13.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 29, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1201

Bir İzmit Beyefendisi – 2

Yavuz Argıt Ağabey’i farklı kılan, sadece 30.000’lik kitap koleksiyonu değil. Onun kişiliği, mütevaziliği, insana bakış açısı, sıradan olmayışı. Her şeyden önemlisi Türk Milletine bıraktığı çok önemli mirası. Yavuz Argıt koleksiyonu..ve insani meziyetleri….

Yavuz Argıt’la zaman zaman mülakatlar yapılmıştır. Bu mülakatlardan bazen yazılar bazen de mülakatın kendisi yayımlanmış. Yavuz Argıt adına yazılan yazılardan kesitler sunmaya çalışacağım.

Aksiyon dergisi 114 sayısında, 1997 yılında daha kitaplarını İSAM’a bağışlamadan önce yaptığı mülakattan derlenen yazıyla başlayayım. Emin Koyuncu 08.02.1997 tarihinde “Bir okuma inatçısı” başlığı ile kaleme almıştır.

“Türkiye’de yaşayanların kitap okumak için boş vakti yoktur. Çünkü hafızamıza yer etmiştir ‘kitaplar boş zamanlarda okunur‘ diye.  Kahvehanelerde oturup etrafımızda gelişen olayları anlatmaktan veya otobüste giderken her gün gördüğümüz yerleri defalarca seyretmekten daha önemli ne olabilir ki? Belki yol kenarlarındaki çimler biraz daha büyümüştür. Hele televizyonların evin başköşesinde yer alması, kitapları evin vitrinindeki kullanılmayan fincanlar ile ebedi komşu yapmıştır. Kitap için ayrılacak para yoktur. Sadece gazetelerin promosyon olarak verdikleri veya vitrinin rengine uyacak kitaplar tercih edilir olmuştur. Ama okumayan topluma inat, ısrarla okuyan kişiler de var aramızda.

Yavuz Argıt Yavuz Argıt, kendi deyimiyle ‘selülozmani‘ olmadığını, ancak ısrarlı ve inatçı bir okuyucu olduğunu vurguluyor. Selülozmaninin, bibliyomaniden daha öte mantıksız bir kitap toplayıcılığı olduğunu açıklayan Argıt, bu kişilerin ellerine geçen lüzumlu lüzumsuz bütün kağıt artıklarını topladıklarını kaydediyor. Ailesinden kalan bütün malları satarak sermayesini kitaba bağlayan Argıt, okuduğu kitapları evinde biriktiriyor. Yaklaşık 30 binin üzerinde kitaba sahip olan Argıt, günde ortalama 2 bin sayfa kitap okuduğunu söylüyor. Bu sayının konulara ve kitabın içeriğine göre değiştiğini belirten Yavuz Argıt, astronomi ve felsefe kitaplarında bir günde okuduğu sayfa sayısının bine kadar düştüğünü kaydediyor.

Argıt, yeme, içme ve uyuma gibi zaruri ihtiyaçlarının dışındaki bütün zamanını kitap okumaya ayırmış. Acıktığında aparatif bir şeyler atıştırıyor. Uykusu geldiğinde uyuyor. Ancak uyuyabilmesi için bir şart daha var; eline aldığı kitabın bitmesi gerekli. Zaten günde en fazla 5 saat uyuyor. Uyandığı gibi yine kitaplarının sayfalarına dönüyor.

http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/detaylar.do?load=detay&link=2242

İSAM

İSAM

Bu mülakattan 2 yıl sonra kitaplarını İSAM(İslam Araştırmaları Merkesi) kütüphanesine bağışladı.

Bu kütüphaneden bahis edecek olursak eğer;

Türkiye Diyanet Vakfı (TDV) İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) Kütüphanesi, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin hazırlanması sırasında ihtiyaç duyulacak kitap ve dergileri toplamak ve bunları ilim âleminin istifadesine sunmak amacı ile 1984 yılında kurulmuştur.

Mart 2007’de yapılan bir araştırma neticesinde Türkiye’nin en iyi on kütüphanesi içinde ikinci olan TDV İSAM Kütüphanesi, bünyesinde bulundurduğu eserlerin konusu itibariyle bir Sosyal Bilimler Kütüphanesi olma özelliğini taşımaktadır. Dinî ilimler, İslâm ve Türk tarihi kültürü ve medeniyeti başta olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanını kapsayan zengin bir koleksiyona sahip olan kütüphane, gerek TDV İslâm Ansiklopedisi’nin gerekse merkezin diğer araştırma ve yayın faaliyetlerinin sür’atli ve sağlıklı bir şekilde yürütülebilmesi için yeni yayımlanan kitap ve süreli yayınları düzenli olarak takip etmek, satın alarak araştırmacıların hizmetine sunmak amacıyla kurulmuştur. Kütüphanede, satın alma dışında bağış ve mübadele yoluyla da eserler temin edilmektedir. Ayrıca aktif olarak yerli ve yabancı 120 kurumla mübadele bağlantısı olan kütüphane koleksiyonunda 215.000 cilt kitap, 777 adedi süreli takip edilen 3093 çeşit yerli-yabancı derginin 130.000 sayısı yer almaktadır. Bu kitapların 96.000 Türkçe, 50.000 Arapça, 28.000 İngilizce, 7.000 Fransızca, 4.000 Almanca, 700 yazma fotokopisi ve 4.700 tez mevcuttur.

Kütüphane sadece  yüksek lisans ve doktora öğrencileri ile öğretim üyeleri ve öğretim görevlilerine açık…

İSAM

İSAM

İSAM kütüphanesinin araştırmacılara sunduğu önemli hizmetlerden birisinin her geçen gün zenginleşen Osmanlı mahkeme sicilleri koleksiyonu olduğuna dikkati çeken Yılmaz, “Kütüphanenin arşiv birimi içinde yer alan koleksiyonda, İstanbul Müftülüğü’ndeki yirmi yedi mahkemenin kadı sicilleri, Rumeli ve Anadolu kazaskerliği ruznamçeleri, nakibüleşraf defterleri ve kadı mühürleri olmak üzere toplam 10.367 defter ile Anadolu vilayetlerine ait 8.860 defterin mikrofilmleri araştırmacıları istifadesine sunulmuştur” dedi. Ödünç kitap hizmeti olmayan ve haftanın yedi gün sabah 9.00 akşam 23.00 saatleri arasında açık olan kütüphanede, açık raf sistemi uygulanmakta olup araştırmacılar ihtiyaç duydukları kadar kitap ve dergiyi raflardan alıp inceleyebilmektedir. Ayrıca kütüphane aralarında, Orhan Şaik Gökyay, Prof. Dr. Nejat Göyünç, Yavuz Argıt, A. Ragıp Akyavaş, Dr. Turgut Akpınar, Hidayet Nuhoğlu, Kasım Küfrevi, Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Kemal Beydilli, Kathleen R. F. Burrill, Dr. Tayyar Altıkulaç, Dr. Numan Külekçi gibi önemli şahsiyetlerden bağış yoluyla temin ettiği koleksiyonlarını bünyesinde bulundurmaktadır. (Bu kütüphanede Osmanlı hazinesi var! http://www.yeniasya.com.tr/2009/11/01/kultur/h1.htm Gülsevil Kahraman’ın 01.11.2009 )

Kütüphaneye ben gittim çok gururlandım ,umutlandım, hayıflandım, duygulandım. Hakikaten mükemmel bir kütüphane. Çalışanlarının güler yüzü, idarecileri çalışma ortamını en konforlu hale getirebilmek için oluşturdukları yapısal ortam takdire şayandı. Günde 400-450 kişinin kütüphaneden faydalandığını, talep artışını karşılamakta zorlandığını söylediler. Hakikaten ben gittiğimde de boş bir masa yoktu. Sessizlik, huşu hakimdi ve bir mabet havasındaydı. Bu kütüphaneyi ülkemize kazandıran yöneticilere, geçmişte ve şu an çalışanlara, kitaplarını bağışlayan şahısların vefat edenlerine Allah’tan rahmet, yaşanlara da teşekkür ve hayırlı ömürler diliyorum. Daha iyi ve güzellerini başta Kocaeli’mize ve diğer şehirlerimize yapılmasını da ayrıca arzu ediyorum..

İSAM

İSAM

Yoruluyor Türkiye

Yoruyorlar demek daha doğru.

Her biri, kuralları, sahaları, takımları farklı maçlar oynuyor Türkiye.

Sahaya çıkarken stadyumdan yükselen anonsa bakılırsa, bu maçın kesin galibi dediğimiz Türkiye, her oyunun sonunda farklı mağlubiyetlerle ayrılıyor sahadan.

İzlenen dış politika, Dışişleri Bakanı’nın öğretim üyesi olduğu yıllarda hayallerini süsleyen “Bölgesinde etkin bir Türkiye” projesine uygun.

Ancak,  ister siyasal, ,ister seküler romantizm deyin buna, romantizmin dış politikadaki izdüşümü olan bu siyaset, ülkeyi beklemediğimiz bir anda, Ortadoğu bataklığının tam ortasına götürür.

Ortadoğu politikalarını Türkiye’nin hamiliğinde oluşturma gayreti,  Amerika’nın çıkmaya çabaladığı bu bataklığa,  git gide Türkiye’nin hızla ilerlemesine yol açabilir.

