17 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1171

“Yalanlarını Muşi Dayı..”

Ben 70 doğumluyum. Hesapta Coniler 1969‘da Ay’a çıkmış, bir de bayrak dikmiş. Armstrong Efendi de demişmiş: “Bu benim için küçük, insanlık içinse büyük bir adım.”

Pek güzel de uzay aracı Ay‘ımızın neresine, nasıl inmiş? Ay‘da hazır tesis mi varmış? Hadi indi diyelim, Ay‘ın Dünya gezegeninden daha düşük olan yerçekimini nasıl aşmışlar? Hadi aştılar diyelim, Ay‘ın tabanından hangi kaldıraçla o külüstür geminiz havalanacak? Cap Caneveral Üssü‘ndeki fırlatma rampasını katlayıp da astronot efendilerin cebine mi koydunuz? Madem Jetgiller gibi istediği gezegene çivileme inen ve zıplama usulü kalkan gemi yapmışsınız, uzayı da fethetseydiniz ya.

Ben oldum 40 yaşında. Maşallah 41 senedir insan Ay‘a bir daha ayak basmaz mı? Niye Ay‘a küstünüz kardeşim? 69‘da televizyonlar siyah – beyaz tek kanalı zor gösteriyordu, şimdi şehirlerarası otobüslerde neredeyse her koltukta bilgisayarlı TV‘ler var. Teknolojinin baş döndüren hızına göre şimdi Ay’da koloniler kurmanız ve New York – Ay arasında Uzay Otobüsü işletmeniz gerekiyordu. Hatta birkaç nükleer başlığı da uzaya çoktan taşımalıydınız. Zenci kardeşlerimizi de Ay‘a biletçi, bekçi ve hamal olarak sigortasız çalıştırırdınız.

Siz Amerikalılar, Ay’ı 53. eyalet yapar, bol yıldızlı bayrağınıza bir de hilâl eklerdiniz. Mars‘a Michael Jackson‘u göndertir, adını ölmeden Kızıl Gezegen‘inin münasip bir tarafına pirinç levhayla çaktırırdınız.

Yok Yıldız Savaşlarıymış, yok küresel insan tipiymiş.. Çocuk reklâmları gibi; ortada fol yok, yumurta yok ama bol efektle ve yüksek volümle ahaliyi ‘bi koşu‘ marketlere alışverişe koşturursunuz. Hemi de eyersiz ve koşum takımsız..

Hep Yahudi zekâsı, hep ticarî mantık.. Ve pazarlama, ve satış, ve kamuflaj, ve yalan-dolan.. Ama helâl olsun. Bizim Hz. Ali cenkleriyle büyümüş, Hz. Hamza kahramanlığını dinlemiş, Osmanlı‘nın 1’e 3 / 1’e 5 zaferleriyle ilk Millî Güvenlik eğitimini almış mücahit Müslümanlarımızın bile diz bağlarını gevşettiniz ya.. Venezüellalılar, Amerika tehdidini ciddiye bile almıyor, İranlılarsa dalga geçiyor.

Mazisi kahramanlıklarla dolu Türk Milleti ise ‘Amarika‘ dendiğinde ya Cennet tasavvuru ya Cehennem tasvirinde bulunuyor. Her ikisinde de halk etme yetisine izafe var. Sanırsın Allah değil de – hâşâ – Kâinat‘ın yaratışında Amerikakünfeyekûn‘un İngilâzcasını söylemiş. Sanırsın Amerika zâtî ve subûtî sıfatların tamamını hâvi.

Allah’tan korkanların lâfta, Amerika’dan korkanlarınsa icraatta arttığı şu mavi dünyamızda Âdemoğlu bindiği dalı kesmeyi istikrarla sürdürmekte. ‘Kral çıplak‘ diyecek çocuklar Barbie‘yle, Bakugan‘la meşgul oldukları için büyüklerden de bir numara bekliyoruz.

Sanal dünyanın şampiyonu sanal iktidar.. Kolu herşeye yetişen, herkesi dinleyen, heryerde hazır ve nâzır havalarında.. Biz de yedik. Üstüne nükleer korkuları, istihbarat fobilerimizi de ekledik. “Ne iş olsa yaparım ABD’i ayağıyla iki figüranlık, bir sülfe geçinip gidiyoruz.

Aslında ben bu yazıyı bizim Yuvacık‘ta kahve işleten meşhur Muşi Dayı‘yı anmak için yazmıştım. Yine dağıtmışım. Bir koşu toparlayayım da entel terbiyemize halel gelmesin.

“Yalanlarını sevdiğimin Süper Güç’ü…”

 

Kosova’da Sarı Paşa’nın Çocukları

Türk Milletinin Büyük Önderi Mustafa Kemal Atatürk’ü kaybedeli  72 yıl olmuş.

Onun dediği gibi vücudu toprak olmuş ama eserleri var olmaya ve fikirlerine sığınılmaya her gün artan bir şekilde devam ediliyor.

Tarih sahnesinde yok olmayla burun buruna gelmiş olan Türk Milletinin önüne bir lider olarak geçerek başta İstiklal Mücadelesini vermiş olan ve nihayetinde Türkiye Cumhuriyetini kuran bu eşsiz insana ne kadar saygı göstersek ve onu rahmetle ansak azdır.

Yaşadığımız her zaman dilimi onun haklılığını ortaya koyan gelişmelerle şekillenmektedir. Bu bizlere Atatürk’ün çağlara hitap ettiğini göstermektedir.

Bu gün varlığından gurur duyduğumuz bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti varsa ve bizler onun onurlu birer vatandaşıysak ve dünyaya “Ne Mutlu Türküm Diyene” diye haykırabiliyorsak hepsi Allah’ın verdiği izinle onun sayesindedir.

Kim ne yaparsa yapsın, güneş hangi balçıkla sıvanmaya kalkışılırsa kalkışılsın, Mustafa Kemal Atatürk gerçeğinin üstü örtülemez ve gerçekler gizlenemez.

Mustafa Kemal Atatürk, sadece Türk halkı için değil, Türk Dünyası içinde aynı değerde büyük bir lider ve önderdir. Hatta Atatürk için tüm mazlum ve mağdur milletlerin ve insanların lideridir rahatlıkla söyleyebiliriz.

İnsanlık aleminin önemli bir şekilde önünü açan bir lider olan Atatürk ölümünün 72. yılında her geçen gün artan bir hasretle dünyanın dört bir köşesinde anılmaktadır.

Atatürk sadece Türkiye’de yaşayan halkımızla ilgilenmemiş, dünyanın neresinde bir Türk veya kendini Türk hisseden varsa oraya yönelmiş ve bir bağ kurmuştur. Bu nedenle Doğu Türkistan’dan Adriyatik kıyılarına kadar her bir Türk’ün ve kendini Türk hissedenin yüreğinde Atatürk ve Türkiye sevgisi vardır.

Türk Dünyasında Atatürk’ü tanımlayan adlardan biri de “Sarı Paşa”dır. Türkiye’den kalkıp Türk Dünyasının her hangi bir köşesine gidenlere, onları karşılayanlar zaman zaman “Sarı Paşa’nın Çocukları” diye seslenmişlerdir. Bu söz benim çok hoşuma gider ve benim için “Sarı Paşa’nın Çocuğu” olarak nitelendirilmek bir övünç sebebidir.

Ancak artık görüyorum ki artık sadece Türkiye’de yaşayan Türk halkı değil, dünyanın neresinde olursa olsun “Ne Mutlu Türküm Diyene” anlayışında yaşayan herkes Sarı Paşa’nın çocukları olmuştur.

Bu nedenle Sarı Paşa’nın çocukları olmuş olan Kosova Türkleri, Atatürk’ü her yıl vefatına denk gelen tarih içinde “Atatürk Anma Haftası” tertipleyerek onu anıyor ve Türklük şuuru ile Türkiye sevgisini gençlere aktarıyorlar. Ben de bu yıl Atatürk’ümüzü onların arasında Kosova’da anmak üzere  toplantılara, panellere, konserlere katılıyorum.

