17.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1176

Gündem Gene Baş Örtüsü

1989 yılından beri baş örtüsü sorunuyla uğraşıyoruz.

Dayatmacı, ben bilirimci, inadım inatçı bir görüş var. Bu görüşün taraftarlarına göre yüksek öğrenim görmek isteyen kızlarımız, eğitim sürelerince başlarını örtemezler.

Oysa baş örtüsü, hiç kimse tarafından eşitlik ilkesinin çiğnenmesi, çağ dışı görüntünün ve gericiliğin simgesi olarak gösterilemez. Gösterilirse bu bireysel hak ve özgürlüğe karşı haksız bir eylem olur. İşte asıl gericilik ve zorbalık da bu olur.

Üstüne üstlük yirmi yıldan beri, cumhuriyet devletinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu konudaki değişmeyen açıklaması şöyledir; 

“14 asırdan bu yana islâm dünyasında kadınlar başlarını dinî gereklilik olduğu için örterler. Bu bir realitedir ve bu konunun dinî boyutu böyledir… Ancak baş örtmek veya örtmemek hanımların kendi iradelerindedir.”

Görüldüğü gibi Diyanet İşleri Başkanlığı, gerçeği ifade ederken bireysel özgürlüklerin değerini de önemseyerek, konuya çağdaş bir görüşle yaklaşmıştır.

Öğrencilik yıllarımızda zaman zaman  beraber olduğumuz değişik ülkelerin yüksek okul öğrencileri farklı kıyafetleriyle eğitimlerine devam edebilirlerdi. Özel kıyafetlerinde, boyunlarına astıkları haç, başlarına taktıkları kipa  ve üstlerine giydikleri kendi ülkelerine  özgü orjinal giysileri kimseyi rahatsız etmezdi. Yakın zamana kadar yüksek öğretim sistemimizde böyle bir sorun yoktu.

Ayrıca, kız öğrencilerimizin üniversitelerde türban takma yasağı diğer bir yönden de rahatsızlık kaynağı olmaktadır. Türbanın dinî bir simge olduğunu öne sürerek ve gerici bir dünya görüşünü temsil ettiği savıyla, baş örtüsü ile yüksek öğrenime devam etme yasağı dayatılmaktadır. Bu cinsiyet ayırımıdır. Fevkalâde yanlıştır.

Velev ki bu yasağın doğru olduğunu varsaysak bile, başını örten kız öğrencilerle aynı görüş ve düşünceyi paylaşan erkek öğrencilerin, hiçbir engel görmeden üniversitelerde eğitim görmeleri en büyük eşitsizlik ve haksızlık olur.

İşin bir diğer önemli tarafı da kız çocuklarının okumasının teşvik edildiği ve buna özel bir çaba gösterildiği günümüz Türkiye’sinde, böyle çağ dışı bir zulmü kız çocuklarına dayatmanın hiç bir haklı yanı yoktur. Bu anlamsız ve garip yasağın  artık sona ermesi ve bu inâdın terk edilmesi gerekmektedir.

Aslında türban takanla takmayan kızlarımızın yaşantılarının hiç bir bölümünde sorunları da yoktur. Her ortamda birlikte, birbirlerine saygılı ve dostturlar.

Baş örtüsünü dinsel bir sembol, laiklik karşıtı ve gericiliğin simgesi olarak tanımlamak ve ileri sürmek ancak yasakçıların ve dayatmacıların inatlarını devam ettirebilme gayretleri olabilir. Oysa bu anlamsız ve insan onuruna saygısız yasağın daha fazla sürdürülmesi mümkün gözükmemektedir. Nitekim ana muhalefet partisinin yeni lideri, kendi partisindeki karşı görüşlere rağmen bu yanlışı sezmiş, yasağın kaldırılabileceğine dair  ılımlı bir söylemi çeşitli vesilelerle sık sık dile getirmeye başlamıştır.      

Başın örtülmesi, beynin ya da yüreğin örtülmesi değildir. Başı örtülü ya da başı açık bütün yüksek öğrenim gören kızlarımızın hepsi  yarınlarımızı aydınlatacak iyi niyetli, hoş görülü,  bilgili ve çağdaş değerlerimizdir.

Sonuçta, sosyal eşitliğe ve insanların temel hak ve özgürlüklerine saygılı olanların her engeli aşacakları görülecektir.

Değişen Küresel Güç Dengeleri ve Türkiye

Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) tarafından, İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen “Değişen Küresel Güç Dengeleri ve Türkiye” konulu konferansa katıldım. Dolmabahçe sarayının bu şekilde bir konferansa misafirlik etmesi önce bana cazip gelmişti. Ancak Saraya girdiğimde hiç de konferansa uygun bir ortam olmadığını anladım. Çünkü o eserlerin binasıyla iç dekorasyonu ile eşyaları ile hem ses hem ışık hem yoğun insan potansiyelinin saray içinde yapacağı tahribatların uzmanlar tarafından incelenmesi gerekiyor.  Tarihi bir mekanda bulunmanın ayrı bir hazzını yaşarken gelecek kuşaklara bu güzelliklerin aktarılması noktasında ki kaygıda duymadım değil.

Toplantıdan küçük alıntılarla devam edeyim.

İlk günkü ilk iki oturum ” Türkiye’nin Değişen Dünya Vizyonu” üzerine oldu.

Oturumlar konularına göre katılımcıları; Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Prof. Dr. Beril Dedeoğlu, Prof. Dr. Richard Falk, Prof. Dr. Kemal Karpat, Emekli Büyükelçi Nüzhet Kandemir, Emekli Büyükelçi Özdem Sanberk, Stephen Larrabee

3. oturum;”Avrupa Birliği – Türkiye İlişkilerinde Sorunlar ve Fırsatlar.” Üzerine idi

Katılımcılar; Prof. Dr. Ahmet Nuri Yurdusev, Prof. Dr. Fuat Keyman, Prof. Dr. Hilal Elver, Dr. Michalis Mıchael

İlk oturumdan biraz bahsedecek olursak;

Prof. Dr. Yasin Aktay “”Bazen bir yüzyılın içinde küresel dengeler birkaç kez önemli ölçüde değişim de gösterir. Sözgelimi bugün neredeyse tek-kutuplu bir dünyadan bahseder hale gelecek kadar bir Amerikan yüzyılını yaşarken, bu gücün bazen ezeli ve ebedi olduğu yanılsamasıyla algılıyoruz.. Oysa hatırlamalıyız ki geçtiğimiz yüz elli yıla kadar Amerika Birleşik Devletleri uluslararası güç dengeleri içinde esamisi neredeyse okunmayan bir ülke konumundaydı” dedi

İbn-i Haldun’un devletler tarihi için yaptığı meşhur sosyolojik gözlemine vurgu yaptı. “Bütün devletlerin ortalama bir ömürleri olduğunu ve istenirse bu ömrün bir miktar uzatılabileceğini ama sonsuz kılınamayacağını” belirttikten sonra. “Küresel güç dengelerinin de hiçbir zaman ebedi bir süreklilik içinde olamayacağını görmek tarihsel bir gerçekçiliğin hakkını vermek adına bir gerekliliktir.”

“11 Eylül saldırılarından sonra dünya ölçeğinde gelişen islamofobi’nin etkileri her geçen gün tehlikeli derecede artış göstermektedir. Batı’daki islamofobinin İslam dünyasında da karşılığını bulması kaçınılmaz olmaktadır. Böylece tarihin sonunda asla yer bulmaması gereken dinsel gerilimler ve algılar ürkütücü derecede yer bulabilmektedir.”

Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu konuşmasında şu noktalara değindi:

“Değişen güç dengeleri ve Soğuk Savaş sonrasında güç dengelerinin devamlı değiştiği, yeni düzen arayışları Soğuk Savaş sonrasında bir düzene oturtulamadığından dolayı da ortaya bir verimsizlik çıktı.”

“Var olan BM düzeni Güvenlik Konseyi’nde karşımıza çıkan hiyerarşik tablo günümüz koşullarını değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası durumu yansıtıyor. Bu yapı ise bölgesel krizlerin sağlıklı bir şekilde yönetilememesine neden oluyor. Bu nedenle istikrar sağlayıcı yeni açılımlara ihtiyaç var. Şimdi tüm aktörlerin soğukkanlılıkla bu durumu değerlendirmesi gerekiyor.”

“Küresel- Ekonomik düzen; bu konuda ise yeni bir küresel ekonomik mimari gereklidir. Sadece G 8’in belirlediği ekonomik yapı yetersizdir. Daha fazla aktörün katılımıyla gerçekleştirilecek yeni ekonomik yapı gereklidir.”

“Küresel- Kültürel düzen; Doğu-Batı, Müslümanlık-Hıristiyanlık gibi küresel kültürel gerilimler söz konusudur. Bunların ortadan kaldırılması gerekmektedir.”

“Bu konularda yapılması gerekenler; yeni, tüm aktörlerin katılımıyla oluşturulmuş, daha adil, etkileşimde olan bir düzen gerekmektedir. Türkiye’nin bu bağlamda rolü çok önemlidir. Özellikle iki binli yıllarda küresel sorunlarda ciddi roller üstlenmiştir.”

“Türkiye üstlendiği görevleri yerine getirirken bir takım misyonlarla bunu gerçekleştirir; üst düzey siyasi yapı, bölgesel krizlere karşı kültürel çoğunluk…”

“Hedefimiz Afro-Avrasya’nın merkezinde bulunan bölgesel ve küresel barışı sağlamak doğrultusunda Türkiye’nin etkili hale gelmesi ve elindeki tüm imkanları bu doğrultuda kullanması.”

Princeton Üniversitesi, Uluslararası Hukuk Bölümü’nden Prof. Dr. Richard Falk

Toplantıda sıklıkla bahsedilen “dünyada değişmekte olan güç dengeleri” kavramında pek çok farklı fikrin olduğuna vurgu yaptı. Bu konuda aynı zamanda “güç” kavramının üzerinde durulması gerektiğine de dikkat çekti. Güç nasıl organize olmalı ki, içinde bulunduğumuz bölgede etkin olabilsin sorusunu tartıştı. Akılcı, taktiksel olarak başarılı, zekice kontrol edilen bir yumuşak güç anlayışı oluşturulması gerektiğini ifade etti.

“Güç”ün nasıl kullanılması gerektiğini açıkladıktan sonra Falk, devlet dışı aktörlerin ve sivil toplum örgütlerinin süreç içindeki rolüne değindi.

Dr. Şahin Alpay ise,

Dr. Şahin Alpay ise, Türkiye’nin dış politika gereklerini gerçekleştirirken üç temel prensiple hareket ettiğini vurguladı: komşularla sıfır sorun, diyalog yoluyla diplomatik şekilde sorunların çözülmesi, Türkiye’nin bölge ile daha yakın ilişkiler içine girmesi.

Üç temel prensibi belirten Alpay, eksen sapması gibi konuların bu şartlar altında dikkate alınmaması gerektiğini açıkladı. Türkiye’nin hem bölgede hem de dünya da barış telkin eden bir ülke konumunda olduğunu ifade ederek Türkiye’nin önemine değindi. Üzerine düşen görevi daha uygun bir şekilde gerçekleştirebilmesi için kendi yapısını da daha uygun hale getirmesi gerekir diyen Alpay Türkiye’nin PKK sorununu halledip, PKK’nın silah bırakmasını sağlaması gerektiğini ifade etti.

Sıfır sorun politikasını çok iyi uygulayan Türkiye’nin en açmaza düştüğü noktanın ise Ermenistan ile olan ilişkiler konusunda yaşandığını sorunun çözümü için sınır kapılarının açılması gerektiğini, görüştüğü kişilerden de “kapıları aç, terörü çöz” söylemlerini sıkça duyduğunu belirtti.

3. Oturumu da çok dikkatli izledim. Türkiye’nin bugün geldiği nokta hiçde küçümsenemeyecek bir seviyede olduğu gerçeğini herkesin kabul etmesi gerekiyor.

Özellikle Sayın Davutoğlu’nun Birleşmiş Milletler organizasyonunun Bugünkü hali ile sorunları çözemeyeceğinden bahsetmesi ve yeniden yapılandırılması gerektiğini söylemesi önemli bir mesajdı.

Yine önemli bir mesaj evindeki problemleri çözmeden komşularındaki problemlere çözüm bulma gayretlerinin çok gerçekçi olmadığı noktasında söylenenler önemli idi diye düşünüyorum.

Not.: konuşmacıların görüşleri  Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE)  Sitesinden alınmıştır. Tüm oturumların; daha detaylı bilgilenmek isteyenler. Siteden bilgilenebilirler.

http://www.sde.org.tr/tr/haberler/1281/degisen-kuresel-guc-dengeleri-ve-turkiye-uluslararasi-konferansi.aspx

Etnik Soruna Çanak Tutmak

Bu ortam herkesin asıl kimliğinin ortaya çıkmasına imkân sağlıyor. Bir siyasi partimizin yakın geçmişe kadar danışmanlığını yapan, TV kanallarına zaman zaman konuşmacı olarak gönderilen, sağ eğilimli bir öğretim üyesinin bir TV kanalında Anayasanın tamamının değiştirilmesi gerektiğini söylediğini gördük.  Bu durumda giriş ve ilk üç madde de dışarıda bırakılmıyordu. Yine aynı kişinin “Biz etnik sorunu ihmal ettik, tanımadık, inkâr ettik” şeklinde terörün kaynağını etnik soruna indirmesini hayretle izledik. Ne ilginç milliyetçiler ortaya çıkıyor. 

Son yıllarda uygulanan yanlış politikalar, terör örgütünün siyasi koluna ve bazı belediye başkanlarına hukuku işletmeksizin verilen tavizler, anlaşılmaz hoşgörüler, dışarıdan yöneltilen siyasi çözüm talepleri, belirli bir süreci ortaya çıkarmıştır. Ülke çıkarlarıyla tamamen ters bir şekilde Kuzey Irak’taki mahalli yönetim tanınmış ve muhatap alınmıştır. Örgütün siyasallaştırılması, Habur’da örgüt üyelerinin karşılanışı, Habur’da ve Ümraniye davasında farklı hukuk anlayışları, örgütün ve teröristbaşının muhatap alınması, sürmekte olan çirkin pazarlık, konunun etnik sorun kanalına sokulmasını zorlamıştır. Kürtçülük sorununu Kürt sorunu olarak takdim etmek de… Böylece bütün Kürtlerin devletiyle ve ülkesiyle sorunlu olduğu genellemesine gidilmiştir.

Bu yanlış adımlar ve dış zorlamalara uyulması, terörle mücadele edenlerle mücadele edilmesi, TSK’ne karşı yürütülen yıpratıcı psikolojik harekât, Kürt asıllı vatandaşlarımızda Devlete güveni sarsmış, örgütü Sayın Başbakan’ın beyanlarına rağmen; en azından bir kısım Kürtleri temsil noktasına sürüklemiştir. Bu yanlışı yapanlar terörle mücadeleden artık bahsetmesinler.

