12.7 C
Kocaeli
Salı, Eylül 30, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1169

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarını İstanbul Ziyareti (2)

0

Bundan önceki yazımızda Av. Ruhittin Sönmez ve Dr. Ayşe Gülden Sönmez çiftinin biricik kızları Merve’nin nikâh merasimine iştirak etmek üzere Şişli Evlendirme Dairesine kadar geldiğimizi anlatmıştık. Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Evlendirme Dairesinin önünde, gelen misafirleri karşılamak üzere beklemekte olan Ruhittin Bey ve Gülden Hanım ile diğer aile fertlerine hayırlı olsun temennisinde bulunduktan sonra salona girdik. Salon bir hayli kalabalıktı. Ruhittin Bey ve eşi Gülden Hanımı, kızlarını gelin etmenin mutluluğu ve heyecanı içinde gördük.

Salona girdikten kısa bir süre sonra nikâh merasimi başladı. Salon bir hayli kalabalıktı. Nikâhı Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül kıydı. Bunu fırsat bilen bazı arkadaşlar Mustafa Sarıgül ile hatıra fotoğrafı çektirdi. Bu arada önemine binaen şu hususu ifade edeyim ki, gelin ile damat birbirlerine çok yakışmışlardı. Bizim halisane temennimiz evli çiftlerin bir ömür boyu mesut ve bahtiyar olarak yaşamaları ile memlekete hayırlı evlatlar yetiştirmeleridir.

Nikâh akdinin tamamlanıp, tebrik merasiminin yapılmasından sonra evlendirme dairesinin önünde gelin ve damadın da iştirakiyle İzmit Ekibi olarak hep birlikte hatıra fotoğrafı çektirdik. Bu fotoğrafı görmek isteyenler Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın internet sitesine bakabilirler

Şişli Evlendirme Dairesi mekân ve yer olarak çok güzel bir yerde yapılmış. Taksim’in hemen alt tarafına doğru bir yerde bulunuyor. Evlendirme salonu kaç kişilik bilmiyorum ama görünüş itibariyle bir hayli geniş olduğu anlaşılıyor. Büyükçe de açık bir otoparkı var.

Saat 16.30 civarında arabamıza binerek evlendirme dairesinden ayrıldık. Taksim üzerinden Kasımpaşa’ya geldik. Bu sırada ikindi vakti geçmekte olduğundan bir cami bulup İkindi Namazını kılalım derken hemen karşımızda tarihi Piyale Paşa Camii görünüverdi. Burada, vakit geçmeden Allah’ın izniyle İkindi Namazını kıldık. İkindi Namazını kıldıktan sonra, Akşam Ezanına az bir zaman kaldığı için burada biraz daha oyalanmak suretiyle Ezanın okunmasını bekledik. Nihayetinde Akşam Namazını da kıldıktan sonra günün üçüncü ziyaretini yapacağımız Müteveffa Prof. Dr. Ömer Kasımoğlu’nun Üsküdar’da bulunan evine gitmek üzere hareket ettik.

Burada, Prof. Dr. Ömer Kasımoğlu’nu kısaca tanıtmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.

Ömer Kasımoğlu 1927 yılında Eskişehir’de doğmuş olup, İlk, Orta ve Lise tahsilini Eskişehir’de tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden mezun olmuştur. Daha sonra 1960 yılında Asistan, 1969 yılında Doçent, 1975 yılında da Prof. Olmuştur. Mikrobiyoloji ve enfeksiyon hastalıkları üzerine ihtisas yapmış olan Kasımoğlu, uzun yıllar A.B.D. ve İsviçre’de mesleği ile ilgili çalışmalar yapmıştır.  1994 yılında da kendi isteği ile emekli olmuştur. Ayni zamanda Aydınlar Ocağı’nın ilk kurucu üyelerindendir. Evli ve bir kız çocuk babası olan değerli Hocamız 19.09.2008 tarihinde Hakkın Rahmetine kavuşmuştur.

Üsküdar’a gidişimizin gayesi de Prof. Dr. Ömer Kasımoğlu’nun bundan bir süre önce vefat eden muhterem eşi için kızı ve damadına başsağlığı ziyareti yapmaktı. Bu ziyareti yapmak üzere saat 18,00 civarında Hocamızın damadı Hicabi Meral’in evine geldik.  Hicabi Bey Askeriyeden ayrılmış olup, şu anda serbest olarak çalışmaktadır.

Hicabi Bey ve eşi, ekibimizi çok samimi bir şekilde karşıladı. Evlerinde kaldığımız Kısa bir süre içerisinde birbirimize çok ısındık. Yaptığımız konuşmalar esnasında anladık ki, Hicabi Bey tam bir gönül adamı. Bu arada Muhterem Eşi Hanımefendinin ikram etmiş olduğu mis kokulu çay eşliğinde nefis börek ve tatlıları afiyetle yerken bir taraftan da Kayınpederi ile alakalı hatıralar dinledik. Buradaki sohbetimiz Cemal Barış arkadaşımızın o güzel sesiyle Kur’an-ı Kerim’den okumuş olduğu Asr Suresi ile sona erdi.

Buradaki ziyaretimizi de tamamladıktan sonra ev sahipleri ile vedalaşmak suretiyle saat 21.00  sıralarında İzmit’e      hareket etmek üzere oradan ayrıldık ve saat 22.30 sıralarında da İzmit’e  geldik.

Bu suretle, Kocaeli Aydınlar Ocağı Üyelerinin eşleri ile birlikte yapmış olduğu bir günlük İstanbul ziyareti tamamlanmış oldu.

Bu vesile ile bütün Muhterem okuyucularım için hayırlı günler niyaz ederim.

Öğretmenler Günü

01 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı yasa ile Latin alfabesi T.B.M.M.’nde kabul edilmiştir. Yeni harflerin öğrenilmesi ve okur yazar vatandaşların çoğalması için bütün yurtta büyük bir çalışma başlatılmıştır. Genç yaşlı herkesin okullara gitmesine gayret sarfedilmiştir. Atatürk’te başöğretmen sıfatıyla bu faaliyetlere önderlik etmiştir.

24 Kasım 1981 yılından beri de her 24 Kasım günü öğretmenler günü olarak kutlanmaya başlanmıştır.

Hiç şüphe yok ki, en değerli varlıklarımız olan evlatlarımızın çağdaş bilgilerle donatılmasına, yetiştirilmesine ve geleceğimizin aydınlatılmasına yön veren öğretmenlik en önemli ve en kutsal mesleklerden biridir.

Bütün insanların yaşamlarının belli bir döneminde öğretmenlerle beraberliği vardır. Bu süreçte öğretmenlerimiz örnek davranışları, sevecen, hoş görülü yaklaşımları ile bulundukları ortamın en mümtaz kişileridirler. Öğrencilerinin en iyi şekilde yetiştirilmesi için fedâkarca çalışan çabalayan en değerli ve en saygı değer kişilerdirler.