Türkiye’nin esas oyuncu olma hayali,  ben de dâhil, bu ülkede yaşayan herkesin gururunu okşayan bir talep de olsa, romantizmin bir an önce terk edilerek, oluşturulan politikaların, olası sonuçları açısından irdelenmesi gerekmektedir.

Başbakan’ın,  “arkasında durmaya devam edeceğim” dediği, “Uranyum Takas Anlaşması” nı boşa çıkaran Viyana Gurubu kararından sonra, bu gün de bu takas anlaşmasını yok farz eden Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi‘nin aldığı,” İran’a yaptırımların daha da ağırlaştırılması” kararı karşısında, Türkiye, İran ve Brezilya ile git gide yalnızlığa doğru itilmektedir.

Amerika‘nın ilk açıklamalarına bakılırsa, İsrail’deki Hükümet’i götürmek için levye olarak kullandığı Türkiye’ye hakkında,  Birleşmiş Milletler Güvenli Konseyi’nde kullandığı “red” kararı karşısında, çok hoşnut olmayan düşüncelere sahip olduğunu söylemek yanlış olmaz.

İsrail konusunda bırakın dünyayı arkamıza almayı, gemide vatandaşları bulunan 32 ülkenin hiçbirinden en ufak bir ses çıkmadı bu güne dek.

Buna rağmen Türkiye, Gazze ısrarını tek başına sürdürmeye kararlı.

İsrail’in ablukayı gevşeteceği haberlerine güvenip de başarılı olduğu sanılmasın.

Bunu,  Yahudilerin, ısınan suyu soğumaya bırakma taktiği olarak değerlendiriyorum ben.

İran’a yaptırımlar konusunda alınan kararda, Rusya’nın da kendisi ile hareket edeceğini bekleyen Türkiye, bu tezinde de boşa çıkmıştır.

Rusya, silah ambargosunun kendisi için delinip,  İran’a silah satılması izni karşısında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, Amerika ile birlikte hareket etmiştir.

 İran’ın da bu konudaki beklentisi boşa çıkmıştır.

Rusya, kopardığı bu tavizle ülkesine ekonomik bir kazanım sağlamakla birlikte, dünyadan kopmamıştır.

Ya Türkiye?

Türkiye’nin bu konudaki kazanımı nedir peki?

Davutoğlu Hoca’nın “Stratejik Derinlik” kitabındaki hayallerinin tatmininden öte bir şey görünmemektedir şu anda.

Daha önce belirtmiştim, Türkiye’nin AB’den çok daha önemli bir kozu var diye.

Bu da; İran, Türkiye ve Rusya ile oluşturulması mümkün olan güçlü bir ittifaktır demiştim.

Ama Rusya’nın içinde yer almadığı bu ittifakın iki parçalı hali, yani yalnızca İran ve Türkiye,  “yeşil” bir birliktelikten öteye geçemez.

Dünya’daki yeni ekseni Ön Asya olmasına rağmen, Türkiye’yi Ortadoğu ekseninde tutma gayreti de dünyayı iyi okuyamamanın işareti.

 Amerika’nın boşaltmak için çaba sarf ettiği Ortadoğu bataklığına doğru yol alırken, Yahudi Lobisi’nin finans çevrelerindeki etkinliğini göz önünde bulundurarak, yakın dönemde karşımıza çıkacak meçhul faturalara da hazır olmak lazım.

Bu ülkenin bu faturaları ödeyecek gücü yok!

Hükümetin de romantik duyguları için, ülkeyi bilinmezliğe doğru sürüklemeye hakkı yok!

 

Siz Hangi Uyuşturucuyu Kullanıyorsunuz?

Türk Milleti ve Türkiye’miz ucu karanlık bir tünele girmiş durumda. Bunun sebebi; ne halde olduğumuzu ve nereden kaynaklandığını bilmediğimiz akli ve ruhi bir sarhoşluk içinde oluşumuz. Bu kanıyı olumsuz ekonomik göstergeler itibariyle ifade etmediğimi de özellikle belirtmeliyim.

Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce çekildiğimiz ve yanlış politikalarla hükümranlık haklarımızdan vazgeçtiğimiz coğrafyada yaşayan Türklük bakiyesi perişan bir halde olup bununla beraber ülkemiz yönetim olarak Türk Milletinin kontrolünden çıkmış ve Türk olmayanların ve Türk olsa bile kendini Türk olarak görmeyenlerin eline geçmiştir.

Bunları yazdıkça milliyetçi, ırkçı, şovenist vs. olduğumu söylüyorlar. Ben sadece Türk Milletinin bir evladı olduğum için bu tehlikelere işaret ediyorum. İstiyorlar ki; hiçbir Türk sesini çıkarmasın ve kaderine razı olsun. Bu oyunu deşifre ettiğimiz için birileri bizi oyunu bozan anlamında “virüs” olarak ilan etmiş durumda. Yok öyle yağma… Hiçbir şeyden korkmadan Türk Milletini uyandırmaya devam edeceğiz.

Herkes biliyor ki; Türkiye’yi PKK bölemez ve PKK’nin böyle bir gücü de yoktur. Buna karşılık Türkiye’nin millet yapısının 36 etnik parçadan ibaret olduğu iddiası en büyük bölücülüktür ve PKK’nın yapamadığını yapmaktır. Bu sebeple Türk Milletinin 36 etnik parçadan oluştuğu ve Türklerin bu 36 etnik parçadan sadece biri olduğunu iddia etmek; içinde bulunduğumuz ve çözüm üretmekte zorlandığımız durumun başlıca sebebidir. Bu iddianın sahipleri Türk Milletine karşı tarih önünde hesap verecektir.

Köşe başlarını tutmuş olan ihanet şebekeleri ve işbirlikçiler bu durum karşısında sevinçle el ovuşturuyor. İnşallah bu sevinçleri kursaklarında kalacak…

Niçin bunları yazıyorsun diyenlere son günlerde meydana gelen olayları ve bunların Türk halkı üzerinde yarattığı sarhoşluğu bir kez de bir Türk olarak cevaplamak istiyorum diye belirtmeliyim. Çünkü herkes meselelere kendi penceresinden bakıyor ve bırakın da bir Türk’te kendi penceresinden baksın.

Mavi Marmara gemisinin Türkiye’den hareketi, bildiğimize göre dokuz bilmediğimize göre on dokuz kişinin hayatını kaybedişi, yüzlerce yaralı, dünyanın ve ABD’nin İsrail’in yanında yer alışı, hükümetimizin ve RTE’nin her zaman olduğu gibi sorumlu sorumsuzluk moduna geçişi, müslüman Mısır’ın Gazze’ye yardım yolunu bir türlü açmaması, Türkiye’nin iki ayda bölücü teröre 38 şehit verişi ve hükümet ile tüm sorumluların bu konudaki aczi… İsterseniz saymaya devam ederiz ama bu kadar yeter sanırım.

Yaşananlar sebebiyle ülkemizde binlerce Filistin bayrağının stokta hazır tutulduğunu ve kendisini Filistinli hisseden binlerce insanın bulunduğunu bu vesile ile öğrenmiş olduk. Bu insanların bu olay karşısında duruşlarını ve tepkilerini hiçbir şehit cenazesinde gördüğümü  hatırlamıyorum. Yine Telafer bombalanırken, Kerkük-Erbil ve Musul Türkmenlerden temizlenirken bu Filistin bayraklarını sallayanlar ortada yoktu. Hocalı katliamı için bu Filistinciler sokağa dökülmemişlerdi. Ölen müslüman Türk olunca arada bul bunları. Oysa biz hiçbir Müslüman ve de yaradılmış insan yada canlı mahlukat için farklılık gözetmeyen bir milletiz ve adımız da “TÜRK”tür. Bu Filistinciler; vatansız ve milliyetsiz Müslümanlık anlayışının ortaya çıkardığı bir topluluktur ve bu anlayış Türk Milletinin varlığı için bir tehlikedir.

Türk Milleti uzunca bir zamandır kendisine karşı yürütülen politikaların ekonomi odaklı olduğunu düşünmektedir. Oysa ki; ekonomik saldırı tamamlanmış sıra sosyolojik yapıyı parçalayacak olan psikolojik saldırılara gelmiştir.

Bütün oyun “Türk”lük üzerinde sürmektedir. Yıllardır sağ ve sol ideolojilerde Türklük aleyhine sürdürülen fikri  çalışmalar meyve vermeye  ve neredeyse yüzde yüz homojen bir toplum olan Türk Milleti birbirine yabancılaşmaya, ötekileşmeye ve birbirini sorgular hale gelmeye başlamıştır. Bunda Türk Milletinin her sahada fakir bırakılmasının ve gerçeklerin perdelenmesinin önemli bir rolü vardır.

Şunu çok net olarak söyleyebiliriz ki; Türk Milleti, Türk olmayanlarca ve Türk olsa da bu duyguyu kaybetmiş olanlarca yönetilmektedir. Aynen Osmanlının son dönemlerinde olduğu gibi. Böyle olunca başımıza gelenleri pek fazla yadırgamamak gerekir.

