7.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1168

Hayvan ve Et İthali – 2

0

Hayvancılığımızın sıkıntılardan kurtarılıp ileri seviyelere taşıyabilmek için ne tür tedbirler almak gerektiğini maddeler halinde sıralamam gerekirse;

1-Hayvan sayılarına baktığımızda koyun keçi sayısında önemli düşüşler gözlenmektedir. Özellikle koyun yetiştiriciliğine önem vermemiz gerekmektedir.

2-Ucuz yem girdisi sağlanmalıdır. Maliyetin yaklaşık %70-75’ini yem oluşturmaktadır. Bu ürünün maliyetinde önemli bir etkendir. Ucuz yemin kaynağı silaj ve yem bitkisi üretimidir. Uzun yıllar meralarımız aşırı otlatma sonucunda verimi düşmüştür. Bunun yanında meraların sanayi ve iskana açılması nedeniyle istenilen fayda sağlanamamaktadır. Öncelikle meraların amaç dışı kullanımı önlenmeli ve gerekli tedbirler alınmalıdır.

3-Desteklemeler: İleriki yıllara göre hayvancılık desteklemeleri tarım içindeki payı %4’ten %21’lere çıkarılmış olduğu gözlenmektedir. Bu çok önemli bir gelişme olup diğer ülkelere baktığımızda daha fazla destekleme yapılması kaçınılmazdır. Ayrıca verilen bu destek ve kredilerin amacı dışında kullanılmasının önlenmesi denetim mekanizmasının tam olarak işletilmesi.

4-Irk Islahı: Hayvancılıkta alınan verim çok önemlidir. Bu nedenle ülkemizde hem et, hem süt verimi yüksek ırkların tohumlarıyla tohumlanarak et süt verimi artırılmaya çalışılsa da istediğimiz seviyede değiliz. Gerek suni tohumlama gerekse tabi tohumlamaya önem vermeli destekler artırılmalıdır.

5-Çiftçi Eğitim ve yayımına veteriner hizmetlerine önem verilmeli. Kullandırılan kredilerin mümkünse daha çok bu konuda bilgili ve ilgili insanlara verilmeli. Bu konuda işsiz Veteriner Hekim, Ziraat Mühendisi, Ziraat Teknisyeni, Veteriner Sağlık Teknisyenlerine öncelik sağlanabilir.

Sonuç olarak hayvan ithalatı devam etmeli mi sorusuna gelince asla bu şekilde Hayvan ithalatına bu şekilde devam edilmemelidir. Baktığımızda bu günlerde hayvancılık konusunda alınan tedbirlerin olduğunu görüyoruz faizsiz 7 yıl kredinin verilmesi yem bitkileri ve süte verilen teşvik pirimi bunların takip ve denetimi çok iyi yapılmalıdır. Hayvan ithalatı yapılmak isteniyorsa Ülkemizde yaşama kabiliyeti ve iklime uyma özelliği olan ırklardan Damızlık Kültür Gebe Düve ithal edebilir. Bu hayvanların doğumu sonucunda melezleme yolu ile yüksek verimli ırklar oluşturabiliriz. Artık küçük aile işletmeciliğinden çıkıp küçük orta ve büyük ölçekli işletmeler kurup bu işi daha teknik ve profesyonelce yapmak gerekir. Avrupa ülkelerine baktığımızda et ve süt veriminin ülkemize göre çok yüksek olduğunu görmekteyiz.

Bu nedenle artık anadan. babadan, kalma yöntemlerle bu iş yapılamaz.

 

Sen Vatan Haini Misin Naci?

Yıllar öncesi, 1960’lı yılların başı.

O zamanki adıyla Yarımca sahilinde İPRAŞ kurulmuş, Körfez çevresinde yeni sanayi tesislerinin kuruluş haberleri gelmektedir.

Kentin “ileri gelenleri” içinden kimileri de, sanayi tesislerinin hızla yayılmasından mutludurlar! “Sanayileşeceğiz, zenginleşeceğiz, çocuklarımız iş sahibi olacak” diye anlatmakta, çevre kaygısıyla “aman dikkat edelim”  diyenlere kızmaktadırlar!

Onlar, kendi açılarından haklıdırlar!

Arazi satacak, arazi satışlarına aracı olacak, kurulacak sanayi tesislerinin bayiliklerini alacak, “daha çok varlık sahibi” olacaklardır!  Olmuşlardır da!

İşte, o günlerden birinde, rahmetli Naci Girginsoy, Türkyolu Bizimşehir  gazetesindeki köşe yazısında, “eğer gerekli önlemler alınmazsa, Körfez’in kirletileceği, balık varlığının yok olacağı” endişelerini dile getirmekte, “Körfez’e kıymayın efendiler” diye yazmaktaydı.

İşte, o günlerden birinde, Naci Girginsoy ve birkaç arkadaşı, Halkevi binasındaki Şehir Lokantası’nda yemektedir. Bir süre sonra, lokantaya kentin o “ileri gelen” kişilerinden biri girer. Herkes gibi Naci Bey de gelen kişiyi saygı ile selamlar. O “ileri gelen kişi” asık bir yüzle Naci Bey’e seslenir; “Sen vatan haini misin Naci?”

Naci Bey ve arkadaşları donup kalmışlardır!

O günlerin üzerinden yıllar geçer ve İzmit Körfezi, bu kentin çevresindeki doğal alabalıkların hoplaya zıplaya yaşadıkları akarsular, toprak ve hava sanayinin kirli atıklarıyla çöplüğe döner. O güzelim balıklar; Kırlangıçlar, Karagözler, Tekirler, Uskumrular ve Istakozlar yok olur!

Birilerinin zenginleşmeleri uğruna gelecek nesillerin doğal hakkı olan doğa katledilir!

Sonra, bu kirliliği önleyebilmek adına, gelecek nesillerin rızkından kesilerek arıtma tesisleri yapılır!

Bu kentte kuşaklar boyu yaşamış ve yaşamakta olan ailelerin çocukları bugün de büyük ölçüde işsizdir, yoksuldur!  Ama, bu kentle hiçbir tarihsel geçmişi olmayan kimileri bu kentin doğasının canına okuyarak büyük varlıklara sahip olmuşlardır ve onlar artık bu kentte yaşamamaktadırlar!

Kitap okuma kültürü olanlara, Naci Girginsoy’un “MAVİNİN ÖLÜMÜ” adlı öykü kitabını okumalarını ve bu kentte doğal varlıkların ırzına nasıl geçildiğini görmelerini dilerim!

Altını çizerek soruyorum; “Bilim ve teknolojide bunca hızlı adımlar atıldı. TOPRAK ÜRETEN bilimsel bir buluş oldu mu?”

Eski insanlar, tepelerde yaşar, “OVALARDAN BESLENİR” iken, ovaları fabrika ve konutlarla doldurmak, “verimli topraklarım içine etmek” uygarlık mıdır?

Şimdi sıra, Kandıra’nın verimli tarım alanlarına mı geldi?