Oysa, Marksist kaynaktan gelen, halkın manevi değerleriyle tamamen ters olan örgüt ve onun siyasi kolunun uzun süre etnik kaynaklı destek bulamadığı bir gerçektir. Aynı aileden örgütü destekleyenlerden daha çok örgüte karşı olanların bulunduğu araştırma ve gözlemlerle ortadadır. Az da olsa örgüt üyesinin çıktığı ailelerden daha fazla köy korucusu ve askere törenle uğurlananlar çıkmıştır. Bu ve benzeri örnekler sorunun bir etnik sorun olmadığını, bütün vatandaşlara dönük, Ortadoğu’da egemenlik peşindeki küresel gücün bir tezgâhı olduğunu ortaya koymaktadır.

Etnik sorun, dışarıdan nikâhı önler; iç göçleri zayıflatır; kabristanı farklılaştırır; ortak iş kurma imkânlarını ortadan kaldırır. Kürtçü bölücü hareket, ırkçı bir niteliğe bürünmüştür. Bu hareket, Kürtlerin de sorunu olmaktan çoktan çıkmış; Kürtleri dün Osmanlıya, bugün Türkiye Cumhuriyetine karşı kullananların sorunu olmuştur. Bir de bu sorunu kullanıp çıkar sağlayanlar, servet sahibi olan işbirlikçiler vardır.

Önemli bir bölümü Zaza isyanları olan Kürt isyanlarının; vergi vermeme, karmaşık dönemde çocuğunu askere göndermek istememe ve Cumhuriyet’i kuranların dine karşı oldukları şeklindeki daha çok İngiliz propagandasına dayandığını gözardı edemeyiz. Bunları da tamamen etnik bir açıdan görme yanlışı ısrarla sürdürülmektedir. Bu isyanların bir kısmı Cumhuriyet’in kurulmasından da öncedir.

Cumhuriyet’i hedef alıp taşlayanlar bir Haçlı saldırısına dönüştürülen ve Batılılarca kullanılan Kürtçü ve Ermenici hareketlerin; önce Vatikan (Katolik), daha sonra da Protesanlarca yürütüldüğünü ve 1780’lerden itibaren sürdürüldüğünü bilmek durumundadırlar. O tarihlerde hedef alınan Cumhuriyet kurulmuş muydu? Hiç kimse etnik tarafı gıdıklanıyor diye Anadolu coğrafyası üzerinde yüzyıllardır süren hilâl-haç mücadelesine malzeme olmamalıdır. İşin özeti budur.

Türk Devletini ve Türk Milletini yapay milletleştirmelere götürmek, milli kimliği etnik grup gibi görmek, egemenliği paylaştırmak için yerli müşteri aramak ve bunun için Anayasa değişikliklerine gitmek ile farklılıklar zenginlik mi yaratacaktır? Gerçek etnik sorunla karşı karşıya kalan ülkeler, milli kimliği dışlamış ve devlet otoritesinin zaafa uğratılmasını, devleti ayakta tutan kurumların yıpratılmasını demokratikleşme olarak mı kabul etmişlerdir? Ülkeyi yönetenler, bunları düşünmek, dolduruşa gelmemek, Kürtçülük sorununun bir demokrasi sorunu olmadığını önce kavramalıdırlar. Türkiye böyle yönetimlere layık bir ülke değildir.       

 

Bu Bir Kerbelâ Yazısıdır

Sünnî / Hanefî din teşekküllerinin son yüzyılda 2 temel damarı olmuştur. İlki; Atatürk deccal/süfyan/zındık çizgisi. İkincisi ise Alevîlik dindışılıktır/mülhidlik çizgisi.

Osmanlı‘daki ayrıcalıklı sosyo-ekonomik yerini tekrar kazanma eğilimindeki bu dinî yapılanmalar bu iki büyük haksızlık üzre geliştirdiler dinî argümanlarını.

Atatürk’ün İslâm’ı akılcı çizgiye dönüştürme çabaları nakilci din gelenekçilerinin, Alevîliğin Türk akıl ve kalp dururluğunu niteleyen duruşu da Arap şekilciliğinin sürgit taarruzuna uğramıştır. ‘Koman, söyletmen‘ repliği yüzyıllar boyunca en belirleyici slogan olarak kalmıştır.

Kuruluş itibariyle saf ve katışıksız, ilim ve cihad ehli, aklı ve imanı buluşturan, ehl-i beytçi Selçuklu ve Osmanlı siyasası sonraki dönemde Emevî / Abbasî mantığına teslim olmuştur. Ki izmihlâlleri de ondan sonradır.

Hoca Ahmet Yesevî‘nin, Hacı Bayram Velî‘nin, Hacı Bektaş Velî‘nin izi – tozu kaybedilmiş ve radikalizm / entegrizm şeridine geçilmiştir. Allah’ın sorgulama aracı olarak halk ettiği aklı donduran bir anlayış asırlardır din ve tarih öğretimimizin belkemiğini oluşturmuştur.

Fabrikasyon hataları olarak bizler tarihin ve ilâhiyatın panosuna küçük ebatlarda sorular yapıştırmak durumundayız:

1-)  “Alevilerin kanı-malı helâl, katli vaciptir” fetvasını Ebussuud Efendi dinsel talebe göre mi, siyasal talebe göre mi vermiştir?

2-)  Madem Alevîler Rafizî/Zındık olarak kodlandığı için Yavuz İran’a sefer eyledi. Ya Mısır? Memlûklular hem Sünnî, hem Hanefî/Malikî, hem de ilâ-yı kelimetullahçı Türkler değil miydi?

3-)  16 Büyük Türk Devletleri arasında özbeöz Türk Devleti olan Safevî İmparatorluğu niçin yer almaz?

4-)  Osmanlı, Arapça ve Farsça terkipli Osmanlıca konuşurken Safevî ülkesinde halis – muhlis Türkçe konuşulmuyor muydu?

5-)  Osmanlı, diğer din ve milletlere olağanüstü hoşgörü gösterirken Alevîler/Türkmenler niye her dem sürüldü?

5-)  Derviş Paşa’nın ‘Bir Dağ Muharebesi’nde kestiği, Kuyucu Murad Paşa’nın çukurlara yığdığı onbinler devletin aslî ve kurucu unsurları Oğuzlardan başkası mıydı?

6-)  Çepni, Bayındır, Beydilli gibi kaç boy ve oymak Alevîliğini yüzyıllarca gizlemek zorunda kalmıştır?

😎  Hz.Muhammed’i öldürtemeyen Ebu Süfyan’ın torunu Yezid, Hz.Muhammed’in torunu Hz.Hüseyin’i öldürtünce Mekkeliler Bedir’in mi öcünü aldılar?

9-)  Güneydoğu Anadolu’da Kızılbaş olarak sağ – sâlim barınmak mümkün olmadığından Kürtleşen / Şafîleşen obalar, aşiretler günümüzdeki hangi sorunun eski esbâbını selâmlarlar?

10-)  Avdetî Sabataycı kliğin 21 Mart’ta Kutsal Adar Günü olarak kutladıkları ‘Mum Söndü’ ritüeli Balkanlarda dönme – devşirme şeyhlerin kontrolündeki Bektaşî – Melâmî tekkelerinden Anadolu Alevîliğine nasıl bir iftira olarak kaydı ve buna niçin göz yumuldu?

11-) Arap harsı ve hırsı olan Emevî geleneğinin 1330 yıldır İslâm’a koyduğu ipoteğe evet mi, hayır mı?