Bazılarınca CHP Genel Başkanlığı koltuğuna oturmakla Atatürk’ün koltuğuna oturmuş olarak kabul edilen Kemal Kılıçdaroğlu; kendisine milli kimlikle ilgili sorulan sorulara kürt ya da Türk  veya annesinin ermeni olup olmamasının pek bir şey ifade etmediğini ve meseleye insan odaklı baktıklarını ifade etmesi Atatürk’ün söylemleri ile çelişmektedir. Atatürk aynı sorulara “Ne Mutlu Türküm Diyene” ve kendisinin en büyük zenginliğinin Türk Milletine mensubiyet olduğunu söyleyerek cevap vermektedir. Kılıçdaroğlu’nun cevapları Atatürk’ün cevapları ile karşılaştırıldığında aradaki sapmanın boyutu ve böylece Kılıçdaroğlu ile Filistincilerin millet anlayışı konusunda pek bir farklılıklarının olmadığı görülmektedir.

Teferruatların devlet yönetiminde veya insan yaşamında genel anlayışta bir sapma olmadığı takdirde pek fazla bir önemi yoktur. Ancak genel anlayışta makas değiştiren önemli bir yol değişikliği varsa teferruatlar çok önem kazanır. Bunun için satır aralarını doğru okumakta büyük fayda vardır.

Bu sebeple Türkiye ile İsrail arasında yaşananları, RTE ile hükümetin tavırlarını, Filistin bayrakları ile sokağa dökülenleri, Kemal Kılıçdaroğlu’nun tıpkı RTE gibi Türklüğü arka plana itici ifadelerini, sözde kürt ve ermeni açılımlarının geldiği noktayı, Barzani’ye gösterilen ilgiyi, BDP milletvekili Sabahat Tuncel’in PKK’yi terör örgütü olarak görmedikleri dair ifadesini ve de özellikle Gazze olayında ölen Furkan Doğan’ın akedemisyen babasının sözlerini ve aynı olayda yitirdiğimiz bir vatandaşımızın hanımı ve çocuğunun cenazedeki gülümseyen fotograflarını iyi okumamız gerekir diye düşünüyorum.

Yine iyi okumamız gereken bir teferruatta Türkiye’nin önde gelen işadamlarından ve sosyal demokrat görüşleriyle tanınan Musevi cematının önde gelen ismi İshak Alaton’nun Taraf Gazetesine verdiği röportajda söyledikleriydi: “AKP daha yüksek oyla iktidara gelir… Türkiye için çok umutluyum. AKP’nin 20002 yılından beri performansı çok pozitif. Neticeler ortada. Ekonomi yolunda… Doğru yoldayız.” . “…Yine o kemikleşmiş dinazorların teşebbüsü ile bu da (anayasa değişikliğini kast ediyor) Anayasa Mahkemesine götürüldü. Ve muhtemelen dinazorların baskısıyla Türkiye’nin aleyhine kemikleşmiş, donmuş bir karar çıkacak. Bence bunun da üstesinden geleceğiz. Bu durumda seçime gidecek AKP daha yüksek bir oyla ve tek başına iktidara gelmesi kaçınılmaz olacak. Dinazorlar bunu istemiyorlar ama tepkileri bu güne kadar olduğu gibi ters tepecek”.

Görüyorsunuz İshak Alaton tabloyu çizmiş. Yılların sosyal demokratı Musevi işadamı Türklük karşıtı bir politika izleyen AKP’nin hızlı bir taraftarı olmuş. Senelerdir benzer politikaları paylaştığı sosyal demokrat arkadaşlarını “dinazor”lukla suçluyor. AKP’nin 2002’den beri yaptıklarına imzasını atıyor.

İshak Alaton; AKP’nin ekonomik olarak Türkiye’yi diz çöktürdüğünü ve günümüzü geçici tedbirlerle kurtardığımızı, halkın yoksulluk sınırı içinde yüzdüğünü buna karşılık Türkiye’ye borç verenlerin servetlerini katladığını ve işsizliğin tarihi rekorlar kırdığını anlaşılan görmüyor. Zaten onun durduğu yer Türk Milletinin durduğu yer değil. Onun için Alaton’un anlattığımız şeyler çerçevesinde AKP’yi başarılı bulması doğal. Ayrıca AKP’nin Türk Milletinin sosyal dokusuna verdiği zarar onun endişe edeceği bir husus değil. Bilakis bundan memnuniyette duyuyor olabilir. Çünkü herkes gibi o da bilmektedir ki; vaad edilmiş toprakların İsrail’ce yeniden vatanlaştırılmasının önündeki en büyük engel Türk Milletidir. Bu sebeple aklını Türklükle bozmuş olan bir AKP’nin Alaton’ca desteklenmesi hiç şaşırtıcı değildir.

Aslında İshak Alaton’un sosyal demokratlığının altında yatan  “halkların kardeşliği” felsefesinin, Filistincilerin “vatansız ve milliyetsiz Müslümanlık” anlayışının, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “önce insan” söyleminin ve Recep Tayyib Erdoğan’ın “36 etnik parça” vurgusunun bir kavşakta kesiştiğini söylemek hiçte yanlış olmaz. Sapla saman birbirine ne kadar karışmış görüyorsunuz değil mi?

Evet! Türk Milleti; teferruatlara boğularak genel sapmadan bihaber hale getirilmek suretiyle tarihte pek çok örneğini gördüğümüz gibi yine yok edilmek ve vatanına el koyulmak isteniyor. Tıpkı Balkanlarda, Orta Asya’da, Kafkaslarda ve nerede Türk varsa orada uygulanan politikalarda olduğu gibi…

Bu politikalar uyuşturucu benzeri yöntemlerle Türklerin aklına ve ruhuna zikrediliyor. Medya, üniversite, din adamı, siyasetçi, işadamı, şair, romancı, tiyatrocu, simitçi, mısırcı, araba yıkayıcısı ve bil cümle eleman bu uyuşturucunun tedarikçisi durumunda…

Onun için etrafınıza şöyle bir bakın hangi uyuşturucudan etkileniyorum diye. Yoksa bu tatlı sarhoşluk size çok şey kaybettirecek.

 

“Dikkat! Bölünmüş Yol”

0

Mavi Marmara gemisine yapılan İsrail operasyonundan daha acı bir şey gördüm. Toplum 80 öncesinin sağ-sol‘u gibi cart diye ortadan ikiye bölünmüş. Bir yanda AK + SP‘li siyasal İslâm cenahı var, öbür yanda onların ‘Allah bir‘ dediğinden başkasına inanmamaya azimli diğer kesim.

Eskiden Afganistan, Bosna, Çeçenistan dendi mi ortak bir ulusal tepki oluşurdu tıpkı Millî Takım maçları gibi.. Gel gör bugün millet birbirinin imanından bile şüphe ediyor. Baştakilere kızıp namazı bırakan bile var.

El ele verdik, bu hale geldik‘ diye bir kamyon arkası yazısı var. Bu ayrışmada birinci dereceden mevcut iktidar, ikinci dereceden de biz üçüncü şahıslar sorumluyuz.

Davos‘taki ‘One minute‘ şovunun ardından insansız uçak ihalesi İsrail’e verildi. Akabinde OECD‘ye İsrail‘in katılımı Türkiye‘nin özel izniyle gerçekleşti. GAP‘ta ve özelleştirmede baş parsayı kaptıkları yetmiyor gibi içimizden birileriyle de ortaklar.

Parti tüzüğünün CFR memorandumuyla yazıldığı iddiasındaki Arslan Bulut‘a 7 senedir, Başbakan‘a hastir çeken Baydemir‘e 6 aydır cevap verilmedi. Yahudî olmayan tek kişiye verilen ‘Cesaret‘ ödülü JİNSA‘ya iade edilmedi. Heybeliada, Sümelâ, Akdamar izinleri, Ermeni ve Kıbrıs tavizleri, askerdeki ‘Aç – aç‘a dönen Açılım nöbetlerinde bile ayda Filistin’de ölenden daha fazla asker kaybettiğimiz bir garabetler yığını.. Üstüne üstlük İsrail sorgusundan farklı olmayan Hergenekon kuyusu..

8 sene sonra birgün; Afganistan‘da İngiltere‘nin öldürdüğü sivilleri görmeyen, Pakistan‘da insansız Amerikan uçaklarının cami cemaatlerini bile hedef alan toplu katliamlarını duymayan ve yanıbaşında 2 milyonu aşkın Müslüman’ın kaybıyla devam eden Haçlı Soykırımı hakkında tek gram konuşmayan yöneticilerimiz vahiy gelmiş gibi birden Gazze’ci oldular. Batı Şeria’cı olamadılar. Zira orda Hamas yok, El Fetih var. İşin doğrusu ne Başbakan Mahmud Abas ne de radikal Hamas ablukadan fazlaca şikâyetçi değil. Hatta Mısır ve Ürdün hiç değil..

Arap’tan daha Arap görüntü vererek bir taşla 3 kuş indirme babında; hem ablukayı kaldırtacaklar hem İsrail’de Hükümet darbesi yapacaklar hem de içerde 2 haftadır Gandi Kemâl‘den dolayı girmedikleri manşetlere dalacaklardı. Olmadı, 2’inci kez ‘çuval’landık.