Öğretmenlerimiz, bütün  toplumlarda her dönemde çevrelerindekilerin yolunu aydınlatan ışık ve onları uygarlığa götüren öncüler olmuşlardır

Hepimizin akıllarında, gönüllerinde iz bırakmış, yetenekli, değerli ve bilgili öğretmenlerimiz vardır. Öğretmenlerimiz eğitip, öğretip yetiştirdiği kâdir bilir, vefalı nesillerin yüreklerinde unutulmaz güzel anıların  temsilcileri olarak yaşayacaklardır.

Öğretmenler aktif görevleri sona erdikten sonra bile çevrelerinden ve karşılaştıkları eski öğrencilerinden büyük ilgi görmeye devam edeceklerdir. Elbette ki yıllar geçtikçe kendilerine gösterilen sevgi ve saygı  çoğalıp artarak devam edecektir.

Ne mutlu onlara…

Hayvan ve Et İthalatı

0

Günümüzde ithalat bazen küçülen dünyada yurt içinden daha ucuz bulduğunuz diğer ülkelerden temin etmek amaçlı olabildiği gibi; Örneğin bir makarna fabrikasının temel hammaddesi olan buğdayı dışarıdan daha ucuza temin edip alması, bunun yanında ticari amaçla yapılan ithalatlar olduğu gibi, bir ülkede bir ürünün talebi karşılayamaması sonucunda yükselen fiyatlar nedeniyle fiyatları dengeleme ve arzı karşılayabilme adına da yapılmaktadır.

Ülkemizde gerek hayvan ithalatı,gerekse et ithalatı,1990 Yıllarında başlayan ithalat genelde Damızlık düve ithali şeklinde yapılmakta idi. Buradaki amaç Ülkemize Kültür sığırları dediğimiz et ve süt verimi yüksek ırklar kazandırmaktı. Bu konuda da nispi başarı sağlanmış olsa da bana göre yeterli değildir.

Günümüzde yapılan Hayvan İthalatı sırf et fiyatlarını dengeleme amacıyla Hayvan ithalatı 1 Nisan 2011’e kadar gümrük vergisi %135 ten %40 a düşürülmüştür.

İthal Edilen Hayvanlar Güvenilir Hayvanlar mı?

Bugün ithal edilen hayvanlar ABERDEN ANGUS diye tarif ettiğimiz etçi ırklardır. Bu ırklar daha çok meralarda otlayan ve sürekli hareket halinde ve bağlanmayan hayvanlar olduğu için daha hareketli yağ oranı düşük et verimi yüzdesi olarak diğer ırklara oranla daha fazla olan hayvanlardır. Yurt dışından ithal edilecek her hangi bir ürünün durumuna göre hangi Bakanlığı ilgilendiriyor ise o Bakanlık tarafından kontrol denetim ve analiz mekanizmaları işletilerek yapılır. Hayvan ithalatında da bir çok kıstas olmasına rağmen, birkaç önemli kıstasını söyleyecek olursam İthalatçı firma tarafından alınması gereken belgeler arasında, proforma fatura, gümrük beyannamesi, Hayvana ait orijin sertifikası, İhracatçı yetkili makamlarınca Veteriner Sağlık sertifikası, bu belge sağlıkla ilgili husus ve bilgileri aynen içeren ihracat öncesi orijinal resmi Veteriner Sağlık sertifikalarını düzenleyecek ihracatçı ülke resmi veteriner servilerinden alınacak. Yukarıda saydığımız şartlar ithalatçı firma tarafından alması gereken sadece önemli bulduğum bir kaçıdır.

Bütün bunlardan sonra yurda girdiğinde ise Tarım İl Müdürlüğü tarafından gelen hayvanların gerekli kontrol ve denetimler sonucunda yurda girmelerine izin verilmektedir. Buraya kadar her şey çok normal gözükmektedir. Şimdi tüketicilerimizin bazısında domuz ürünü katkılı yemle beslenmektedirler diye şüpheleri mevcut olabilir. Hayvan yemleri içerisine protein değerini yükseltme amacıyla kemik unu ve kan unu katılmakta idi. Avrupa Birliği kemik unu ve kan ununu yemlerde kullanmayı yasakladı. Bu nedenle görünürde herhangi sakınca gözükmemektedir.

 

Hayvan Sayılarında Durum

1991 Yılı Koyun 35590493 koyun merinos 841847 kıl keçisi 9579256

2009 Yılı Koyun 20721925 koyun merinos 1027583 kıl keçisi 4981299

1991 Sığır Kültür 1253865 sığır kültür melezi 4033375 sığır yerli 6685683 manda 366150

2009 Sığır Kültür 3723583 sığır kültür melezi 4406041 sığır yerli 2594334 manda 87000

1991 yumurta tavuğu 50826656 et tavuğu 88379548 hindi 3132676 kaz 15998831 ördek 112015

2009 yumurta tavuğu 66500461 et tavuğu 163468942 hindi 2755349 kaz 944731 ördek 412723

Rakamların dili bize şunu göstermektedir. Koyun ve keçi sayısında önemli oranda düşüş söz konusudur. Yine sığır sayısında 2 milyona yakın düşüş söz konusudur. Bu durum önemli olumsuzluklardandır. Ancak hayvancılıkta birim hayvandan alınan verim çok önemlidir. Dolayısıyla Kültür sığır ırklarındaki artış yeterli olmasa da sevindiricidir. Ayrıca kümes hayvancılığındaki et tavukçuluğundaki artış yine sevindiricidir. Tüketicilerimiz et ihtiyacının büyük kısmını fiyatlarını uygun olması hasebiyle tavuktan karşılama cihetine gitmektedir.

 

Atatürk ve Biz – 3

0

4 – Hutbelerin Türkçeleştirilmesi

Atatürk; bizim insanımızın bir kısmı beş vakit namaz kılmasa bile çoğu

Cuma namazını kılar.

Cuma günü okunan hutbelerin nasihat kısmı

Türkçe olmalı ki; halk dinlediğini anlasın istifade edebilsin.

Ayrıca hatipler hutbeleri birkaç yüz sene önce yazılmış kitaplardan alıp okumamalı.

Günün ve cemaatin ihtiyaçlarına göre kendileri hazırlamalıdır.

Düşüncesiyle hutbelerin Türkçe okunmasını sağlıyor.

Atatürk halkımız Cuma’da dinlediğini anlasın istiyor.

Bizim Atatürkçüler camiye ve Cuma’ya gidenleri fişliyor.

Atatürk’ün din âlimlerine karşı büyük sevgi ve saygısı vardı.

Kurtuluş savaşının kazanılmasında onların ne kadarda önemli olduğunu ve ne işe yaradıklarını görmüştü.

Ayrıca Atatürk Osmanlı eğitimi almış Osmanlı terbiyesiyle yetişmişti.

Kökü dışarıdaki zihniyet gibi Diyanet İşleri Başkanlığını tapu kadastro müdürlüğü gibi görmüyordu.                                                                                                                     

Kimse yanlış anlamasın bunlar benin şahsi düşüncelerim değil.

ATATÜRK’ÜN İCRAATLARINDANDIR.

Bilmiyorsanız buda sizin cehlinizdendir.

Cehalet Müslüman yakışmadığı gibi medeni olan hiçbir insana da yakışmaz.

Evet, Atatürk bu…

Bizde bu

Biz Atatürk’e ne kadar benziyoruz?