12-) Türkiye’de Emevî geleneği nasıl iktidar yapıldı?                                                                                                                    

Bundan sonra sıra Abbasoğulları‘na da gelecektir. Fakat zülfikârın iki ağzından biri Emevîyse diğeri Abbasîdir.

Yeniden ve yeni bir Selçuklu rüzgârı beklemekten başka yol gözükmüyor.

 

Yol Kardeşliği

Küresel güçlerin ve İslam dinini siyaset aracı olarak kullananların yolları geçmişte olduğu gibi bugün de kesişiyor.

Bugünün küresel güçlerinin dünün emperyalist uygulayıcıları olan müttefikler olduğu konusunda şüphe yoktur. Peki kimdir bunlar?

ABD, İngiltere, Fransa, Hollanda, Rusya, İtalya, Almanya, İsveç ve bunlara benzeyen diğerleridir.

Bu devletler, gelişen olaylar ve değişen şartlar sebebiyle kimi zaman Türk Devletinin yanında kimi zamanda karşısında yer almıştır.

Siyasetini, İslam’ı kullanarak yapmayı amaç haline getirmiş siyasal dinciler her daim, millet ve milli devlet yapılanmasının aleyhinde olmuştur. Çünkü millet ve milli devlet kavramı siyasal dincilerin asla kabullenebilecekleri bir husus değildir. Yani milli değildirler.

Küresel güçler ve siyasal dinciler, en büyük darbeyi, Osmanlı – Türk İmparatorluğu yok olurken,  Atatürk ve arkadaşlarının önderliği ile Türk Milletinin verdiği Kurtuluş Mücadelesi ve nihayetinde milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile almıştır.

Bu sebeple günümüzde yaşananlar,  küresel güçler ile yol kardeşliği içine girmiş olan siyasal dincilerin bir rövanşı alma mücadelesidir.

Küresel güçler ülkemizi ele geçirip ve tam sömürge haline getirmek için siyasal dincileri kullanmaktadır. Siyasal dincilerde, Osmanlı – Türk İmparatorluğu döneminde sahip oldukları hak ve imtiyazları yeniden elde etmek için her zaman olduğu gibi küresel güçler tarafından kullanılmaya rıza göstermektedir.

Küresel güçlerin, siyasal dincileri kullanarak Türkiye’yi ele geçirmelerinden sonra siyasal dincilerde küresel güçler tarafından bir kenara konulacak ve ülke atanmış komiserlerin eliyle yönetilecektir.

Küresel güçler; bu kadar büyük bir Türkiye’yi bir arada yönetemeyeceğinden, Türkiye’nin bir kısmını Ermenistan, bir kısmını Kürdistan, bir kısmını da Pontus yapacak, İstanbul’u da İsviçre örneğinde olduğu gibi kimsenin dokunamayacağı bir yeni Bizans haline getireceklerdir. Çok değil doksan küsur yıl önce, Sevr ile bunu kararlaştırmışlar ve Mondros ile uygulamaya geçmişlerdir.

Siyasal dincilerin yanıldığı nokta, küresel güçlerin siyasal dincileri nasıl iktidara getirip bunca yıl büyük bir destekle iktidarda tuttuysa bundan sonrada en az 50 yıl iktidarda tutacağı düşüncesidir. Bu düşünce ne yazık ki; aptalca dillendirilmektedir.

Bir müddet sonra deniz bitecek ve Siyasal İslamcıların küresel güçlere verebilecekleri bir taviz kalmayacaktır. Çünkü vere vere her şeyin bittiği bir noktaya doğru süratle gidilmektedir. İşte o zaman geldiğinde küresel güçler artık işlerine yaramaz hale gelen bu siyasal İslamcıların defterini dürecek ve onları da bundan önceki örneklerde olduğu gibi bir kenara koyacaktır.

Bu çerçeve de gündemde yaşananlara bakarsak, milli bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm anayasal kurumları küresel güçlerin işine yarar mahiyette siyasal dincilerin eliyle bir saldırı altındadır. Ülkeyi yönetenler artık Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bile sadece “Silahlı Kuvvetler” diye hitap etmeye başlamıştır.

Türk yargısı tel tel dökülmektedir. HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısı ile oynanarak milli devlet yapısı ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri sindirilmiştir. Türk bürokrasisi çökertilmiştir. Türk kimliği ve Türk millet yapısı açık bir saldırıyla karşı karşıya olup aleni bir tehdit altındadır.

Sümela’da ayin, Akdamar’da dikilen haç, nihayetinde  Lozan Mübadilleri denilen zırvaların Türkiye’den göç etmiş T.C. vatandaşı Rumlar için eski evlerine dönüş çağrısı yapması, Emir Kusturica hakkında iktidarın belediyesi olan Bursa’da yapılanları görmeyip Antalya’nın belediye başkanına yüklenmeler, Bartholomeos’un Türkiye’nin AB’ye girmesiyle birlikte Anadolu’dan gidenlerin geri geleceğini açıklaması, Agos Gazetesinde Prof. Dr. Eser Karakaş’ın 250 bin Rum’un geri gelmesiyle uygarlığın yükseleceğini yazması, Salihli Kaymakamının durup dururken “Salihli” adının “Sardes” olarak değiştirilmesini önermesi, kiliselerin ihyası, siyasal İslamcılığın ülkemizdeki merkezlerinden biri olan Trabzon’un Of ilçesinde ev kiliselerinin açılması ve bunlara benzer bir çok olayın küresel güçlerle yol kardeşliğine çıkan siyasal İslamcıların döneminde gerçekleşmesi bize başımıza gelecek olanlar hakkında ipuçları veriyor.

“Benim işim iyi” diyenlere de cevap olarak ekonominin günlük tedbirlerle götürülmesinin sağladığı rahatlığı tıpta “ölüm öncesi iyilik” olarak tanımlanan duruma benzettiğimi söylemek istiyorum.

Aslında bunlar geçmişin bu güne yansımış meseleleridir. Yaşadığımız olaylar ise küresel güçlerin, nihai olarak almak istediği sonuca doğru giden ara hedeflerin tahakkukundan ibarettir.

Bakın yaklaşık olarak yüzyıl önce Paris’te bir araya gelen ABD Başkanı ile İngiltere ve Fransa Başbakanları toplantıdan sonra ne açıklıyor!

ABD Başkanı Wilson, İstanbul ve Boğazları istiyor, İstanbul’un bir Türk şehri olmadığını ve diğer milletlerin çoğunlukta olduğunu söylüyor. Fransız Başbakanı  Clemenceau’da ekliyor “İstanbul artık Türklerin elinde kalmamalıdır.”

Burada İstanbul’dan kasıt, Osmanlı – Türk Devletidir. İstanbul’a el koymak ise Türk Devletinin tamamına el koymak anlamına gelmektedir. Yani kısaca Türklere yaşam hakkı tanımak istenmiyor.

Yaşadıklarımız bize aynı hesapların  günümüzde de sessizce görülmeye çalışıldığını gösteriyor. Türk Milletini 36 etnik parçaya bölerek, Türkleri 36 etnik parçadan biri olarak gösterenler, Türkiye’de Türklerin çoğunluk olmadığı küstahlığını dillendirenler ve bunlara benzer şeyler yaparak Türk Milletini tarih sahnesinden yok etmek isteyenler, günümüzün Wilson’ları, Clemenceau’ları olan Obama’ların, Kraliçe Elizabeth’lerin, Sarkozy’lerin yol kardeşleridir.

