12.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1170

Bayram

Bu yıl da önümüzdeki Kurban Bayramı’yla gelen dokuz günlük uzun bir tatil dönemi var. İçinde bulunduğumuz yoğun değişim çağının bayramları etkilediği, davranışlarımızı değiştirdiği gözlemlenmektedir. Eski bayramları yaşamış olanlar giderek bu farklılaşmayı daha fazla hissetmektedirler.

Günümüzde bayramlar, özellikle büyük kentlerde yaşayanların bir bölümünce tatil gibi algılanıyor. Uzaklara gitmek, ılıcalara, deniz kenarlarına, kayak merkezlerine ulaşmak ve oradaki otellerde konaklamak, eğlenmek için bayramlar  fırsat olarak değerlendiriliyor.

Oysa bayramlarımızın kendine özgü  ritüelleri vardır ki yaşatılması kuşaktan kuşağa aktarılması gerekmektedir. Bunun anlamı kültür zenginliğimizin önemli bir kesitinin tüm renklilikleriyle korunması ve gelecek nesillere ulaştırılmasıdır.

Bayram öncesi başlayan hazırlıklar, arife günü akşamına kadar devam eder. Ziyaretçilere, geleceklere ikram edilecek yemekler, tatlılar, şuruplar hazırlanır. Ev baştan aşağı temizlenir, bayram traşı, hamamı, yeni giysiler alma işleri tamamlanır.

Bayram sabahları gerekli dinî görevler yerine getirilir. Yeni elbiseler giyilir ve bayramlaşmaya gelecek konuklar, akrabalar, eş ve dostlar beklenir.

Mahallenin davulcusu, sucusu, temizlikçisi, kapıcısı, çocukları şeker ve bayram harçlığı için gelirler. Pırıl pırıl yüzleri, tertemiz giysileri ve gülen gözleriyle bayramınızı kutlarlar.

Hele hasretle beklediğiniz çocuklarınıza ve sevdiklerinize kavuşmanızın onlara sarılıp öpmenizin, hasret gidermenizin ve onları etrafınızda, yanınızda görmenizin vesilesi olan bayramlarımız ayrıca  ölçüsüz mutluluğumuzun nedenidir.

Torunların el öpmeleri karşılığında büyüklerin güzelim mendillerin arasına sıkıştırarak verdikleri bayram harçlıklarının zerafet ve kibarlığı da bayramlarımızın bir başka inceliği ve güzelliğidir.

Bu kurban bayramının da çok özel ve kendine özgü töre ve âdeti, asırlardanberi devam edegelmektedir. Halen kentlerimizde ve kırsal alan yaşantımızda  uygulanan kurban kesme ibâdeti aynı zamanda da yetkili hayır kurumları vasıtasıyla yerine getirilmektedir.

Koşulları uygun olan konutlarda yaşayanların, bayramdan bir süre önce alarak eve getirdikleri kurbanlık koyunlar, ev halkının ve bilhassa çocukların heyecanla karşıladıkları yeni bir sevgi seline vesile olurdu.

Ancak, bayramda yerine getirilen kurban kesme işlemi evde belli bir süre hüzne neden olurdu. Çocuklar büyüdükçe kurban bayramının gerekçesini ve felsefesini, dinî bakımdan önemini öğrenirlerdi.  

Bayramlar sürelerince töreleri, âdetleri ve kuralları ile çok ihtiyaç duyduğumuz hoşgörü, barış, yardımlaşma, kavuşma ve mutluluk günlerimizdir.

 Bu nedenle, hepimizin bayramları yaşamamız ve yaşatmamız gerekmektedir.

Prizren’de Ezan Sesleri

İslam  Aleminde Kurban Bayramına girilirken her bir köşeden ezan ve tekbir sesleri yükseliyor. Bunların duyulduğu bir şehirde Kosova’nın Prizren’i…

Prizren, Balkanlarda Türkçe konuşulan, Türkçe düşünülen ve Türk gibi yaşanan önemli yerleşim yerlerinden biri. Dünya üzerinde Türkler için böyle yer bulabilmek ender görülen bir şey.

Prizren elden çıkalı neredeyse yüz yıl olmuş ama o kendini bir nazlı gelin gibi hep muhafaza etmiş.

Osmanlı-Türk döneminden 23 tane cami ayakta kalmış. Bu camilerden ezanlar okunmaya başlanınca Prizren bambaşka bir havaya bürünüyor. Bu içiçe geçmiş camiler silsilesi ve “Allahu Ekber” nidaları sizi alıp başka bir aleme götürüyor. Camilerin birbirine yakınlığı ezanların birbirine karışmasına sebep oluyor. Ancak ezan seslerinin her bir köşeden kulağınıza akışında bir ahenk var. İçiniz ezan sesleri ile huzur doluyor ve ruhunuz çoşuyor.

Bir de Sinan Paşa Camii’nin eskimeye yüz tutmuş restarasyonu TİKA tarafından tamamlansa ve Türkçe hutbe ve vaazlar dinlenmeye başlansa ne iyi olacak.

Prizren’e Türk mührünü vuran sadece camileri değil.

Hamamlar, köprüler, çeşmeler ,medreseler, tekkeler, Türk adını muhafaza eden Terzi, Maraş gibi mahalleler ve nihayetinde ecdadımızın Namazgah adını verdiği açıkhava mescidi ve nice eserler, Prizren’nin onca sene geçmesine rağmen “ben hala Türk’üm” demesinin başlıca sebebi.

İslam’ın ve Türklüğün bu kadar eserini barındıran Prizren’nin; ikliminin yaşayanları etkilememesi ve kişiliklerini ve ruh yapılarını şekillendirmemesi düşünülemez bile. Onun için Prizren’de yaşayanlar bizim anlayamayacağımız bir şekilde İslamiyete, Türklüğe, Türkiye’ye ve Mustafa Kemal Atatürk’e bağlı olarak yaşıyorlar.

Ben bunu daha once bir kez Makedonya’nın Sturuga şehrinde görmüştüm. Orada yaşlı bir teyzeye niçin herkes gibi Türkiye’ye göç etmediğini sorduğumda “sizin için Sturaga’da kaldım” demişti. Prizren’dekiler de  orada, bizi yani İslamiyeti, Türklüğü, Türkiye sevgisini ve Atatürk’e bağlılığı yaşatarak, bizim için yaşıyorlar. Acaba bunun farkındamıyız? Eğer farkında değilsek onlara çok haksızlık ediyoruz demektir. Zaten onlara Türkiye’de Türklüğün ve Atatürk’ün “tukaka” edildiğini söylemeye bir türlü dilim varmadı. Hayallerini yıkmak ve mücadele azimlerini azaltmak istemedim.

Aksini yapsaydım 8 yaşındaki Danyal Patula’nın her cümlesini hissederek ezbere söylediği “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”nin bir anlamı kalmazdı. Henüz kelimelerin dilinde yuvarlandığı 4 yaşındaki çocuğa annesinin İstiklal Marşı’nın on kıtasını ezberletmesi de kocaman bir hiç olurdu. Mustafa Baki İlköğretim Okulu’nda yedi sekiz yaşındaki çocukların “Türk önde Türk İleri” diye bağırışlarına engel olamazdım. Türk çocuklarının yetişmesinde emeği olan Türk öğretmenlerini de asla es geçemem. Kırkbeş yıl öğretmenlik yapmış olan Liriye Dişo 1950 yıllarının sonunda her kim olursa olsun Prizren’e Türkiye’den geleni sadece Türkiye kokuyor diye ve bu kokuyu duymak için görmeye gittiklerini söylemesi karşısında durdum kaldım. İşte bu ruha sahip Türk öğretmenleri günümüzde 3000 civarındaki ilköğretim  gören çocuğumuzu eğitmeye çalışıyor. Onlara bir müslüman Türk nasıl yetişir ve yaşar anlatmaya çalışıyor. Bu çocuklar Allah’ın izni ile Kosova’da atamız cennet mekan Murat Hüdavendigar’ı yaşatacak.