Ameli meseleleri beni ilgilendirmediği gibi kendini bilen hiç kimseyi de ilgilendirmez.

Orası Allah ile kendisi arasındadır.

Şimdi yukarıdaki bilgiler doğrultusunda Atatürk’ü bilen,

Atatürkçü olan Aydınların din derslerine karşı olması yâda seçmeli olmasını istemeleri mümkün müdür?

Müslüman olmayan öğrencilerin din dersi gibi bir mecburiyetleri yok.

Bir Müslüman’ın kendi dininden rahatsızlık duyması hayret ve tuhaf bir şey değil mi?

Bu düşüncede olanların Atatürkçü olmaları bundan da tuhaf değil mi?

Dine ve dince kutsal olan değerlere karşı olanların Atatürkçü olmaları mümkün değildir.

Dini istismar eden dincilerle,

Atatürk’ü istismar eden Atatürkçüler aynı zihniyetin ürünüdür.

Aynı kaynaktan ve tek merkezden beslenirler.                                       

Sokaktaki vatandaşlar için demiyorum da,

Eğitimli hatta akademik kariyeri bile olan ve Atatürkçü geçinen aydın birine,

Atatürk’ün isteği üzerine yazılan kuran tefsir ve mealini,

Tercüme edilen hadis kitabının isimlerini,

Kütüphanelerinde olup olmadıklarını sorsanız, önce şaka yaptığınızı zannederler.    Israr ederseniz kafa bulacak başkasını bulamadınız mı diye size kızabilir.

Bunlar ne Balıkesir Zağanos Paşa camiini,

Ne orada Atatürk’ün hutbe okuduğunu, nede o hutbenin içeriğini bilirler.

Çağdaşlığı hayatın her alanında dinden ve dini değerlerden uzaklaşmak olarak algılayan zihniyetin bunları bilmesi, yâda Atatürk’ü doğru anlaması mümkün mü?

Kırmızı görmüş boğa gibi dine ve dinin kutsallarına saldıranların

Değil Atatürkçü olmaları, aydın olması bile mümkün değildir.

Saygısı olmayan insan, hiçbir şey değildir.

Atatürkçü olmanın diğer bir şartı da düşünce itibarıyla yerli, davranış itibarıyla vatansever olmaktır.

1938’den beri memleketi idare eden hâkim zihniyetler istisnalar hariç ne kadar yerlidir.

Atatürk’ün kapattığı locaları açan zihniyet ne kadar Atatürkçüdür?

Atatürk ve arkadaşlarını (hepsini rahmetle yâd ediyorum) vatan ve millet esarette kalmasın diye canlarını ortaya koydular cephelerde destan yazdılar..

Peki, bizimkiler ne yazdılar?

 

Devam edecek

Yaşanandan İbret Almak

0

Randevu saatine az zaman kalmıştı. Arabasını katlı otoparka bırakacak, hızlı adımlarla ilerleyecek, bir iki dakikalık gecikme için özür dileyecekti. Bir taraftan da randevuya sadakat, kişinin kendisini ve karşısındakini önemsemenin ifadesidir, diye düşünüyordu.

Adam: “Arabamı otoparka bırakmak için şu 50-60 metrelik ters yönü kullansam fena olmaz, zaman kazanırım.” diye düşündü. Öyle ya, işi aceleydi, randevuya vaktinde ulaşmak, trafik kurallarını ihlal etmekten daha önemliydi. Adam, hızla daldı tek yönlü yola. Karşıdan bir kamyonet burnunu gösterdi. İkisi de burun buruna geldi. Yapılacak bir şey yoktu, sinirler gerildi. Hâlbuki kamyonet, kenara çekilip bekleyebilirdi; çünkü öbür adamın işi çok önemliydi. Kamyonetteki şoför bunu anlamalıydı. Bu insanlar ne kadar anlayışsız, diye mırıldandı kendi kendine. Onun ters yönden girdiğini gören başka biri de onu takip etmişti. Kamyonet hız yapmasaydı, 5 metre sonra otoparka gelinmiş olacaktı. Kamyoneti başka vasıtalar takip etti, taksideki adam bağırmaya başladı. “Şu an arabamda hasta olsa, bunun sorumlusu kim?” diye bağırıyordu. Terlediğini hissetti yola ters giren adam. Bu insanlar ne kadar anlayışsızdı. Sabır nedir, bilmiyorlardı. Biraz geri gitseler, ona yol verseler, ne kaybederlerdi? Ama işin içinde bir inat vardı sanki.

Adam durdu, nefes aldı. Hata kendisinindi. Kişilere bağırmaya, yaptığı hatayı savunmaya hakkı yoktu. İşinin önemini bu kişilere bu şartlarda zaten anlatamazdı. Görünürde ve gerçekte bu insanlar haklıydı. Ancak onların haklı olması, sıkışan trafiği çözmeye yetmiyordu. Vakit, haklıyı arama ve hakkını teslim etme zamanı değil, sorun çözme zamanıydı. Bunun için de iyi niyet ve sabır gerekiyordu. Tarafların göstereceği sabır ve iyi niyet, alevlenen ateşi söndürebilirdi.

Kaldırıma çıkartmaya çalıştı arabasını adam. Bu arada arabanın yandan çizildiğini fark etti. Olsun, her hatanın bir bedeli olurdu ona göre. Görmezlikten geldi. Sağdan soldan gelen bağırmalara kulaklarını tıkadı, sağır fare rolü oynamanın tam zamanıydı; hedefe varmak önemliydi. Hedef, birkaç adım ötedeki otoparka arabayı bırakmak ve randevuya ulaşmaktı. Otopark görevlisinin yardımıyla sorun çözüldü, yol trafiğe açıldı. Gerilen sinirler hatıralara, bağrışmalar gök kubbenin sonsuzluğuna karıştı.

Yaşanan bu kısa olayın kazananı olmadı, herkes kaybetti. Adam zaman kazanmadığı gibi, maddi zarara uğradı. İnsanlar birbirlerine saygıda ölçüyü kaçırdı, güvensizlik yaşadı.

Adam anladı ki, herkesin önceliği kendineydi. Öncelikler, yasaları değiştirmeyi gerektirmez. Bir ihlal, başka bir ihlali doğurur. Kuralları ihlal, başkalarına zarar vermese de bundan kaçınılmalıdır. Her hata, başka bir hatanın anasıdır. Hatalara değil, güzelliklere öncülük etmek lazım.

Kıssalar, ondan hisse alanlara faydalı; gerisi, boş laf…

 

Sinir Testi

Her insan az – çok sinirlidir. Modernite ve teknolojinin insanları daha asabî yaptığı söyleniyor, bence yalan. 

Meselâ; arkadaşlarınızla olan muhabbetinizde en küçük anlaşmazlıkta sesinizin ve yüzünüzün çizgileri sertleşiyorsa.. 

Meselâ; evde eşiniz ve çoluk çocuğunuza ikide bir surat asıyor, ağzınızın eko ayarlarını yükseltiyorsanız.. 

Meselâ; tuttuğunuz takım gol attığında küçük diliniz bile karşı gurupça görülüyor fakat gol yediğinizde eski yazıdaki ‘sin‘ ve ‘kefharflerinden kelime bulmaca oynuyorsanız.. 