Kimi gazeteci kardeşlerimiz; “Kandıra Gıda Organize Sanayi Bölgesi’ne karşı çıkmayı anlayamıyorum” diyor!

Ben de bu kardeşlerimin mantığını anlayamıyorum!

Kandıra köylüsü; “Sanayi olmasın” demiyor! “Biraz ötede tarım dışı alanlar var, alın orada kurun” diyor.

ÇAL mevkiinde bir zamanlar “KETEN İŞLEME FABRİKASI” kuruldu. Köylünün sırtından kolay para kazanmaya alışmış mütegallibe takımı ne yaptı etti, bu girişimi yok etti! Kandıra köylüsü de keten üretimine tövbe etti. Oysa, Kandıra keten üretimi ve sanayisi ile ulusal ve uluslar arası ölçekte tekstil sektöründe büyük başarılara imza atabilirdi.

Bugün bile bunun için geç değildir.

Ama niyet, Kandıra köylüsünü kalkındırmak, ülke ekonomisine yeni katkılar sağlamak mı, belirli bir kesime kolay zengin olma yollarını açmak mı? İşte bu sorunun net bir yanıtı yok!

Neden tarım alanlarında sanayi kurmada ısrar ediliyor?

Neden köylünün sesine kulak verilmiyor?

Toprak yok olursa, sizin çocuklarınız, torunlarınız nasıl beslenecek?

Çevreye duyarlı, geleceği ve ülke çıkarlarını düşünen insanları “vatan haini” diye suçlama uyanıklığından ne zaman vazgeçeceksiniz?

 

Türk Dış Politikasında Kıta Sahanlığı ve Füze Kalkanı

Aslında yazının başlığı “Hep Türkiye mi Kaybedecek?” olmalıydı diye çok düşündüm. Zaten Türkiye kaybedince, ister Türkiye’de, isterse Türk coğrafyasının herhangi bir noktasında yaşasın hep kaybeden Türkler olduğuna göre, o zaman başlığın “Hep Türkler mi Kaybedecek?” diye olmasının daha doğru olacağına karar verdim.

Stratejinin en  önemli kurallarından biri; düşmanın iç karmaşasından yararlanmak, bununla oluşan zayıflığını ve kontrol yetersizliğini kullanmaktır. Bunu yapmayı başarabilirsen gecenin karanlığından ürkmeden rahatça uyuyabilirsin.

Eğer savaşma gücün ruhen azalıyorsa ve ülkene  fikri karışıklıklar hakim olmuşsa, karşımızdaki hasım güçlerin hedeflerinin tahakkuku için uygulayacağı strateji, işten eve dönüp dinlemek kadar kolay hale gelecektir.

Bu sebeple Yunanistan, dengemizin bozulmasından en fazla yararlanan ve üzerimize stratejik olarak gelen ülkelerden biridir.

Günümüzde adına çok yanlış bir şekilde Patrikhane denilen ve aslında bir melanet yuvası olan İstanbul Başpiskoposluğunun tezgahı ile Osmanlı – Türk İmparatorluğu’na karşı 1821’de çıkartılan ve 30.000’nin üzerinde Müslüman Türk’ün katli ile neticelenen Mora İsyanı ile kurulan Yunanistan; Türk topraklarını işgal ederek ve Türkiye aleyhine üç misli büyüyerek 132.000 kilometrekare genişliğe ulaştı.

Türkler, Yunanistan’a karşı; 1877 – 1878’de Osmanlı – Türk /Rus savaşı neticesinde bu gün Orta Yunanistan olarak geçen toprakları, 1912 yılında Balkan Savaşları ve sonrasında Selanik ile Midilli ve Girit’inde içinde bulunduğu adaları ve 1918’de Birinci Dünya Savaşı sonucunda da Batı Trakya’yı kaybetti.

Eğer İstiklal Harbi kazanılmamış olsaydı, Anadolu’nun büyük bir kısmı da Yunanistan’ın hakimiyeti altına girecekti.

Yunanistan karşısındaki dramımız bunlarla da bitmiyor. Adına “Menteş Adaları” denilen ve içinde Rodos, İstanköy gibi Ege’nin Akdeniz’e açılan adalarını barındıran topraklarımız, İtalya’nın 1947 yılında buralardaki işgaline son vermesine ve adalar Türkiye’ye ait olmasına rağmen, dönemin Türkiye Cumhuriyeti idarecileri tarafından sessiz kalınarak Yunanistan’a terk edilmiştir. Bu bir diplomasi faciasıdır. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve CHP yönetimi topraklarımızın kaybına sebep olmuştur. Toprak kaybımıza sebep olan bu konu  hiçbir zaman ilim adamları ve gazetecilerimiz tarafından dile getirilmez, bırakın ilk ve orta öğretimi üniversitelerimizde bile konuşulmaz. Yunanistan karşısında düşülen bu aciz durumdan dolayı hiçbir zaman Türk Milletinden özür dilenmemiştir.

Böylece Yunanistan; 1829 ile 1947 yılları arasında, 118 yıl boyunca üzerinde Türk nüfusun çoğunluk olarak yaşadığı Türk topraklarını alarak, Türklerin aleyhine üç misli büyüdü.

Bu büyüme Yunanistan için halen yeterli gelmemektedir. Hedef; Megola İdea (Büyük İdeal) çerçevesinde Kıbrıs’ı bir bütün halde iltihak etmek, İstanbul’u alarak adını Konstantinopolis’e çevirip burayı Ortodoks Hristiyanlığın Merkezi haline getirmek ve Karadeniz bölgemizde bir Pontus devleti kurmaktır.

Bunun için her türlü yol Yunanistan tarafından denenmektedir. Ayrıca Avrupa Birliğine üye ülkeler, medeniyetlerinin doğuş merkezi olarak gördükleri Yunanistan’ı ve Rumları her platformda pervasızca desteklemektedir.

Son günlerde Yunan basınında yer alan ve sözde Türk basınına yansıyan haberlere göre “Türkiye,Trakya (Çanakkale Boğazı çevresi) ve Ege’nin çok büyük bir bölümü hariç kıtasal Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarmasını” kabul etmiştir.

Eğer söylenenler doğruysa taraflar bir “siyasi ilke belgesi” imzalayacak ve bu belgede Türkiye bir daha Ege’deki hayati çıkarlarını,Yunanistan ise karasularını gelecekte gündeme getirmeme yükümlüğü altına girecekler.

Bu mu Türkiye’nin komşularla sıfır risk ve sorun merkezli dış politikası? Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması halinde hükümranlık hakkına kavuşacağı toprak 218 bin kilometrekareye yükseliyor. Bu politikanın Menteş Adalarını, Yunanistan’a terk eden İsmet İnönü’nün CHP’si ile Türkiye’nin haklarını hiçe sayarak, tek bir imzayla Yunanistan’ın Nato’ya dönmesini sağlayan Kenan Evren’den ne farkı var?