Bu yol kardeşliği çok açıktır. Kimse kara propagandalarla bu yol kardeşliğinin üzerini örtmeye kalkmasın.

Son sözü de  Büyük Önder Atatürk’e bırakalım: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir nitelik alır” ve devam ediyor “Milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlere yem olur.”

Prof. Dr. Türker Özdoğan’la Kandıra Sohbeti

Kandıra nere, Amerika nere?

Henüz, 26 yaşında bir genç insan, Türker Özdoğan.

İzmit’ten ABD’ye, yüksek lisans (master) için gidiyor ve bir ömür bu ülkede yaşıyor.

Ama, doğup büyüdüğü ülkeyi, kenti, kasabayı ve insanlarını asla unutmuyor.

Baba kökeni Kandıra’ya dayanan Türker Özdoğan, İzmit Lisesi’nin efsane öğretmenlerinden Nurdoğan Özdoğan öğretmenin oğlu.

Güzel sanatlara yeteneği ve ilgisi var.

İstanbul Güzel Sanatlar Yüksek Okulu seramik bölümünü bitiriyor.

Babası; “Çömlekçi mi olacaksın oğlum?” diye kaygı ile sorguluyor!

O ise, insanın ilkel çağlarından bu yana varlığını sürdüren bir sanatın tutkunu.

Çamurdan ürün üretiyor, o ürüne “sanat eseri” niteliği kazandırıyor.

Arkeoloji müzelerinde hayranlıkla izlediği  seramik eserleri yaratanlara aynı ilgi ve saygıyı göstermeyen bir toplumsal kültür içinde sanatçı olmak kolay mı!?

Türker Özdoğan’ın ABD’deki akademik kariyer süreci Profesörlük titri ile taçlansa da, o hiçbir zaman bu titrin arkasına sığınmayan, “olduğu gibi yaşayan, yaşadığı gibi olan” bir duru insan örneği…

Hemen her yıl en az bir kez gelip dost ve akrabaları ile buluştuğu İzmit’e bu gelişi ve Kocaeli Kandıralılar Derneği’ne konuk oluşu, Kandıralı bir akrabası olan İsmail İlk’in daveti ile gerçekleşiyor.

Özdoğan, gecede yaptığı konuşmada, Dombay’dan söz ediyor!

Kandıra yoğurdunun asıl kahramanı ve hak sahibi olan “Manda” ya da Kandıralıların dilindeki adı ile “Dombay” dan.

Çocukluk ve gençlik yıllarında Dombay sütünden yapılan yoğurdun lezzetini unutamadığını anlatıyor.

Dombay hakkında bugüne kadar bilmediğim özellikleri Türker Özdoğan’dan öğreniyorum; “Dombay, kolay hastalanmayan, derisi çok kıymetli, sütünden üretilen kaymak, yoğurt ve peyniri nefis, eti yüksek kolestrol içermeyen çok değerli bir hayvan.”

Özdoğan, Kandıra Bezi ve kandıra Taşı için de çok ilginç ve güzel sözler söylüyor.

Söylüyor da, Kandıralılar ne kadar etkileniyorlar?

Kandıralılar, Özdoğan’ın özel ilgi duyarak araştırdığı Türk kökenli Meluncanları ve “Asya’dan göçen Türkler” oldukları genetik araştırmalarla kanıtlanan ve ABD’li katillerin soykırımına uğrayan Kızılderilileri soruyorlar!

Gecede Kandıra Belediye Başkanı, Kandıra Meslek Yüksek Okulu Müdürü, bazı köy ve mahalle muhtarları, dernek başkanları, Kandıralı işadamları var.

Biri de çıkıp şu soruyu sorsun isterdim;

Türker Bey, biz Kandıra’da yeniden Dombay sayısını artırıp, ürettiğimiz süt ve et ürünleriyle KANDIRA DOMBAYI SÜT ve ET ENTEGRE TESİSLERİ’ni kursak, bu ürünlerimizi ABD’ye nasıl ihraç edebilir ya da ABD’de nasıl satış merkezleri kurabiliriz?”

Kimse böyle bir soru sormadı!

Hani, bir söz var ya; “Onlar ki derya içindedirler, deryayı bilmezler!”

Kandıralı hemşehrilerim, sahip oldukları olanakları kullanmasını bilmiyor ne yazık ki?

Şimdilerde, otoyol geçişi ve Gıda Organize Sanayi Bölgesi nedeniyle rant kazanan topraklarını satıp “sıcak para” ile yaşayacağı kısa ömürlü mutlulukların hayalini kuruyor!

Oysa, o bereketli topraklarda besicilik, seracılık, keten ve keten ürünleri üretimi ile çok daha büyük varsıllığa ulaşmaları mümkün.

Bugün dünyanın en büyük sorunu “beslenmek.”

Kocaeli’nin “sorumlu siyasetçileri!” ile Kocaeli ve Kandıra’nın “sorumlu yerel yöneticileri!” ve “Kandıralı üreticiler” elele verebilirse; “Geleceği planlama-uzun erimli projeler üretme”  iradesini gösterebilirse, Kandıra ve Kandıralı “MARKA” ürünleriyle Kocaeli’nin ve hatta Türkiye’nin en varsıl ilçesi olabilir.

Kandıralılar Gecesi’nde dile getirdiğim sözlerle yazımı noktalamalıyım;

Kandıralılar, ABD’deki Kızılderilileri değil, Kandıralı Kızılderilileri kurtarmayı düşünmelidirler!”

Fasl-ı Zaman

Hançeremde bırakma, son harfini isminin
Feryadım mahrecime dokunacak nasılsa.

Öksüz gönül telime gam yükleyen es kimin?
Güfte, nadan elinde okunacak, yazılsa.

Çiselen, ey mor sümbül, açtığın dağlar gibi!
Ferhat’ın çırağından sakınacak, fasılsa.

İnanç Sömürüsü Üzerine Düşünceler… (1)

İnsanı insan yapan değerlerin başında, akılla düşünebilme ve irdeleyebilme özelliği gelir. Eğer bir insan aklını kullanmıyorsa, sadece söyleneni yapıyorsa, o insanın “akla ihtiyacı yok” demektir. Birileri onun yerine düşünüyor ve üretiyor, sonra emrediyor, o da kul-köle misali itaat ediyor, verilen emre uyuyor demektir…

Peki, o takdirde, insan kılığındaki bu varlıklar “gerçekten” Tarının emriyle “secde edilen” varlık insan mı?

İşte tartışma konusu olan obje de budur…

Akılla İnanmak…

Peki, bir insan aklını kullanmıyorsa nasıl, neyle inanacak?

Tanrının emridir; “akılla inanmak ve akılla ibadet etmek…”

Hal böyle olduğuna göre, insanların din ticareti yapan din tüccarlarına aldanıp inanmaması gerekir.

Gel gelelim ki iş öyle olmuyor.

Din tüccarlarının söylemlerine kanıp onların direktiflerine göre hareket ediyor insanlar…

Adam önüne koymuş bir tezgâh, mütedeyyin Müslümanlara “sırat köprüsünden geçiş biletlerini” satıyor…

Bu din tüccarları her gün farklı boyutlarda yalan söylüyor, bugün kara dediğine yarın beyaz diyor, bugün “yapmadım” dediğini yarın “yaptım” diyebiliyor; sonuçta yalan temelli, siyasal ya da kuramsal menfaat amaçlı bir din bezirgânlığı… Tanrım sen aklıma mukayyet ol…

Her durumda ve zamanda zeytin yağ misali üste çıkma manevraları yapmayı da ihmal etmiyorlar; çünkü kendilerine kayıtsız ve şartsız “biat” edenleri nasıl olsa “din ticareti” ile kandıracağını biliyorlar.