Filizler Kültür ve Sanat Derneğinin Kosova Prizren’de düzenlediği Atatürk’ü Anma Haftasında bulunmak hayatıma anlam kazandıran önemli bir zaman dilimi oldu. Kosova Türkleri yaklaşık yüz yıldır onca sıkıntıya rağmen Türk varlığını ve Türkiye sevgisini, Atatürk’ün fikirlerinin önderliğinde haykırıyor. İnşallah Kosova Türklerinin bu sesini duyuyorsunuzdur.

Atatürk’ün sevdiği şarkıları hep birlikte dinlediğimiz Kosova’da görevli Türk Taburunun komutanlarının ve askerlerimizin görüntüsü bir kez daha Türk Ordusu ile gurur duymamıza vesile oldu. Türk askerinin yaptığı güzel işleri Kosova’lılardan dinlemek doğrusu bana pek büyük keyif verdi.

Kosova’da Türklüğün merkezi olan ve Türkçemizin yaşadığı Prizren’deki camilerimiz, çeşmelerimiz, köprülerimiz ayrı bir görülecek nitelikte. Prizren’i gezerken bizlere Türk Dünyasındaki kardeşlerimizle kucaklaşmak için hazırlanma emrini veren Atatürk’ü bir kez daha anma fırsatı buluyoruz. 

Kosova Türklerinin sembol isimlerinden Prizren’li Ferhat Derviş ile birlikte bu organizasyona imzalarını koyan KTDP’nin değerli genel başkanı Mahir Yağcılar, milletvekillerimiz Müferra Şinik, Enis Kervan, Fikrim Damka, Filizler Kültür ve Sanat Derneği başta olmak üzere, Türkler tarafından Prizren’de kurulmuş bulunan tüm dernek yöneticilerine ve adını sayamadığımız isimsiz kahramanların tamamına ne kadar teşekkür etsem azdır.

Geldim ve gördüm ki, Sarı Paşa’nın çocukları Kosova’da dimdik ayaktadır. Hepsi birer uç beyi olarak Atatürk’ün kendilerine verdiği görevleri yerine getirmek azmindedir. Geriye kalan sizlerin onların unutmaması ve onlardan her türlü desteğinizi eksik etmemenizdir.  Kosova’daki kardeşleriniz aynen sizler gibi Türk varlığını korumak için büyük bir kararlılık içindedir. O zaman yapılacak iş Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu köprüleri onun fikirlerinin izinde yürüyerek sağlamlaştırmaktır.

Bu vesile ile Kosova’da Sarı Paşa’nın çocukları arasında onu bir kez daha hasretle anarken, Sarı Paşa’nın aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyor ve ruhuna fatihalar gönderiyorum.

Türk Gençliği ve Ülkü Mahrumiyeti

0

Gençlik, dinamizmi, cesareti ve ataklığı ile gerek toplumun büyük bir kesimini oluşturması ve gerekse ülkenin gelecekteki gidişatına yön verecek mevkilerde bulunabilmesi itibariyle çok önemli bir kesimi teşkil etmektedir. Günümüzün modern toplumlarında gençlik kesimi önemli bir konumda yer almakta ve ülkedeki üst düzey, kaliteli, yetişmiş, teknik donanımlı iş gücünü oluşturduğu gözlenmektedir. Bu önemi fark eden toplumlar ise gençlerine ve onların problemlerine karşı büyük hassasiyet göstermektedirler.

Hakikaten gelişmiş toplumların, geleneksel yapılarından modernliğe geçişleri sürecinde, gençliğin de cemiyet içerisinde daha aktif bir konuma geldiği görülmektedir. Fakat burada batı toplumları ile Türk toplumu arasında farklı bir gelişim çizgisinin mevcut olduğunu söylemeliyiz. Geleneksel batı toplumlarında, genellikle yaşlı kimselerin (lordlar, dükler, baronlar.. vs) idaresi ve yönetimi altındaki bir cemiyet hayatı söz konusudur. Bunların genç olan  evlatları ise daha çok para, macera ve aşk peşinde mesafeler kat ederek serserilik yapmakta idiler. Ancak daha sonraları toplum modernleştikçe, gerek yönetimde ve gerekse toplumun odak noktalarında gençliğin hakimiyetine doğru bir geçişin olduğunu söyleyebiliriz.

Batı toplumlarının aksine, geleneksel Türk toplumunda gençliğin, toplum içerisinde daha çok etkili ve aktif olduğu görülmektedir. Büyük bir şuur ve sorumluluk sahibi olan gençlik, bilgelerinden aldığı dersle, erenlerinden aldığı ferasetle ve köklerinden aldığı güçle her zaman toplumun önünde koşmuş ve ona liderlik etmiştir.  Elbette ki geleneksel Türk toplumunda da gençlik  batı toplumunda olduğu gibi aşk peşinde koşmuştur! Ancak serserilik ve macera aşkı için değil; gönlünün tahtına oturttuğu yegane milleti için.. Hatta bu yolda öyle mesafeler kat etmiştir ki  o yaşlarında milletini de arkasına alarak, gün olmuş Ergenekon’dan dağları delerek çıkmış, gün olmuş yaptığı toplar ile İstanbul’u feth ederek mübarek Nebi’nin sözlerine mazhar olmuştur.

İşte geleneksel Türk toplumunda gençlik, gerek cemiyet içerisinde teşkil ettiği konumları ve gerekse cemiyete yön verip, onun sorumluluğunu kendinde taşıma doğrultusunda aktif bir konumda yer almakta iken; tam tersine toplumumuz moderleşme çabaları içerisine girdiği zaman, (siyaset başta olmak üzere) daha çok başta yaşlıların olduğu ve uzun müddet de orada kaldıkları görülmektedir. Atalarının gençliğinden ders alamayan günümüz gençliği ise maalesef kalbine millet aşkını koyma yerine; para, mevki, makam ve tek gecelik aşkları koyar hale gelmiştir. Bizler ise, gündelik olarak yaşadığı bu hayat içerisinde, onları ilgisizlik ve keşmekeşliğimizle büyüterek, narin ve zarif söğüt dallarını, dikenler yumağı haline getirmişiz.

Gerçekten de  gençliğin yetiştirilmesi ve şuurlanması açısından topluma büyük görevler düştüğü açıktır. Çünkü hali hazırdaki toplum özelliklede yeni yetişen gençlere bir takım maddi veya manevi hedefler sunar. İdealize edilen bu değerlere ulaşamama durumu ise çatışmaların, sosyal düzensizliklerin ve bütünleşme problemlerinin  başlangıç noktasını oluşturur. Esasında günümüz toplumlarında gençlikteki bir takım problemlerin (terör, intihar, şiddet, gasp, hırsızlık..vs) meydana gelmesinin temel sebebi de burada yatmaktadır. Yani toplum içerisinde sunulan hedeflerin niteliği ve bu hedeflere götürecek araçların mahiyeti gençliğin gidişatında, önemli bir yere sahiptir. Hedefler ve araçlar arasındaki uyumsuzluklar, çoğu zaman problemlerin kaynağını teşkil etmektedir.

Çünkü bu gün, bizim de içinde bulunduğumuz bazı toplumlar, insanlara yüksek oranda para kazanıp, çok zengin olmayı, şöhreti.. vb. hedef olarak gösterirler ve bu duruma ülke içerisinde çok kıymet kazandırırlar. Ancak insanlar, eğer bu hedeflere götürecek meşru yollardan mahrum ise -ki herkes bu imkana sahip olamaz- o zaman meşru vasıtaları reddederek, gayri meşru yolardan zengin olma, ün kazanma ve hedeflerini alde etme çabası içerisine gireceklerdir. Bu istikamette ise gençlik, kanun dışı yollara sapacağı gibi bazen de ahlak dışı davranışları da sergileyecek ve böylece sonucunda  gerek birey ve gerekse toplum çapında sosyal şiddet olaylarının meydana gelmesine sebep olacaktır.

