi eylemler, aslında profesyonel bir şekilde işgal kuvvetleri tarafından örgütlenmektedir, düzenlenmektedir.

Eğer gerçekten, ABD’nin işgal kuvvetlerinin etkisi altındaki ülkelerde, meydana gelen ve yerli halkın kitlesel kıyımına dönüşen bu terörist eylemler, bizzat işgalci güçlerin uzantıları tarafından yönetiliyorsa, Don Kişot’un hayallerini teknik olarak örgütleyen ve öldürmeleri sürece yayarak korku ve tedhiş yaratan yeni bir savaş ve çatışma stratejisi ile karşı karşıyayız.  Zaten ABD’nin yeni savaş stratejisi ve saldırı biçimi de tam olarak budur.