Hele işin içine kişisel ya da siyasi menfaat girdiyse, iş daha karmaşık hal alıyor.

Günlük hayatımızda din ticareti birçok şekillerde gerçekleşiyor.

Adeta bir “tabu” olan konuyu satırlarla dile getirmek dahi birilerini rahatsız edeceğini tahmin etmek zor değildir. Bu nedenle de samimi Müslümanlardan kimse işin ürerine gitmiyor… Allah selamet versin bir zamanlar M. Şevket Eygi konuyu dillendirmişti de söylenmedik laf kalmamıştı..!

İstismarcı tabelalar…

Siyaset arenasında her türlü yalan ve dolanı marifet sayan bir zihniyetin yaygın haline günlük hayatımızda da çok karşılaşırız. Şimdilerde çevremize baktığımızda, insanımızın nasıl bir kandırmaca içine sürüklendiğini görüyoruz…

İnanç hortumculuğu, duygu istismarı, din ticareti derya deniz…

Sokakta gözlerimle gördüğüm bazı tabelaları örnek vereceğim; bakar mısınız şu tabelalara; “iffet giyim”, “Medine alçı”, “kasem inşaat”, “hıra matbaacılık”, “ihlâs ticaret”, “ehlisünnet ticaret” “devrisaadet manav”, “hicret ticaret”, “helal gıda”, “kutlu ticaret” ve benzeri pek çok diğerleri…

Biraz daha etrafımıza bakarsak, bunların sayısını çoğaltabilirsiniz…

Amaç, saf vatandaşı, “duygu-din-inanç çağrışımlı” tabela ismiyle aldatmak, inançlı vatandaşın cebini hortumlamak…

En azından bunların bir kısmının bu amaçla yapıldığı, yaşanan olaylarla bir gerçektir…

Bunlar “din” adına yapılmaktadır…

Benim inancım, kutsallığım bana karşı “sömürü silahı” olarak kullanılmaktadır…

İnançların hortumlanmasıdır bunlar…

Her hareketi sahtedir bunların…

Varmak istedikleri, doğru sandıkları yanlışa ulaşmak için sürekli hayal kurarlar; unutmamak gerekir ki hayallerin son kullanma tarihi yoktur…

Hele bu hayaller insanı Yaratanla, kutsallıklarıyla, manevi duygularıyla aldatmak amacını taşıyorsa, kullanma tarihi sonsuz ve sınırsızdır.

Peki, buna nasıl engel olunur?

Önce akılını kullanacak ve sorgulayacak insan olmak…

Sonra vicdanın sesini dinleyecek…

Bu duruma, ancak ve ancak insanın ölçümleme merkezi olan vicdanı duyarlı hale gelirse engel olabilir…

Din insan içindir…

İlahiyatçılar da, mürşit ata dedelerim de, benim kalbim de “İslam demek, Kur’an demektir” diye ses vermekte…

‘Ona aykırı her şey yalan ve riyadır’ demekte…

Doğrudur, akılla düşündüğümüz zaman bunu görüyoruz…

Ancak, akan berrak nehre başka şeyler de karışır…

Her şeyin sahtesi olduğu gibi İnsanın da…

İnsanın değerini anlamak, Kur’anı anlamaktır…

Biraz sorgulama yapalım; din ne için var olmuştur?

Kötüleri doğru yola getirmek için…

Değil mi?

Çünkü din, günahkârlar için, sapıklar için gelmiştir!…

Herkes “melek” olsaydı dine gerek olmazdı!…

Tıpkı hastalık olmasaydı doktor, ilaç olmayacağı gibi…

Peygamber adını sömürenler…

Din tüccarlarının kullandığı diğer ana istismar konusu, Tanrının vahiyle gelen emirleri insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği peygamberlerdir. Peygamber hakkında olmadık rivayetler, uydurma hadisler icat edip, O’nun ismini kullanarak, din sömürüsü yapıyorlar. Öylesine saçma-sapan hurafeler anlatılıyor ki, sanki İslam’ın esası, çoğu zaman kaynağı belli olmayan aktarma “rivayetler” den ibaret imiş gibi bir hava yaratılmaktadır! Saf Müslümanları aldatmakla sanki görevlendirilmiş cüppeli-takkeli-sakallı din ticaret simsarlara rağbet edilmekte… Eğer mümkün olsaydı, peygamber bugün dünyaya geri gelseydi, kendi ismini istismar eden bu cahil mecnunları mutlaka kapı dışarı eder, onların sarıklarını yakardı; kendisi de papyon ya da kravat takardı…

Peygamber sevgisi…

Peygamber sevgisi lafta değil özdedir…

Samimi olarak peygamber sevgisini içten duyanlar, bunu da ifade etmişlerdir. İşte şu yaklaşım samimiyetin ifadesidir; peygambere ulaşmanın zorluğunu anlatmak için bu ifade önemlidir: “Seni sevmek belki haddim değildir ama yine de seni seviyorum…”

Dinimizde peygamber sevgisi çok farklı olduğu kadar ona yakın olmanın zorluğunu da bu söylem iyi yansıtıyor.

Onun için peygamberi sevmek kolay bir iş değil!…

İlginç bir noktayı daha burada ifade edelim; peygamber ile kölesi “Zeyd” arasında çok özel bir yakınlık, sevgi bağı vardır. Bu nedenledir ki “Zeyd” ismi, sahabenin dışında, Kur’an’dan geçen tek isimdir. Çünkü peygambere köle olmayı en üst makam olarak telakki eder. “O’na köle olmak sultan olmak demektir” yaklaşımını temsil eder… Marifet, “köle” olmaktan öte peygambere yakın olmak mutluğu saklıdır bu ifadede…

Ayrıca köle bile olsa “insan” olarak taşıdığı değeri üstün tutmanın bir göstergesi… Bu, Tanrının takdir ettiği bir derecedir…

Peygambere yakın olmak ve onun sevgisini kazanmak için yıllarca ibadet edenler de olmuştur.

Dindarlığın samimiyete dayandığı düzey, Allah’a akılla dua etmektir.

Çünkü ibadetin aslı duadır.

Tüm dinlerde ve kitaplarda dua vardır.

O dinin mensupları dua aracıyla Yaratana ulaşmaya çalışırlar.

İşte somut bir örnek; Paskal ömrünün son 7-8 senesini manastırda geçirerek Allah’a dua eder.

Bu, O’nun ne kadar meşhur bilim insanı ya da mucit olduğu ile de ilgili değil… Bu yakarış, insanın kendi ekseninden düzen merkezine girmesiyle başlayan bir yakarış, bu denli dirayetli bir yaklaşım…

Paskal romatizmadan dertli bir insan olmasına ve son derece acılar içinde kıvranmasına rağmen, bu acılarını, Tanrıya yaklaşımın aracı olduğunu düşünerek dua etmiştir…

Paskal, dualarında şöyle ifade ediyor; “Beni sana yaklaştıran her şey, beni senden uzaklaştıran acılardan daha kıymetlidir. Romatizmalarım sana yaklaştırdığı için şükrediyorum.”