Amerika vizesiyle Osmanlıcılık buraya kadar. Sağolsun Davutoğlu, 11 Eylül‘ümüzü de ilân etti. Bu da komple kurgu demektir. Peşinden Kak Barzani (Mesut Abi) bayraksız devlet töreniyle karşılandı. Biz Kuzey Kıbrıs yada Nahcivan‘la entegre olmayı beklerken Irak Kürdistanı’yla entegrasyon anlaşması imzaladık. Hayırlı işler Türkiye’m, her nerede ‘sıfır sorun’la yaşatılıyor ve yaşıyor isen..

Benim korkum dış baskılar veya işbirlikçi iktidarlar değildir. Halkın ikiye ayrılmasıdır. Siyasal İslâm cenahı PKK‘yı kınamayı ve İskenderun‘daki şehitleri bile ağzına almamaya azmetmişken diğer tarafta neredeyse gemilerde ölen masum sivillere bile sövme modunda.. İnsanımıza yazık oluyor.

Yazık vicdanlarımıza..

Büyük Tatil

Yaşamın en önemli dönemlerinden biridir okul çağı. Bu süreç genç kuşakların kimliklerinin şekillendiği bir zaman kesitidir. Okullarımız, çocuklarımıza ve gençlerimize sağlıklı, güvenli, doğru ve erdemli olmalarını öğrettiğimiz ve onları yönlendirdiğimiz  kurumlarımızdır.

 Çocuklarımızın büyürken eğitilmeleri ve çağdaş bilgilerle geliştirilmeleri, geleceğe faydalı gençler olarak yetiştirilmeleri öğretmenlerimizin önderliğinde gerçekleşmektedir.

 Büyük tatil, okul dönemi boyunca öğrencilerin rutin günlük ders programlarını gerçekleştirip bir sonraki günün derslerini hazırlama görevlerinin sona ermesidir.  Okulun son günü karne günüdür. Karne okul süreci sonunda öğrencinin başarısının bildirimidir.

Çocuklarımız genelde güzel notlarla bezenmiş karneler alırlar. Az da olsa bazı derslerde başarısız olan öğrenciler de olacaktır. Kırık notların sorumlusu yalnız çocuklarımız değildir. Eğer öğrencinin özel bir sağlık sorunu yoksa, anneler, babalar, öğretmenler ve okul sorumluları da belli oranlarda bu durumda pay sahibidirler. Tatilden yararlanarak, elbirliğiyle çocuklarımıza yardımcı olmamız gereklidir.

 Karne gününden sonra çocuklarımız büyük tatile girerler. Her gün aynı şeyleri yapmaktan yorulan ve  sıkılan öğrenciler için yeni bir dönem başlar. Çocuklarımız olanakları içinde yeni farklı faaliyetlere yönelirler.

Çocukların sokak oyunları artık hemen hemen yok gibidir. Yoğun trafik, araçlar ve inşaatlar boş alanları hızla kapatmış, yabancılaşan ve kalabalıklaşan çevre insanları beraberinde güvenlik sorunlarını da getirmişlerdir.

Günümüzde çocukların oyunları evin içinde yoğunlaşmıştır. Arabalar, bebekler, askerler, Lego’lar vs. gibi oyuncaklar giderek çoğalmıştır.  Ayrıca,  giderek gelişen bilgisayar teknolojisi çok çeşitli oyun CD’leri ve Playstation gibi oyun konsülleriyle her yaştaki gençleri monitör/ekran başına toplamaktadır. Hiç şüphe yok ki, yararları sayılamayacak kadar çok olan bu teknolojinin, denetimine de önem vermek gerekmektedir. Gençlerin dünyasını, bilgisayarın olumsuz etkilerinden korumak  gerekmektedir.

Bu yönden yaklaşık üç ay sürecek büyük tatil günlerinde deniz, güneş, kumsal ve temiz havanın etkin olduğu yörelerde bir süre kalmak olanağı araştırılmalıdır. Gene tatilden istifade ederek, akrabalarımıza, dostlarımıza vakit ayırmak, yakın çevremize ziyaretler yapmak yararlı olacaktır.

 Eğer olanak varsa çocuklarımıza kültür varlıklarımızı tanıtmak, ecdadımızla ilgili bilgi edineceği kitapları okutmak, elektronik bilişim desteğini kullanarak değişik ve renkli bir geçmişe ulaşmalarını ve bilgilenmelerini sağlamak güzel bir girişim olacaktır.

Çocuklarımızı tatil dönemlerinde özgür bırakmak spor, müzik, resim ve oyunlarına destek vermek gerekiyor. Ancak sağlıklarına ve gelişimlerine zarar verebilecek durumlarda onları incitmeden ve kırmadan uyararak ve bizlere güvenlerini kazanarak, tehlikeli aktivitelerden uzaklaştırmaya özen göstermemiz gerekmektedir.

Eğitim ve öğretimin son günü çocuklar okula neşe, coşku içinde ve biraz da sabırsızlıkla gidecekler. Öğretmenlerin elleri öpülecek, karneler alınacak ve büyük yaz tatiline sevinçle, keyifle başlanacaktır.

Büyük tatilde  tüm çocuklarımıza ve öğretmenlerimize mutluluklar ve esenlikler dilerim.

 

Şuralar ve Türkçe

Aydınlar Ocaklarının 34. Büyük Şurası 28- 30 Mayıs 2010 tarihlerinde Malatya Aydınlar Ocağının ev sahipliğinde Malatya’da Anemon Otel’inde yapıldı. Dünya ve ülke sorunları ile ilgili tebliğlerin verildiği ve tartışıldığı toplantılara 30 Ocağımız katıldı.  Ev sahipliği yapan Ocağımızın yöneticilerine, başta Prof. Dr. Abdullah Korkmaz ve Doç. Dr. Yaşar Kaya olmak üzere teşekkür ve tebriklerimizi sunarız. Özellikle sonuç bildirisini okuyucularımıza tavsiye ederiz (www.aydinlarocagi.org).

Kosova’da yine Türklere ve Türkçeye yeni bir tuzak kuruluyor. Kosova Anayasa Mahkemesi’nin Prizren Belediye Logosunda Türkçe ve Boşnakçanın da yer almasına karar vermesine rağmen, Prizren LDK Şubesi buna şiddetle karşı çıkmıştır. Türkçeye bu kadar nefret ve kinin nereden kaynaklandığı incelenmeye değer.

İnsanları daha yakından, gerçek yüzleri ile tanıma fırsatı veren bir dönem yaşıyoruz. Sağ olarak isimlendirilen geniş yelpazede milliyetçi olmayan sağın netleştiği bir dönemden geçiyoruz. Günümüzde dengecilik ve birbirini idare etme alışkanlık haline geldi. Tabii bu yapılırken nelerden tavizler veriliyor ve acaba kimlerin önü açılıyor?

Bir olimpiyat hikâyesidir gidiyor. Türkçenin seçimlik ders olduğu “İslami” değil; “insanî” eğitim yapıldığı yetkilileri tarafından 2005 Aralığında CNN-TÜRK’ de açıklanan sözde Türk okulları üzerine bilen de bilmeyen de yorum yapıyor. Aslında İslami eğitim söz konusu olduğunda hangi İslam’ın tebliğ edileceği sorusu akla geliyor. Bu okullarda çalışan idealist gençlere bir sözümüz yok. Bir ara dergilerinde Erivan’da Türk okulunun açıldığı haberi kapak yapılmıştı. Erivan’da bir Türk Okulu… Bu bilmeceyi çözmek çok mu zor?

Bilhassa Türk Dünyasında Türkçe eğitim-öğretim yapılmalı ve Anadolu Liseleri programı uygulanmalıdır. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı bunu yapıyor. İstanbul’da Fransız, Alman, İngiliz ve Avusturya okulları ne yapıyorsa biz de Türk okulu olabilmek için yurtdışında onu yapmalıyız. İngilizce de öğretelim. İngilizcenin evrensel bir dil olduğunu kimse inkâr etmiyor. Ancak sadece İngilizce eğitim ve öğretimi dost ve müttefiklerimize bırakalım. Eğer bırakamıyorsak Türk Okulu kamuflajına sığınmayalım.

Türk Cumhuriyetlerinde Türk Üniversitesi adı altındaki bazı kuruluşları ziyaret etme fırsatı bulmuştuk. Burada da Dünya ve ilim dili olan Türkçe adeta dışlanmıştı. Sadece bu okullarda değil; Türkiye’nin büyük bir mali yükü karşıladığı Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde acaba Türkçe’nin yeri neydi? Bu üniversite düzeltilmeye çalışılıyor.

Okullar, dini örtülü bir siyasi hareketin sadece bir parçasıdır. Okulları bu hareketin bütününden soyutlamak mümkün değildir. Bu hareketi, milli kimlik düşmanlığının yapıldığı, Kürtçülüğe selam verildiği, bugün liberalleşen dünün hızlı komünistlerinin ağırlık taşıdığı Abant Toplantılarından ayrı düşünemeyiz.  Bu toplantılarda yönlendirici olan dünün aşırı sol isimlerini bir ay önce Taksim’de yapılan Ermeni tezlerini savunan “özürcü” oturma eyleminde de görmüştük.

Kıbrıs’tan Ermeni ve Kürtçülük meselesine kadar bütün milli davalarda Türk tezleri ile çelişen çizgi bu toplantılarda boy gösteriyor. Bu toplantıların birinin de Irak’ın Kuzeyinde Barzani’nin önünü açmak için yapıldığını unutmadık. ABD’de de bir toplantı yapılmıştı. Ayrıca tek taraflı Vatikan patentli diyalog toplantıları ile dinlerarası sentez çalışmalarını da bütünden ayrı tutamayız.