Prizren’in tarihi süreç içinde yaşadıkları, günümüzdeTürkiye’de yaşananların yorumlanması açısından çok iyi bir örnek. Aslında bunu bütün Balkanlar için söylemek mümkün. Onun için bir zahmet ilginizle, Prizren’i  mercek altına alın. Dün yaşanılanları ve bu gün karşılaşılanları öğrenin. Belki o zaman Türkiye’de başımıza gelecekler olanlar hakkında bir kanaate varabilirsiniz.

Bu günlerde Kurban Bayramı’nı idrak ediyoruz. Eski bayramlar tarih oldu. Şimdi eline valizi alan kendini tatile atıyor. Ancak biraz da yüzünüzü Prizren gibi yerlere çevirin. Bu gün fiziken yanınızda olamasalar bile kendilerini sizin için yaşamaya adamış bu insanları yalnız bırakmayın. Onların varlığından haberdar olmak yetmez bayramlarda onların yanında olun. Kurbanlarınızı Prizren örneğinde olduğu gibi ezan ve tekbirler arasında ata topraklarında kesin.

Ben bunları yazmasam her Türklük ve Atatürk deyişinde boğazı düğümlenen Ferhat Derviş’e, onca imkansızlığa rağmen Kosova Türklerinin sesi  olan gazeteci Raif Kırkul’a, Mehmetçik FM ile Kosova’ya seslenen arkadaşlara, Kosova Türk Demokratik Partisi ile Türklerin sorunlarını çözmeye çalışan dostlara vel hasıl Kosova Türklerine haksızlık etmiş olurum.

Aslında Prizren demek isterken Türk ve İslam Dünyasının tamamı demek istiyorum. Nerede mazlum ve mağdur bir insan varsa onu yalnız bırakmayalım demek istiyorum. Biliyorum ki; Müslüman Türk, yeryüzünde hakkın savunucusu ve yine biliyorum ki  bu hak savunucusu Müslüman Türk, bu sebeple büyük bir saldırı ve tehdit altında. Ancak Türk Milletinin yeniden şahlanışının işaretlerini görmek istiyorsanız Prizren’I görecek ve oradaki Türklerle kucaklaşacaksınız.

İnşallah mukaddes topraklarda Kabe ve Hz.Peygamber’in makamındaki ezan, tekbir sesleri, yapılan dualar, kesilen kurbanların sevabı, Prizren’deki ezan ve tekbir seslerine karışarak, gelecek zamanın Müslüman Türk Milleti için hayırlara vesile olmasına sebep olacaktır.

Ezan ve tekbirler arasında nice bayramları birlikte yaşamak ve Türk Dünyasının arasındaki sınırların kalktığını görmek dileğiyle…

Gökkubbeye Sesleniş

Ey dünya başının tâcı

Gök kubbe

Yuttun bütün hoş sadâları

Yuttun.

Geri vermemek için

Nefesini tuttun.

Sadâların hoşları kaçtı

Birer birer

Kara yeryüzünden

Havalandı aniden

Duyulmadı kanat sesleri.

Sakladın gök kubbe

Sakladın

Yıldırımlarla sûretini

Gürültünle sesini

Çıkardın kuşağını

Saldın üzerimize bir duman

Efendim aman.

Atatürk ve Biz – 2

0

Evet, Atatürkçülükle dindarlığın nasıl bir ilgisi vardır?

Şimdi size bir soru

Atatürk zamanında Diyanet İşleri Başkanı Devlet Protokolünde kaçıncı sırada idi? günümüzde kaçıncı sırada?

Protokol sıralaması o kurum ve o’nun tensil ettiği misyona verilen değerle ilgili değimlidir?

Cevabını siz bulun

Dindar olmak önce Müslüman olmayı sonra dinini öğrenip yaşamayı gerektirir

Dindar olan insan vatanını seven insandır.

Bunun başka izahı var mı?

Birinci bolümde Atatürkçü olmanın şartı var mıdır?

Varsa nelerdir? diye sormuştum ya..

Atatürkçü olmanın üç tane şartı vardır.

Şimdi sıkı durun

1 – Müslüman olmak

2 – Dindar olmak

3 – Vatansever olmak

Dine karşı olan dindarı düşman gören rant sever insanlar Atatürkçü olabilir mi?

Kesinlikle hayır..

Bunlardan olsa olsa kezzap olur.

Bunlardaki ortak hâkim zihniyet:

Vatan savaşta senin barışta benim,

Sen ölebildiğin kadar öl, bende yiyebildiğim kadar yiyeyim.

Yıllardan beri yapılan bundan farklımıdır?

Uyan ey millet uyan..

Titre ve kendine gel

Sonra hiç uyanamayabilirsin,

Hele Atatürk ve Atatürkçülük adına dine yasak koymak,

Dini irtica, dindarı mürtecilikle nitelendirmek başlı başına bir felakettir.

Atatürk’ün halkın dinini öğrenmesi için yaptıklarını 4 -başlık halinde sıralayabiliriz.

Bunlar dine verilen önemle ilgili değilse ne ile ilgilidir?

1 – Diyanet İşleri Başkanlığını kurduruyor.

Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’yi de başkan olarak atıyor ki memleketin en ücra köşesine kadar halkımıza diyanet görevlileri dinini öğretsinler.

2 – Kuran’ın meal ve tefsirini yaptırıyor.

Halk okuduğu Kuran’ı anlasın diye,

Atatürk merhum Elmalılı Hamdi Yazır Hoca efendiden Kuran’ın meal ve tefsirini yazmasını istirham ediyor.

Hoca efendide Atatürk’ü kırmayıp 3 ciltlik meal ile 10 ciltlik Hak Dini Kuran Dili isimli tefsiri yazıyor ki hala İslam dünyasının en meşhur meal ve tefsiridir.

Günümüz Atatürkçülerinin bu tefsirden ve mealden haberleri bile yoktur.

Atatürk kuranı anlamak dini öğrenmek için yeterli olmaz çünkü bu dinin birde peygamberi var diyor.                            

3 – Sahihi Buhari’yi tercüme ettiriyor.

Sahihi Buharı İslam dünyasında kütübü sitte diye bilinen altı meşhur hadis kitabının birincisidir.

Bunun için devrinin âlimlerinden Baban zade Ahmet Naim hoca efendiye bu kitabı tercüme etmesi için rica ediyor.

Hoca efendinin başladığı tercümeye ömrü yetmeyince,

Kamil Miras hoca efendi tarafından tercüme tamamlanıyor.

Hadisi sünneti bilmeyen insanlar peygamberi nasıl tanıyabilir, anlayabilir.

Atatürk halkımız peygamberini tanısın diye Sahihi buhar’iyi tercüme ettiriyor.

Bizim Atatürkçüler kutlu doğum haftası düzenlenmesinden rahatsız oluyorlar.

Heyhat! Heyhat ki ne heyhat!

Atatürk yaşasaydı ya bunlar olmazdı,

Yâda bunlar Atatürk’ü yaşatmazlardı.

 Sahi bunlar Atatürkçü mü?

Atatürk’ün dini alanda yaptıkları bunlarla bitiyor mu?

Devam edecek

Ana Dil Nedir, Ne Değildir?

0

“Deniyor ki, ‘TC, Kürtçe yargılama ve Kürtçe eğitim yapmıyor.’ Peki, Bekaa’da eğitimi ve yargılamayı Türkçe yaptıran da TC mi?

“Samimi ve dürüst olalım. Bekaa’yı da gördüm, üç gün kaldım. Abdullah Öcalan da sık sık belirtir, PKK’nin  Bekaa kampında eğitim ve yargılama dili Kürtçe değil, Türkçedir.

“Bekaa kampının mevcudu 600 kişiydi. Bu kadar az sayıda insan arasındaki ortak dil bile Kürtçe olamıyorsa, milyonlarca Kürdün yargılama ve eğitim dili nasıl Kürtçe olacak?