Lizbon’da yapılan Nato zirvesi neticesinde Füze Kalkanlarının konuşlandırılmasına dair alınan kararda  Türkiye’yi hedef ülke haline getirmiştir. Füze Kalkanlarının ana hedefinin İran olduğu Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin “Biz kediye kedi deriz. Burda tehdit İran’dır.” diye konuşmasıyla bilinenin ilanı şeklinde olmuştur. Adamlar hem bize hem de dünya kamuoyuna karşı çok netler. Ancak biz yurt içinde işbirlikçi basınla her zaman olduğu gibi yine tribünlere oynuyor ve kayıplarımızı gizliyoruz.

Cumhurbaşkanı Gül’e, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na soruyorum; komşularla sıfır risk ve sıfır sorun dediğiniz politika bu mudur? Yoksa bizim aklımızın yetmediği ve bilgimizin olmadığı başka şeyler mi var?

Eğer siz; Yunanistan’la kıta sahanlığı konusunda bir anlaşmaya varmak üzere iseniz, sizi en azından Selanik’in Türk olmayan bir paşa tarafından Yunanlılara nasıl bırakıldığını ve Rodos’un hangi ihanet ve gafletle elden çıktığını daha dün Muavenet  isimli gemimizin kaptan köşkünün nasıl füze ile vurulduğunu ve İkinci Dünya Savaşında Almanların teslim olmalarına rağmen Dresden’i bombalayarak 200.000 kişiyi nasıl katlettiklerini öğrenmeye davet ediyorum.

Onun için dış politika asla sıfır sorunlu olamaz. Bu iddiada bulunmak ve bunu dillendirmek bile hayalperestliktir. Dış politika gerçekler üzerine  oluşmalıdır.Bu nasıl bir dış politikadır ki; yüzyıllardır hep Türkler kaybetmektedir?

Biz Türkler artık kaybetmek istemiyoruz. Ne küreselciler, Ne Megalo İdea’cılar, ne bebek katilleri, ne bölücüler, ne de onların işbirlikçileri artık Türklere kaybettiremeyecek. Çünkü akşam yataklarında sıkıntıdan uyuyamayan Türk sayısı çığ gibi büyüyor. Biz Türkler  gözlerimizi açmaya başladık. Bundan sonra sıkıntı Türk düşmanlarına düşmüştür. Gazamız mübarek olsun…

Hocam Seyid Ahmet Arvasi – 1

Sanırım Ağustos ayı sonları idi. Beş arkadaş İstanbul Tıp Fakültesi’ne ( Çapa Tıp )  geçiş yapmış, diğer üç arkadaşım yurtta kalmayı tercih etmişti. Ben biraz da mecburiyetten ev bulmak zorundaydım. Babamla beraber İstanbul’a gittik, Erzurum’dan sınıf ve oda arkadaşım, dünya ve ahiretteki kardeşim, can dostum, gönüldaşım Sabri ve rahmetli babası Nedret Amca her işimize koşuyorlar, ellerinden geleni yapıyorlardı. Ali Seydi  beraber gelen arkadaşlarımdandı. Malatya Darende’li  vatanını, bayrağını, milletini, devletini canından aziz bilen güzel ahlaklı, çok sevdiğim bir Türk milliyetçisi idi. Yurtta kalmayacağını, beraber evde kalabileceğimizi söyleyince,  ev arayışımızı birlikte yapmaya başladık. Sonunda fakülteye yürüme mesafesinde Şehremini’ de iki oda bir mutfağı olan bir ev kiralayıp eşya getirmek için memleketlerimize döndük.

İlkokul ve ortaokulu Bergama’da bitirip İzmir Atatürk Lisesi’ne kaydolmuştum. Lisede okurken Kemal Fedai Coşkuner ve Doğu Türkistan’lı Burhanettin Semerkantlı Amca’yı tanımak şerefine erişmiştim. İkisinin de üzerimde büyük tesirleri olmuştu, onlardan çok şey öğrenmiştim. Burhanettin Amca’nın bizim neslin üzerinde büyük emeği vardı. Kendisi o yıllarda altmış beş yaşlarındaydı. Bergama’dan İzmir’e geçmek isteğimi, babam ihtilal ortamında sık sık başımıza gelenlerden dolayı geri çeviriyor, evden dahi dışarı çıkmamı istemiyordu. Sonunda güç bela izin koparıp, İzmir’e gidebildim. Burhanettin Amca’yı Kemeraltı’nda buldum, büyük haz duyduğum sohbetlerinden birisini daha dinleme fırsatı nasip olmuştu. Kendisine İstanbul’a gideceğimi bildirince, S. Ahmet Arvasi Hoca’yı görmemi, selamını iletmemi söyledi. Arvasi Hoca ile ilgili güzel şeyler anlattı, Hoca’yı yakından tanıyor ve çok seviyordu. Ondan bahsederken saygı ve hürmet doluydu. Lisede iken hergün, Hergün gazetesi alır, birinci sayfayı okumadan ikinci sayfadaki Hoca’nın Türk-İslam Ülküsü köşesini okur, sonra da itina ile köşe yazısını keser ve saklardım.

Yirmi gün sonra, fakültenin öğretime açılmasından bir gün önce İstanbul’a geldim. Ali Seydi de gelmişti. Ertesi gün Arvasi Hoca’yı nasıl bulabileceğimizi tanıştıklarımıza sormaya başladık. Nihayet üçüncü gün, tanıştığım sınıf arkadaşım Fatih, Hoca ile aynı apartmanda oturduklarını, haftasonu beraber gidebileceğimizi söylediğinde çok sevinmiştim.

Cumartesi öğleyin ikide Erenköy’ de kararlaştırdığımız yerde buluşup apartmandan içeri girip, merdivenlerden bir kat çıktığımızda sağdaki kapının zilini çaldık. Kapıyı uzun boylu, hafif sakallı, gür, siyah saçlarıyla yakışıklı, güzel ve nur yüzlü Hoca açtı. Fatih, başıyla beni işaret ederek;

 -Bahsettiğim arkadaşım dedi.

Hoca bizi içeri aldı. Holden sonra perdeyle bölünmüş odaya geçtik. Kendimi tanıtıp, Burhanettin Amca’nın selamını söyledim. Burhanettin Amca’yı çok sevdiği anlaşılıyordu. Ancak sanırım yeni görüşmüşlerdi, ya da benim intibam böyleydi. Aklıma takılan birkaç soruyu sordum, ancak aldığım cevaplardan  birinden hiç hoşlanmamıştım, belli etmedim. Düzgün, sade bir anlatımla konuşuyor, fakat konuştukça  daha fazla etkisi altına alıyordu. Kendisini çok iyi yetiştirdiği, çok kitap okuduğu, çok dolu olduğu ilk andan itibaren fark ediliyordu. Etrafına enerji veriyordu. Kelimelerle anlatılamayacak kadar müthiş dinamizmi insanı hayrete düşürüyordu. Bizimle iki saatten fazla sohbet etti, kalkarken bir daha ne zaman ziyaretine gelebileceğimi sordum.

-Ne zaman isterseniz. Benim kapım  her zaman açık dedi.