Evet, o halde doktora gitmeden önce bu testi bir değerlendirin: 

  1. Tırnağınız kırıldığında mı daha çok tepki verirsiniz, Afrika’da açlıktan

gözündeki sinekleri bile kovmaya mecali kalmamış bir çocuk görüntüsü gördüğünüzde mi?

  1. Trafik ışıklarında önünüzdeki aracın hemen kalkışa geçmemesinden mi

rahatsız olursunuz, bir Uzakdoğu ülkesinde sellerde ölmüş insan cesetlerinin sıralanmasından mı?

  1. Otobüsü yada vapuru kaçırmak mı sizi daha çok üzer, fok balıklarının

kafalarına odunla vura vura öldüren türdeşleriniz mi?

  1. Kurban Bayramı ortamı mı sizi daha duygulu kılar, Irak’taki Amerikan

vahşeti mi?

  1. Bir filimdeki en kötü karaktere mi gıcık olursunuz, Buş – Obama

silsilesine mi?

  1. Yazın kavurucu sıcaklar ve kışın dondurucu soğuklar mı sizi daha çok

söyletir, İsrail’in kimyasal ve nükleer silah manyaklığı mı?

  1. Şehiriçi minibüslerinin havalı korna sesleri mi sizi rahatsız eder, insansız

uçakların Kuzey Afganistan ve Kuzey Pakistan’da militan diye sivil halkı öldürmeleri mi?

  1. Yolda yürürken birinin yanlışlıkla omzunuza çarpmasını mı tehdit olarak

algılarsınız, Kürselleşmenin hürriyet adı altında ruhunuza kölelik kelepçesini takmasını mı?

  1. Dünya Bankası’nın ve İMF’nin verdiği kredi miktarının artmasıyla mı

mutlu olursunuz, kemer sıkarak ve yerli üretimi teşvik ederek kanaatkâr geçim tarzıyla mı?

  1. Başörtüsünün ülke içindeki özgürlüğünü mü daha çok önemsersiniz,

komşu ülkedeki Müslümanların yaşam özgürlüğünü mü? 

Eğer 10 sorunun tamamının da ilk kısımlarına ‘evet‘ diyorsanız şampuan

pardon şampiyon sizsiniz. Muayeneye bile gerek yok. Televizyondaki en aptal tartışma programının karşısına geçin ve çekirdek çitleyin. Siz mutluluğu hak ediyorsunuz. 

Yok, eğer 10 sorunun tamamının da ikinci kısmına ‘evet‘ dediyseniz sizi

doktor – moktor da kurtaramaz. Bu dünyadan gidesiye kadar size huzur yok. Bol bol eski parçalarından Müslüm dinleyin. 

Hem ilkine hem de ikincisine yani hem ordan hem buradan takılıyorsanız;

sizin yolunuz açık. Zira iyi bir siyasetçisiniz. 

Yarışmacı arkadaşlara başarılar…

 

Halkına saygısız yönetimler meşruiyetlerini yitirirler

 Demokrasi; tek kelimeyle “KATILIM” dır.

“Temsili Demokrasi” de vatandaş, kendisi adına ülkeyi yönetecek, kendisine “hizmet edecek” vekillerini seçer.

O vekillerin, seçilip işbaşına geldikten sonra asıllarına egemenlik taslamaları demokrasiye de hukuk devleti ilkelerine de aykırıdır.

Hukuk Devleti’nde, “İdarenin YARGISAL DENETİMİ”  olmazsa olmaz temel koşullardan biridir.

Yargı denetimi, o ülkenin Anayasası ve yasalarına göre yapılır.

Yargıya egemen olmaya çalışan iktidar da kendi yasallığını ortadan kaldırıyor demektir!

Yani, demokratik hukuk devletinde “İDARENİN KEYFİLİĞİ” olamaz!

Ne yazık ki, demokrasi kültürü güdük kalmış ülkelerde, bir kez siyasi iktidarı ele geçiren güç, “ben ne dersem o olur!”anlayışında inat eder!

Yaşadığımız 17 Ağustos 1999 deprem felaketi sonrası, o günkü siyasal iktidar, Gündoğdu’da, Kullar’da, Bahçecik’te, İhsaniye’de, Yuvacık’ta, halkın ve Ziraat Odası’nın tüm itirazlarına rağmen, “Birinci sınıf tarım alanlarında” vatandaşın geçim kaynağı olan tarla, bağ ve bahçeleri kamulaştırarak Kalıcı Konutlar yaptı!

Ağaç katliamları yaşandı. Sadece İhsaniye’de 100 bin meyve ağacı kesildi!

3 bin dönümlük arazisinin 2 bin 975 dönümü kamulaştırılan Tepeköy’de halk, “cenazelerimizi gömecek mezar yerimiz bile kalmadı” diyerek, kalan yerlerini de satışa çıkardı!

Siyasetçiler, velinimetleri olan halkın feryadını duymadılar!

AKP iktidarı döneminde,  ALTINOVA‘nın meyve bahçeleri katledildi, inatla tersaneler yapıldı!

Bakan çocukları tersane sahibi oldu!

Adı üstünde “OVA” olan her bereketli toprak vahşice yok edildi!

Uzunçiftlik-Uzunbey’de birinci sınıf tarım topraklarına fabrikalar kuruldu.

Arslanbey merası da böyle katledildi!

Kirazlıyalı’nın güzelim sahili, bir özel şirketin “Özel Liman” ihtirasına kurban edildi. Kanser hücresi gibi yayıldı, büyüdü ve hem sahilin  hem de D-100 trafiğinin canına okudu!

Alikahya’nın en verimli tarım alanları yine sanayiye kurban edildi!

“Yapmayın, kıymayın” diyenlere “vatan haini bunlar, ülkenin zenginleşmesine karşı çıkıyorlar!” diye saldırıldı!

Çocuklarınızı işe alacağız” diye kandırdılar toprak emekçilerini!

Şimdi de sıra Kandıra köylerine geldi!

Toprağı ekip biçerek geçimini sağlamaya çalışan köylülerin elinden o verimli toprakları alıp, “Gıda Organize Sanayii” kurmak istiyor siyasal iktidar.

Köylü; “Topraklarımızı alırsanız biz nasıl geçiniriz?” diye feryad ediyor.

Siyasi iktidarın “MİLLET-VEKİLLERİ” asıllarını ikna etmeye çalışıyor; “Kamulaştırma bedellerini artırırız, çocuklarınızı işe alırız, sanat okulu açarız!” diyorlar!

Köylüler; ” Size, Çal mevkiindeki kıraç toprakları verelim, orada yapın. Dokunmayın topraklarımıza” diyor.

Bayramın son günü, Cuma günü Kayıplar Köyü’nde köylüleri dinledim. En yaşlısından en gencine kadar herkes ” topraklarımızı satmayacağız” diyor.

Çok hisseli kimi toprak sahipleri, ellerine geçecek paranın hayali ile bir miktar satış yapmışlar.