İşte genç ruhların fevc fevc, yığınlar halinde gittikçe köreldiği ve paslandığı şu dünyada ancak, milli ülkülerin kendisine sunduğu değerler sayesinde, bütün kirlerinden arınıp, üstün dinamizme kavuşabilecegi kesin bir gerçektir. Böyle bir donanıma sahip genç insan, hayatın karanlık yollarında düştüğü en kötü durumlarda dahi,  geçmişin kendisine baktığını, geleceğin inşasında ise kendisinin sorumlu olduğu anlayışından hareketle, bu günü iyi değerlendirebilme şuuruna sahip olacak ve önünü aydınlatan ülküsüne sarılıp yaşama ümidi kazanacaktır. Bazen de bu duygu öyle bir şahlanacak ki Ergenekon’da Börteçine’nin sesini, Ahlat’ta akıncı Alperenlerin, İstanbul’da Fatih’in, Sakarya’da Atatürk’ün “hücum!” seslerini duyacaktır…   

Ne acıdır ki günümüz gençliğinin ülküsüzlük buhranının doğurduğu anaforlarda, nefes alacak takati bile kalmamıştır. Bu gün maalesef gençliğin model şahsiyet olarak seçtiği kişiler sadece o zaman içerisinde toplumda popülaritesi yüksek olan (popçu, topçu, film yıldızı… vb.) kişilerdir. Bu insanların popülaritesinin geçiciliği kadar, onları ideal olarak seçmek de gence, geçmişle bu gün arasında bağlantı kurup geleceğini inşa etme ve sağlam bir kişilik yapısı oluşturmasında hiçbir şey kazandırmamaktadır. Böylece mazisinden, milli değerlerden ve ülkülerden uzaklaşan; hatta kendinden bile uzaklaşan bir nesil ortaya çıkmaktadır. Zaten bir toplumda milli kimlik ve kişiliğe sahip olmayan bireylerin, şahsi kişiliklere de sahip olması beklenemez.

Şu gerçek asla unutulmamalıdır ki, milletler hayatiyetlerini ve varlığını, iyi yetiştirilmiş, milli varlığı ve milli ruhları mükemmelleştirilmiş nesillerle sürdürürler. Türk Milletinin devamı ise ancak milli ve manevi değerlerine bağlı, yüksek bir olgunluktaki tarih şuuruna sahip, Türk olmayı iliklerine kadar sindirmiş ve Türklüğü ruhunun en ücra köşesine kadar hisseden nesillerle kaimdir.

Böyle bir nesil yetiştirmek ise, gençliğe yüksek bir ülkünün aşılanması ve bu ülküye onları götürecek vasıtaların sağlanmasi ile mümkündür. Bu gün gençlere, bu imkanları sağlayamazsak, yarın onlardan bir şeyler beklemeye hakkımız olmayacaktır. Dolayısıyla bu gün bizler rüzgar ekersek, yarın fırtınalar biçeceğimizden emin olmalıyız.

İşte ülkü ile yoğrulmuş milliyetçi ve Türkçü bir nesil yetiştirme doğrultusunda, Türk gençliğinin sahip olması gereken temel mefkureyi;

“Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan,
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir Turan…”

dizeleriyle özetleyen Ziya Gökalp, milletlerin mefkureleri ile ayakta kaldığını, bunu da gerçek manada zor duruma düştüklerinde anladıklarını söylemektedir. Gökalp, Türk gençliğinin sahip olması gereken yegane mefkurenin, Kızıl Elma gayesi ile “Turan” olduğunu belirtmektedir. “Turan Türklerin efradını cami ve ağyarını mani olan mefkurevi vatanıdır.” Turan, Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu bütün ülkelerin toplamıdır.      

Mehmet Akif ise böyle bir neslin ata kültürü almış,  şuurlu bir gençlik olacağını ve dava adamına yakışır bir şekilde gerekirse bu uğurda canını bile feda edebileceğini;

“Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek,
Çiğnetmedi namusunu, asla çiğnetmeyecek…”

dizeleriyle belirtmektedir.

Böyle bir neslin sahip olması gereken özellikleri Ömer Seyfettin şöyle belirtmektedir; “Dilini, dinini,ve milliyetini seven, bunları mukaddes bilen; Türklüğü ile iftihar edip, Türk tarihini, Türk cihangirlerini ve Türk alimlerini anan; Türklerin ortaya koyduğu mimari, edebi ve fenni eserlere sahip çıkan; şahsi hayatının fani, fakat milliyetinin, Türklüğün ebedi olduğunu mezara girene kadar aklından çıkarmayan düşünce ve şahsiyet yapısındaki  bir nesil olmalıdır..

Gençlik, sosyal açıdan bu günkü milli kültürü gelecekteki yeni nesillere aktaracak kesim olması itibariyle, yine bu günün gençleri yarının ülkeyi yönetecek idarecilerini, bürokratlarını, teknokratlarını oluşturacağından dolayı; mazi ve istikbal dengesi kurularak, milli şuur ve milli ülküler doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir. Böyle şuurlu ve olgun bir gençliğin dinamizmi, milli şuurlara da bir aktiflik ve heyecan verecek, kendi çevresinde bir adım bile atamadan dolanıp duran milletini, yüksek hedef ve ülküler yolunda zaferden zafere taşıyacaktır.

Netice itibariyle, gençlerin model alabilecekleri, genlerinin ve kodlarının uyum halinde olduğu, kişi veya idealler onlara hedef olarak gösterilmelidir. Bu hususta medya dahil hiç bir kurum, sosyal sorumluluğundan muaf değildir. Müracaat edilecek yegane kaynak ise kültürel yapımız ve köklerimizdir. Kendi kültür dünyamızın güneşleri gençleri ısıtmadığı ve aydınlatmadığı müddetçe, onları sonu olmayan arayışlardan, hezeyanlardan ve karanlık yollardan kurtarabilmemiz mümkün değildir. Türk gençliğinin bu gün her zamankinden daha çok, Pop Star’ların ortaya çıkardığı ışığı sönük “Star”lara değil, olması gereken yüksek yerlerinde birer kutup yıldızı olarak parlayan ve yol gösteren Mevlana’ya, Yunus’a ve Atatürk’e ihtiyacı vardır. Vesselam…

Atatürk Sevgisi ve Önündeki Engeller

0

Sevgi, akıl ve gönül bütünlüğüdür. Her ikisinin iletişiminden anlaşılabilen, anlatılabilen ve gönüllere nakşeden sevgi doğar. İlkinin (aklın) eksikliğinden esaret, ikincinin (gönlün) eksikliğinden muhtemel bir ihanet ortaya çıkar. Dolayısıyla akılda demlenip, gönülden süzülen damlalardaki sevgi, daimi ve gönüllüdür.

Bu çerçevede, Atatürk sevgisi gönüllere bir çiçek gibi ekilmelidir. Seçilmiş tohumlardan en nadide çiçekler doğar. Ancak, asıl mesele çiçek doğduktan sonra ortaya çıkmaktadır. Onu kurutmadan büyütmek, güzelleştirmek ve başka gönüllere serpmek üzere tohum almak başlı başına bir iştir. Bunu gerçekleştirebilmek için çiçeğin gıdası olan su kesilmemeli ve hatta kirletilmemelidir. Burada su bilgidir. Bir başka gıda olan güneşin önüne ise perde çekilmemelidir. Burada güneş muhabbet ateşidir. Su ve güneşle beslenmeyen çiçek çabuk kurur. Yerinden, susuzluğa ve karanlığa dayanıklı olan diken çıkar. Kin ve nefret tohumları karanlıkta büyür.

Atatürk sevgisinin önünde bugün birçok engel bulunmaktadır. Bu engellerin bir kısmı iradi olarak yapılmakta iken bir kısmı ise gayri iradi olarak ortaya çıkmaktadır. Yine bir taraftan aleni olarak dile gelirken, diğer taraftan gizli olarak da ortaya çıkmaktadır. Burada pirincin içindeki siyah tanelerden endişe etmemek lazımdır. Asıl endişe pirincin içindeki beyaz tanelerdir. Bunların iyi tespit edilmesi, engellerin bertaraf edilmesi açısından elzemdir.