Ertesi günü gelip gelemeyeceğimi sordum, olumlu cevap alınca geleceğimi söyleyerek kalktık. Yine elini öpmek istedim, öptürmedi, “âlimlerin, ana-babanın eli öpülür” dedi. Daha sonraki yıllarda da birkaç kez elini öpmeye çalıştım, ama muvaffak olamadım.

Pazar günü saat ikide Hocam’ın ziline basıyordum. Kapıyı güler yüzüyle açıp adımla hitap ederek içeri aldı. İki saatlik sohbetin sonunda zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Oğlu, sevgili kardeşim Murat’ı  genç bir delikanlıyken ilk olarak gördüm. Yaşına göre çok olgun, ağırbaşlı, efendi idi.

İhtilal ortamında bin dokuz yüz seksen ikide ocağın yeniden kurulması, yeniden teşkilatlanılması bizzat Hocamızın bilgisi dahilinde olmuş, can kardaşım, gönüldaşım Sait Gönen’le tanışmamızı sağlamıştır. Ocak başkanı iken Hocamızı ziyarete gittiğimiz bir gün arkadaşım bu ortamda, zor şartlar altında, herkesin ümidinin azaldığı sırada kendisinin çok gayret sarfettiğini, kimsenin yardımcı olmadığını ve de çok yorulduğunu belirttiğinde  “dava adamları asla yorulmazlar. Unutmayın ki Şanlı Peygamberimiz hayatında bir kez dahi bunu kastederek artık yoruldum, bıktım dememiştir” demişti ki; bu söz ikimizi de çok etkilemişti. Bizi fikri planda yetiştirmenin yanında, öyle bir ateşliyor, heyecan, dinamizm ve kahramanlık ruhu veriyordu ki; her milli davada sesimiz, dağları delecek, deryaları aşacak kadar kendinden emin ve daha gür çıkıyordu. Hakikatte gençlik; idealsiz, davasız, en dinamik olması gereken çağı, kahvede, diskotekte geçen şaşkın, ürkek, korkak, kısık sesli olmamalıydı.

Artık her hafta sonu genellikle arkadaşlarımla Ocaktan Hocam’a gidiyorduk. İzmir’deki arkadaşlarıma bahsettiğimde onlar da ziyaret etmek istediler. Mehmet Karanfil, Sıddık, Ömer Kaplan, Cevat Güldoğan, iki üç ayda bir Veli Öztürk zaman zaman İstanbul’a geliyorlar ve Hocamızı ziyaret ediyorduk. Burhanettin Amca’yla zaman zaman görüştüklerini zannetmeme rağmen dünya gözüyle hiç görüşmediklerini öğrenince çok şaşırmıştım. Birbirlerini hiç görmedikleri halde çok seviyorlardı.

Şuurlu bir Türk milliyetçisiydi. Tıpkı on yedinci yüzyılda yaşayan müfessir Vani Mehmet Efendi gibi düşünüyor, onun bundan üç yüz yıl önce <<Arais-ül Kur’an>> adlı kitabının ikinci cilt, ikiyüz ellinci yaprağında yazdığı gibi;  <<den Türkler, Kur’an’ da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki; bu konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur.>> derdi, Oğuz Han’ın Zülkarneyn Peygamber olduğuna inanırdı. Sık sık Oğuz’un çocukları dediğinde gözleri ışıldar, sesi gürleşirdi. Aydınlar Ocağı’ndaki bir konferansta “ben Afrika’nın ortasında kapkara bir zenci olarak dünyaya gelmiş ve bu akla da sahip olsaydım tereddütsüz Türk milliyetçisi olurdum. Çünkü ben; Türk milletinin de, İslam aleminin de, mazlum milletlerin de kurtuluşunun Türk milliyetçilerinde, Türk-İslam ülkücülerinde olduğuna Amentüye iman ettiğim gibi inanıyorum.” demesi üzerine salondaki coşku zirveye çıkmış, heyecan doruğa ulaşmıştı. Etrafımdakilerin gözleri yaşarmıştı. Geçen hafta içinde Hoca’nın adını bile duymamış milliyetçi bir genç, milliyetçiliği nasıl tarif edebiliriz ki; benim vicdanımda gönül rahatlığıyla “hah işte bu” diyebileyim dediğinde bu hatıramı anlattır anlatmaz; “işte tam tamına bu” dedi.

Çok müşfikti, hassastı, affediciydi. Yanlışından döneni affederdi, ancak dinine, vatanına, bayrağına, milletine, devletine ihanet edenleri asla affetmezdi. Bu konuda tavizsiz ve radikaldi. Türk-İslam Ülküsü birinci cilt onuncu sayfada “bu dava ve ülkünün eskimediğini; modası geçmediğini bütün Türk ve İslam düşmanları Allah’ın izni ile idrak edeceklerdir. Türk’e ve İslam’a kefen biçenlerin sonu korkunç olacaktır.” demektedir.

Türk milletini aşk derecesinde severdi. Tarih boyunca bütün milletlerin putları, müşahhas tanrıları olmuştur. Halbuki Tanrı mücerrettir. “Tarihte yontulmuş Tanrısı olmayan bir millet vardır; o da Türk Milleti’dir.” demiştir. Bu çok önemli bir sosyolojik tespittir.

 DEVAM EDECEK …

Yevmiye

Kol kuvvetini tartmazken insaf tartınız
bel boyu çamur,
gün boyu güneş altında çeltik tarlasında
karın tokluğuna
bulgur aşına kaşık sallar
etli pilavda da taş çıkar mı der gülerdik
adımız ırgat bizim
..
kenar kahvede
veresiye çayları yarım bırakıp
çağrılırdık bir, bir
kırmızı çamura gömüp hıncımızı
tel kesiği ellerle dizdiğimiz
tuğlalar gibi piştik.
yevmiye defterine
amele yazılırdı adımız
..
fabrika önünde sefer tası hizası
besmeleyle tedbir aldığımız
can verdiğimiz tersanede gemiler,
limanda tahmil, tahliye
madende kömür,
kömürde alnımızın kara yazısı
ölmek var kardeşlik
murada ermeden ölmek.
..
denileni yapacak kadar akıl
iş görecek kuvvetin en fazlası
ve
ne olsa
suskun kalacak bir vicdansa istediğiniz..
..
makine dişlisine yağ
ambarda sevkiyat kartonu
bilanço kaleminde maliyet değil ki; insan
..
haksızlığa
kime yapıldığına bakmadan
bedeni ile karşı durduğunda
ve
susmadığında,
haykırdığında
‘ İNSAN ‘

Neden Pakistan’a Gittim ?

Gazeteci ve  Devr-i Alem  Belgesel Tv  program  yapım  ve  yönetmeni  olarak  dünyanın  60’a yakın  ülkesini gezdim. Pakistan’a ilk  kez  2010 yılı’nın kurban bayramında gitmek  kısmet oldu.