Köylü; “Herkese ayrı fiyat teklif ediyorlar.Toprakları ucuz yollu satın alacaklar sonra sanayicilere yüksek fiyatla satacaklar, bizim sırtımızdan birileri köşe dönecek, birileri de OSB yönetimlerinden tatlı maaşlar alacaklar!Ama bizim sonumuz ne olacak?” diyor.

İzmit’te bir sanayi kuruluşunda çalışan ve emekliliğine iki sene kalan bir vatandaşla konuşuyorum;  “Emekli olunca şehirde yaşayamam. Köyüme gelip tarlamı işlemek, meyve yetiştirmek ya da seracılık yapmak istiyordum. Şimdi, tüm umudum bitti. Bu adamlar hak hukuk tanımaz, alırlar toprağımızı” diyor!..

Sözüm ona, “halkla birlikte yönetmek” vaadiyle “KENT KONSEYLERİ” kuruldu!

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 76. Maddesinde; “Kent Konseyi, kent yaşamında; kent vizyonu ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, HESAP SORMA VE HESAP VERME, katılım ve terinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışır.”

İşte, YASA, aynen böyle.

Şimdi, KOCAELİ KENT KONSEYİ Yürütme Kurulu’nu göreve çağırıyorum; YASAL GÖREVİNİZİ YAPIN!

Halklın sesine, feryadına kulak verin.

Kentin hak ve hukukunu koruyun!

Çevreye duyarlılık gösterin!

Siyasal iktidarın temsilcilerine de sesleniyorum;

Kandıra Gıda Organize Sanayi  Bölgesi’ni “halka rağmen” değil, halkın tercihlerine saygılı olarak, tarım dışı alanlarda kurun.

Bu halk, sanayileşmeye ve kalkınmaya karşı değil.

Bu halk, kendisine saygı gösterilmesini istiyor, topraklarını korumak istiyor!

Dünya, açlık tehdidi altındayken, bir karış toprak bile önemliyken, Allah’ın lütfettiği tarım topraklarını yok etmeyin!

Siz, yoktan toprak üretebilen bilim adamı tanıyor musunuz?

Yeter ve insaf; GÜNAHA GİRMEYİN, KUL HAKKI YEMEYİN!..

 

AKP’nin Güneydoğu kazığı

Bugün bayram.

Bayramınız mübarek olsun.

Allah, büyüklerinizle, evlatlarınızla, sevdiklerinizle daha nice bayramlara sağlık içinde ulaşmayı nasip etsin.

Dün gece Müzdelife‘de kalıp, bugün Mina‘da Büyük Şeytan‘ı taşlayacak olan ve Hac Tavafı sonunda Merve ile Safa arasında ‘Say’ larını yaparak Hac vazifelerini tamamlayacak tüm Hacı Kardeşlerimizin de Haclarının makbul Haclardan olmasını, dualarının da kabul olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.

Dün gece Güneydoğu‘da şark görevini yapan bir kardeşim aradı Bayramımı tebrik etmek için.

Görev yaptığı yer, küçük bir ilçe iken sonradan vilayet yapılan Güneydoğu‘da bir yer.

Terörün yoğun yaşandığı bir bölge.

Hoş birkaç sözden sonra, “Nasıl oraların durumu?” diye sordum.

– “Burada Devlet maalesef yok. Devlet’in yerini BDP ve PKK almış buralarda” diye cevap verdi içini çekerek.

Başbakan’ın Güneydoğu‘ya gittiğinde, “bizden başka giden yok” diye hava attığı ama giderken de gittiği bölgenin nüfusunun neredeyse iki katı kadar polis korumasında gitmesi, aslında bölgenin durumunu özetlemek için yeterli.

Geçmişten bu yana bir değerlendirme yaptığınızda, AKP İktidarı’nın sekiz yıl boyunca hüküm sürdüğü ülkemizde, adım adım gelinen bu noktanın müsebbibi olarak AKP İktidarı’nın yaptığı birçok hatadan bahsedebiliriz.

‘Güneydoğu’daki Kürtlerin oyunu alacağım’ kaygısı ile şirin görünmek adına bölgede vuku bulan derebeyliğe hoşgörü ile yaklaşmaktan tutun da, terörle mücadele edenlere reva görülen muameleye kadar birçok neden sayabiliriz.

Şu anda orada görev yapan bu kardeşimin de benimle hemfikir olduğu esas kırılma noktası, Habur’dan giriş yapan teröristlerin, davul zurna ile karşılanması oldu.

O günden sonra, terörle mücadele de, ülkenin üniter devlet yapısını muhafaza etmek de artık zor hale gelmiştir.

Zira Devlet’in Savcısı’na, Hâkim’ine, göçebe çadırları kurup, orada Kandil’den gelenleri serbest bıraktırdığınız gün, psikolojik olarak, terör örgütü ve yandaşları karşısında yenilgiyi kabul ettiniz demektir.

Teröristler ve onların siyasi temsilcileri açısından kat edilen bu mesafeyi, en iyi Ahmet Türk açıkladı.

Açıklamasında Ahmet Türk; “Cin şişeden çıktı” dedi.

Ondan sonraki gelişmelere baktığınızda; özerk bölge, yönetimde otonomi gibi, belediyelere bayrak çekmek gibi, Türkçe eğitimi boykot gibi, duruşmalarda Kürtçe savunmak gibi taleplerle karşılaştı Türkiye Cumhuriyeti.

– “Geri adım atmaları mümkün mü?” diye sordum telefondaki kardeşime.

– “Çok zor. Habur’dan önce daha bir yumuşak geçiş yapmak mümkün iken, artık pek mümkün görünmüyor” oldu cevabı.

Siyasi taassubunuzu bir kenara koyun lütfen. AKP li olsanız da, bu taassubunuzdan bir an da olsa ayrı durun lütfen.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına gidin.

Gerek terörün durumu, gerekse teröre destek veren ayrılıkçı yapının şimdiki taleplerini dile getirecek cesaretini, göz önüne getirin.

Bir de bugün ülkenin karşı karşıya kaldığı duruma bakın.

Rakamlarla gözümüzü boyayan AKP’nin ülkeye attığı bu kazığın hesabını kim verecek?

AKP li kardeşlerime sesleniyorum buradan.

AKP taassubunuza, AKP hayranlığınıza, bu ülkeyi ne olur daha fazla feda etmeyin.

Anahtar sizde.

Ne olur daha aklı selim davranın.

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının İstanbul Ziyareti (1)

0

Aydınlar Ocağı mensupları, fırsat buldukça gerek Kocaeli dahilinde ve gerekse Kocaeli haricinde olsun zaman zaman birtakım ziyaretlerde bulunmak ve yapılan bazı davetlere icabet etmek maksadıyla geziler tertip etmektedir.

İşte bu ziyaretlerden birisi de, geçtiğimiz günlerde 06 Kasım 2010  Cumartesi günü İstanbul’a yapılmıştır. Zira bu tarihte, Kocaeli Aydınlar Ocağı İlim ve İstişare Kurulu Üyesi Av. Ruhittin Sönmez ve Dr. Ayşe Gülden Sönmez çiftinin biricik kızları Merve’nin saat 15.30 da Şişli evlendirme Dairesi’nde nikah merasimleri yapılacaktı. Nikah merasiminin tarihi günler öncesinden belli olduğu için İstanbul’a gidilmişken bu arada başka ziyaretlerinde yapılmasını teminen bir program yapılması uygun görülmüştür.