Her ne hikmetse çukura düşenler Atatürk’ün ayaklarına tutunarak yukarı çıkmaya çalışmaktadırlar. Hâlbuki kendilerince iyi durumda iken akıllarına bile getirmiyorlar, ya da farklı bir şekilde getiriyorlar. Bazen bunlar yakalarına birer Atatürk rozeti takarak görüntüyü kurtarmaya çalışıyorlar. Elbette ki Atatürk bir rozet olarak yakada taşınabilir ama daha da önemlisi bir mühür olarak kalplere kazınmış olmalıdır. Sürekli tekrarlanarak henüz gırtlağa bile ulaşmadan dilin ucundan dışarıya savrulan Atatürk, Gazi, Paşa sözleri gönüllere indirilmiyor. Gönülden gelmeyen ses etkili olmuyor, inandırıcı olmuyor. Sevgi ile konuşan ağızda dil, gönlün tercümanıdır.

Şahsi fikirlerde Atatürk referans olarak gösterilmektedir. Özellikle fikirlerinin milletçe destek görmeyeceğini ya da hoş karşılanmayacağını bilenler, bu tepkiye cevap verme kabiliyet ve entelektüel donanımdan mahrum olduklarından Atatürk’ü kendilerine kalkan olarak kullanma gayreti içerisindedirler. Dolayısıyla ilk hücumda kendileri değil, kalkan-zırh zarar görmektedir. Bunun bir başka şekli meslekî veya sosyal başarıları için Atatürk’ün ismini kullanmakta görülmektedir. Sanatında, mesleğinde, işinde kendini ispat edememiş kişilerin, mesleklerinin başına Atatürkçü, Kemalist gibi sıfatlar koymaları bunun bir göstergesidir: “Kemalist ressam, düşünür bilmem kim!”

Ehliyetsiz kişilerin Atatürk’ü anlatmaları, O’nun yalan yanlış anlaşılmasına, daha doğru bir tabirle anlaşılmamasına yol açmaktadır. Hâlbuki önce Atatürk’ü “anlamak” sonra anlatmak ilke edinilmelidir. Anlamak için de merkeze “Atatürk”ü almak, dışarıda kendini tutmak gerekir. Başka bir ifadeyle kendi anlayışının içerisine O’nu sığdırmaya çalışmak değil, O’nun anlayışının içerisine dâhil olmak gerekir. Ancak görünen o ki, birçok kişi, sağından kırpıp soluna ekleyerek kendi dar anlayışının içerisine Atatürk’ü sığdırmaya çalışıyor.

Bölücü ideolojilerin Atatürk’e mal edilerek savunulması bir başka engeldir. Nitekim bu ülkede Mao, Stalin, taraftarları, şimdi de gizlendiklerini sanan, ancak deve kuşu gibi kafalarını kuma sokan PKK taraftarları Atatürkçülük maskesi altında bölücülük yapmaktadırlar.

Atatürk’ü eleştirmek bir hak mıdır? Bilimsel analiz olarak evet. Yargılama olarak ise hayır. Ancak bırakınız yargılamayı, eleştiride bulunabilmek için, vatan ve millet yolunda O’nun kadar değil ama hiç olmasa bir parça fedakârlık göstermiş olmak gerekmez mi? Değil canını, evindeki finosunu, minnoşunu veya çok kıymetli saçının telini feda edemeyen insanların ise eleştirme hakları yoktur ve de olamaz. Elbette ki Atatürk de bir insandır. Ancak O herhangi biri değildir. Türk milletinin bağrından çıkardığı büyük bir kumandan ve liderdir. Eleştiri de methiye de bu temel üzerinde yapılmalıdır.

Bu bakımdan Onu herhangi bir insan gibi göstermeye yönelik film veya belgeseller Milletin basiretini aşamamaktadır. Yine filmlerde Onun hayatını resmetmeye çalışırlarken kendi hayat tarzlarını Ona yönelik sevgiden faydalanarak yaymak istemekte ya da yine Ona yönelik saygıyı istismar ile kendi hayat tarzlarına meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar. Hepsi için de geçerli olmak üzere bilinmelidir ki bizler söz konusu film veya belgeselleri seyrederken, senaristin, yönetmenin ve kameramanın gözünden bakmaktayız, gerçeklerin değil. Ayrıca söz konusu film ve belgeseller Atatürk’ün sadece belirli yönlerini ön plana çıkarmakta, çoğu zaman da abartı sanatına müracaat etmektedir. Bütün bir hayat küçük karelere sığmaz, bunun bilinmesi gerekmektedir.

Ömürleri boyunca Atatürk’ün ülküsünün dışında düşünen ve yaşayanlar, maalesef sebebinin dahi açıklığa kavuşmamasına rağmen, cinayete kurban gittiklerinde, bunun Atatürk’e sıkılmış bir kurşun olduğu ilan edilmek suretiyle, Atatürk cinayete kurban verilmeye çalışılmaktadır. Bu arada söz konusu kurban “kahraman” haline getirilmek istenmektedir. Sıkılan kurşunun hedefi bellidir. Silahı Atatürk’e çevirtmek manasız, çirkin ve son derece akıl dışıdır.

Kalkınma ve sosyal gelişme için millî lider şarttır. Etkili, sevilen ve aydın bir lider, kalkınma ve gelişmenin dinamosudur. Milleti geri bırakmanın yolu böyle liderleri milletin kafasından ve gönlünden silip yerine “yabancı” yeni sözde kahramanlar yaratmaktır. İşte bunun içindir ki Atatürk yok edilmeye çalışılmakta, yerine başkaları ithal edilmekte ya da büyütülmektedir: Stalin, Mao, Bebek katili bunlardan bazılarıdır. Burada tarih göstermiştir ki hiç biri Atatürk’ün yerini alamamıştır. Çünkü bunların her biri Onunla mukayese edilemeyecek kadar küçüktür ve Türk milleti için bir şey ifade etmemektedir.

Hormonla salatalık büyütülebilir ama lider büyütülemez, şayet büyütülüyorsa o yukarıdaki sebze türünden bir şeydir. Burada dünya liderleri içerisinde Atatürk’ün yerini anlamak açısından dönemin diğer liderlerine bir bakmak gerekir. Bunlar İspanya’da Franco, İtalya’da Mussolini, Rusya’da Stalin, Çin’de Çan Kay-Şek daha sonra Hitler ve daha niceleridir. Bu liderlerin hepsi kendi milletlerine ya da dünyaya kan kusturup, diktatörlüklerini ilan ederken Atatürk kendi milletine son derece güvenmiş ve millet iradesini herşeyin üstünde tutmuştur. Onun için de diktatörlük tahtını işgal etmemiş ama daha da önemlisi milletin gönül tahtında en güzel yere oturmuştur. Zira O milleti ile birlikte, milleti için yürümeyi seçerken, ilke ve teminat olarak “milletin azmi ve kararlılığını” görmüş ve göstermiştir. İşte bu yüzden bugünkü minnettarlığımız “milletçe”dir.

Çağdaşı birçok liderin günümüzde eleştirilmekle kalmayıp, şiddetle kınanmasına rağmen Atamızın fikirlerinin milletimizin müracaat kaynağı olması bir tesadüf değildir, olamaz. Zira O, karamsarlığın herkesi zindanına hapsettiği bir dönemde “geldikleri gibi giderler” sözüyle aydınlık bir geleceğin ülküsünü, kararlılık ve ümitle ifade eden ve bunu da tatbik ederek, milletin makûs talihinin nasıl yenileceğini de göstermiştir.

Her kötü olay vasıtasıyla Atatürk’ü millete anlatıyorlar. Yolsuzluklarla, cinayetlerle, başarısızlıklarla Atatürk yan yana konuyor. Mesela bir televizyon kanalında “Atatürk’ün kurduğu Türk Hava Kurumunda yolsuzluk” tan bahsediliyor. Elbette THK’yı O kurmuştur. Ama böyle rezil bir yolsuzlukla birlikte anılması Atatürk’e yapılacak en büyük ihanettir. Artık olumsuz olayların yanına Atatürk konmamalıdır. Bu, bilgisizlikle ya da gafletle açıklanacak bir şey değildir.