Kültür Tarihimiz’de Pakistan

13 Kasım 2010 tarihinde tv 5 televizyonu ve  Cansuyu Yardımlaşma Derneğinin daveti  üzerine, Dubai üzerinden  Pakistan’ın   tarihi  Lahor şehrine gittim. 23 Kasım 2010 tarihine kadar Pakistan’ın Karaçi, İslamabad ve diger şehirlerini gezerek   belgesel  tv programı çekip Kültür tarahimizde Pakistan’ın yeri ve önemini   araştırdım.

Pakistan Ne Zaman Kuruldu?

Müslüman ve milli kimlikleri Hint ve Budist Hindistan’da asimile olmasın diye, 1947’de İngiliz sömürgesindeki Hindistan’la girdikleri kanlı bir mücadele sonrası ayrılarak, 14 Ağustos 1947’de kurulmuştu Pakistan, Adını  eyalet adlarının baş harflerinden  alan Pakistan “Pak insanların ülkesi” anlamına geliyor.

Pakistan’la İlgili  Bilgiler

Pakistan’a gitmeden Pakistan hakkında yapılmış  ilmi araştırmalar ve kitaplar  aradım. Ancak  bu konuda ” Hindistan ve Pakistan’la ilgili Prof. Dr. Azmi Özcan bey dışında  yeterleri araştrma yapılmamış. Bir çok gazeteci ve gezgin Pakistan’ı kötülerken, gazeteci dostum sayın Abdullah Muratoğlu’nun Pakistan  yazısı   ilgimi çekti. Fikret Ertan  ve Tarık  Yalçın gibi   gazetecilerin yazıları da çok  önemliydi. Keşke bu konuda başka gazetecilerde araştırmalar yapsa.

Horasan’dan Pakistan’a

Pakistan aslında bizim kültür  tarihimizin bir parçası. Horasan medeniyetinin günümüze yansıması. Horasan coğrafyasının bir bölümü. Horasan Medeniyeti  konusunda geçen yıl gidip araştırma  yaptığım  Horasan Medeniyetinin Başkenti  Afganistan yazımı (www.belgeselyayincilik.com)’da okuyabilirsiniz.

Pakistan’a gitmeden önce  bir derleme yaptım. Çeşitli  ansiklopedi, gazete ve kitaplardan   derlediğim Pakistanla ilgili yazıları  bir bütün halinde  sizlerle  paylaşıyorum. Amacım   okurlarımıza derli toplu bir bilgi sunmak. Türkiye’nin başı ağrıdığında Pakistan’ın da başı ağrır…

Türkiye ve Pakistan iki başlı bir gövde gibidir, birinin başı ağrısa, öbürünün de ağrır. Bizim de ne zaman başımız sıkışsa kardeş ülke Pakistan’ı hep yanımızda bulmuşuz. Osmanlı-Rus Harbi’nde Pakistanlılar topladıkları 125 bin Osmanlı lirası değerindeki parayı İstanbul’a ulaştırdılar. O dönemde muazzam bir paraydı… Üstelik bu yardımın yapıldığı sırada Hindistan’da kuraklık ve açlık felaketi söz konusuydu.

Pakistanlılar, ziyaret için gelen Türk Başbakanları yahut Cumhurbaşkanlarını coşkuyla ve içten gelen bir samimiyetle, “Pakistan-Turki zindabad” diyerek selamlarlar.”Türkiye ve Pakistan çok yaşa” demektir.
Türkiye ve Pakistan iki başlı bir gövde gibidir, birinin başı ağrısa, öbürünün de ağrır.
Bizim de ne zaman başımız sıkışsa Pakistan’ı hep yanımızda bulmuşuz.
Osmanlı-Rus Harbi’nde(1877-1878), Osmanlı-Yunan Savaşı’nda, Trablusgarp’ta, Balkan savaşları’nda, Birinci Cihan Harbi’nde, Milli Mücadele’de ve Cumhuriyet’te Kıbrıs’ta Pakistanlıların sadece kalpleri değil, elleri de bizimle birlik olmuştur.

Osmanlı-Hindistan ilişkileri üzerine çalışmalarıyla bildiğim Prof. Dr. Azmi Özcan, “İkbal’in torunları yardım bekliyor” başlıklı bir yazısında bakın Pakistanlıları nasıl anlatıyor:
“O Pakistan ki nice yüzyıllardır tarihi paylaştığımız, ecdadımızın dilini Urduca konuşan bir ülkedir. Ve halkı en sıkıntılı günlerimizde hep bizimle olmuş, gün gelmiş yürekleri kendi dertlerini unutup bizim için çarpmış, gün gelmiş kendilerini Türkiye’nin bir vilayeti olarak takdim edecek kadar bizimle olmuş, hatta belki de yeryüzünde eğer varsa bizi bizden çok sevebilmiş, dostluğun, kardeşliğin, kadirşinaslığın, vefanın, fedakarlığın dünya durdukça parlayacak en mümtaz misallerini sergilemiş çilekeş bir halktır.”
Prof. Azmi Özcan boşuna konuşmuyor.

Kendileri Aç İken Bize Para Gönderdiler

Osmanlı-Rus Harbi’nde Pakistanlılar topladıkları 125 bin Osmanlı lirası değerindeki parayı İstanbul’a ulaştırdılar. O dönemde muazzam bir paraydı. Üstelik bu yardımın yapıldığı sırada Hindistan’da kuraklık ve açlık felaketi sözkonusuydu. Yapılan fedakarlığa bakar mısınız, var mıdır bir örneği daha?

Hint Müslümanlar aynı fedakarlığı Osmanlı-Yunan savaşı sırasında da gösterdiler. İstanbul’a çekilen telgraflarda “Bütün servetimiz, evlerimiz, mülklerimiz feda olsun” diyorlardı.

1911’de Trablusgarp’ta İtalyan işgalcilere karşı Libya’yı savunan Osmanlı subaylarına destek için İtalyan mallarını boykot edenler de Pakistan’lılar dı. Bu boykotun İtalyanlara faturasının yıllık en az 5 milyon sterlin olduğu ifade edilir.

Balkan Savaşları sırasında Osmanlı için açılan yardım sandıklarına Pakistanlılar ellerinde ne varsa yetiştirmişlerdir. Prof. Azmi Özcan’ın aktardığı belgeye göre bir İngiliz görevlisinin tuttuğu raporda yardımların nasıl toplandığı şöyle anlatılıyor: “Herkes elindeki her şeyi Osmanlı’ya yardım için getirip bırakıyordu. Bir ara kalabalık telaşlandı, bir hareketlilik görüldü. Kucağında bebek bulunan fakir bir kadın can havliyle sağa sola koşuşturuyor, ‘Yok mudur bir hayırsever, Allah rızası için bu çocuğumu satın alsın, bedelini Osmanlı’ya göndereyim’ diyordu. Herkes şaşkın, herkes perişandı. Yürekler parçalanmıştı sanki. Hemderd olmanın bu derecesi mümkün müydü? Neyse ki bir hayır sahibi kadın adına istediği meblağı yardım sandığına, çocuğu da annesine bıraktı.”