Tasavvuf – 3

0

Tasavvuf  kendi içerisinde üç ana bölüme ayrılır.

1 – Tasavvufta züht ve takvanın hâkim olduğu dönem.

Bu dönemde dünyevilikten olabildiğine uzak durmak esastır.

İbadetler ihsan derecesinde yapılır.

İbadetlerde ihsan derecesi

Allah(cc)ı görüyormuş gibi ibadet etmektir.

Her ne kadar biz Allah’ı göremiyorsakta

O’nun kullarını görmesi yeterlidir.

Bu dönem aynı zamanda tasavvuf düşüncesinin yeni başladığı dönemdir

Her türlü dünyevilikten uzak durmaktır

Dünyevileşmeye tepkidir.

İslami yaşantıda öze dönüş harekâtıdır.

Sahabeden Ebu Zerril Gifari

Tabiinden Hasan El Basri bu dönemin öncülerindendir.

2 – Tasavvufta felsefenin hâkim olduğu dönem

Bu dönemde aklın ön plana çıktığı görülür.

Vahyin aklın ışığı doğrultusunda açıklanarak yorumlanması hâkimdir.

Bu dönen İslam düşüncesinin batı felsefinden

Hint mistizminden etkilendiği dönemdir.

Tercüme kitapların etkisiyle Müslümanların zihinleri karışmıştır.

Bazı Müslüman aydınlar tarafından ayet ve hadisler sorgulanır hale gelmiştir.

Ayet ve hadisler ilmi temeller ve düşünce derinliğinde açıklanmaya çalışılmıştır.

İslam’a saldırılar yoğunlaşmış

Bunlara karşı cevabi hazırlıklar yapılmıştır.

Bu dönem aynı zamanda İslam felsefesinin oluşmaya başladığı dönemdir.

Yani felsefeyle tasavvufun iç içe olduğu dönemdir

Böyle olmakla beraber her zaman tasavvufun içerisinde züht ve takva damarı mevcuttur.

Muhyittin İbnül Arabî ve İmamı Gazali bu dönemin öncülerindendir.

3 – Tasavvufun kurumlaştığı dönem

Bu dönemde tasavvuf kurumlaşarak tarikatlar haline dönüşmüştür.

Çeşitli kollara ayrılmıştır

Her kol kendi pirinin ismiyle anılmaya başlamıştır.

Kadiriliğin piri kabul edilen Abdulkadir Geylani

Nakşibendîliğin kurucusu olarak bilinen Bahaüddin Nakşî bent

Mevleviliğin kurucusu olarak bilinen Mevlana

Yeseviliğin kurucusu olarak bilinen Hoca Ahmet Yesevi

Osmanlının manevi mimari Şeyh Edibali

Arı ve duru ilahileriyle gönüllere taht kuran Yunus Ermenin hocası Taptuk Emre

Hacı bayram veli ve hacı Bektaşi veli

İslami ticaret ahlakının AHİLİK teşkilatlanması yoluyla

Anadolu’da kurumlaşmasını sağlayan Ahi Evran

Bu dönemin tanınmış isimlerindendir

(Kaddasallahu sırruhu ecmain)

Bu dönem aynı zamanda tasavvufun cemiyet hayatını etkilediği dönemdir.

Ahilik teşkilatı sayesinde ticaret belli kurallara göre düzenlenmiştir.

Dürüstlük kalite ve güven ön plana çıkmıştır.

Ne acıdır ki İsrailiyatta bu dönemde tasavvufun içerisine girmeye başlamıştır.

Görüldüğü gibi tasavvuf bazılarının zannettiği gibi bir lokma bir hırka zihniyetinden ibaret değildir

Sadece namaz kılıp tesbih çeken dünyayı tekkeden ibaret zanneden

Etliye sütlüye karışmayan

Çorba ile yetinen bir anlayış değil

Canlı dinamik hayatın içerisinde ve hayata yön veren bir anlayıştır.

Hayata yön verirken kul hakkı yemeyen helale harama dikkat eden bir anlayıştır

Tarikatlar genel olarak dünyayı doğru okuyup çağıda yakalamış durumdadırlar.

Medyada ticarette ve siyasette ağırlıklarını hissettirmektedirler.

Tekkeden çıkarak dünyaya açılmışlardır

Dostlara tavsiyem içerisinde olun olmayın

Sevin sevmeyin

Bir iki olumsuz örneği esas alıpta yeterince bilmediğiniz konularda olumsuz konuşmayınız.

Mevlana(ks) nın şu sözüyle bitirelim.

İyilikleri görme konusunda güneş ışığı gibi,

Kötülükleri görme konusunda gece karanlığı gibi olunuz..

Allaha emanet olunuz…

 

Dostum Yola Erken Çıktı

0

(Vahid) “Göçer Toprağa Düştü”

Evde bulunduğum günlerde sabah erken, gece geç saatlerde çalan telefonları hiç sevmem. Kulağıma koy­duğum ahizedeki sesi algılamak bana ürpertiyle bera­ber bir acı verir. Zihnimin ses tahlilini yaptığı o  kısacık zamanı yaşarken âdeta kalbim duracak gibi olur 509 10 00 olan ev numaramın 01 olarak karıştığı hastahane­yi arayanları anında tefrik ederim. Onlara kızmadan son numarayı 01 olarak çeviriniz der ve ürpertim acı­maya dönüşürken telefonu kapatırım. Bir gün bu kadar ürperten telefon sesleri bir mermi gibi kalbimi parçala­yarak beni hayattan koparacak. Çünkü bütün sevdikle­rimle ilgili acı haberlerin hepsini telefonda öğrendim de ondan.

5.3.2000 günü sabah erken çalan telefona uzandım. Yanlış numara  diyecektim ki …

 Abi ... (ses sevgili Orhan Hülagü’nün idi. Ancak o böyle erken saatlerde pek uyanmazdı. Fevkalâde bir durum olmalıydı. Kalbim daralırken ses tonundan ve­receği haberin tahlilini yapıyordum. Ancak sesindeki hüzün bütün benliğimi sardı..) .. saat 03.00 den beri Vahid Abinin evindeyim. Vahid Abi sizlere ömür,  göçtü.

innâ lillâhi ve innâ ileyhi râcin.” Dedim ve sustum.. dizlerimin üzerine oturmuş vaziyette kalakaldım. Ancak kördüğüm olan zihnime inat dilimde bir şiir vardı:

Rıhtımda

Bir beyaz gemiydi ayıran onları
Kadın güvertedeydi adam rıhtımda
Şimdi unuttum yüzünü  kadının
Adamın gözleri aklımda

Kana bulanmış bıçaklar gibi
Uzun kirpikleri  ıslaktı
Adam dertli adam darmadağın
Dokunsalar  ağlayacaktı

Adam bitkindi adam seviyordu
Kalan kederdi, giden gemiyse
Taş olduğu içindir dedim
Rıhtım taşları erimediyse

Derken bir düdük öttü ansızın
Bembeyaz gemi git gide ufaldı
Korkunç yalnızlığıyla başbaşa
Rıhtımda bir .adam kaldı.

Dostum bildin değil mi? Ümit Yaşar’dan. Bir gece­de elli defa okunur da, sabah – sabah da neyin nesi..? .. Vay bana yay, hem yetim hem öksüzdüm yıllarca. Şim­di de akran yetimi oldum. ( Vahid ) “Göçer Toprağa ş

“İyi arkadaş, dünya ve âhiret için saadettir.” buyu­ruyor Ahmed Namıkî Rahmetullahi aleyh. Vahid Ça­buk, merhum da benim bahtıma arkadaş olarak dâhil olmuştu. Ancak gönlümdeki dost koltuğuna ivazsız garazsız oturarak dostum olmuştu ..

1967 yılında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakül­tesi, Tarih Bölümü’ne kaydoldum. Aslında Anka­ra’dan mecburî olarak İstanbul’a geçişim, üniversitemi de değiştiriyordu. Ankara’dan Kasım ayında kayıt ala­rak gelmiştim. Ancak mecburî ders Osmanlıca problemdi. Rahmetli Cengiz Orhonlu hoca ile Fahri Çetin Derin hoca bir türlü beni gruplarına kabul etmi­yorlardı. Kararımı verdim, Cengiz Hoca’yı zorlamayıp Çetin Derin Hocanın dersine girdim. Hocalar doğru söylemişler, işte ispatı. Herkes, benim için susan harflere hayat veriyor ve seslendiriyorlardı.

“Derviş Paşa dağ eşkiyasının … ” Aman Allah’ım, yarıyılı kaybedeceğim. Ders bitti kürsüde duran babacan tavırlı hocayı esir alarak, derhal psikolojik kuşatma uyguladım aklımca.