Bu cümleden olarak, yapılan bu programa göre nikah merasiminin yanı sıra uzun zamandan beri Davette bulunan Avrupa Aydınlar Ocağı Başkanlığı’nın davetine icabet edilerek, aynı günün akşamı, Müteveffa Prof. Dr. Ömer Kasımoğlu’nun bundan bir süre önce vefat eden eşi için damadı ve  kızına başsağlığı dileğinde bulunulması da kararlaştırılmıştır. Bu minval üzere 06 Kasım 2010 Cumartesi günü İstanbul’a gitmek üzere harekete geçilmiştir. Bu ziyarete;

           –  Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar ve eşi Nursel Okyar

           –  İSU Yönetim Kurulu Üyesi Dr. İbrahim Kahraman ve eşi Fatma Kahraman

           –  Yeminli Tercüman Cemal Barış ve eşi Hatice Nur Barış

           –  İzmit Belediyesi Koordinatörü Harita Mühendisi Ali Kahraman

           –  Bahçecik Eski Belediye Başkanı İbrahim Gencer ve eşi Nurhayat Gencer

           –  Bilgisayar Öğretmeni Yunus Özen ve eşi Göksu Özen

           –  İSKİ Eski Yönetim Kurulu Üyesi Musa Ordu ve eşi Reyhan Ordu

           –  Dr. M. Şefik Postalcıoğlu ve eşi Zeynep Postalcıoğlu

           –  Eczacı Selçuk Arslan’ın eşi Gül Arslan

           –  Petrolcü Orhan Çakar’ın eşi Adile Çakar

           –  Sanayici Günay Gülcü

           –  Endüstri Mühendisi Mustafa Toka

           –  Tersane çalışanı Cavit Sözer eşi Seçil Sözer

           –  Petkim’den emekli İdris Türkmen iştirak etmiştir.

Bu arada şu hususu ifade edeyim ki, bu listede bulunanlardan, her zaman bu nevi Seyahatlerde mutlaka eşleri ile birlikte görmeye alıştığımız Ali Kahraman eşi Asuman Hanımı hac  farizasını yerine getirmek üzere Mukaddes Topraklara gönderdiği için, Gül Arslan’nın Bey’i Selçuk Arslan sahibi olduğu eczaneyi bırakamadığından, Mustafa Toka’nın da o gün için rahatsız olan eşini evde  bırakmak mecburiyetinde kalması sebebiyle bu defaya mahsus olmak üzere bu seyahata tek olarak katılmışlardır. Ayrıca bu seyahat da Ocak Sekreteri Hasan Uzunhasanoğlu’nu da aramızda göremedik. Herhalde mühim bir işi sebebiyle gelemedi. Yoksa Hasan Bey bu nevi toplantılara mutlaka iştirak ederdi.

Yapılan program gereğince heyet 06 Kasım 2010 Cumartesi günü, kiralanmış olan bir midübüs ile Perşembe  Pazarı’ndan saat 11.oo civarında İstanbul’a müteveccihen hareket etmiştir.

Programa göre saat 12.30 civarında Avrupa Aydınlar Ocağı’nın Bakırköy İncirli Caddesi üzerinde bulunan dernek binasında bulunulması gerekiyordu. Fakat her zaman olduğu gibi o günde İstanbul’da çok yoğun bir trafiğin olması sebebiyle ancak saat 14.00 sıralarında varabildik. Halbuki orada en az iki saat kalmamız icabediyordu. Fakat yukarıda izah edildiği üzere elde olmayan sebeplerle oradaki ziyareti 45 dakikaya sığdırmak  mecburiyetinde kalındı.

Avrupa Aydınlar Ocağı dernek binasına vardığımızda başta ocak başkanı Av. Hidayet Gümüşsoy ve eşi  Şahnur Gümüşsoy, Yönetim Kurulu Üyesi Ferit Hassa ve eşi Av. Meryem Hassa, Av. Nilgün Er ve diğer ocak görevlileri heyetimizi çok samimi bir şekilde karşıladı. Karşılıklı tanışma faslından sonra Başkan Ahsen Okyar yarı şaka yarı ciddi olarak Ocak Başkanı Hidayet Bey’e, biliyorsunuz saat 15.30 ‘da nikah var. Zannediyorum sizde oraya gideceksiniz. Bu bakımdan yapacağınız ikramları en kısa süre zarfında yaparsanız memnun oluruz dedi. Bunun üzerine orada bulunan bütün ocak mensupları, İzmit’ten gelenler bir taraftan öğle namazlarını kılarken, çok seri bir şekilde hazırlamış oldukları ikramları ortaya getirdiler. Fakat şu hususu samimiyetle ifade edeyim ki, getirilen ikramın menüsü tam bir sürpriz oldu. Zira kazan büyüklüğünde iki tepsi Özbek pilavı yapmışlar, kenarlarına da iki kuzuyu bütün olarak kızartıp ayrı ayrı tepsilerin üzerine koymuşlar.

Bu manzarayı gören İzmit’ten gelen arkadaşlar esasen zamanın ilerlemiş olması münasebetiyle acıkmış olduklarından iştahlarının bir hayli kabardığı her hallerinden belli oluyordu. Yanına ayran ve salata da ilave edilmiş olan tepsilerin birisi beylerin, diğeri de hanımların önüne konuldu. Ya Bismillah deyip yemeye başladık. Yemek esnasındaki manzarayı yazıyla anlatmak mümkün değildir. Çünkü o anı anlatmak değil yaşamak lazım.

Çok leziz olan kuzulu Özbek pilavı yenildikten sonra, hemen arkasından pasta ve çay ikramı yapıldı. Kısa süre içerisinde ikram faslının tamamlanmasından sonra, Avrupa Aydınlar Ocağı Üyelerine ayrı ayrı plaket ve kitap takdimi yapıldı. Hep birlikte hatıra fotoğrafı çekildikten sonra ancak saat 14.45 ‘e doğru oradan ayrılabildik.  Ayrılırken de yine Ocak üyeleri, başta Ocak başkanı Hidayet Gümüşsoy olmak üzere bütün üyeler arabaya kadar gelerek bizleri uğurlamak nezaketinde bulundular.

Bu ziyaret esnasında, üyelerimize karşı gösterilen hüsn-ü kabul, güler yüz ve tatlı dil hepimizi ziyadesiyle memnun etti. Bu vesile ile kendilerine Kocaeli Aydınlar Ocağı adına çok teşekkür ediyorum. Bizde onları İzmit’e davet ettik. Bakalım aynı ağırlıkta onların misafirperverliğine cevap verebilecek miyiz? Ancak benim kanaatim onlardan aşağıda kalmayacağımız istikametindedir.