Bu ifade müthiştir…

İnsana karşılıksız hizmetin, Allaha hizmet demek olduğunu kavrama anlayışıdır…

Acıların kaynağında Allaha ulaşma olduğu anlayışı…

Acısına rağmen, varlığını muhtaç olduğu Tanrı fikrine ulaşmak için engin iman sahibinin anlayışı…

İlk secde edilen varlığın insan olduğunu bilmesine rağmen, bunu sağlayan Tanrının engin gücüne sığınma isteği…

Tüm bu değerler ve yargılar, ancak farklı bir frekansta olabilir…

Paskal bu frekansı yakalamıştır…

İlk secde insana…

“Tanrıya karşı gelerek insana secde etmeyen şeytandır.”

Bu ifadeyi çok kez duyarız.

Bunun esas başlangıcını bilmeyiz.

Durup dururken tüm meleklerin insana secde edilmesi neden emredildi?

Bu konuda bilgisi olanın, ilahiyatçıların bir kısmı bilebilir, çok fazla olduğunu sanmıyorum. Yaratan önce bir sınava tabi tutuyor Âdem ve tüm melekleri… Bilginin değerini insanlara anlatmak için; bilenle bilmeyenin bir tutulmaması gerektiğinin mesajını vermek için…

İşte bu sınav esnasında sorulan soruya Adam doğru cevap verdiği için, Yaratan da tüm meleklere, Âdem’e secde etmelerini emretti. İşte bu aşamada bir melek olan Şeytan secde etmedi. Yani bilginin üstünlüğünü kabul etmedi...

Çünkü bilgi insanın onurudur, şerefidir, değeridir, üstünlüğüdür…

Yaratan, Âdem’i bilgi ile donatma ayrıcalığını yaparak insanlığa bilginin ve bilmenin vazgeçilmezliğini mesaj olarak vermiştir; bilginin üstün gücünü, değerini anlamaları için…

Şeytan buna karşı gelmiştir…

Bunun için diyoruz ki ilk secde Allaha değil, insana yapılmıştır

Bu nokta son derece önemlidir…

Bu üstünlük de tesadüf olsun diye insana tanınmamıştır. Çünkü evrendeki varlıklar içinde, bilgiyi üreten ve yayan, bilgi sentezi yapan, kendi kendini kınayan, eleştiren, düşünen tek varlık insandır!…

İnsanda olup ta hiçbir varlıkta olmayan diğer bir değer de vicdandır.

Özel bir boyutu ve anlamı vardır vicdanın…

Vicdan yanılmaz; çünkü insanın içindeki Tanrı’nın sesidir vicdan…

Onda hile-hurda olmaz, eksik-gedik de…

Bilgi eksik, yanlış olabilir; akıl hata yapabilir; vicdan bunları yapmaz…

İlham-irfan vicdandan gelir…

Vicdan, iç muhasebe merkezidir, ayar merkezidir insanın…

Bu merkezin yansıması, kendini bilmektir…

Kendini bilen az hata yapar.

Kendini bilen, hata yapınca da geri dönüş yapmasını bilir, özrün farkına varır; özür dilemek, gururu -kibirli olmayı- yenmek demektir…

Kibir ve gurur kişinin ruhunu kirletir, insan sevgisini yok eder.

Sevgisiz insan içi boş bir kovaya benzer; insan sevgiyle vardır, sevgi olduğu için yaptığı iyilikler vardır…

Onun için atalarımız; “iyilik dile komşuna, iyilik gelsin başına” demişler…

Ne kadar anlam yüklü bir ifade…

Bu idrakte olabilmek hayatın gerçeklerini kavramak demektir…

Bu kavrayış, hayatın boyutunu anlatır.

Hayat yerinde durmuyor ki…

Belli yaşa gelmenin de bir bedeli var, emeği de…

Sıhhatte olduğun müddetçe varlığını hissedersin, hayatı anlamak için hareket şarttır. Hayatta hareketlilik esastır.

Çünkü hayat bir bisiklete benzer, pedal çevirdikçe sürer…

Kader…

Hayat olduğu yerde saymıyor, dedik…

Duraklama yok hareketlilik var; çünkü hareket hayatın kendisidir.

Hayatta baştan sone, kime ne şekilde yaşayacağı, neleri göreceği bilinmez. Yaşanacaklar inancımız bağlamında “kader” olarak ifade edilse de bunun bir sorgulaması yapılmalıdır.

Doğrudur; kaderi takdir eden Allah’tır…

Fakat tedbirini almak da kulun görevidir…

Önlem almadan kişileri yerin dibindeki maden ocağında ölüme göndermek “kader” olamaz…

Maden altında ölenler için, “güzel öldüler” denilemez!!!???

İnsanları terörün kucağına atmak kader olamaz…

Hayatın baharında terörün kurşunlarına, bombalarına hedef olmak kaderde mi yazılı?

Yaratan Allah, terörü de mi plânladı???!!!

Bunu böyle anlamak ve söylemek “sapıklık” tır…

Başta, Yaratan seni sorumlu tutar…

Can sahibini sorgular…

Hata yapan kuldur, hatanın sorumluluğunu “kader” diye Yaratan’a yüklemeye kimsenin hakkı yoktur.

Kusur da sevap da kulun işidir; doğrudur, ilk günah ve ilk af Âdeme aittir. Hem ilk günahı işlemiştir hem de Tanrıdan ilk affı almıştır…

Affın kaynağını bilemezsin, çünkü manevi rahmet farklı boyutlardan, belki de farklı galaksilerden, çok yücelerden gelmiştir…

Onu bilmek ve anlamak mümkün değil…

Tanrının varlığı ve birliğini somut olarak göstermek inançsızlık için çok mümkün değil, inanmak boyutunda, bunun işaretlerini her varlıkta görürüz…

Nasıl ki parmaklarımız Allahın birliğini işaret ediyorsa, parmaklarımızdaki izlerden ‘en az farklı 6 milyar izin-motifin’ olduğunu da…

Evrendeki olup biten doğaüstü olaylar ya da şahit olunan mucizelerin ardındaki “sır”ın, kişilerin gücünün ötesinde bir güç olduğuna inanmayanı inandırmak ve ikna etmek, pekâlâ ki mümkün olmaz. Örneğin İsa Peygamberin kör olan insanı iyileştirirken bunun Allah’ın yardımıyla ve izniyle yaptığını inanmayana anlatmak ve onu ikna etmenin zorluğu gibi…

Günümüz yobazları ve bazı haddini bilmez cahil “aydın” geçinenler, olur olmaz örneklerle Allah’ın varlığını ispata kalkarlar!…

Bazı sahte bilim insanlarının ya da sahte dincilerin tanıttığı Allah’a değil, Kur’an’ın, Peygamberin tarif ettiği Allah’a inanmak gerekir…  (Devam edecek…)

Mevlevi Evinde Bir Sohbet Akşamı

Kocaeli Şairler ve Yazarlar Birliği’nden gelen mesaj 8/Ekim/2010 akşamı Seka Park’taki Mevlevi Evinde değerli dostumuz başarılı sendikacı ve eğitimci Süleyman Pekin Hocamızın Afrasya-Yeni Eksenler isimli son kitabının tanıtma programına davet ediyordu. Hocaya hürmeten toplantıya biraz geçte olsa iştirak edebildim.

Daha önce Mevlevi Evine gitmek kısmet olmamıştı. Girişte ayakkabıları dışarıda bırakarak tertemiz terlikleri giyip evlerimizde olan şekliyle ‘Klasik Türk Tipi’ sıcacık havadaki mekana dahil olduk. İçeride Süleyman Pekin Hocam dinleyicilerinin huzurunda günün son teknolojilerine müsait ortamda bilgisayarında ‘kitabı’ ile ilgili detaylardan bahsediyordu. Biz de böylece konuya girmiş olduk.