“PKK Kongrelerine katılanların sayısı, yayın organlarına göre, yüz delegenin altındadır. PKK’nin Başkanlık Konseyi ise, 10 kişinin altındadır. Oralarda da konuşmaların Türkçe yapıldığını biliyoruz. Hep aynı nedenlerle.

“Meclis’teki BDP Grubu 20 milletvekilinden oluşuyor. Kürtçe eğitim dili olsun diyorlar. BDP  TBMM Grup Toplantısını Kürtçe yapsın, Kürtçeyi geliştirmeye ve yaymaya oradan başlayalım. Mümkün değil. Etnik anlamda Türk olanları bir kenara bırakalım, BDP’nin Kürt milletvekilleri içinde de Kürtçeyi bilmeyen veya az bilenler var. Diyelim TC öğretmemiş. Öğretse yine mesele çözülmüyor. Çünkü Kürtlerin dilleri farklı.

“1989 ve 1991 yıllarında 2000’e Doğru dergisi Genel Yayın Yönetmeni olarak görüşme yaptığım zaman, konuyu PKK lideri Abdullah Öcalan’a sordum ve cevabını o zaman yayımladım. Öcalan şunları söyledi:

“Türkçe meramımı daha iyi dile getireceğime inancım tamdır. (…) Haliyle Türkçemiz kuvvetlidir. Ben tamamen Türkçe düşünme ve eylem gücümü geliştiriyorum. Kürtçe ise ikinci planda kalan eylem ve düşünce gücüdür. Hatta şunu söyleyebilirim; birinci zarf Türkçe, ikinci zarf Kürtçedir…

“Görüyorsunuz beni, bütünüyle Türkçe sistemiyle düşünüyorum… Kişisel planda Türk kültürü içinde yaşamak benim için kolaylık sağlar. Ben yaşamımı daha çok Kürtçeyle değil, Türkçeyle götürüyorum. Kürtçeyle belki de çok zor olacak.’ (Doğu Perinçek, Abdullah Öcalan İle Görüşmeler, Kaynak Yayınları, Genişletilmiş 6. basım, İstanbul, Eylül 2009, s. 49 vd; 120, 152)

“Abdullah Öcalan,…yalnız bize değil, diğer gazetecilere de, PKK lideri, yaptığım görüşmede ‘Ne Kürtçesi ben rüyamı bile Türkçe görüyorum’ diyordu.

“Bakınız size yeni bir ana dil tanımı! Ana dil, rüyada konuştuğunuz dildir.

“Televizyon programcısı olsam, Varto’nun Alevi ve Sünni mahallelerinden yurttaşlarımızı çağırır ve açık oturum yaparım. Bakalım Vartolu Kürtlerimiz hangi dille anlaşacaklar.

“Bütün televizyonlara öneriyorum, BDP Genel Başkanı’nı ve milletvekillerinden kura çekerek dördünü çağırınız, bir açık oturum düzenleyiniz. Ancak açık oturumun dili Kürtçe olsun. Beş on dakika içinde Türkçeye döneceklerdir.

“(Kaldı ki,) Anadil, anamızın memesinden emdiğimiz dil değildir; anadil en iyi bildiğimiz, en iyi anlaştığımız dildir. Kürtlerimizin yüzde 95’inin en iyi bildiği ve en kolay anlaştığı ve kendisini geliştirebileceği, çağdaş iletişim ve öğrenim ihtiyacını karşılayabileceği dil, Türkçedir. Türkçe yalnız bütün yurttaşlarımız arasında değil, değişik yörelerden Kürt kökenli yurttaşlarımız arasındaki anlaşma aracıdır.

“ABD ve AB emperyalistlerinin keyfi için, toplumları olmayacak taleplerle kandırmak mümkün mü ve nereye kadar?

“Toplumların zihin tutulmaları geçicidir. Tarihsel süreçler böylesi zorlamaları uzun süre taşımaz.” (www.doguperincek.info’dan: Doğu Perinçek, Aydınlık, 24 Ekim 2010, s. 4-5)

Nitekim: “Orta-Doğu’nun değişik yörelerine dağılmış olan Kürt adı verilen toplulukların konuştukları dile alışagelindiği üzere Kürtçe denmektedir. Bu tanımlama ile adeta bütün Kürt adı verilen toplulukların ortak bir kültür unsuru olabilecek bir Kürtçe akla gelmektedir. Ancak
gerçek bu değildir. Bölgede ne kadar Kürt adı altında birleştirilmeye çalışılan topluluk varsa bir o kadar Kürtçe vardır dersek konuyu biraz abartmış sayılmayız…

“Kürt konusunda en önemli kaynak konumunda olan Şerefname bile Kürt denilen toplulukları konuştukları dialektlere göre dört ana gruba ayırmıştır: Kurmanç, Lor, Kelhur, Goran. (Şeref Han, Şerefname, s.22)…

“Evliya Çelebi onaltı kadar ayrı dialektlerden söz ettiği gibi, bugün de geçerli olan dialektler arasındaki anlaşamamazlığı ‘birbirlerine elfazları ve lehçei mahsusaları mugayirdir, kim nicesi birbirlerinin kelimatların tercüman ile anlarlar.’ ifadesi ile net bir şekilde vurgulamaktadır. (Evliya Çelebi Seyahatnamesi, C. IV., Varak: 219 a.) Evliya Çelebi’nin üçyüz yıl kadar önceki ortaya koyduğu bu gerçeği, kendisini açıkça Pankürdist olarak ilan eden Mehrdad R. İzady; ‘İran’daki Kirmanşahlı bir Kürd’ün, Irak’taki Erbil’li, Suriye’deki Afrin’li veya Türkiyedeki Diyarbakırlı bir başka Kürd ile anlaşması için, basit bir selamlaşmadan sonra üçüncü bir dili kullanması gerekmekte…’ (Mehrdad R. İzady. A Concise Handbook, s. 186.) şeklinde kabullenmek zorunda kalmıştır.” (Her Yönüyle Kürt Dosyası, Prof. Dr. Abdulhaluk M. Çay, Genişletilmiş 8. Baskı İstanbul – Temmuz 2010, s. 168,170)

İsviçre’nin Zürih kentinde belgesel çekiyorum

Zürih İsviçre’nin önemli bir kenti.

Zürih İsviçre’nin önemli bir kenti. Sonbahar güneşi, Zürih’e hakim dağlara farklı bir şekilde yansırken, sararmış yapraklı ağaçlar düzenli caddeler ve büyük binalar arasından Zürih şehir merkezine giriyoruz. İlk işimiz Zürih’e hakim bir tepeye çıkmak. Zürih gerçekten buradan çok farklı gözüküyor. Yüksek binalar, Zürih gölünün ihtişamı, şehir içerisinden geçen ve Zürih gölüne dökülen ırmak, tarihini binalar, kiliseler, devlet binaları ve özellikle köprülerle Zürih, insana farklı bir göz ziyafeti sunuyor.

Dar sokaklar, geniş caddeler ve Zürih ırmağı kenarında kameramız elimizde, belgesel görüntüler çekiyoruz. Avrupa’nın en eski eve en eski saatinin bulunduğu kilisenin çan kulesi İsviçre’de zamanın ne kadar önemli olduğunu gösterirken, saat teknolojilerini de merkezi olduğunu fısıldıyor. Avrupa’nın en pahalı caddesi Zürih’de ki istasyon caddesi. Şehrin birçok yerinden görüntülerini çekiyor, Türkler için adeta sığınak yeri olan camiler ve külliyenin görüntülerini tespit ediyoruz. İsviçre’de ilk caminin yapıldığı yer Zürih’de ki ırmağın kenarında ki külliyeye giriyoruz.