İstanbul’da tam teşekküllü bir hastane kurdukları gibi, okudukları üniversiteleri bırakarak Osmanlı saflarında gönüllü olarak savaşmaya gelen Hintli gençler de vardı.

Birinci Cihan Harbi sırasında İngiliz hükümetinin resmi tarihçisi Theodore Morison’un gözlemleri ise şöyledir: “Peşaver’den Argot’a bütün Müslümanlar Türkiye üzerine yoğunlaşmışlar. Evlerine kapanmış kadınlar bunun için gözyaşı döküyorlar. Artık başka hiçbir şey konuşulmuyor ve düşünülmüyor.”

Milli Mücadele’de Orduyu Tahkim Ettiler

Milli Mücadele’de Türkiye’ye en büyük desteği de yine Pakistanlılar verdi.
Pakistanlılar(Hint Müslümanları) kurdukları cemiyetlerle Türkiye’yi savundular hep.
İngiliz mallarını boykot edeceklerini, gerekirse ayaklanacaklarını ifade ettiler.
Amerika ve İngiltere’ye Ankara’ya destek heyetleri gönderdiler, İzmir ve İstanbul’un asla Müslümanların elinden çıkmasına razı olmayacaklarını bildirdiler.

Hindistan, İngiltere’nin en büyük müslüman sömürgesiydi.. Bu yüzden Hint Müslümanların tepkileri İngiltere açısından büyük önem taşıyordu. Hint Müslümanları İngiltere’nin Ankara Hükümetine karşı düşmanca davranmaya devam etmesi halinde İngiliz sömürgesinden ayrılacaklarını da bildirmişlerdi, bunun için ayaklanmayı bile göze alacaklardı.
Hindistan Müslümanlarından Mustafa Kemal adına Hükümete veya Kızılay’a gönderilen maddi yardımlar büyük çaptaydı. Bu paralarla Hem Yunan işgalinden zarar görmüş ailelere destek veriliyor, hem de orduya silah ve mühimmat sağlanıyordu.
Bazı zavallılar bilmek istemeseler de, Pakistanlılar budur.

Pakistan büyük bir sel felaketi yaşadı, elbette yardım elimizi uzatmak mecburiyetindeyiz.
Allah göstermesin, bizim de başımıza bir felaket gelse, Pakistanlı kardeşlerimiz yanımızda olurlar, bundan hiç kuşkumuz yok.

Keşke Türkiye’mizin imkanları dünyanın bütün muhtaçlarına yetecek genişlikte olsaydı.
Pakistan’ın Milli Şairi İkbal, gecenin karanlığında yolunu kaybeden bir bülbülle, onu evine ulaştırmak için ışığını saçan ateşböceği arasındaki diyalogu anlatan “Yardımlaşma” başlıklı şiiri de şu dizeyle bitirmişti: “Dünyada gerçekten mutlu olanlar Ancak başkalarına yardım elini uzatanlardır.”

İş Bankası, Pakistanlıların parasıyla kurulmuştu!
Hindistan alt kıtasında yaşayan Müslümanların Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdikleri paraların bir kısmı Büyük Taarruz’dan önce Batı Cephesi Komutanlığı emrine verilmişti. Atatürk’ün Çankaya’daki Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak anılarında bu paradan geri kalan üç yüz seksen bin küsur liranın Atatürk’e iade edildiğini belirtir. Soyak bu paranın ne olduğunu anılarında şöyle anlatmıştır: “Atatürk bu paranın memleket hesabına en hayırlı, en faydalı şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini düşünüyordu; bu sıradan kendisine bir Milli Banka’nın kurulması zaruretinden bahsedilmiştir… Binaenaleyh derhal kararını verdi; elindeki paranın 250 bin lirasını temel sermaye olarak bu işe tahsis etti.”

Atatürk ayrıca, bankanın 2 numaralı hesabına da 207 bin lira yatırmıştı. Böylece Atatürk’ün bankaya yaptığı toplam katkı 457 bin 400 lirayı bulmuştu. Bu banka Türkiye İş Bankası’ydı, kurucusu ve ilk genel müdürü de Celal Bayar idi. Pakistanlı Müslümanlardan gelen para sayesinde bugünlere geldi İş Bankası. Atatürk, İş Bankası’ndaki hisselerini, geliri Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na verilmek üzerece Cumhuriyet Halk Partisi’ne bırakmıştı. Bu hisseler sayesinde CHP, İş Bankası Yönetim Kurulu’nda temsil ediliyor.
Bugün pek çok büyük şirketin kökünde de İş Bankası’nın verdiği krediler yer alıyor. Dolayısıyla hem İş Bankası’nın, hem bu bankanın kredileriyle büyüyen şirketlerin, hem de İş Bankası’ndaki Atatürk’ün hisselerini kontrol eden ve bu sayede bir parça da nemalanan CHP’nin Pakistan’a özel vefa borçları var. Onları da Pakistan’a yapılan yardımlarda ön saflarda görmek isteriz.

Mehmet Akif, İkbal’i kendisine benzetirdi. İkbal’in Trablusgarp, Balkan savaşları ve Milli Mücadele için yazdığı şiirleri hiç unutabilir miyiz? Milli Mücadele’nin başkomutanı için “Atın nereye kadar giderse oraya atıl, düşünme” diye seslenen İkbal değil miydi?
1922’de yazdığı “Tulu-i İslam” adlı manzumesinde Anadolu’nun verdiği kurtuluş mücadelesini “İslam’ın zaferi” diye alkışlayan da yine İkbal idi sevgili okurlar.

Bakın Pakistanlı aydınlardan Zafer Hasan Aybek ne anlatıyor:
“Sene 1912.. Trablusgarp Harbi’nin getirdiği felaketten sonra Balkan Harbi’nin faciaları Türk ve İslam dünyasını kan ağlatıyordu. Pakistan’ın Lahor şehrini çevreleyen “Gül bahçe”sinde bir toplantı yapılacağı, Türkiye’ye Hind-Pakistan yarımadasının Müslüman halkı tarafından bir Kızılay heyeti gönderileceği ve bir çok meşhur şahsiyetlerin şehir ahalisine hitap edecekleri haberi üniversite muhitinde duyulunca, sınıf arkadaşlarımla birlikte ben de bu mitingde bulunmak üzere talebe yurdundan yola çıkmıştım. Halk, şehrin caddelerinden toplantı yerine doğru sel gibi akıyordu. Meydanda zor yer bulduk. Uzun boylu, beyaz tenli ve sağlam yapılı bir zat kürsüye çıktı. Alkış tufanı arasında “İkbal zindebad (Yaşasın İkbal) sesleri duyuldu. İşte Dr. Muhammed İkbal’i ilk defa burada gördüm. Otuz beş, otuz sekiz yaşlarında olgun bir zat idi.