Milletin kıymet verdiği şahsiyetler Atatürk’ün karşısına oturtulmaktadır. Bu yolla hiçbir zaman kıymet vermedikleri halde sırf Atatürk’ün karşısına konduğu için bazı gruplar söz konusu kişilere sahip çıkmaya çalışmaktadır. Bu arada zarar gören “lider” dolayısıyla millet olmaktadır. Nitekim milletin ve kahraman ordunun candan sevdiği Mehmet Akif Ersoy böyle bir duruma düşürülmüş, kahraman Ordumuza atfedilen İstiklâl Marşında ayağa kalkmayanlar, O’nun savunucusu kesilmişlerdir. Burada söz konusu olayı istismar etmeye çalışanlar kadar, onlara bu fırsatı verende de kabahat görülmektedir. Hatta ikincilerinki kabahatten de ötedir. Bunlar pirincin içerisinde beyaz olan ama pirinç olmayan ve ayıklanması güç olan taneciklerdir.

Bir futbol takımı tutar gibi lider tutulmamalıdır. Tarihte önemli yere sahip olan kıymetli Türk liderleri asla karşı karşıya getirilmemelidir. Hepsi yan yana konmalıdır. Millet müşterek değerleri olan topluluktur. Herkes kafasına göre bir kıymeti sökmeye kalkışırsa orada kıymet namına bir şey kalmaz. Müştereklik kaybolur, milleti birbirine bağlayan bağ koparılır. Müşahede edilen odur ki, Türk milletini birbirine bağlayan ne kadar kıymetli şahsiyet varsa bir bir Türk’ün bağrından sökülmeye çalışılmakta, Türk arkadan hançerlenmektedir.    

Atatürk sevgisini aşılamaya yönelik propagandalarda, söz konusu faaliyet uzmanlarca yapılmalıdır. Aksi takdirde propaganda da “Bumerang etkisi” ortaya çıkabilmektedir. Bu etki, propagandanın amaç dışında hatta tam tersine idrak edilmesidir. Sevdirilmek istenirken nefrete yol açma burada konumuz açısından önemli olan kısmıdır.

Atatürkçülüğe vurulacak olan en büyük darbelerden biri de O’nun fikirlerini ideolojileştirmek, zengin muhtevası olan sözlerini sloganlaştırmaktır. Zira Cemil Meriç’in ifadesi ile ideolojiler, idraklere giydirilmiş deli gömleği, sloganlar ise Sabri Ülgener’in ifadesi ile ruhu çekildikten sonra kalan cesetler gibidir. Her “izm”in duvarları kapalıdır. Yani bir taraftan fikir sisteminin kendisi katledilirken, diğer taraftan aklın etrafına kalın duvarlar örülmek suretiyle “anlamak” unsuru devre dışı bırakılmaktadır.

Dini istismar edenlerin Atatürk’ü din düşmanı, dine karşı olanların da Atatürk’ü din karşıtı gibi göstermeleri vahim bir durumdur. Yıllardır din bezirgânları dışarıdan (karşı olarak), din karşıtları içeriden (taraftar görünerek) Atatürk’ü istismar etmektedirler. Buna derhal son vermek elzemdir.

Uzlaşma adına Atatürk’ün temel ilkelerinden taviz verilmemelidir. Nitekim Türk milliyetçiliği bunlardan biridir. Gençliğe hitabe “Ey Türk Gençliği” diye başlamaktadır. Hitabe boyunca Türk milliyetçiliğinin unsurları dikkatleri çekmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen bugün “Türk milliyetçiliği tabiri rafa kaldırılmaya çalışılmakta, uzlaşmacılık adına ama bölücülük yaparak “Ne Mutlu Türkiyeliyim” diyenler dahi çıkmaktadır. Ancak bunlar için bazen ilk, bazen de son olmak üzere söyleyecek söz “Ne Mutlu Türküm diyene” olcaktır.

Atatürk bir sınıf veya grubun değil, milletin lideridir. O’nu herhangi bir ideolojinin dar duvarları içerisine hapsetmek O’na yapılacak en büyük haksızlıktır. Bunun gibi O’nu bir grubun malı, bir partinin amblemi, beceriksizlik ve liyakatsızlığın üzerine serilecek bir örtü olarak düşünmek büyük hatadır. O Mars’dan gelmemiştir, bir grup veya ideoloji tarafından da yaratılmamıştır. O Büyük Türk Milletinin bağrından çıkmış ve ebediyyen de milletinin gönlünde kalacaktır.

Büyük liderler yaşadıkları dönemle sınırlandırılamazlar. Onların fikirleri zamana ve onun ötesine seslenir. Bu bakımdan Atatürk’ün fikirleri zamanın gerisinde kalmış bilgi yığını değildir. Tam tersine bugünü anlamada ve değerlendirmede de bize önemli ölçüler sunar. Bu bakımdan Atatürk her yönü ile yaşayan büyük bir liderdir.

Atatürk düşmanları ile, dolayısıyla vatan ve millet düşmanları ile mücadele edilirken, millet arkaya alınmalıdır. Milleti karşıya alarak, millete rağmen faaliyetlerde bulunarak başarı sağlamak mümkün değildir. Unutulmamalıdır ki, bu millet her zaman ecdadına, vatanına ve milletine bağlı olmuştur. Bu millet, bayrağı kanı ile çizmiş, toprağı şüheda ile yoğurarak vatan yapmıştır. Dolayısıyla her türlü düşmanla mücadele edecek kabiliyet ve güçtedir. Nitekim bu hususta Atatürk şöyle söylemektedir: “Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelen didinmeler boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti kendini ve memleketin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara hoşgörü gösterecek bir topluluk değildir.

O şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler, ezilmeye kahredilmeye mahkûmdur. Bu hususta, köylü, işçi ve özellikle kahraman ordumuz candan beraberdir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın.” (Atatürkçülük, Birinci Kitap, İst., 1988, sh.75-77.)

Tarihte ve bugün her zaman Türk düşmanları olmuştur. Söz konusu dâhili ve harici bedhahların Atatürk’e düşman olmaları gayet tabiidir. Ancak bu kişiler her zaman milletten hak ettikleri karşılıkları alacaklardır. Bu millet kendi liderine sahip çıkamayacak kadar küçük değildir. Küçülmemiştir ve küçülmeyecektir. Burada millete güven esastır. Milletin bunu ne ile yapacağını merak edenler var ise, bu milletin bir mensubu olarak derim ki “muhtaç olduğum kudret damarlarımdaki asil kanda mevcuttur”.

Dilin Dini veya Dinin Dili Olur mu?

0

“Gavurca” kelimesini gençliğimin ilk yıllarında ben de kullanırdım. Geçen gün katıldığım bir kitap tanıtım toplantısında konuşmacının bu kelimeyi kullanması üzerine biraz rahatsız oldum; çünkü bu sözcük ilmi, akli dayanaktan yoksundu. Kelimede, baştan aşağıya önyargı kokuyor.

Aklıma şu soru takıldı: Dinin dil var mıdır veya dilin dini olur mu? Din, bir inanç evreni. Hayat görüşümüzü, yaratanla, yaratılanla ilişkimizi sisteme alır. Mensubu olduğumuz dinin öğretilerine göre yaşantımız olur çok kere. Hayat ve kâinatla ilgili sorularımızın cevabını inandığımız dinde buluruz. Dinin merkezi, gönüldür, vicdandır, akıldır. Din, kendini müntesiplerinin davranışları ve sözleriyle ortaya koyar.