1975’de Zürih’in ilk camisi olarak ibadete açılan külliye burada yaşayan Müslümanların ve Türklerin sığınak yeri olmuş. İsviçre İslam toplumu teşkilatı genel başkanı Abdullah Kasapoğlu beyden Zürih camii ve külliyesinde bilgiler alıyoruz. İsviçre genelinde çeşitli milletlere mensup 450 bin Müslüman’ın yaşadığından söz ediyor Abdullah bey, 45 bine yakın da İsviçreli Hıristiyan’ın Müslüman olduğunu açıklayan sayın Kasapoğlu, Avrupa’nın en kapsamlı ve en modern İslam toplumu Teşkilatı’nın merkezinin Zürih’de olduğunu açıklıyor. Zürih merkezde ki külliye de ayrıca İsviçreli Katolik Hıristiyanken Müslüman olan Vahüdittin bey ile söyleşi yapıyoruz. Vahüdiddin bey Müslüman olduğu için Allah’a şükrettiğini ve İslamiyeti tam anlamıyla öğrenebilmek için Şam’da uzun bir süre dini eğitim aldığının da altını çiziyor.

İsviçre İslam Toplumu Teşkilatının Genel Merkezinde Konferans Veriyoruz

İsviçre’ye, İsviçre İslam Toplumu Teşkilatı’nın davetlisi olarak gelmiştik. Zürih merkezde ki genel merkezin konferans salonunda İslam medeniyetinin bilim ve teknolojiye katkısı konulu bir konferans veriyor, ayrıca İslam medeniyeti coğrafyası adlı belgeselimizin galasını da burada gerçekleştiriyoruz. Kadın ve erkeklerin ayrı ayrı bölümde oturarak ilgiyle izledikleri belgeselden sonra, bir saatlik fotoğraflarla İslam medeniyeti konulu konferansımızı gerçekleştiriyoruz.

Ardından çok sayıda İsviçre’de ki Türk gencinin katıldığı gençlere yönelik Osmanlı Medeniyeti’nin insanlığa katkısı konulu iki bölümlük bir seminer veriyoruz. Gerek konferans ve gerekse seminerden sonra gençlerin ve İsviçre’de ki Türklerin değişik konularda sorularına muhatap oluyoruz. İsviçre’de yaşayan Türkler, Türkiye ile yakından ilgileniyor. Adeta kalpleri Türkiye için atıyor, Türkiye gündemini sanki Türkiye’de imiş gibi takip ediyorlar. Bugün 4. kuşak Türk İsviçre’de yaşıyor. Acı ama gerçek yetişen Türk Gençlerinin büyük bir kısmı Türk kültür dil ve dinini kaybetmiş durumda. Camilerle ilişkisi olanlar dillerini, dinlerini ve örflerini korumuşlar. Türkiye ile ilgililer. Avrupa’da kaybolmaya yüz Tutmuş geleneklerini kaybetmek üzere olan Türk gençlerine sahip çıkmalı.

Zürih Başkonsolosluğu’ndayız

Bir kamu görevi olan gazetecilik ve Televizyonculuk görevini yapan bir Türk vatandaşı olarak gittiğim her ülke de büyükelçilik ve konsolosluklara uğramayı gelenek haline getiriyorum. Çünkü doğru ve en iyi bilgileri büyükelçilik ve konsolosluklardan alabileceğimi düşünüyorum. Bunun için Zürih’de ki bir başka durağımız olan TC Zürih başkonsolosluğu oluyor. Baş konsolusun sekreterine ismimizi ve İsviçre’de çekeceğimiz belgeselle ilgili bilgi vererek başkonsolosla görüşme talebinde bulunuyorum.

Bay başkonsolos çok yoğun olduğu için bizi turizm ataşesine yönlendiriyor. Ancak turizm ataşesinin İsviçre’de ki Türklerden ve İsviçre’den maalesef haberi yok. O sadece İsviçre’de Türkiye’yi tanıtmak için görev yaptığını söylüyor.    
Acaba, 
– İsviçre’yi tanımadan İsviçre de yaşayan Türkler hakkında bilgisi olmayan turizm ataşesi Türkiye’yi nasıl İsviçre’de tanıtabilecek.                        – Bir de kendi ülkesinin gazetecisiyle görüşmeye cesaret edemeyen bay başkonsolos, nasıl Zürih’de Türkiye’nin hakkını koruyabilecek.                                                                                   
– Gerek ateşe ve gerekse baş konsolosun bu durum ve tavrını Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Dış İşleri Bakanlığı’na şikayet ediyor, büyükelçiler, Konsoloslar ve ataşeler için geniş çaplı araştırma, soruşturma ve performans değerlendirilmesinde bulunmasını istiyor başarılı olanların daha üst makamlara getirilmesini bir vatandaş olarak bekliyorum.

 

Tutuklu Yargılanmak (1)

Türkiye gündemindeki önemli davalarda çok sayıdaki ünlü şahıs tutuklu olarak yargılanmakta. Bir yanda Ergenekon adıyla Silivri’de yürütülen yargılamalarda, diğer tarafta da Diyarbakır’da yürütülen KCK davasında kamuoyunda iyi tanınan siyasetçi, gazeteci, sivil ve askeri bürokratlar, iş adamları, sendikacıların halen tutuklulukları devam ediyor.

Bu yargılamalarda ne ile suçlandığını öğrenemeden 400-500 gün tutuklulukları devam edenlerin olması salt hukuk açısından bakanları endişeye sevk ediyor. Hatta bazı hükümet üyeleri bile bu konudan duydukları rahatsızlığı dile getirdi.

Son olarak İTO Başkanı Murat Yalçıntaş, rüşvet iddiası ile tutuklandı. Hakkında açılan davayı duyunca ABD’deki seyahatini yarıda kesip ifade vermeye gelen Murat Yalçıntaş’ın kaçma tehlikesi olmadığı ve mahkemenin elindeki delilleri karartma tehlikesi bulunmadığı ortada. Buna ilaveten rüşveti alan da belirsiz. Bir kamu kurumu olan İTO’nun rüşvet vermesi de akla pek uygun değil. Buna rağmen tutukluluk kararı verilmesi, kamuoyunda tutukluluk kararları üzerindeki şüphe ve endişeleri artırdı.

*********

Türk yargı sisteminde çok yaygın bir uygulamadır, tutuklu yargılama. Cezaevlerimizde yatanların yüzde 60’ı tutuklu, yüzde 40’ı mahkûmlardan oluşuyor. Bu demokratik ülkelerde olmayan bir ayıbımız.

Böyle olunca bazı davalarda siyasi maksatlarla, tutuklamaların bir cezalandırma aracı olarak kullanıldığı yorumlarının yapılması için zemin yaratılmış oluyor.

Yargı sistemimizde tutuklama kararlarının çok yaygın kullanılmakta olması bazı davalarda siyasi etkilerin olmadığını göstermediği gibi, yapılan hukuksuzluğun mazur görülmesini de icap ettirmez.

Bilakis ünlü kişilere yapılan hukuksuzlukların kamuoyu vicdanında yarattığı rahatsızlığı fırsat olarak değerlendirerek, diğer davalardaki hukuksuzlukların da azaltılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.

*********

“Ceza hukukunda ‘şüpheden sanık yararlanır‘ ilkesi geçerlidir. Bunun sonucu olarak yargılanan kimse hakkında suçlu olduğuna dair kesin bir kanaat oluşmamışsa beraat ettirilir. Bu ilke, ‘masum birinin haksız yere özgürlüğünün kısıtlanmasındansa, suçlu birinin özgürce dışarıda dolaşması daha iyidir’ şeklinde ifade edilmiştir.”

Tutuklulukta ise ilke şudur: Yargılamanın tutuksuz yapılması temel kural olup, tutuklama bu kuralın istisnasıdır. Çünkü sanık, masumiyet karinesinden yararlanır.

Tutuklama bir koruma tedbiridir. Ceza muhakemesi sırasında delillerin muhafazasını, sanığın kaçmasının önlenmesi ve böylece muhakeme sonunda verilebilecek hürriyeti bağlayıcı cezanın yerine getirilebilmesini sağlamaya yönelik geçici nitelikte bir araçtır.