Burada Trablusgarp harbi hakkındaki manzumesinde İkbal, kendisinin Peygamberin huzuruna çıktığını ve Hazreti Peygamberin kendisine ümmetinden ne gibi müjdeler getirdiğini sorması üzerine, elinde bulundurduğu şişeyi göstererek sualine şu cevabı verdiğini belirtiyordu:
Ben Efendimize ancak bu şişeyi getirdim. Fakat bu şişenin içinde bulunan şey cennette yoktur. Bu şişenin içinde senin ümmetinin şeref ve haysiyeti bulunmaktadır. Zira burada Trablus’taki Türk ve Müslüman şehitlerinin istiklalleri uğrunda döktükleri kandan birkaç damla var.”

Akif’in de, İkbal’in de mısraları sanki aynı kalpten dökülmüş gibidir. Akif ne için gözyaşı dökmüşse, İkbal de aynı şeyler için gözyaşı dökmüştür. Ankara’da Milli Mücadele için vaaz verirken Akif, İkbal de binlerce kilometre öteden mısralarıyla destek veriyordu.

Akif meğer kendisini İkbal’e benzetirmiş.. Şahsen tanışmamışlar ama İkbal, Akif’e “Peyam-ı Meşrık(Şarktan Haberler)” kitabını göndermiş, Akif de İstanbul’daki Hintliler aracılığıyla Sahafat’ı İkbal’e göndermiş. Akif, “Zamanın Mevlana Celaleddin Rumi’si” dermiş İkbal için. Yakın dostu Mahir İz Hoca ile birlikte Peyam-ı Maşrık okurlarmış. Hatta Akif, Mısır’dayken Mahir İz’e yazdığı bir mektupta şöyle bir ricada bulunmuştur: “Kuzum Mahir Bey, Hindli şair İkbal’in birlikte okuduğumuz Peyam-ı Meşrık adlı eseri acaba sizde mi kaldı? Eğer sizde bırakmışsam, lütfen onu bizim Ömer Bey’e verin ki bana buraya göndermeleri için eve yazmıştım.”

İkbal’in Mısır’lı aydınlar arasında tanınmasında Akif’in büyük rolü olmuştu.

Vur Kaç

Sana gelen bana gelsin diyordun

Ne oldu hepsi sözde mi! Kaldı?

Paçaları kıvırdın, tabanları yağladın

Vurdun, kaçtın seviyormuş gibi yaptın

 

İşte böyledir severmiş adamın adamı

Adamların hası sevenlerin şahı

Beyaz atın muradı

Hayatının serabı

 

Merakın mı! Heyecanın mı! Yoksa korkuların mı!

Bir durdun, bir koştun, sonra coştun

Ama bir baktın sonra geriye kaçtın

Seven yüreklere gül gül açtın

Tamam anladım sen beni aştın

 

Geliyor musun? bana koşarak

Kaçmayıp kucak açarak

Memnun edipte memnun olarak

Kalbini bana açarak

Hayatıma umut saçarak

Öğretmen mi Siyaset Kölesi mi?

Bugün 24 Kasım.  Bugün, ülkemizin hemen her ilinde, ilçesinde, belde ve köyünde “Öğretmenler Günü”  kutlanacak.

Siyasetçiler, öğretmenlik mesleğinin önemi ve kutsallığı üzerine nutuklar çekecekler.

Kimi, Hazreti Ali’nin ” Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” sözünü kullanacak! Ama, öğretmeni “siyasal iktidarın emir kulu” olarak gördüğünü saklayacak!

Eğitim, bir insan ve bir toplum için “yaşamsal önemi olan” bir hizmettir.

İnsanı, beceri sahibi, “üretken bir insan” yapan eğitimdir.

Eğitimin temel işlevi de budur.

Ama kimi siyaset tüccarı için, “bilinçli, nitelikli işgücü ve üretken” hale gelen bir insan tehlikedir! Çünkü, böyle bir insan “ÖZGÜR İNSAN” dır!

Kendisi ve ülkesi ile ilgili her konuda bilgili, merak eden, araştıran, olumsuzluklar karşısında suskun kalmayan bir yurttaş;  toplumu güdülecek bir sürü, kendisini de o sürünün çobanı sanan ilkel siyasetçi için baş belasıdır!

Eğitim bir “siyasal tercih”  işidir!

Ya, “üretken ve bilinçli insanı yetiştiren” bir eğitim sistemini seçersiniz ya da insanı “bilgi hamalı ve bilgisini yaşam pratiğinde kullanamayan, niteliksiz bir varlık” haline getirecek güdük bir sitemdir tercihiniz!

Her iki halde de yararlanılacak baş aktör öğretmendir!

Bir ülkede öğretmenler, mesleki açıdan kendilerini geliştirebilme olanağı bulabiliyorsa; hizmetleri karşılığı aldıkları maaşla insanca ve güven içinde yaşayabiliyor, “yarın ne olacak?” kaygısı duymuyorlarsa; siyasal iktidarın baskısı altında ezilmiyorlarsa; toplum içinde “saygın” bir yere sahiplerse; işlerini severek yapıyorlarsa, o ülke gerçekten “uygar bir ülkedir.”

Bunun aksi koşulların yaşandığı bir ülke ise, kirli siyasetin tahakkümü altında “geri bir ülkedir!”

Bugün ülkemiz eğitim sistemi ve öğretmenlerimizin içinde bulundukları koşullar ne yazık ki, “uygar bir ülke” olduğumuz inancını vermiyor!

Öğretmenlerimiz, siyasal baskılar altında tutuluyor. Öğretmenlerimiz, “yaşam güvencesi” içinde değiller; çünkü, pek çok öğretmen “kadrosuz” çalışıyor. Öğretmenlerimizin aldıkları ücretler, “insanca bir yaşam” olanağı vermiyor! Bu yüzden, araştırma ve kendini geliştirme olanak ve heyecanından yoksundur öğretmenlerimiz.

Ezberci, öğrenciyi “bilgi hamalı” yapan ama ciddi bir meslek sahibi yapamayan; çocuklarımızı “yeteneklerine göre mesleki eğitime yönlendiremeyen” güdük bir eğitim sisteminin parçası olmak, onurlu öğretmenlerimizi manen yıkıyor.

Öğretmenlerimizin yüzde 50.3’ü öğretmen olduğu için pişman! (*)

Hizmet içi eğitim “yok” hükmünde!

Siyasi ve ekonomik baskılar altında öğretmenim!

Geçim sıkıntısı yüzünden, pek çoğu, “koyup kendisini geliştirecek ya da dinlenecek” yerde, ek işler yapıyor!

Eğitim, yasal hükümlere ve  siyaset egemenlerinin “veliden para alınmayacak” palavralarına rağmen, ilköğretimde bile velilerin katkılarına kalmış! Velilere el açan öğretmenimin gururu kırılıyor!

Sonra, yeterli bilgi, beceri ve üretkenlikten yoksun “imalat hatası” çocuklar bir gün büyüyor, kimi de siyasetçi oluyor!

Onlar da güdük eğitim düzeninin sürdürülmesinden hatta daha da geriletilmesinden yana tavır koyuyorlar! (**)

Bir kez daha yıkılıyor öğretmenim!

Ve, senede bir kez 24 Kasım’da hep birlikte aynı yalanı söylüyoruz; “Öğretmenim, canım benim! Öğretmenler günün kutlu olsun!”