Dinin alanı, kendini bir dile hapsedecek kadar dar değildir. Fıtratı gereği inanmak zorunda olan insan, inanç değerlerini yaşamak ve aktarmak için özel bir dile ihtiyaç duymaz. En ilkel dil bile, kişinin kendini ifade etmesi için yetebilir. Hatta dile bile gerek yok; hal ve hareketler bir dinin işareti olabilir. “Biz, Kur’an’ı anlayasınız diye Arapça indirdik.” ayeti, İslam’ın dilinin Arapça olduğunu vurgulamak için değil, İslam’ın anlaşılmayacak tarafının bulunmadığını vurgulamak içindir. Şüphesiz, bazı diller sözcük hazinesinin zenginliği, cümle yapısının kıvraklığı, ifade kolaylığı yönüyle bazı dillere üstündür. İnsanlar bu diller sayesinde, meramlarını daha kısa, kolay ifade edebilirler, ilmi ya da dini bir konuyu daha net anlatabilirler; dilin bu özellikleri, dili o dine ait kılmaz veya diğer dilleri din dışına itmez. Ne İslam’ın dili Arapçadır ne Hıristiyanlığın dili İngilizcedir ne Yahudiliğin dili İbranicedir ne Hinduizmin dili Urducadır.

Dil, bir iletişim aracıdır, binittir. Otomobille bir merkezden diğerine gideriz, dille meramımızı anlatırız. Nasıl mekân olarak bir evin, bir otomobilin bizi saran, hareketlerimiz sınırlayan ve şekillendiren yönü varsa dil de bizi sınırlar, şekillendirir, belli kalıplara sokar. Bildiğimiz sözcük sayısınca düşünür, anlatırız. Anlatamadığımız, zaten bizim değildir. Para, binit, konut; birer hizmet aracıdır. Bunlar bir dinin sonucu değil, insani bir ihtiyacın sonucudur. İnsanın olduğu her yerde bunlar olur. Bunlar, insanın inanma ihtiyacından değil, yaşama, iletişim ve barınma ihtiyacından kaynaklanır. Dil, din olduğu için var değildir, insan olduğu için vardır. Dilin dini olmaz, insanın dini olur. İngilizce konuşan biri Müslüman olabileceği gibi, Arapça, Türkçe konuşan biri Hıristiyan veya başka bir dinin mensubu olabilir.

“Gavur”, TDK sözlüğüne göre, “dinsiz kimse, Müslüman olmayan kimse” demek. Bu sözcük, Osmanlının son dönemlerinde Müslüman olmayanlar için kullanılmaya başlanmış. Kelime, din eksenli. -ca eki, bir dili ifade etmekte kullanılır. Gavur, Müslüman olmayan demekse Müslüman olmayanların kullandığı bütün diller Gavurca olmalıdır. Buna Türkçe de Arapça da dâhildir. İngilizceye, Fransızcaya, Rusçaya “Gavuca” demek, Arapçaya, Türkçeye Müslimce demek kadar yanlıştır. Bu yanlışlık, hele entelektüel bilinen insanlar tarafından asla yapılmamalıdır.

Önyargılar, prangalarımızdır. Birtakım sözcüklerle mensubu olmadığımız dinleri aşağılamak, bize bir şey kazandırmaz. Sadece, kendimizi tatmin etmiş oluruz. Hamasi duygular, kişisel tatminler; ilmi ve insani yöntem değildir. Seçtiğimiz kelimeler, kişiliğimizin aynasıdır. İnsani ve ilmi derinlik kazanmak zorundayız.

 “Gavur” kelimesinin karşılığı olabilir; ama “Gavurca”nın yok.

Serde

Serde gençlik vardı.
ham hayaller sofrasından aç kalkardık,
karamsarlığın kör kuyularında susuz.
ilham giriftleşirken
devrik cümlelerin peltekliğinde
kelimeler uykusuz kalır,
efkar sitemin boyunu aştığında
yaramıza illa tütün basılırdı.
..
Serde delikanlılık vardı.
sarı defter arkasına
Kelebek’ten şiir kuşanırdık.
“görülmüş er mektubu”
damgasından
sakınır sevdiğimizi..
inzibat gölgesi düşmeden
çarşı izninde
mektup yollamak
marifet sayılırdı
..
Serde sevdalık vardı.
“Sevemedim kara gözlümü”
biraz geçince
Orhan abiden ayrılıp
Ferdi’ye uğradığımızda
anlardık
“Huzurumuzun kalmadığını”
Istaka hakkı son teklik bile
müzik kutusunda
“Baharı bekleyen kumrulara”
bırakılırdı.
..
Ya şimdi?
Okuma gözlüğü perdesinde
Q klavye karşısında
tek parmağa dolanır mısralarım

Türkiye Nereye – 1

İçinde bulunduğumuz fasit daireden kafamızı çevirip dünyaya baktığımızda Türkiye’mizde olup bitenleri çok daha rahat bir şekilde gözlemleyebiliriz. Yoksa ülkenin gidişatını herkes bulunduğu yerin konumuna göre değerlendirir ve insanlar zengin çevrede oturuyorsa ülke insanının hepsinin zengin, fakir çevrede ikamet ediyorsa gene herkesi fakir olarak görür. Yalnız bu bakış açısı bizleri sağlıklı bir görüşe götürmez. Bu durumdan hareket edecek olursak küresel dünyanın bizleri ne kadar etkilediğini, nereye sürüklediğini veya ne kadar alçaltıp ne kadar yükselttiğini çok daha rahat görebiliriz.

ABD ve AB ülkelerinin hamurunda geçmişte olduğu gibi bu günde başka dünya ülkelerini sömürme içgüdüsü yatar. Bütün ekonomilerini, siyasi geleceğini ve askeri varlığını bu minval üzere planlar, buna göre savaşlar çıkarırlar, iktidarlar yıkıp, iktidarlar kurarlar. Bu merkezden bakarak şöyle bir dünya turuna çıkacak olursak olayı çok daha iyi kavrarız zannediyorum. Hindistan; İngiliz sömürgesi altındayken Mahatma Gandi yönetiminde İngiliz askerlerine karşı yer, yer çete savaşlarıyla, askerler pusuya düşürülüp öldürme hareketleri başlatılmıştı.

İngiliz’ler bu olaydan büyük telaşa kapılıp, çareler aramaya başladılar ve bir proje geliştirdiler. Bu projeye göre Hintli zeki ve fakir öğrenciler sanki bir büyük lütufmuş gibi Hindistan’dan alınıp İngiltere’ye okumak için götürülüyor, tahsil yaptırılıyor ve bu arada beyinleri yıkanıyor başka bir deyişle mankurtlaştırılıyor, sonra tekrar kendi ülkelerine geri gönderiyor, zavallı Hindistan halkı da bunları Avrupa’da tahsil görmüş, büyük kurtarıcı olarak görüyorlardı. Bu anlattıklarımı okuduğunuzda tebessüm ettiğinizi görüyorum sanki biz bu filmi daha önce kendi ülkemizde bariz şekilde yaşadık der gibi.

Tabii zaman geçtikçe eskiyen taktikler yenileriyle değiştiriliyor bu değiştirilen taktiklerde az gelişmiş, sömürülmeye müsait ülkelerin başını döndürüyor. Böl, parçala ve yut taktiği ile ülkeler parçalanıyor bu parçalardan bazıları (kuvvetli olanı) cezalandırılıyor bir daha uzun müddet belini doğrultamayacak şekilde, diğer bir kısmı da kendilerine bağımlı hale getiriliyor. Bu değiştirilen taktiklerden birisi ve en yenisi de turuncu devrim. Sömürecekleri ülkenin başında yandaşı olmayan bir hükümet varsa iç karışıklık ve bir kaos çıkarıp kendine bağımlı CFR ve buna bağlı kuruluşlar tarafından beslenen ve satın alınan kişiler iş başına getiriliyor ve bunun en son örneğini Gürcistan’da hep beraber gördük.