Şişli Evlendirme Dairesi’nde 15.30’da yapılacak nikah merasimine yetişmek üzere son sürat, tavsiye üzerine Bakırköy-Sirkeci sahil yolunu takip etmek üzere yola çıktık. Fakat buna rağmen yine trafiğe takıldık. Ayrıca nikah salonunu içimizde bilen kimse olmadığı için sora sora nikah saatinin de iyi bir tevafuk eseri olarak 15 dakika ileri kayması sebebiyle nikaha tam zamanında yetiştik. Sonradan Ruhittin Bey’in söylediğine göre birçok davetli, nikaha yetişemeyip yollarda kalmış. Neyse ki biz İzmit ekibi olarak tam zamanında nikah dairesine gelmeyi başarmıştık.                                                                                                                     

                                                                                                                    Devam Edecek…

Not:Muhterem okuyucularımın mübarek Kurban bayramını tebrik eder hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ederim.

Suret Topluluğundan Geç Gel, Ruh Topluluğunu Seç

0

Mevlana’nın Mesnevisi’nde geçen aşağıdaki fikir ve hükümleri; bir de, “millet” mefhum ve kavramına açıklık getirmesi bakımından düşünelim:

“Sayıların çokluğu gözümden düştü, çokluk manasını kaybetti.”
Vaktaki basiret gözüm… iç yüzünü gördü, cismani olan adetlerin çokluğu gözümden düştü ve bu çokluğun kıymeti kalmadı… (Çünkü), halkın bu ta’datı (sayı çokluğunu ileri sürmesi) fitnedir (insanları karar almakta tereddüte düşüren bir imtihan ve sınavdır). Mesela halkın “Bu birdir ve onlar yüzdür.”…demeleri fitne-i azimedir (büyük bir fitnedir. Nitekim ayet der:) “Biz onların miktarını (sayısını) ancak bir fitne (sınama aracı) kıldık.” (Müddessir, 74 / 31)    

Hangi yüz, hangi elli, hangi altmış veya yüz binden bahs ediyorsun? Sen şimdi, o halk-ı kesire (sayısız halka) altmış veya yüz veya bin diyorsun… Halbuki onlar hiçtir; ve bu (bir hükmünde olan aynı keyfiyette olan azlık) bin ve yüz binlerce bindir… “Sayılınca azdır, fakat kuvvet ve mukavemete gelince çoktur.”

“Yıldızlar çoktur, güneş ise birdir. Birdir amma, güneşin önünde yıldızlar darmadağın olurlar, görünmezler.”

Yani, güneş doğduğu vakit yıldızların ziyası (ışığı) kaybolduğu gibi, … sair (diğer) insanların vesait-i tabiiyye (tabii / doğal vasıtalar  / araçlar) ile olan tasarrufatı (yaptıkları) muattal olur (bir şeye yaramaz).

“Binlerce fare başkaldırsa, kedi ne korkar, (ne çekinir) ne de (bir) tehlike sezer.”

Mesela binlerce sıçan meydana çıksalar; kedi onlardan ne çekinir, ne de korkar.

“Nasıl olur da fareler, toplanıp kedinin karşısına çıkarlar? Onlarda öyle bir yürek, öyle bir topluluk ruhu yoktur ki.”

(Çünkü) sıçanlarda cesaret olmadığından meydana çıkamazlar. Zira onların canının içinde cem’iyet ve ittihad (birlik ruhu) yoktur. Her birisi… kendi nefsini ve varlığının kaydındadır. Nitekim sure-i Haşir’de münkirler (inkarcılar) hakkında ‘tahsebühüm cemian ve kulubühüm şetta.’ (Haşir, 59 / 14) yani ‘Ey Resulüm! Sen onları müctemi’ (derli toplu) ve müttehid (birlik halinde oldukları şekilde) zannedersin, halbuki onların kalbleri müteferriktir (her biri başka telden çalmaktadır).’ buyurulur.

“Topluluk, cemiyet; suret bakımından olursa bir mana ifade etmez, (çünkü görünüşteki topluluk) faydasızdır. Aklını başına al (kendine gel) de, Allah’tan (yani işleri onarandan, anlam alemindeki) mana topluluğu, ruh topluluğu iste.”

Yani, kalplerde ittihat (birleşme) olmadıktan sonra, suretlerde olan cemiyet ve topluluk beyhudedir ve boştur. Agah (ve uyanık) ol! Fail-i Hakiki (Gerçek Yaptırıcı)dan mana ve ruh cemiyetini ve topluluğunu iste!

“Topluluk, cemiyet; cisimlerin, bedenlerin çokluğundan meydana gelmez. Şu cismimiz (i bedenimizi) de ismimiz gibi (yel üstünde duran bir şey bil. Çünkü) boş bir şeyden ibarettir.”

Yani, birçok şahısların bir yerde toplanması, her ne kadar zahirde (ortada) bir cemiyet (varmış gibi) görünür ise de, kalplerinde ittihat (birlik ve beraberlik ruhu) bulunmadığı vakit,
o cemiyet hakiki bir cemiyet değildir. Zira cisimler, isimler ve lakaplar gibidir. Ve isimler harf ü savt (harf ve ses) makulesi (çeşidi)nden ve harf ü savt ise, hakikatte nefes ve hava üzerinde kaim (ve var) olup sebatı yoktur. İşte cisimler de, isimler gibi böyle sebatsızdır.

“Farenin gönlünde bir topluluk duygusu olsaydı, gayrete gelirdi de, birkaç tane bir araya toplanırdı.”

Yani, sıçanların kalbinde bir cemiyet ve ittihat (birlik şuur ve bilinci) olaydı, bu kadar sıçan bir yere toplandığı vakit, kediye karşı öfkelerinden ve gayretlerinden veyahut nefislerini muhafazadan dolayı müttehiden ve müçtemian (hepsi birden ve hepsi aynı zamanda) hareket ederler idi.

“Fareler bir araya toplanırlardı da, birer fedai gibi göz açtırmadan kedinin üstüne atılırlardı.”

Yani, sıçanların kalplerinde bir fedai gibi cemiyet ve ittihat (birlik ruhu) olaydı, kendilerini; bir mühlet (bir süre) vermeksizin, hemen kedi üzerine bir hamle edip çarparlar idi.

“Birisi, kedinin gözüne pençe atar, oyardı, öbürü dişi ile kulağını yırtardı.”

Yani sıçanlar müttehiden (hep birden) hücum edip kimisi kedinin gözünü çıkarır ve kimisi de kulağını yırtar idi.

“Bir başkası onun böğrünü delerdi. Böylece kedinin; bu fare cemaat (ve topluluğ)undan kurtulması mümkün olamazdı.”

Kediye hücum eden sıçanlardan diğeri de, kedinin yanını ısırıp deler idi ve o kedinin sıçanların cemiyetine karşı “def’ olun!” diye onları kovması kaybolur ve hükmü kalmaz idi.

“Fakat, farenin canında cemiyet (ve topluluk ve bir arada olmaklık) fikri, (yani) topluluk düşüncesi yoktur. Bu sebeple fare, kedinin sesini duyunca, ödü kopar, canı bedeninden fırlar.”

Fakat her bir sıçanın ruh-ı hayvanisinde (hayvansal ruhunda) cemiyet ve ittihat (topluluk bilinci ve) kuvveti yoktur. Kedinin sesini duyduğu gibi, onun ruhunda kendisine göre olan aklı ve tedbiri (yapması gereken şeyler) sıçrayıp gider.