“Koçum gördüğün gibi iki ay geçti. Geriye döne­mem.” Dedi ve tepemin üstünden biraz daha dikele­rek;

-Vahid! Vahid! Diye sınıfa seslendi. Ben bu ismin sahibini tanımak için biraz geriye döndüm. Ancak kürsünün önünde hocaya aynı benim gibi derse ilk defa girdiğini söyleyen bir kız öğrenci de yalvar yakar idi. Kız öğrencinin hocayla konuşmasından yalnız olmadığım şeklinde ruhen güçlendiğimi hissettim. Ancak ben Vahid ile ilgileniyordum. Bu hoca ile, Vahid ne olacaktı?  Oldukça  kilolu, kalın kollarıyla hareketleri ölçülü orta boylu birisiydi bu Vahid. Yanımdaydı. Kız öğrenci ile konuşmasını kesen hoca:

Vahid bu iki arkadla ilgilenirsen sevinirim, dedi ve çıkıp gitti. Bize yaklaşan öğrenci ise kendinden son derece emin  tavırla: “Vahid Çabuk, sizler?

-Zehra Yılmaz, Emin Sezer, dedik. Elini uzattı. Sıktım elini. O anda ona hayranlık duymuştum. Hiçbir zaman da bu hayranlığım eksilmedi.

Mekân olarak da Kocamustafapaşa Sağlık Ocağı seçildi. Çünkü Zehra’nın ağabeyi orada doktor imiş. Cumartesi ve pazar günleri doktorun odasını kullandık. Vahid bize burada Osmanlıca çalıştırdı. Beşinci günü Zehra okumayı söktü. Yedinci günü ise ben satırlar üzerinde yürüyordum artık. Onun bu himmetini hayatım boyunca hiç mi hiç unutmadım, unutamadım ve unutmıyacağım. Hemen her ilmî konuda himmetine ihtiyacım oldu. Katiyen üşenmeden verdi de verdi aziz  arkadaşım.

“Kul bir dostunun yardımında bulunduğu müddetçe, Allah da o kulun yardımında bulunur.[1]  “Dostuna gıyabında yardım eden kimseye, Allah ü teâlâ dünya ve ahirette yardım eder. [2]  Hadis-i şerifleriyle müjdelenen  Allah’ın bu yardımına nail olasın, mağfiret bulasın.

“Allah için tevazu göstereni, Allah yüceltir; tekeb­bür edeni ise, Allah alçaltır” Hadis-i şerif’inde[3] bahse­dilen kibir onda asla yoktu. O günü ve onun heyecanımı kesmeden beni dinleyişini ve de sonunda aşkıma aşk katışını nasıl unuturum nasıl..? Lütfen bize katılır mısınız?

Cağaloğlu’ndan telefon ettim. Vahidim geliyorum.Çünkü dinleyip lezzetiyle mest olduğum bilgi ve notları elbette Vahid’le paylaşacaktım. Aslında dostum da adı gibi idi. Yanılmıyorsam benim gibi yalnız idi. İlmi irtifaı ve ihatası bunu alenî ifade etmeye mani idi. Çünkü hep söylerdi: “Eminciğim bunları şikâyet olarak de­ğil, hikâyet olarak dinliyorum. Benliğini sarmasın …. “

Nefes nefese vardığım makamında hemen notlarımla konuya girdim:

Çün rûh-ı  kemîn-i Nâbî der lücce-i âmed
Ez-tengî-i ten varest der-dâr-ı sürur  âmed
Tahkik şinâsân-ı  ma’ani-i  şühud u gayb
Goften pey-i tarih Nâbi be huzar âmed

“Nabi’nin hakir ruhu, nur denizine dalarak ten darlığından kurtuluverince, birden sevinç yurduna geldi, kavuştu. Görülen ve görülmeyenlerin asıl mânâ­sını bilenler, tarih olarak “Nabi huzura geldi” dediler.”

Buradaki “Nabi be-huzur âmed” ibaresinin ebced hesabıyla karşılığı hicri 1124’tür. Bu milâdi 1712 tarihi­ne tekâbül etmektedir. 12 Nisan’da İstanbul’da vefât eden Nabi’nin, vefatından önce yazdığı ve kendi ölüm tarihini belirttiği bu Farsça dörtlüğü bile tek başına benim için müthiş bir bilgi idi. Ancak peşinden gelen bilgilerle ruhumdaki basınç arttı da  arttı.

Sevgili İsmail Kapan‘ın o müthiş talâkatından ilk defa dinlediğim Nabi ile ilgili bombardumanını sürdürüyordu. Can kulağıyla dinliyordum. Çok – çok tesirinde  kaldığım bu bilgileri şimdi dostumla paylaşmaya devam ediyordum. Hem de ne bilgiç bir tavırla aldığımı satıyordum. Rivayet edilir ki meşhur divan şairimiz Nabi, hacca gittiği zaman, kervan Medine-i Münevvere’ye yakın  bir mevkide konaklar.

Şair Nabi merhum, İki Cihan Güneşi Efendimiz sallahü aleyhi vesellem’in huzuruna yaklaşmış olmanın heyecanıyla (malum ceddimiz Haydarpaşa – Hicaz demiryolunun son mesafelerinde Peygamber-i Ekber’i rahatsız etmesin diye tren raylarına keçeler döşenmişti ya .. )    Şairâne tefekkürlere dalmışken, kervanda bulunan devletlulardan                (Padişahın mektubla, ikaz ve isteği üzerine kendisine refakat eden Mısır Hidivi ) birinin, şuursuzca ayaklarını Ravza-i Mutahhara’ya doğru uzatıp yattığını görür. O  anda dudaklarından,

Sakın terk-i edebden, kûy-ı  mahbub-i Huda’dır bu!
Nazargâh-ı ilâhi’dir, makam-ı Mustafa’dır bu!

Beytiyle başlayan, gazel tarzındaki na’t dökülür (Hidiv’in aman aramızda kalsın diye de tembihde bulunmuş olmasına rağmen). Sabaha yakm kervan düzülüp de Medine’ye yaklaştıklarında, Ravza-i Mutahhara’nın bütün minarelerinden müezzinlerin bu na’tı okuduklarını duyarlar. Meğer o gece Efendiler Efendisi Resûlullah sallahü aleyhi vesellem’in, müezzinlerin her birinin rüyasına girip ezândan evvel bu neşideyi  savt-ı hazin ile okumalarını buyurmuş…

Benim bu dolu dizgin gevezeliğime her hâlde şu beyti okuması gerekirdi:

Skender-hâl isen de sedd-i nutk et piş-i kâmilde
Aristo’yu hakikat-bine nakl-i macera olmaz.

“İskender bile olsan, kâmil kişilerin önünde sesini kes. Zira hakikatleri görüp duran Aristo’ya, onun zaten bildiği maceraları anlatmak yakışık  olmaz.”

Ancak o bunu yapmadı, başka bir şiirle gönül yan­gınımı bilakis körüklemeye devam etti  Hatırasında kullanacağımı nereden bilirdim.

“Kimin yanında bir çocuk varsa, ona, onun aklına göre davransın.” [4]

Üç yaşındaki yeğenim Murat ile çok iyi anlaşırdı Bize gelişinden kalkışına kadar Murat’la usanmadan il­gilenirdi. Hatta zaman – zaman onu bunaltacak kadar sı­cak, müşfik bir şekilde ona sevgisini sınırsız verirdi.

Murat’ı bir türlü Vahid’den uzaklaştıramazdık. O yaklaştıkça Vahid, Murat’a bir çağlayan gibi akar, şef­katiyle adeta doyururdu.

Günün birinde bu şefkat çağlayanında boğulmak üzere olan Murat, Vahid’in elinden kurtularak kendisi­ni bir koltuğa attı. Vahid hızla onun yanında yerini almıştı. Ancak Murat ilk defa pes ederek, yalvaran müthiş bir eda  ile;

-Vahid amca öte git…dedi. Sevgili Vahid o anda bu isteğe uydu. Ancak on sekiz sene boyunca Murat’a hep “öte git” diye hitap etti.

Murat’ı 21 yaşında kaybettiğimizde:

-O bana’ öte git demişti. Öyle deyip geçilir mi? Diye onun hatırasıyla acımı paylaşmıştı.

Can dostum, ahiret kardeşim, önden giden yiğitler yiğidi, canımdan can alan civan Murat, can Murat’la buluştunuz değil mi? Ben artık acılarımı, gönül sızılarımı kiminle paylaşacağım dostum … ?

Galiba Konfüçyüs az bile söylemiş: “Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olmazsa, insan da acı çekme­den olgunlaşamaz.”

Sevgili Vahid’in, ömrünün son yıllarında şekerle başı hep dertte idi. O gürbüz hâli bir gün kaybolmaya başladı. Organizmasında denge bozulmuştu. Hızla za­yıflaması devam etti. Dengesinin sağlanması uğruna uzun zaman büyük zahmetlere katlandı. Vücut organizmasının dengesi temin edilmişti, ancak dostuma şe­ker musibet olarak tebelleş olmuştu. Önceleri palyatif tedbirlerle vaziyeti idare etti. Ancak geçen zaman için­de “şeker” adındaki tatlılıktan uzaklaşıp, onun bünye­sini kemirmeğe başladı. Böbrekleri, ciğerleri vs. derken ayaklarında da yaralar açıldı. Ayak durumunun belir­diği ilk günlerin birinde eşimle sabahleyin evine uğra­dık. Üniversiteye gitmek için çıkmak üzereydi. Laleliye kadar götürdüm. Ön koltukta oturmuştu. İbret ve utancımdan ona yol boyunca hiç dönmemeye kendimi zorladım. Güya dikkatli bir sürücü rolü oynuyordum. Hâlbuki ben dostumu o hâlde görmek istemiyordum. Ne zaman ki Koska Helvacısı’nın önünde inip Edebiyat’a doğru[5] yürümeye başladı; işte o zaman göz pınar­larımın  bentleri yıkıldı. Âh!.. dostum, yaralı ayaklarına ayakkabı yerine tokyo terlikleri giymek zorunda kala­rak güçlükle yürüyordu. Rabbim..! Rabbi Rahimim…!