Bütün bu verdiğimiz örneklerden sonra Türkiye’mize bakacak olursak iç çatışma,veya bir iç savaş olmadan ve çaktırılmadan turuncu devrim denen
sistemin içinde olduğumuzu bariz bir şekilde görürüz. Yıllarca insanımızın sinirleri alınmış, kurbağa testine tabi tutulmuş ve bu testten de başarıyla
çıkılmış, muhtar dahi seçilemeyecek bir kişi bir iki defa ABD ye gidip gelmekle ülkenin başına oturtulmuş. Şu an iş başında bulunan hükümet; onların karşısında esas duruşta ne derlerse yapacak vaziyette ABD’den ve AB’den gelecek emirleri bekliyor kendi inisiyatifiyle hiç bir şey yapamayacak durumda, çünkü onlara diyet borcu var ve bu borcu ödemek zorunda. Özelleştirme adı altında bankalarımız, kamuya ait fabrikalarımız topraklarımız ve derelerimizdeki sularımız dahi büyük ölçüde yabancıya peşkeş çekilmiş kamu fabrikalarını ve satılan bankaların ön planında bir Türkü görsek dahi arka planında mutlaka bir yabancının olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Dış borç; sıcak para vasıtasıyla oldukça çoğalmış, ithalat açığı had safhaya yükselmiştir. Bunlar Ülkemizin sadece ekonomideki örnekleri güneydoğu ve bölücü terör olayını inşaallah bir
sonraki yazımızda ele alırız….

Atatürk ve Biz -1

0

Bu yazı dört bölüm olarak devam edecektir.

10 Kasım ölümünün 72. yıl dönümünde,

Atatürk’le halkımız arasına örülen duvarları kaldırmak,

Atatürk’ü istismarcılardan kurtarmak temennisiyle…

Birkaç soru..

Atatürk’ü tanıyor muyuz?

Tanıyorsak ne kadar tanıyoruz?

Atatürk hakkında bildiklerimizin ne kadarı doğru?

Atatürk’ün İslam dininin anlaşılması ve yaşanması için yaptığı ve yaptırdığı çalışmaları biliyor muyuz?

Atatürk’ün hutbe okuduğunu ve tasavvufu bildiğini biliyor musunuz?

Elbette ki bilenler var bilmeyenlerde çok ama pek çok..

Son soru

Atatürkçü olmanın şartı var mıdır? varsa nelerdir?

Atatürk hakkında bizim toplumu iki kısma ayırmak mümkündür.

1 – Sevenler

 2 – Mesafeli duranlar

Sevenleri de iki kısma ayırmak mümkündür

1 – Samimi Atatürkçüler

2 – Atatürk’ü istismar edenler

Atatürk konusunda milletimizin bir tarafında saflık, diğer tarafında uyanıklık hâkimdir.

Saf tarafta olanlar Atatürk’le ilgili lüzumsuz konuşma ve davranışlarından dolayı çok sıkıntı çektiler.

Sürgünler yediler mağdur ve mazlum durumuna düştüler.

Oysa bizim inanıcımıza göre ölüyü rahmetle yâd etmek esastır.

Diğer kesimin samimilerini tenzih ederim ama kahir ekseriyeti,

Atatürkçülük adına memleketin rantını yediler, iliğini sömürdüler.

 En üzücüsü de halka zulmetti ve memleketi geri bıraktılar.

Bunlar Atatürkçü falan değil, bunlar simsar..

Şimdi dönelim başa.

Bizim toplumumuz halkıyla, aydınıyla maalesef Atatürk’ü doğru tanımıyor,

Simsar kesim Atatürk’ü halka kasıtlı olarak yanlış tanıttı.

Dış düşman arayamayacaklarına göre bir iç düşman oluşturmaları gerekiyordui

Bir yönetim anlayışı kendi vatandaşını düşman görebilir mi?

İçerde düşman değil olsa olsa suçlu olur.

Ama bu simsar takımı kendi halkından düşman oluşturmaya çalıştılar ve başardılar.

Yoksa yönetimdeki başarısızlığını gizleyemez memleketin rantını da yiyemezlerdi.

Her kim ve ne adına yedi ise,

Afiyet zıkkım olsun.

Evet, toplumumuzun Atatürk hakkında bildiklerinin çoğu yanlıştır.

Hele din konusunda bilinenlerin tamamına yakını yanlış ve maksatlı,

Ortak değerler ve liderler halkı birleştirirler ama bizim simsarlar halkı böldüler.

Atatürk dinin toplum üzerindeki etkisini çok iyi bilen yaşayarak görmüş bir liderdi.

Bu etkiyi,

Çanakkale’de,

Anafartalar’da,

Sakarya’da ve büyük taarruzda yaşayarak görmüştü..

Böyle bir ortamda inanç olmasa,

Analar yavrularını kınalayarak askere yollayabilirler miydi?

Şehitlik duygusu olmayan insanlar bir gül bahçesine girercesine ölümün üzerine atlayabilirler miydi?

Bunun için Atatürk’ün dine ve din adamlarına büyük saygısı vardı.

Onun için halkın dindar olmasını istiyordu.                                                                                                                                                                                                                                                                                      “Atatürk bir sözünde hakikate nasıl inanıyorsam, dinime de öyle inanıyorum.

Bizim dinimiz son ve en mükemmel bir dindir.

Gelişmeye engel değildir.

Halkımız dindar olmalıdır.

Bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır.

Bu Müslüman halk asırlardır kuranı okur ama okuduğunu anlamaz.

Ben istiyorum ki halkımız okuduğu kuranı anlasın.

Din eğitimi ehil kişilerce devlet tarafından devlet kontrolünde verilmelidir.”

Dine dindarlığa ve din dersine karşı olan Atatürkçülere duyurulur.

Bunlar Atatürk’ün sözleri benim değil,

Şimdi bu ifadeleri biraz açalım.

Dindar olmak ne demek?

Nasıl dindar olunur?

Dindarlıkla Atatürkçülüğün nasıl bir ilgisi vardır?

 

Devam edecek

14 Kasım Dünya Diyabet Günü

Eğitim, diyabet ve komplikasyonlarından korunmak için son derece önemlidir ve Dünya diyabet günü kampanyasının temelini oluşturmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF) diyabet hastalığının artışına dikkat çekmek maksadı ile 1991 yılında 14 Kasım’ı diyabet günü ilan etmişlerdir. 14 Kasım günü insulini bulan Frederick Banting’in doğum günüdür. Kronik ve tedavi maliyeti bakımından ailelere ve ülkelere önemli bir yük getiren bu hastalıkla mücadelede insanların konuya dikkatini çekip bilgilendirmek gerektiği, böyle bir özel günün vesile ile de toplumları uyaran çalışmaların yoğunlaşacağı düşünülmüştür. Bu tarih bu konudaki çalışmalar hususunda gittikçe daha da önemsenmektedir.

14 Kasım Diyabet günü vesilesi ile 2004 ‘de Diyabet ve aşırı şişmanlık, 2005 ‘de Diyabet ve ayak bakımı 2007 ve 2008 ‘de çocuklarda Diyabet konusu yoğun olarak işlenmiştir. 2009 – 2013 yılları ise Diyabet Eğitimi ve Diyabet’ten korunma konusu üzerinde kutlamalar ve etkinlikler yapılacaktır.

Diyabet Nedir?

Diyabet pankreasın yeteri kadar İnsulin üretemediği zaman oluşan bir hastalıktır. Ayrıca üretilenin insulinin vücut tarafından etkin bir şekilde kullanamadığı zaman oluşur. İnsulin pankreas tarafından üretilen bir hormon olup hücrelerin kandaki glukozu alıp enerjiye çevirmelerini sağlar. İnsulin üretiminde bir aksaklık, etkinliğinde sorun ya da her ikisinin de var olması kandaki glukoz düzeyinin artmasına sebep olur (hiperglisemi). Bu sorun vücuda uzun dönem içerisinde zarar verir. Organların ve dokuların yapısını bozarak o organların yetersizliklerine yol açar.

İki çeşit Diabet vardır;

Tip 1 Diyabet

Tip 1 Diyabet bir otoimmun (bağışıklık sisteminin kendi dokuları ile savaşması) hastalık olup pankreasta İnsulin üreten hücrelerin yok olması ile tanımlanır. Bu nedenle, Tip 1 Diyabet olan kişiler çok az ya da hiç İnsulin üretemezler ve hayatta kalabilmek için dışarıdan  insulin almak zorundadırlar zorundadırlar.