Tutuklama bir koruma tedbiri olarak kullanılmamış ve ceza niteliği taşımakta ise bu durum hukuka aykırıdır.

Tutuksuz yargılanmak davanın mahkûmiyetle sonuçlanmayacağı anlamına gelmez. Tersine tutuklu yargılamanın sonucunda da sanığın suçlu olmadığına karar verilebilir, mahkûmiyet kararı çıkmayabilir.

Hapis ceza, tutuklama tedbirdir. Tutuklamanın amacı yargılamayı kolaylaştırmak ve eğer sanık mahkûm olursa cezanın infazını sağlamaktır. Cezanın amacı ise öncelikle suç işleyen kişinin ıslahı, olmadığı takdirde onun tehlikelerinden toplumu korumaktır.

Hâkim tutukluluk kararı vermeden önce, orantılık (ölçülülük) ilkesinin gereği olarak öncelikle amaca yeterli diğer tedbirlerin (yurtdışı yasağı, teminat gibi) varlığını göz önüne almak zorundadır. Anayasamızın 19. ve devamı maddelerinde temel hak ve özgürlüklere getirilecek sınırlamaların orantılılık (ölçülülük) ilkesine aykırı olamayacağı açıkça belirtilmektedir.

“Kişi özgürlüğünün tutuklama suretiyle sınırlanmasında ilk şart bu işlemin hemen yapılmasının zorunlu olması, gecikmenin telafisi imkânsız tehlike doğuracak olmasıdır. Tutuklama kararının verilmesinde suçun ispatlanmış olması yerine, işlendiğine dair yoğun şüphenin varlığı gerekli ve yeterlidir. Kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olgular, şüpheli veya sanığın suç işlediğini gösterir yüksek derecede kuşku ve büyük ihtimalin bulunması durumudur.  (Devam edecek…)

Metelik

Hercai gölgelerine
ürkek adımlar gizlediğim şehrin
sabah telaşesine
karışırken
haşhaşlı çörek, cantık kokuları
vesveselerle üleştiğim
yarım uykuların
mahmurluğunu ekleyip açlığıma
sunturlu bir öfke
üfledim harçlığıma..
Badem yağlı, bol cilalı
hayallerime inat
kunduram su çekiyorken üstelik
çaya katık ettiğim öksürük
iğde dalında hazan sarısı
radyo’da
“ömrüm seni sevmekle nihayet..”
ve
avuçlarımda
son meteliğin kifayetsizliği
gidiyorum..

Huzurlu Bir Aile İçin

0

Yüce Rabbimiz, insanı diğer bütün varlıklardan üstün kılmış, farklı cinslerin bir araya gelerek sevgi ve saygı temeline dayalı huzurlu aileler kurmalarını tavsiye etmiştir. Çünkü huzurlu bir aile, aynı zamanda huzurlu bir toplum demektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de, Rûm Suresi’nin 21. Ayetinde “içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi, Allah’ın varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır”  buyrulmuştur.

Toplumu meydana getiren temel yapı ailedir. Ailelerin huzur ve mutluluğu, toplumun huzur ve mutluluğu demektir. Ailede görülen huzur veya huzursuzluk dolaylı olarak topluma da mutlaka yansıyacaktır. Aile mutluluğunun sağlanması ise, eşlerin ve diğer aile fertlerinin birbirlerine sevgi, saygı ve hoşgörü esasları dâhilinde davranmalarına bağlıdır. Yine Kur’anı Kerim’de Tevbe Suresi’nin 71. Ayetinde, “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostudurlar”    buyrulmuştur.

Bu dostluğun evvel emirde aile içinde görülmesi gerektiği ve bir ömür boyu hayatlarını birlikte geçirecek olan eşlerin dostluğa, sevgi ve saygıya herkesten daha çok ihtiyaçları olduğu muhakkaktır. Bu gerçeğe rağmen, geçmişte olduğu gibi günümüzde de zaman zaman meydana gelen aile içi huzursuzluklar toplumun önemli problemlerinden birini teşkil etmektedir. Sevgi ve anlayış eksikliği geçimsizliği, geçimsizlik ise kötü muamele ve şiddeti doğurmaktadır. Bilhassa kadınlar ve çocuklara yönelik aile içi şiddet boşanmalara sebep olmakta, parçalanmış aile fertleri toplumun problemli üyeleri haline gelmektedir.

Kur’an-ı Kerim de bizler için örnek olarak gösterilen Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimiz hiçbir zaman eşlerine ve çocuklarına el kaldırmamış, daima güzel söz söylemiştir. İnsan olarak bazen eşlerine darılsa da bunu devam ettirmemiş, eşlerine yardımcı olmuş ve gerektiğinde eşlerinin de fikirlerini almak suretiyle istişare etmiştir. Hanımlara iyi davranılmasını istemiş ve “Sizin en hayırlınız, kadınlarına karşı en hayırlı olanızdır” buyurmuşlardır. (Tirmizi, Müslim)

Netice itibariyle, eş seçerken İslam’ın koyduğu kaidelere uyulmalı, güzellik, zenginlik gibi geçici olanlar değil, iman, ahlak gibi temel vasıfların ön planda tutulması esas olmalıdır. Zira İslam’da esas olan güzel ahlak ve iyi huydur. Esasen halkımız arasında yaygın olarak söylenen, bir sivilce güzelliği, bir kıvılcım zenginliği yok eder ifadesi de bu hususu çok güzel hülasa etmektedir.

Ailedeki erkek otoritesi  “zorbalık” olarak anlaşılmadığı gibi, kadının itaati de “esaret” şeklinde anlaşılmamalıdır. Aile hayatı, Yüce Dinimiz İslam’ın hassas bir şekilde tayin ettiği ölçüler dâhilinde gerçekleşirse ailede “zalim“de olmaz, “mazlum“da.

Kadının iffet ve itaat dairesinden çıkarak kocasına zulmetmesi, buna karşılık kocanın ise otoritesini nefsanî arzuları uğruna kullanması aile yuvasının tahrip olmasına sebep olur. Huzurlu bir aile ortamının tesisi için eşler önce Allah’ın huzuruna durmalıdır. Huzura durulmayan ailede ise huzurun olmayacağı bilinmelidir.

Huzurlu bir ailenin temel şartlarından birisi de eşlerin karşılıklı yapacakları fedakârlık ve gösterecekleri sabırdır.

Bu vesile ile bütün okuyucularıma huzurlu bir aile hayatı temennisiyle, Mübarek Kurban Bayramlarını tebrik ederim.

Atatürk’ü Ne Kadar Doğru Anladık?

0

Yeni bir 10 Kasım’ı yaşıyoruz… Bir sene önce bu tarihi günde, 10 Kasım 2009’da, “açılım” şampiyonları, milli devletin kuruluş felsefesine ters olan bir projeyi tartışmaya açtılar; hem de Türk Milletinin irade tecelli makamı olan T.B.M.M.’ de… Bu tarih, “acılı gün” olarak tarihe geçti. Bu yazımızda “Atatürk’ü ne kadar doğru anlayabildik?” Sorusunu irdelemeye çalışacağız.