Hoca Türk Dünyası ile ilgili çok değişik ve heyecan verici tespitler ve projeler ortaya koymuş. Tabii bunu yapmak için çok sayıda kaynağı didik didik ettiği aşikar idi, imrenilecek bir gayret ve titizlikle!.. Keşke hepimiz, en azından mesleklerimizle ilgili olarak dahi böyle çabalar sarf etsek! Hele bir de bana Sosyal ve Kültürel olaylar için gayretler harcamayı ekleyebilsek…

Değerli dostları toplum olarak (bizler dahil) çok az yazıyoruz. Halbuki yazabilme şartları herkes için mevcut. Her akşam fuzuli şeyler,’sade suya tirit’ programlar için harcanan ve israf edilen zamanlarımızı bir değerlendirebilsek. Bu konuda çevresini sürekli gayrete getirmeye çalışan ve Derneğinin Sitesini ‘okuma salonuna’ çeviren, Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar dostumuza hak veriyor ve hepimizi bu doğru çabaya davet ediyoruz.

O güzel sohbet akşamı tamamen Klasik Türk Evi niteliğinde döşenmiş, her köşesi buram buram Anadolu kokan ve taşıdığı Mevlana Evi adına yakışan bir şekilde donatılan, bulundurduğu eserlerle, müze niteliğine uygun canlandırmalarla zarafet ve sadeliği ile içimizi ısıtan bu mekanı yapan Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu ve ekibini tebrik ederek Ahsen Başkanın da yazma davetine icabet ederek bu yazıyı kaleme almış bulunuyorum.

Bu mekanda sık sık şiir ve müzik geceleri, sohbetler ve mekanın ruhuna uygun icralar yapılmalıdır. İzmit başta olmak üzere Kocaeli de herkes kültür-sanat hizmetlerine en azından dinleyici olarak katılmalıdır. Aksi halde kaybettiğimiz değerler için üzüldüğüne kimseyi inandıramaz.

Yeni kitabı ile bu duygulara vesile olan Süleyman Pekin Hocamızı tekrar kutluyor hepinize sağlıklı, huzurlu ve üretken günler diliyorum.

 

Kocaeli Aydınlar Ocağında Pişenler

Her insana ili, ilçesi, köyü hoş gelir, güzel gelir, öncelikli gelir. Bu normaldir de…

Bizde mi Kocaeli’mizi böyle değerlendiriyoruz diye çok düşünmüşümdür.

Ama çok yönlü ve farklı pencerelerden baktığımızda, gerçekten ilimiz her yönüyle çok farklıdır.

Her iki denize sınırı olan, körfezi olan, su deposu dağları ve gölleri olan sanayisiyle, tarım alanları, doğal güzellikleri, yaylaları ile tarım ve meyvecilikte çeşitliliği ve verimliliği ile önlerde olan bir ilimiz… İstanbul’a yakın olması Avrupa ile Asya arasında köprü olması, her türlü ulaşımın (kara, deniz, demiryolu) kilit noktasında ve 2011’de sivil havacılığa da sahip olacak olan bir ilin mensuplarıyız. Çok zengin tarihe sahip olması ve bugün de yurdumuzun her köşesinden insanı bağrına basan bir ildir Kocaeli.

Böyle bir ilin mensuplarından bir grup aydın Kocaeli’de 1985 yılında Aydınlar Ocağı’nı kurdu.  Kurulduğu günden bu yana, toplumun her kesimini kucaklayan, insanımızı yarınlara hazırlayan Ocak, sosyal, kültürel faaliyetlere aralıksız ve de istikrarlı bir şekilde devam etti.

Bu milletin kültür değerlerine ters düşen, bu yönde hareket eden taraflarda da bulunmadı.

Bu ülkenin kültürel değerlerine sahip çıkma adına, bu değerlere bilmeyerek de olsa zarar verenlerden de olmadı.

Aydınlar Ocağı dünü hiç unutmadı ve oradan dersler çıkararak, bugünü yorumlamaya çalıştı. Bugünü de yarınlara taşımanın gelişen ve değişen dünya ortamında bu yüce milletin yeri ve yurdu çok daha iyi yerlerde olması için uğraştı, didindi. İnsanlar bunun çok farkında olmayabilirler. Bazen acziyetten, bazen taassuptan, bazen hazımsızlıktan, bazen de hasetlikten…

Ama öyle zamanlar geldi ki Aydınlar Ocağının öncü insanları bazen denge kurma adına, bazen de toparlama adına aranan insanlar haline geldiler. İşte Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş hocamız bunlardan sadece biri. Ülke genelinde de böyle oldu, il genelinde de böyle oldu. Bu Ocağın mensupları gözden kaçan, bu çok önemli görevleri de yerine getirmesini bildiler.

Bazen siyasi rüzgarlar Aydınlar Ocağını hafif etkilese de, bu çizginin dirayetli insanları ana çizgiyi korumasını bildiler, hayırlı yollarında yürümeye devam ettiler ve bu yolda ki faaliyetlerinin her geçen gün artarak devam ettiğine de şahit oluyoruz.

Ülkemizde, özellikle ilimizde kaç tane sivil toplum örgütü yıllarca istikrarlı bir şekilde faaliyetlerini, Aydınlar Ocağı gibi devam ettirebiliyorlar?

Bazen tenkit edildikleri de oluyor.. “Kaç kişi bunlar? hep aynı insanlar ve bildik insanlar” diye.

Dünyada da, ülkemizde de az ama öz, disiplinli, ne yaptığını bilen insanların etkili olduğunu, tenkit sahipleri bilmiyor olsa gerek..

Kocaeli Aydınlar Ocağı benim bildiğim kadarıyla bir gece yarısı isterse yüzlerce aileyi çocuklarıyla beraber toplar. Binlerce insanı da, bu doğrultuda aynı anda beraber olma adına bir araya getirebilir..

Gezi, inceleme, araştırma, eğitim-öğretim ve tanışma adına yaptığı faaliyetleri de bu çizginin beslenmesinde ve güçlenmesinde önemli rol oynar.

Ayrıca Aydınlar Ocağının çok takdir ettiğim bir faaliyeti de “SÖZ SIRASI GENÇLERDE” programlarıdır.

Diğer sivil toplum örgütlerinde görmediğimiz bir faaliyette aileler bir araya geliyor, gençler kendilerini ifade etme fırsatı buluyor. Bir başka deyişle kuşak geçişleri, sıhhatli bir şekilde oluyor. Gençler bugünkü duygu ve düşündüklerini, yorumlarını büyüklerin huzurunda ifade ederken, tecrübeli büyükleri olgun bir juri gibi, aile sıcaklığında gençlerimizle bilgi alışverişinde bulunuyorlar.

Sonunda bu sıcak ve samimi bir ortamda gençler kendilerini bulup, bir şekilde özgüven, kişilik, karakter ve şahsiyetli olma yolunda sıhhatli bir yörüngeye oturma fırsatı bulabiliyorlar.

Aileler de kendine güvenen ve emin adımlarla, büyüklerinin bilgi ve tecrübelerinden beslenerek yürüyen çocuklarını dünya gözüyle görme fırsatları oluyor.

Kısaca; çok önemli bir boşluğu dolduran, yapmış olduğu faaliyetlerle siyasi hedeflerden ve menfaat ilişkilerden uzak duran KOCAELİ AYDINLAR OCAĞI mensuplarına bundan sonra da çalışmalarında başarılar diliyorum. Kurulduğu günden beri emeği geçen tüm başkan, üye ve gönül dostlarına da…