Şimdi düne dönüp düşünüyorum da onun bir baş­ka yönünü çok net görebiIiyorum. Lütfen Vahid’le ta­nışanlar ve onun tükeniş serüvenini uzak yakm müna­sebetlerle bilenler söyleyiniz; hiç, şikâyeti oldu mu? Ben bir kelimeyle dahi âh u enîni duymadım. Tabîi ki etmez. Niçin etsin, etse ne olacak? Elinden bir şey mi gelecek? Hayır – hayır hiç biri mümkün değil.    Bunu bile­cek kadar aklı, kavrayacak kadar da ilmi vardı. Takdi­rin tecelliyatına hiç şikâyet gözlüğü ile bakmadı. Ayrı­ca benim gibi hikâyesini de anlatmadı. Tahakkuk eden takdire rıza gösterdi o kadar.

Hep işine baktı. Sanki “zaman kısa ben yorgunum yol uzun” dercesine işiyle uğraştı. Aradı, araştırdı, bul­du. Yazdı, yazdı, yazdı. Hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi yaşadı. Sanki tatlı diye bildiğimiz “şeker” onun bünyesi­ni kemiriyordu. Dedim ya telâşa gerek yok…

Dedim ya Vahid, ilim sahibi idi. Âlim adamdı. Adam gibi adamdı. Güzel bir adamdı. Akıllı olması se­bebiyle de ilmi ameline âmirdi. Olmayacaklarla, muk­tedir olamayacağı ile hiç uğraşmadı. Ha şunu hemen sorabilirsiniz: Bu adam musibetle başlayıp belâ bulut­larıyla kuşatıldığında hiç çırpınmadı mı? Ne münâse­bet… Çırpındı, çare aradı. Elbette o da kuldu. Ancak ac­ziyetine müdrik idi. Ayrıca;

“tedbir,

temkin

ve temyiz”

islâmî düsturuyIa derdine derman için hastahânelerde günlerce de kaldı. Benim burada anlatmak istediğim onun farklı bir yönünü ortaya koymak. O, bu duçâr olduğu vaziyet karşısında hiçbir şekilde avamî ve hoyratça ruhî sıkıntı çekmedi. Aynca diliyle de ifade eylediğini bir yakın dostu olarak en azından ben duymadım. Müfid Paşa merhum gibi:

“Ele geçmezse eğer sevdiğimiz,
Çare ne eldekini sevmeliyiz.”

Merhum imam Rabbanî Hazretleri bu noktada çok muhim bir tespit yapar:

“Kişinin bir mahrem yönü ve bir mahrum yönü vardır. Akıllı odur ki; mahrumu bırakıp, mahreme sarılır.”

Nice acıyı hissettirmeyecek “Âşık ve Mâşuk’un” menbâından beslenen pınarlardan kana – kana içecek gönül ve ilme sahipti. Diğer taraftan istersen,  “Haykır..! Kime lâkin.”

O, vaadinden dönmezlerin vaadine vefâkâr kaldı. Bu vaadin en büyük ‘Müjdeci’sinin mutisi, itaatkârı oldu. “Kondu, göçtü.”  Şimdi kısa bir dönemdeki “sabr-ı cemil”in: umut meyvelerini muhayyile üstü “ihsanı bol olan”dan alma yerinde. “Muhabbetin Menbaı”na burada, dünyada dostça dalacaksın, ebediyyet için huzura varınca sonra mahrum olacaksın. Bu mümkün değil. Asla inanamam. Çünkü; Kitab-ı Kerîm’inde belirttiği gibi Allah vaadinden asla dönmez ve dönmeyeceği gibi, bunları bize aktaran İki Cihanın Gülü ise insanlığa asla yanlış yol göstermedi. Allah Caddesi’nin en son aydınlatıcısı. Kur’an diliyle “Sırac-ı münir’ = nur saçan kandil”idir O. O’na salât ve  Selâm olsun…

Gül, kokusuyla hiçbir şekilde koklayanların burunlarında acı hissi meydana getirmez. Lütfen koklayıp deneyiniz. O koku; burun, zihin ve gönül üçgeninde insanın idrâkini zorlayan letâfetlere gark eder. Taklidi bu, aslına ise sadece talepkârız. O bize, bizden daha müşfik ve vefâkâr. Varınca göreceğiz … Dostum ebedî saadetin kutlu ve mutlu olsun. Muallim Cudi Efendi’ye rahmet dileklerimle; tıpkı seni anlatıyor şu dörtlüğü;

Yâdında mı doğduğun zamanlar
Sen ağlarken gülerdi âlem.
Öyle  bir ömür geçir ki;
Mevtin sana hande ellere mâtem.

Vahid’i tanıyanlar tanıdıklarına hiçbir zaman pişman olmadılar. O ülkemiz insanlarının çoklarına ilmiy­Ie yol göstericilik yaptı. Bunu hemen – hemen bilmeyen yoktur. O konuşurken öğretir ve eğitirdi. Görüşürken yöneltir ve yönetirdi. Teşviklerinde esirgemediği emeğiyle de nice kişileri iyiye, güzele ve mükemmele doğru iteklemiştir. Ancak sözün geldiği bu noktada bir hususi­yeti vardı ki korkarım onu pek az kişi biliyordur. Çünkü o yaptıklarını gizleyecek kadar “Rıza’ya” talip idi.

“Sizden biriniz, (yapığı) bir sâlih amelini tutmayı başa­rabilirse, onu gizli tutsun.[6]

Irak, Tunus, Azerbaycan, Dağıstan, Pakistan ve Bengaldeş uyruklu ülkemizde kariyer yapan insanların fırtınadaki limanı idi. Onlar mı onu bulurlar, bu mu on­ları bulurdu onu şimdi hatırlamıyorum. Ancak 10 sene 14 sene gibi bir zaman ülkemizde olmalarına rağmen bir türlü  toparlanamayanların, iki yakasını bir araya hep o getirirdi. Mâli kısmını da hep bana yöneltirdi. On yaşındaki çocuklarını tanımadıklarını, kalan 40 gün içinde sonuç alıp ülkelerine dönemezlerse; artık ülkele­rinde memur olmalarının mümkün olmadığını söyle­yen yaşlı gözlerin mendili Vahid’in elindeydi. Onları maksud ve menziline ulaştırmak için yorulmadan bık­madan emek harcadı.

Kıtaları farklı bu ülkelerin o çocukları farklı ırk-dil, din-mezhepten de olsalar eğer lügatlerinde “kadirşinas” kelimesi varsa “Dostum”u anlatacaklar ülkelerinin dağlarına taşlarına… Sonra dönüp kendi inançlarında “Dostum”a yakarış rüzgârlarının kanatlarıyla dua gönderecekler. Onlar “Dostum”un göçtüğünü ömürleri boyunca duymayacaklar belki. Ancak onlar “Vahid Bey” dedikçe onun iyi bir insan olduğunu terennüm edecekler. O zaman da sevgili Vahid, şu Hadis-i Şerif ‘teki tebşire mazhar olacak.

“Dünyada iyi bilinenler, ahirette de iyi bilinen kimseler­dir.”[7]

Onların hayır duaları yeter sana, yeter de artar sana… Şimdi de bu defa senin için okuyorum. Kimseler bizi anlamayacak. Dostum beni sen anlarsın bunu bili­yorum. .

“Âçılup dide-i dil seyr-i uruca daldım.
Şeb-i mehtâb mı  ya leyle-i mirâç mıdır…?”

Bilmem amma gubar – gubar gubaran gönlümle:

Gönül sâkisi destinde şuur peymânedir şimdi.
Gam ikliminde enkâz-ı sürûr meyhânedir şimdi.
Bulunmaz kuşe-i rahat saray-ı uzlet âsâ hiç.
Akıllar herc ü merc olmuş huzur divânedir şimdi.

Şeyhülislâm İbn-i Kemal merhumun sözleriyle;

Gitmesi var, gelmeyi bildik temam
Gitti gelmek” geldi gitmek” vesselâm.

Elli dört yıllık ömrünü dolu dolu ilmi hizmette kul­landı. Bana göre boşa geçen zamanı olmadı. İstanbul Silivrikapı’da medfûn Seyid Nizamoğlu Hazretlerinin şu şiirindeki gibi ömür geçiren bizler ne yapalım?

Geldi geçti benim ömrüm,
Ömrün kadrini bilmedim.
Bir kuş gibi uçtu ömrüm,
Ömrün kadrini bilmedim.

Satılmazsın alım seni
Nerelerde bulum seni
Eyvah beni, eyvah beni
Ömrün kadrini bilmedim.

Seyid Nizamoğlu ağlar.
Hasreti ciğerim dağlar.
Ele geçmez giden çağlar
Ömrün kadrini bilmedim.