Artık 10 Kasımlarda Atatürk’ü “methetme” nutuklarını “irat” etmek son derece gereksizdir.  Çünkü Atatürk’ü tarif etmek, anlatmak mümkün değil, belki O’nu anlamaya çalışmak en doğru yol olur… Bu bağlamda yazımızın başlığı böyle konuldu. Sanıyorum ki böyle bir yaklaşım da son derece isabetlidir. Zira Atatürk’ü kelimelerle tarif etmek mümkün olsaydı yaptıklarının sınırları çok daralırdı; yaptıklarının tarifi tam yapılamayacağına göre O’nu da tam anlamıyla “tarif” etmek, “anlatmak” mümkün değildir… Eğer “tarif” kelimesinin sınırları içinde bir anlam geliştirilecekse bu, Atatürk için yetersiz kalır. O takdirde kişilerin söylemleriyle sınırlı bir Atatürk tarifi olabilir; örneğin denilebilir ki Atatürk, komple bir sporcu, atletti; büyük devrimci, asker, komutan, devlet adamıydı; deha, filozoftu… Tüm bu özellikleri kendinde toplamış olan bir insan…

**

Bağımsızlığın örneği…

Evet, Atatürk’ü anlamaya çalışmak en doğru bir yöntem ve çıkış olabilir… Tüm bu özellikleri ve yetenekleri kendinde, benliğinde birleştirmiş ve Türk Milletiyle bütünleşmiş; kendini geleceğe göre programlamış mütevazı, sevgi dolu, dünyaya barış için bakan, ülkesine demokrasi getirmek için çabalayan; varlığını milletine adayan mülksüz kahramanların en önden gelen neslinin tek örneği…

Emperyalizme karşı açılan milli mücadele savaşını tüm halkıyla birlikte vermiş ve kazanmış… Zor olanı, hatta imkânsız olanı başarmış… Sadece Türk Milletinin kurtuluşunu-bağımsızlığını-geleceğini etkilememiş, mazlum milletlere örnek oluşturmuş, Hindistan’dan Küba’ya, Yemenden Kafkaslara kadar dünya milletlerine istiklâlin anlamını öğretmiş, örnek olmuş bir lider…

 Hiçbir şeyi “kendisi için”, egosunu tatmin etmek için yapmamış, her şeyi milleti için yapmış… Fani dünyadan çekip gittiğinde de milletinin kalbinde silinmeyen bir iz bırakmış… Bir insan için bundan daha büyük bir varlık, değer, miras olabilir mi?

Atatürk’ü anlamayan ve O’nun fikirlerine inanmayanların hep tekrarladıkları tekerlemeyi duyar gibiyim; “Atatürk ne yaptı ki?”

**

Atatürk ne yapmadı ki!

Fi tarihinde öğretmen sınıfta öğrencilerine bir kompozisyon yazdırmak ister; Atatürk ile ilgili olarak bir konu verir; kompozisyon konusu; “Atatürk Türk Milleti için neler yaptı?”

Verilen sayfalar dolusu cevapları inceleyen öğretmenin dikkatini tek cümle içeren bir sınav kâğıdı çeker; “Atatürk ne yapmadı ki?!”

Yaşamımızda Atatürk’e neler borçluyuz, diye bir soru sorulduğunda, verilecek cevap ne olabilir acaba? Çok kısa bir cevap da olabilir, uzun da… “Neler borçlu değiliz ki?!”

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini yıkmak isteyenler de demokrasi merkezli Cumhuriyet idaresinde varlıklarını sürdürmekteler… Bu yıkıcı ve yok ediciler de Atatürk’e borçlular… Milletin manevi değerlerini “işportacı” malzemesi yapan “karanlık” kafaların varlığı da Atatürk’e borçlu…

Atatürk ve arkadaşlarının önderliğinde, Türk Milleti ile birlikte, kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel kurumlarına kurşun sıkan zihniyetlerin oluşup gelişmesi bu Cumhuriyet sayesinde olmuştur; cumhuriyete düşman yetiştirilen “karanlık” kadrolar da, Atatürk’ün kurduğu rejim sayesinde “devlet idaresinde” söz sahibi olmuşlardır…

 Yine denilebilir ki; sanat yapabiliyorsak, kitap yazabiliyorsak; özgürce konuşabiliyorsak; TV programı yapabiliyorsak; düşünce üretebiliyorsak bunun temeli Gazi’nin bize hediye ettiği laik, hukuk, demokratik Cumhuriyete borçluyuz…

Varlık sebebimiz, Milli Mücadele Ruhu ve kazanılmış istiklâldir; bu da Mustafa Kemal ile gerçekleşti; bunu inkâr edebilecek olabilir mi?

Olur!… Çünkü, haini bol olan bir milletiz!!! Hele bugünümüz de…

**

Atatürk’ü anlamak için…

Atatürk’ün yetiştiği “ocak” olan Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkmış olması bir şeyi hatırlatıyor; Türk Silahlı Kuvvetler her zaman ve her devirde yeniliğin, modernliğin, çağdaşlığın öncülerini yetiştirmiştir… Atatürk bu ocaktan dünyaya seslenmiş… Türk toplumu için düşündüğü ve uygulamaya koyduğu devrimleri “muasır medeniyet” hedefine uygun olarak plânlamış ve yapmış…

Günümüzde açıkça ortaya çıkan ve “pervasızlığı” marifet sanan “karanlık kafalar” tarafından Atatürk düşüncesine yeni düşmanlıklar üretilmekte, hedefler saptırılmaktadır… Çağdaşlığa karşı geliştirilen “düşmanca” karşı devrim girişimleri, demokrasinin nimetlerini de kullanarak zaman içinde gelişmiş, devlet kurumlarında kökleşmeye başlamış ve tedricen Cumhuriyet kazanımlarını hedef almaya başlamıştır; kendi kafa çemberi dışında düşünce ve görüş kabul etmeyen, fakat çok ustaca kamuflajlarla takiye yapan kadrolar, rejimi hedef alan yapılanma içinde olmayı sürdürmüşlerdir…

Farklı düşünce ve inançta olmanın zenginliği esasına dayanan çağdaş toplum olmanın ölçütleri belli noktalarda yoğunlaşmaktadır; bunların başında da laiklik gelmektedir. Toplumsal değerlerin çatışmadan bir arada yaşamasını sağlayan değer yargısı olan lâikliğin önemi işte  burada ortaya çıkmaktadır… Bugünü ve geçmişi kıyaslamak gerek…

**

Laik Müslüman olmak…

Hem lâik hem de Müslüman olunabileceğini, Cumhuriyet rejimi ile gösterilmiş, fakat bunu hazmedemeyenler sürekli Atatürk düşmanlığını teşvik etmiş ve desteklemişler.

Dini motifler her toplumun fertleri arasında “harç” niteliğinde olan “yapıştırıcı” değerlerdir; bunu inkâr etmek yanlış olur; ancak, dini motifleri kullanarak insanlar üzerinde, toplum üzerinde “baskı” unsuru kurmak isteyen siyasi iradeler birinci derecede demokrasi ve Atatürk düşüncesinin rakipleri sayılmalıdır… Esans kokulu yerel yönetimler tarafından uygulanmaya konulan ve yöresel olarak belli alanlarda oluşturulmaya başlanan “yasaklar”, aslında  kişilerin yaşam biçimlerini gösteren alışkanlıklarını sınırlamak değil, kişilerin özgürlükler bütünlüğünü bozma hedefidir.

**

Cumhuriyet kutsal armağandır…

 Atatürk Türkiye Cumhuriyetini kurarken söylediği su ifade son derece önemlidir; “Cumhuriyetin kuruluşu ne bir soy, ne bir ideoloji ne de bir din üzerine kurulmuştur; cumhuriyeti kültür üzerine kurduk” diyor. Kemalist düşüncenin esası bu ifadelerde saklıdır; bunlardan, cumhuriyetten ödün verilemez… Atatürk’ü anlamak için Cumhuriyet kazanımlarını, özgür yaşamanın derinliğini, ibadetini zevk ve huşu içinde yapmanın huzurunu anlamak gerek…

Atatürk’ün Türk milletine en büyük hediyesi cumhuriyettir… Etrafınıza bakınız; Ortadoğu sefalet çamurunda debelenmeyen bir Türkiye varsa, bunu Atatürk’e ve Cumhuriyet rejimine borçlu olduğumuzu hatırlamalıyız… Dikkatli olmak, sıkı durmak, sağlam yere basmak gerek… Ülkemin hem dışarıda hem de içeride düşmanı çoktur… Maalesef kötü bir özelliğimiz var; kendine çok fazla düşman yetiştiren bir milletiz…

Şu günlerde Türk Milletinde eksik hissedilen bir nokta var; Atatürk’ün ifade ettiği bu hedef anlamında bir tarih bilincine ihtiyaç var. Toplumuzda eksik bazı değerler, anlamalar, algılamalar sorunu var; geçmiş tarihe, toplumsal algılama ve değerlere sahip çıkma sorunu var… Atatürk’ü anlamak, ideallerini görmek, yaşama geçirdiği fikirleri görmek, fikirleri duygulara dönüştürmek demektir… Bunlar başarılmadıkça cumhuriyetin ve demokratik yaşamın kazanımları yaşanmadan silinir gider…

**

Cumhuriyetin temeli kültürdür…

Atatürk’ün cumhuriyetin temelini dayandırdığı kültür üzerindeki bu vurguyu milletimiz, başta aydınlarımız anladı mı?