“İsterse farelerin sayısı yüz bin olsun, fare kurnaz kedinin karşısında, korkusundan cansız gibi (kaskatı bir hal alır ve) kurur kalır.”

Yani, sıçanların adedi (ve sayısı) ne kadar çok olursa olsun, hareketi çok olan kediyi görünce, o sıçanların cümlesi kupkuru ve cansız ve müncemit (donmuş) bir hale gelirler.

“Kalabalık sürüden kasap korkar mı? Aklın çokluğu uykuyu giderebilir mi?”

Yani, kalabalık ve çokluk olan koyun sürüsünden; kasabın korkusu ve gam(ı) olur mu? Ve keza (bunun gibi) aklın (da), birçok düşünceleri ve fikirleri olur. Cisme uyku galebe ettiği (baskın geldiği) vakit; dimağ bi-tab olub (yorgun düşüp), o fikirler ve düşünceler cisme müstevli olan (yayılan) uykuya mani (ve engel) olamaz. Zira kasap, koyun sürüsüne ve uyku akla ve fikre galip (ve üstün)dür.

“Allah mülkün sahibidir. Hikmetinden sual olunmaz. Arslan’a öyle bir güç, öyle bir kuvvet verir ki tek başına olduğu halde, arslanlar topluluğunun kudretini kendinde hisseder de yaban eşeği sürüsüne korkmadan saldırır.”

Yani, Hak Teala hazretleri mülkün maliki ve sahibidir. Arslan’a bir cemiyet-i kalb (aynı şekilde düşünen bir topluluk ruhu) verir ki, kuvvetli ve mühacim olan (hücum edip saldıran) yaban öküzlerinin sürüsü üzerine hücum eder ve onlarda arslandaki cemiyet-i kalb olmadığından hepsi korkup kaçar.

“On çatallı boynuzları olan yüz binlerce yiğit geyik, arslanın saldırışına karşı (yoka döner) adeta yok olur, gider.”

Yani, on boynuzlu olan yaban öküzlerinin birçoğu, arslan korkusu önünde yok gibi olurlar. Yahut nasıl yok olurlar ve kendi kuvvetlerini ve varlıklarını kaybederler?

(Metnin alıntılandığı eser: Şerh-i Mesnevi Cilt:18, Terceme ve Şerheden: Şefik Can, s: 54-56. –  Açıklamaların alıntılandığı yapıt: Mesnevi-i Şerif Şerhi, Cilt:12, Ahmed Avni Konuk, İstanbul – 2008  s.359 – 362)

Mesnevi beyitlerinin anlam ve açıklamalarından anlıyor ve farkına varıyoruz ki; kemiyet, nicelik ve sayı çokluğu asıl değildir. Bununla beraber, nitelikli olmak kaydıyla, sayı çokluğu da şüphesiz önemlidir.

İşte  “millet”; kuru sayı çokluğu yani, rastgele bir karışım değildir. Nitelikli fert ve bireylerin topluluğudur. Çünkü, keyfiyetli / manen yüklü ve nitelikli azınlık, sayı üstünlüğü  olanlar karşısında; -çok zaman- üstün gelmiş ve gelecekte de yine -ekseriya- başarılı olacaktır.

Nitekim, soracak olursak:

Tarihte, idare edilenler mi çoktur? Yoksa, idare edenler mi? Tabii ki, idare edilenler… Ama bu sayı üstünlükleri, idare edilmelerine engel değil. Aynen bunun gibi bazı milletler de keyfiyetleri gereği, daha doğrusu yaratılışlarındaki idare edicilik vasıflarından ötürü, başka milletleri yönetir olmuşlardır ki, bunların içinde “Türk Milleti” başta gelir. Nitekim, tarih bunun en büyük şahidi ve tanığıdır.

Yine İslamiyet milliyeti davasıyla, İslam dininin ilk mensupları da; edindikleri keyfiyet ve nitelik sebebiyle, çok kısa zamanda Arabistan sınırlarını aşmışlar, bir anda Asya, Anadolu ve Kuzey Afrika’ya yönelmişler Cebelitarık boğazını geçerek İspanya’yı fethetmişler ve Paris yakınlarına kadar gelerek  -Miladi 732 yıllarında-  Avrupa’yı titretmişlerdir.

Hak din İslam’ın sesini onlara; işte bu millet oluş keyfiyetinin verdiği kendine güven, cesaret ve cüretle arkalarına bakmadan meçhul ufuklara yönelmenin heyecanıyla, dur durak bilmeden, İslam’ı cihana yaymışlar ve böylece büyük başarı ve zaferler kazanabilmişlerdir. İslam’dan önceki Ömer; nasıl sıradan bir insanken; İslam’dan sonra bambaşka bir şahsiyet olmuşsa:

İslam’dan önce sentez ve terkip nedir bilmeyen Arap da; İslam’la keyfiyet ve nicelik kazanmış. Ruh ve mana sahibi olmuş. Bu ruh ve manayı başkalarına da taşıması lazım geldiğinin şuur ve bilinci içinde, kalabalık oluştan millet oluşa geçmiş. Daha doğrusu geçirilerek, dünya tarihine bir Şimal Yıldızı gibi doğmuş. Cihana İslam’ın ışığını saçmakta gecikmemiştir.

Demek ki, sayıyı az görerek tereddüt ve çekince göstermek; İlahi fitneyi / İlahi sınavı kaybetmek demektir. Oysa, nice azlar, nice çoklara galebe etmiştir. Çünkü; keyfiyetli, ruhlu ve anlam yüklü topluluklar; kuru yığınlar olmaktan çıkar. Keyfiyet edinmekle kemiyet sahiplerine galebe ederler.

Güneş doğduğu vakit yıldızların ışığı nasıl kayboluyorsa, halkların “millet” oluşlarıyla da, her kafadan bir ses çıkma hali arz eden kaos durumu son bulur. İnsanlar terkip ve senteze dönüşür. “Millet” zirvesine erişmiş olurlar.

Toplu görünümler birlik ve beraberlik arz etse de; eğer kalplerde ittihat yoksa, yani aralarında manevi bağlar mevcut değilse, kalpler müteferrik, yani farklı düşünceler içinde ise, başka başka amaçlar güdüyorsa, orada “millet” oluşumu yok; fakat kuru bir yığın var demektir.

Yine bu beyitlerden anlaşılıyor ki, millet; mana ve ruh topluluğudur. Demek oluyor ki,
millet; aynı gaye ve maksatta buluşanların, aynı müşterek din ve dilde görünenlerin, aynı vatanda gösterdikleri maddi-manevi dayanışmanın müşahhas ve somutlaşmasından başka bir şey değildir.

İşte böyle bir millet Arslan gibidir. Arslan, hiç Yaban Öküzlerinin çokluğundan  korkar mı? Çünkü onlarda Arslan’a karşı koyacak bir kalp birliği, yani maneviyat yoktur. Ama Arslan’da kalp birliği vardır. Zaten, mana maddeye her zaman hakimdir. Tıpkı bedenin birçok aza ve organına, ruhun -tek başına- hakimiyeti gibi.