Tip 2 Diyabet

Tip 2 diyabet insuline karşı gelişen dirençle ortaya çıkar. Tip 2 Diyabet olan kişiler kendi ürettikleri insulini etkin bir şekilde kullanamazlar. Durumlarını çoğu zaman egzersiz ve perhiz yolu ile idare edebilirler. Buna rağmen, birçok vakalarda ağız yolu ile alınan ilaçlara ihtiyaç vardır. Ağızdan alınan ilaç ile kontrol mümkün olmadığı zaman bunlarda da insulin kullanımı gerekebilir. Diyabetlilerin çoğu bu gruptan olup dünyadaki 246 milyon Diyabet vakasının %90’nını oluşturmaktadırlar. Her yıl 7 milyon kişiye diyabet tanısı konmaktadır. Bunun için risk altında olduğunu düşünen herkesin mutlaka kontrol testleri yaptırması gerekir.

Diğer bir diyabet türü gebelikte gelişen gebelik diyabetidir.  

Hafif diyabet diye bir şey yoktur.

            Diyabet belirtileri 

  • – Sık idrara çıkma
  • – Aşırı susama
  • – Kilo kaybı
  • – Halsizlik
  • – İlgisizlik ve dikkat dağılımı
  • – Görmede bulanıklık
  • – Kusma ve karın ağrıları (genelde grip ile karıştırılır)
  • – El ve ayaklarda karıncalanma ve uyuşukluk hissi
  • – Bulanık görme, sık enfeksiyonlar, geç iyileşen yaralar

Sağlıklı bir kişide bu belirtilerden bir veya ikisi görüldüğünde şeker kontrolü yaptırmasında fayda vardır. Özellikle ailesinde şeker hastası olanların konuyu daha önemsemesi gerekir.

Diyabetin komplikasyonları;

Diyabet hastalığı insanda yaşam boyu süren kronik bir rahatsızlık olduğu için dikkatli tedavi ve takip gerektirir. .

  • – Kalp damarlarını etkileyerek koroner kalp hastalığı ve kalp krizlerine sebep olur.
  • – Beyin damarlarını etkileyerek inme gibi sakatlığa ve ölümcül sonuçlara sebep olabilir.
  • – Böbrek yetmezliğine yol açarak hastayı diyalize mahkum edebilir yada böbrek naklini zorunlu kılar.
  • – Diyabet uç damarlarımızın yapısını bozduğundan parmaklarda, ayak ve bacaklarda iyileşmeyen uzayan yaralara sebep olur, hatta bu yaralar sebebiyle bu organlarımızın kaybına kadar giden sonuçlara yol açar.
  • – Aynı şekilde gözümüzün damar sistemini de etkileyerek görme kaybına kadar gidebilecek retina hasarlarına yol açar.

Diyabeti Anlayalım Riskleri Bilelim

Tip 2 Diyabet için Risk faktörleri

  • – Obesite ve fazla kilolar
  • – Egzersiz yapmamak
  • – Bilinen bir glukoz intoleransı
  • – Sağlıksız diyet
  • – İleri yaş
  • – Hipertansiyon ve yüksek kan kolesterolü
  • – Ailede Diyabet öyküsü

Yapılan araştırmalar göstermektedir ki günde 30 dakikalık egzersiz, tip 2 Diyabetin gelişme şansını %40 azaltır.

Tip 2 Diyabet Riskini Azaltalım

Hareketsiz yaşamdan uzaklaşalım

  • – Doğa yürüyüşleri
  • – Yüzme
  • – Dans
  • – Bisiklet gibi beden hareketleri sağlayan alışkanlıklarla diyabet olma şansımızı azaltabiliriz.

“Hiç bir şey yapmamak bir seçenek değildir

 

Beyaz Türkler Değil Beyaz Piramitler

Son günlerin sunî gündem konularından biridir Beyaz Türkler masalı. Dünya işte böyle döndürülüyor. Sanal gerçeklikler tarihî hakikatlerin hep birkaçyüz adım önünde.

Dünyanın yeni 7 harikasının Coca-Cola, Mc.Donald’s, Elvis Presley, Marilyn Monroe, Michael Jackson, NBA All Stars ve Beyaz Saray olarak sıralanması gibi.

Ben size Murat Daştan ile Türker Ercan ve İndigo Dergisi‘nin işlediği bir konuyu takdim edeyim: Beyaz Piramitler daha doğrusu Çin’deki Yasak Türk Piramitleri.

İlk kez II. Dünya Savaşı sırasında motor arızası nedeniyle alçak uçuş yapmak zorunda kalan Amerikalı pilot J.Gausman tarafından tesadüfen bulunan 300 metre yüksekliğindeki devasa piramit devrin Amerikan dergilerinde yayınlanmış.

İkinci kez ancak yarım yüzyıl sonra gidilebilmiş. Alman bilim adamı H. Hausdof, 1994’te Orta Çin‘in Shensi Eyaleti‘nin Xian (İpek Yolu’nun başlangıcı) şehri yakınlarındaki Yasak Bölge‘de (Forbidden City) 6 büyük piramit keşfetmiş. Sonradan 100’den fazla piramit olduğunu tespit etmiş.

 

Bu piramitler Mısır Piramitlerinden hem daha büyük hem daha ileri teknolojiye sahip. Öyle ki Büyük Beyaz Piramit‘in tepetaşı bile kristaldenmiş

Hausdof‘a göre bu piramitlerin yapım tarihi en az MÖ 2500’ler. Piramitler içerisinde Proto/Ön Türklere ait olduğu kabul edilen ve Mısır‘dakilerden daha iyi mumyalanmış cesetler var. Yanı sıra da yazıtlar..

Tarihin akışını değiştirebilecek bu önemli buluşu -miş’li, -muş’lu anlatıyoruz. Zira Çin Hükümeti bu bölgeyi sadece her türlü araştırma ve incelemeye yasakladığı gibi üstüne üstlük uzaydan veya uydudan görüntülenmemesi için de piramitlerin üzerine önce toprak dökerek sonra da ağaç ekerek yeşil bir dağ haline getirmiş. Her halükârda Türk korkusu dağları bürümüş durumda.

Eski Uygur Medeniyeti‘ne ait olduğu düşünülen piramitlerin ortaya çıkması yalnızca coğrafya üzerinde Uygurların (özerkliği bile çok görülen) imzasını ortaya çıkarmayacak. Aynı zamanda mimarînin, mühendisliğin ve tıbbın tarihi de yeniden yazılacak.

Ve hatta Türk Piramitleri içindeki bir mumyada at kılıyla dikilmiş bir ameliyat izi dahi tespit edilmiş.  Mısır‘daki firavun mumyalarından daha canlı olan bu mumyalarla alâkalı birkaç resim yeni yeni dergilerde yayınlanmış durumda.

          

Atatürk‘ün Güneş – Dil Teorisi‘yle dalga geçildi. Mu Kıtası‘yla ilgili araştırma yapanlar ‘çatlak’ kabul ediliyor. Kürt kelimesini etimolojik açıdan ‘kart, kurt’ sesleriyle ilişkilendirirseniz ne ilim adamlığınız kalır ne demokrasi düşmanlığınız. Kâzım Mirşan adı kimlere ne hatırlatıyor?

Daha Aynştayn‘ın zekâsının bile anlamakta zorlanacağı meşhur Karız Su Kanalları‘ndan bahsetmedik. Ey önüne gelen her gündemi sırasıyla yeme gevişine duran ve akabinde de içerde birbirini yemeye yeminli ülkem. Kalk da bak bakalım; dünya hangi yalanın yörüngesinde dönüyor?

“Dünyada iki şey bilinmez; biri kutuplar, diğeri Türkler.”  Prof. Richter

 

At kılıyla ameliyat izi olan, saçı ve sakalı çürümemiş bir Türk mumyası

At kılıyla ameliyat izi olan, saçı ve sakalı çürümemiş bir Türk mumyası

Çürümeyen saç örgüleriyle Türk kadını mumyası

Çürümeyen saç örgüleriyle Türk kadını mumyası

Piramitlerin ağaçlarla örtülüşü

Piramitlerin ağaçlarla örtülüşü

Yasak Türk Piramitleri

Yasak Türk Piramitleri