Biraz şüpheli! Çünkü Atatürk düşüncesini istismar edenler de, onun ticaretini yapanlar da, onun ardına sığınıp “takiye” yapan gayrı milli kafalar da, “esans” marka ideolojilerini gerçekleştirmek için Cumhuriyet kazanımlarını “araç” olarak kullananlar da “aydın” geçinen diplomalı aydıncıklardır! Vatandaş Mehmet bundan zaten haberdar değil…

Atatürk diyor ki “…Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genel olarak şu hatamız vardır ki, inceleme ve araştırmalarımızı temel olarak çoğunlukla kendi ülkemizi, kendi tarihimizi kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı dikkate almayız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, diğer milletleri tanır, ama kendimiz bilmeyiz…”

 Kurtuluş savaşı verilirken Atatürk’ün çevresindeki en yakın dostları “Amerikan mandası veya İngiliz mandası” fikrini önerirken; O, sadece şunu düşünmüş ve uygulamış; “Ya istiklâl ya ölüm” demiş… Günümüzde de, tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi, ABD ve AB mandacılığının ötesinde “uşaklık” yapmaya hazır idealsiz, ruhsuz insanların öttürdüğü “köşe başı” isterik çığlıklar dikkate alındığında, o günün zor şartlarında “mandacı” tabir edilenlerin, bugünkü “uşak” ruhlular yanında çok daha vatansever ve milliyetperver oldukları anlaşılacaktır…

 Hiçbir devlet liderinde gözlenmeyen, fakat Atatürk’te dikkat çeken bir özgüven var… Hal ve hareketlerin temelinde bu özgüven vardır; doğal karşılanmalıdır ki özgüveni olmayan, büyük işlerde asla başarılı olamaz…

Atatürk özgürlük ve bağımsızlık derken, kendi dışında bir değeri ret ederken, bir aydınlanmayı, yönü, hedefi öne çıkarıyor… Kişiyi bu düşünce boyutuyla birleştiriyor… Özgürlüğü somut bir değer olarak bireye vurgu yapıyor, “aidiyete” itibar etmiyor, bir ideolojiye, totaliter rejime sığınmıyor…

**

Laiklik inançların teminatı…

Toplumun özgün değerlerini toplumun varlık sebebi olarak alıyor ve değerlendiriyor. Örneğin, toplumun manevi değerlerini kendi gerçekleri içinde kabul ediyor. Manevi değerlerin istismar edilmesini katiyen istemiyor. İstediği şeyler somut şeyler olup uygarlığa katkı yapacak şeylerdir. Laikliği manevi değerlerin, inançların, ibadetlerin sağlam ve özgürce uygulanması için teminat, inançları fertlerin hegemonyasından arındırtıyor. Laikliğin bir anlamda inancın garantisi sayılması bu noktada önem kazanıyor.

 İnsanın biyolojik doğası gereğince farklı algılamaları olabilir; bunun doğru anlaşılması ve yönlendirilmesi gerekir ki topluma yararlı olabilsin… İnsan yaşamı itibarıyla kocamış olabilir, fakat aklı ve düşüncesiyle genç olabilmek önemlidir… Türk Milleti bu özelliği ile her zaman “genç” kalmayı başarmıştır… Bugün de Türk Milletinin bir bütün olarak “fikirde genç ve taze” olmak mecburiyetindedir. Bu genç düşüncenin temeli de millici fikirlerin, çağdaş normlar açısından değerlendirilip “ulus-devlet” düşüncesinin esası olmalıdır. Kurtuluş Savaşı, bu millici düşüncenin oluşması, geliştirilmesi ve yaşatılması ile bu düşünce bütünlüğü bağlamında sağlanmış ve başarılmıştır…

**

Atatürk’ü sevmek…

Atatürk’ü anlamak demek onu sevmek demektir; methetmek demek değildir… Bu ayırımı çok iyi yapmak ve anlamak gerek… Bu nedenle kendisini methedenlere karşı tevazu gösteriyor, sadece milletinin hizmetinde olduğunu, görev yaptığını ifade etmekte geri durmuyor…

Özellikle Atatürk’ün Samsun’da öğretmenlerle yaptığı toplantıdaki konuşmasında bu hususa çok iyi değinmiştir; “Şahsıma karşı birçok iltifatı yapma nezaketini gösterdiniz. Bu iltifatlar samimi ve kalpten olduğu için kuşkusuz çok memnun oldum. Duyguluyum ve çok teşekkür ederim. Yalnız, sizden olan bir kişiye sizden çok önem vermek, her şeyi ulusun bir ferdinde toplamak, geçmişe, bugüne ve geleceğe ait bir toplumsal açıklamayı böyle yüksek bir toplumun mütevazı bir ferdinden beklemek, elbette ki layık ve gerekli değildir…”  

Burada verilmek istenen mesaj bellidir; amaç kendini küçümsemek değil, topluma bir kıvanç duygusu vermek istediği belirtiliyor… Toplumun tüm fertlerin cumhuriyetin yerleşip yaşanmasında görevli olduğunu, sade bir vatandaş gibi kendisinin de sorumlulukları olduğunu fakat her şeyin tek kişide, kendisinde, toplanıp onun omuzlarına tüm yüklerin bindirilmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Ayrıca, burada gurur dolu bir tevazu da var…

 O’nun şerefi, şanı tarihe kalsın; tarih en iyi şekilde değerlendirir… O’nu anlayalım ve fikirlerini yaşama geçirtelim yeter… O’nun methiyelere ihtiyacı da yok; Türk Milletinin, gelecek nesillerin O’nun rehberliğine ihtiyacı var…

**

Cumhuriyet bilgili gençliğe emanet…

Bilime, bilgiye ve sanata imkânlar sağlamak ve ortamı hazırlamak bizlerin, devleti idare edenlerin, tüm sorumlu ve yetkililerin görevidir… Bunu yapmak Atatürk’ü anlamakla başlar… Kemalist düşüncenin temeli, ileriye yönelmeye, iler gitmeye, yeniliği yakalamaya yöneliktir…

Bunun için geleceği gençlere emanet etmenin temelinde sürekli ilerleme ve gelişme ruhu ve azminin yaşamasını, yaşatılmasını sağlama amacı vardır… Neden yaşlılara, orta yaşlılara değil de gençlere emanet ediyor Cumhuriyeti; çünkü onlar “gelecektir”, onlar gelecektir…

 Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” bir şiir değildir… Geleceğe yönelik mesajdır, yol gösterici mesaj… Gelecekte, yarın hür olup olmayacağımızı anlatan bir söylemdir…

Kullandığımız tüm özgürlükler bu söylemde saklıdır… Geleceğimize yönelik tehlike ve düşmanlara işaret ediyor, tehlikelere karşı korumaya çağırıyor…

Lâik, hukuk devleti ilkesi mutlaka korunmalıdır… Bu, Cumhuriyetin temel ilkesidir… Bu ilkeden taviz verildiği takdirde cumhuriyet rejimi de biter… Laik Cumhuriyet, Atatürk’ün en büyük hediyesidir Türk Milletine…