Gayretleri ciltlere sığmadı. Hâlbuki ben onu birkaç sayfada satırlara sığdırarak birkaç hatırayla anlatmaya çalıştım. Zaten hayatımız birkaç hatıradan ibaret değil mi? O hatıraları hatırlanacak kadar dolu dolu bırakan­lara selâm olsun. Üsküdarlı Sâfi merhumun:

Diyemez âdem eyleyip tâyin
Bu da dârım; şu da diyârımdır.
Var ise mâlik olduğum şey,
Yeri meçhûl olan mezârımdır.

Dediği gibi meçhûl mekânlara defnedilmedi. İskenderun’a bağlı eski adı Cebike olan, ğün Yurdu köyüne defnedildi.

Dostum! Ayrı zaman ve mekânlardayız. Tek haberleşmemiz dua olacaktır. Anam ve babam gibi dualarımda hep seni anacağım. Yokluğunun acısını gönlümde hep duyacağım. Bana hakkını helâl et. Sana hakkım helâl olsun. Allah’ın rahmeti Peygamber’in siyâneti üzerine olsun.

Merhum Ömer bin Abdülaziz Hazretlerinin vakfe duası ile sana satırlarda elvedâ..!

Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’e yağdırdığın nimetlerini daha da çoğalt.
Onların günahkârlarını tevbe edenlerden eyle.
Allah’ım, Ümmet-i Muhammedi her yandan rahmetinle ku
şat!

Âmin

 


[1] İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2, 252.

[2] Ebu Nuayrn, Hılyetü’l-Evliya, 3, 25.

[3] İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned, 3, 76.

[4] Hadis-i Şerif Minhacü’s-Salihin,2/695.

[5] Günümüz insanı bunu ancak hayal eder.  Çünkü metro dolayısıyla basit gidiş-gelişli olan o yollar  artık sınırlı yerlerden  karşıya tarafa geçiş imkânına sahip.

[6] Hadis-i Şerif, el-Kuza’i, Şihab’ül-Ahbar, 305.

[7] Buhari, el-Edebü’l-Müfred, s.87, nu:221.

Süt ve Mamüllerinin Tüketimini Nasıl Artırabiliriz?

0

Ülkemiz diğer ülkelerle mukayese edildiğinde süt tüketimi en az olan besin gurubu içinde yer alır. Bazı ailelerin süt yerine yağ ve şekerli mamulleri tercih ettikleri görülmektedir. Oysa yağ ve şekerin lüzumundan fazlası vücutta depo edilmekte, Kullanılmayan kısmı yağlanmalara neden olmaktadır. Toplum sağlığı açısından yağ ve şekerin süte tercih edilmesi eğitim eksikliğini ortaya koymaktadır.

Dört ana besin gurubu içerisinde yer alan süt ve süt ürünleri, bebeklik döneminden yaşlılığa kadar geçen sure içerisinde, ayrıca kadınların gebelik ve emziklik dönemlerinde yeterli ve dengeli sağlıklı beslenmeyi sağlayan eşsiz bir besin gurubudur.

Büyüme ve gelişme çağındaki bebek ve çocukların gerek bedensel gerekse zihinsel gelişmelerinde önemli rol oynamaktadır. Süt mamullerinin insan beslenmesi ve dolayısıyla sağlığı üzerindeki etkileri kelimelerle izah etmek gerçekten çok zordur. O halde ne yapmalıyız neler yapabiliriz? Süt ve mamullerinin tüketimini artırmak için benim bir takım önerilerim var. Diyorum ki; gelin bu önerileri hep birlikte hep beraber yapalım. Milletlerin sadece fertlerle yakalayacağı başarılar sınırlı ve yetersizdir. Oysa Millet olarak, toplum olarak meselelere sahip çıkarsak, mutlaka çok başarılı olacağımıza inanıyorum. Bu vesile ile önerilerimi sıralıyorum.

ÖNERİLER:

1-Çocuklarımıza şekerli yiyecek içecek yerine süt verilmelidir.

2-Süt ve yoğurda şeker eklenmemelidir.

3-Tahıllı çorbalar süt ve yoğurt eklenerek yapılmalıdır.

4-Yuvalarda anaokullarında öğün aralarında diğer sıvılar yerine süt ve ayran verilmelidir.

5-Okullardaki yemeklerin yanına mutlaka süt ve yoğurtta konulmalıdır.

6-Sabah kahvaltılarında çay yerine süt tercih edilmelidir.

7-İlkokullardaki beslenme saatlerinde süt ve ayran içimi teşvik edilmelidir.

8-Kitle iletişim araçları (medya) ile sütün kullanımı yoğun olarak işlenmelidir.

9-Sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi için yurt içi talebi canlandırmak, süt içme alışkanlığı kazandırmak, amacıyla süt mamullerinin besin değeri konusunda özellikle medyada süt ve mamülerinin yararlarıyla ilgili olmak üzere her yaştaki insanlara yönelik tanıtım ve eğitim programlarına yer verilmelidir.

 

Anneler Günü ve Vâlide Hafsa Sultan

Geçen yüzyılın başlarında Amerikalı öğretmen Anna Jarvis  9 Mayıs 1905 tarihinde annesini kaybeder. Annesiz geçirdiği günler ona çok zor gelir. Vefat eden annelerini anmak, sağ olanlara da şükranlarını sunmak için, yakın arkadaşlarına yılda bir gün toplanmalarını önerir.

Öneriyi çok beğenen arkadaşları 9 Mayıs 1908 tarihinde ilk toplantıyı gerçekleştirirler. Bu faaliyeti yakından izleyen işadamı, tacir John Wanamaker konunun ticari açıdan önemli bir girişime neden olacağına inanır ve bu eylemi canlı tutmak için hanımların bu toplantılarına her türlü maddî manevî desteği verir.

Gerçekten de anneleri anma törenleri çok çabuk benimsenir ve ülkenin her köşesine ulaşır. Giderek katılımın yoğunlaştığı törenler artık politikacıların da gündeminde yer alır. Sonuçta Amerika Birleşik Devletleri Senatosu 1914 yılında her yıl Mayıs ayının ikinci Pazar gününü, anneler günü olarak kabul ve ilân eder.

Anneler günü büyük ticarî getirisinin cazibesiyle sür’atle bütün dünyaya yayılır. İnsanlarımızın dinî inançlarının ve aile içi geleneğinin, ana ve babaya derin sevgi ve saygıya dayalı olması bu konuya toplumumuzda sıcak bakılmasına neden olmuştur. Ve anneler günü ülkemizde de 1955 yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır.

Günümüzde de kitle iletişim araçlarının etkisi, reklamlar, vitrin süsleri ve çeşitli armağan önerileriyle çok yönlü bir alış veriş haftasına dönüşen anneler gününün bir özelliği de fedakâr, vefakâr, öncü ve tarihimizde iz bırakan kadınlar arasından “Yılın Annesi” seçiminin gerçekleştirilmesidir.

İşte bu nedenle Anneler günü vesilesi ile tarihimizde önemli bir yeri olan cihan padişahımız Kanunî (Muhteşem) Sultan Süleyman Han’ın annesi Hafsa Sultan’ı rahmetle yâd ederek gündeme getirmek istedim.

Hafsa Sultan, Kırım Han’ı Mengli Giray’ın kızıdır. Yavuz Sultan Selim Han’ın eşi ve Kanunî Sultan Süleyman’ın annesidir.

Muhteşem Süleyman, şehzadeliğinde Manisa Sancak Beyi olarak görevlendirilir. Hafsa Sultan da oğluyla beraber Manisa’ya yerleşir.

Hafsa Sultan bir gün hastalanır ve rahatsızlığı giderek artar. Hekimbaşı Merkez Efendi, hasta Hanım Sultan için kırk bir çeşit baharattan meşhur şifa macununu yapar.

Hafsa Sultan iyileşir. Ve bu macundan herkesin ücret ödemeden yararlanmasını ister ve bu dileğinin sürekli olarak uygulanmasını vasiyet ve irade eder. Manisa’nın sembolü meşhur Mesir macunu ve dağıtımı  böylece günümüze kadar ulaşan güzel bir gelenek halini alır.

Konunun uzmanları daha iyi bilirler, kayıtlardan edindiğimiz bilgilere göre mesir macunu; anason, çörek otu, dar- ı fül fül, hardal, kakule, havlıcan, hind cevizi, karabiber, karanfil, kimyon, kırım tartarı, kişniş, limon tuzu, meyan, bal, portakal kabuğu, revan kökü, safran, sakız, sarı halile, sinameki, Şamlı, şeker, rezene, tarçın, mersin, tiryak, ud-ül vahar, vanilya, yeni bahar, zerde, zulumba, zencefil, çöpcün, çivit, hıyarşenbe, tuz, kebabiye, ma-i leziz, Hindistan çiçeği ve  zerde çöpten meydana geliyormuş.

Hafsa Sultan, Kanuni Sultan Süleyman padişah olunca İstanbul’a gelerek Topkapı Sarayı’ndaki Valide Sultan Dairesi’ne yerleşir. Hayatı boyunca hayır işlerine önem veren Hafsa Sultan, Manisa’da cami, medrese, darüşşifa, Bimarhane (akıl hastanesi), hamamlardan oluşan külliye yaptırmıştır.

Hafsa Sultan’ı hayırla ve saygıyla anımsarken, değerli annelerimizin Anneler gününü yürekten kutlar, aramızdan ayrılmış olanlara rahmetler dileriz.