**

Tarih bilmek…

 Atatürk’ün en büyük özelliklerinden biri de geçmişine çok değer vermesidir… Tarihi çok iyi bilmek ve bildirmek, öğrenmek ve öğretmek ana ilkesi olmuştur Atatürk’ün… 

Bakınız şu gerçeğe; Atatürk tüm askerlik hayatı boyunca cepheden cepheye koşmuş; nerede askeri sorun varsa oraya yönlendirilmiş; Trablusgarp, Kafkaslar, Şam, Halep, Çanakkale… Giderken de tarih okumuş, incelemiş…

Örneğin, Osmanlı askeri -komutanı- olarak Şam’a giderken bile, yolda, at sırtında, tarih okumuş, araştırmış, etrafına de eğitim vermiş, tarih öğretmiş… Bu gerçekleri görüp anladıkça, Atatürk’ün bir toplumun millet olabilmesi için gerekli temel vasfın tarih ve kültürel değerler olduğuna inanması sıradan bir olay değildir…

Bu bağlamda Atatürk tarihi olayları incelemiş, geçmiş ile günün şartlarını kıyaslamış ve gereken dersleri çıkarmış, nihai kararlarını da uygulamış… Bunun için şu gerçeği ilke olarak ifade etmiş “toplumlar tarihini bilmek zorundadır…”

1932 yılında yapılan ilk Tarih Kongresinde, Atatürk çok önemli bir konuşma yapar; “Türkler dünyaya medeniyet öğretmenliği yapmışlardır… Şimdiden emir veriyorum, kongre 4 sene sonra yapılacak, bir komisyon kurun ve dünya tarihini bilenler olsun, arkeologlar olsun, tarih araştırmaları yapan uzmanlar olsun. Lütfen bunları seçin ve 2. Tarih Kongresinde bunların hazırladığı raporu görmek istiyorum” der…

Aradan zaman geçer ve 2. Tarih Kongresinde komisyonca hazırlanan rapor okunur, ardından komisyon tarafından hazırlanan bu raporlar Ata’ya verilir… Atatürk raporu derin bir sessizlik içinde dinler… Ve, gözlerinden aşağı süzülen yaşları silmeye gerek duymadan, yine en üstün vakar dolu duruşuyla şu ifadeleri kullanır;

“İşte benim tarihim…” der…

Ve ondan sonra da Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi milli değerleri araştıran kuruluşların toplum hayatında ne denli önemli olduğunu insanlarımız zaman sürecinde anlamaya başlar…

Atatürk’ü anlamak için yaptıklarına bakmak gerek…

Cumhuriyete, onun nimetlerine bakmak gerek…

Onu anlamak için…

**

 

Millet olabilmek…

Atatürk, neden her şeyde ve işte sadece Türk Milletine güvendi, diye bir soru sorulduğunda, verilecek tek cevap yoktur; birçok cevap vardır… Millete dayanmak, ona inanmak, ona güvenmek… Bunun elbette ki bir sebebi olmalı… Millete dayanıp güvendiğinin temel ilkesi, toplumu “millet” yapan hasletlerin, kıstasların, değerlerin Türk Milletinin ruhunda bayraklaştığını görmesidir…

Bir milleti millet yapan unsur nedir, sorusuna Atatürk kafa yoruyor ve araştırıyor. 12 yaşından itibaren “düşünen” adamdır Atatürk… Haksızlıklara, olumsuzluklara tahammülü olmayan bir karakteri vardır… Haksızlıklar karşısında akılla tepki vermeye özen gösterir… Bu konularda okurken ve araştırmalar yaparken çok etkilendiği yabancı bilim insanları vardır; millet konusunda çok önemli tespitlerde bulunan araştırmacılardan etkilenir… Sosyologlara, sosyal bilimcilere göre millet olma ilkeleri farklıdır ve bunlar şöyle özetlenebilir:

1- “Milleti millet yapan şey ırk değildir; çünkü bütün modern devletler etnik karışımdır…”

2- “Milleti millet yapan unsur din de olamaz. Devletlerin sınırları ile mezheplerin sınırları birbirleriyle özdeş değildir…”

3- “Milleti, tabii sınırları referans alarak tanımlamak da tehlikeli ve böyle keyfi bir teori de olamaz…”

İşte bu temel ilkeler etrafında “millet” olmanın ana hatlarını inceler ve irdeler… Atatürk, milleti millet yapan unsurlar konusunda kafa yorarken sosyal bilimlerin bu özelliğinden çok etkilenir.

**

“Millet” bir ruhtur…

Atatürk’e göre bir milleti millet yapan unsurların başında tarih gelir. Uygulamalarında tarihin yerini ayrı olduğunu belirtir. Çünkü tarih, milletlerin hayatını, sürekliliğini göstermektir…

Tarihi olmayan milletler sürekli olamamışlar… Medeniyetler kuran milletlerin sürekliliğini sağlayan tarih ve dil birliğidir. Tarih ve dil yaratamamış olan milletlerin hiçbir şekilde iz bırakamadıkları bilinir…

Çünkü millet, maddi olgularla tasvir edilemez… Millet bir ruhtur, manevi bir değerdir; çokların, teklerin bütünüdür; onu anlamak ve hissetmek gerek… Bu ruhu ve bu manevi değeri aslında “tek” değer olan iki şey teşkil eder; bunlardan bir “mazi”, diğeri ise “hal” (mevcut durum) dır; bu ifadelerin taşıdığı, yüklendiği derin anlamlar bu “tek” kavramını güçlendirir…

“Mazi” konusunu derinlemesine işlemek bu yazının sınırları yetmez, fakat “hal” durumu kısaca ifade etmek mümkündür.

O “hal” nedir, yani bugünkü özlemlerimiz nelerdir?

İnsanoğluna dair özlemlerimiz, değerlerimiz nelerdir?

Zengin bir manevi hatıralar mirasının müşterek sahipliği değil midir?

Birlikte yaşama arzusu değil midir? Birlikte bırakılan mirası yüceltme iradesi değil midir?

Evet, özlemlerimiz bunlardır… Özlenen değerler…

**

Atatürk’ü doğru anlamak…

Birlikte bir şeyleri yükseltebilmek, yani milliyetçi olmak; yurt sevgisine sahip olmak, değerler bütünü kültüre sahip olmak demek; bir coğrafyaya, vatan toprağına, bir dile âşık olmanın sorumluluğu ile hep birlikte güzel bir şeyler yapabilme özlemidir; Atatürk’ü anlamak… Kırmadan, dökmeden, çatışmadan birlikte yapabilmek; varlığı da yokluğu da paylaşabilmektir, Atatürk’ü anlamak…

İşte bunu anlatıyor Atatürk… Bunu ‘anlayın’ diyor…

Tek bir kişinin, padişahın, kulu olmaktan değil aynı zamanda emperyalizmin esaretinden kurtarmış, esaret çemberini kırmış, vatandaşlığa gelmemizi sağlamış… Birey olmamızı zağlamış… Kutsal kabul edilen tüm değerlerin yok olmasına, aşınmasına karşı durmuş; istiklâl demiş, vatan demiş, millet demiş, bayrak demiş…

İşte cumhuriyetin kazanımları bunlar… Bu kazanımları koruyarak, avantajları kullanarak özlemlerimizi gerçekleştirmek ve Atatürk’ün işaret ettiği “muasır medeniyet” üzerine çıkmak bizim görevimiz…

Atatürk’ü bu anlamda doğru anlamak ve kavramak gerek…

Atatürk’ü şekilde anmak değil, beyinsel olarak yürekten anlamak gerek… Atatürk düşüncesi olan Kemalizm’i, Kemalist düşünceyi “şekilcilikte” değil, dimağda, kafada özümlemek gerek…

Bilgide, bilimde, çağdaşlıkta Atatürk’ü anlamak gerek…