 

 

(*)Türk Eğitim Sen araştırması.

(**) Son Milli Eğitim Şurası.

 

10 Kasım 2010 / Mustafa Kemal Atatürk

0

Değerli hazirûn sizleri en derin hürmetle selamlıyorum.
Onuncu Yıl Nutku’na koyduğu sonra bizzat kendisinin çıkardığı iki sözcük kendisi için istediğinin ne derece mütevazı olduğunu gösterir:    
                                           ” BENİ UNUTMAYIN “

Çünkü en büyük eseri, kurduğu ve şekillendirdiği Türkiye Cumhuriyeti’dir. Dikkatlerin kendi üzerine yoğunlaşmamasını, hayranlığın kendisine yönelmemesini, bir ölçü konulacaksa Türkiye Cumhuriyeti’nin eriştiği düzeye bakılarak değerlendirilmesini vurgulamıştır gayet açıkça. Bunu da Gençliğe ve genç kalanlara emanet etmişti. Şu sözleri ne kadar inançlı bir ruh hâlinin ifadesi: 

                         “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır… 
                          Ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır”

Atatürk’ün birleştirici ve bütünleştirici özelliği sayesinde, Millî Mücadele başarıya ulaşmıştır. Atatürk Millî Mücadele’nin karanlık günlerinde, değişik fikirlere sahip insanları bir mecliste, kendi etrafında toplamayı başardı. Kısacası Atatürk ‘süz Millî Mücadele düşünülemezdi. O’nun birleştirici gücü, kişisel özelliğinden ve karakterinden geliyordu. O, yalnız askerlerin değil, sivil halkın da güvenini kazanmıştı.

O’nun bu üstün meziyetleri, sıkıntı ve bunalım içinde bulunan insanların, ona sevgi ve saygıyla bağlanmasını sağladı.

Atatürk, O dahi milletine, tarihte büyük devletler kuran ve yüksek bir medeniyet meydana getirmiş olan Türk Milleti’nin büyüklüğüne inanan ve bununla gurur duyan bir insandı.

Atatürk; kahramanlık, vatan sevgisi, çalışkanlık, bilim ve san’ata önem verme gibi değerlerin, Türklüğün yüksek vasıflarından olduğunu ifade etmiştir. O, milletinin bu özelliklerini her fırsatta dile getirip insanlık âilesi içinde lâyık olduğu yeri almasına çalıştı. Milletimizin yüksek karakteri, çalışkanlığı, zekâsı ve ilme bağlılığı ile millî birlik ve beraberlik duygusunu geliştirmeyi başlıca ilke kabul etti. O’na göre:
 
           “…Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti,
                   bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek 
                   medeniyet ufkundan bir güneş gibi doğacaktır.”

Atatürk, yalnız yakın geçmişte büyük hizmetler yapmış bir lider değildir. Eserleriyle ve düşünceleriyle, gerek Türk Milleti’nin gerekse başka milletlerin geleceğine ışık tutmaya devam eden bir liderdir.

Toplumların büyük adamlara ihtiyacı en çok bunalımlı dönemlerde ortaya çıkar. Toplumları, bunalımlı dönemlerden ancak büyük liderler kurtarır. Mustafa Kemal Atatürk, bu özellikleri taşıyan çok yönlü bir liderdir. Büyük adamları ancak büyük milletler yetiştirir.

Bağrından en bunalımlı döneminde bir Mustafa Kemal çıkaran milletimiz bu günlerimizde de O’nun düşünce ufkunun gösterdiği yoldan giderek sıkıntılarını aşacaktır. Bu millet o günlerde nasıl birlik ve beraberlik ruhuyla hareket ettiyse bugün de aynı ruhu gösterecektir. Çünkü bu millet dünya tarihinin akışını birçok defa değiştirmiştir.

Emperyalizmin bugün aldığı şekilden hem kendisini hem de o günlerde olduğu gibi diğer toplumları da kurtaracak reçeteleri sunacaktır. Çünkü bu milletin harcı Fransız ihtilâlından sonra yoğrulmamıştır. Nitekim biz 21 Mart’da millet olarak demir dağları eriterek dünya coğrafyasına adımızı yazdırışımızın 4647. yıldönümünü kutladık. Taaa… o tarihten beri biz milletiz, şairin dediği gibi:

“BEN” (#)

Fırtınalar gibi dilim var benim
Törem var,yasam var ilmim var benim                                                                                       
Doğusu, batısı bu diyar benim

Önümde baş eğmiş bir sürü devlet      
Halklar değilim ben, milletim millet…

Göller alın terim, ırmaklar kanım      
Fâtih’im ben, Ulubatlı Hasan’ım          
Ay yıldızı gök kubbeye asanım

Bir elimde ezel, birinde ebed, 
Haklar değilim ben, milletim millet….

Beğ idim, Han idim, Padişah idim 
Eserim ortada, dünya şâhidim 
Kanıma küfreden şom ağızlı kim?

O ağızlar bir gün yırtılır elbet     
Halklar değilim ben, milletim millet….

Apaçık şecerem, besbelli soyum     
Ben tevhidin, nûru ile doluyum

Kâbe’me abdestsiz giren hıyânet      
Halklar değilim ben, milletim millet.”

Kurduğu millî devletle Türk Milleti’nin millet olma şuurunu perçinlemiş. Ancak bu şuurun korunmasının reçetesini de sunmuştur.

                 ” …Çalışmadan, yorulmadan, öğrenmeden,
                     rahat yaşama yollarını aramayı i’tiyad(#)                                      
                     hâline getirmiş milletler,                                               
                     evvela haysiyetlerini,                                         
                     sonra hürriyetlerini ve daha sonra istiklâllerini kaybetmeye mahkûmdurlar…”

                                                                 Mustafa Kemal ATATÜRK

Mustafa Kemal Atatürk’ü rahmetle anıyor:
Devletime ebediyetler, milletime ebedî saadetler diliyor, hürmet ve saygıların en içteni ile sizleri selâmlıyorum.

[Çok önemli bir not:
Şiirin yazarı emekli vâli değerli Rıza Akdemir büyüğümüze en derin saygılarımı gönderir, ellerinden hürmetle öperim.]

Sakarya Valiliği tarafından AFA Kültür Merkezi’nde saat 09:30’da düzenlenen anma programında Emin Sezer’in konuşması.

Tutuklu Yargılanmak (2)

Yazının birinci bölümünde tutuklu yargılama kararı verilebilmesi için öncelikle kuvvetli suç şüphesinin var olması gerektiğini belirtmiştik. Devam edelim.

CMK’da (m.100) tutuklama sebebinin varsayıldığı haller sıralanmıştır.

1-Kaçma, saklanma veya kaçma şüphesi oluşturan somut olguların varlığı

2-Şüpheli veya sanığın davranışları

a) Delilleri yok etme, gizleme veya değiştirme şüphesi

b) Tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı yapılması girişiminde bulunma şüphesi

3-Tutuklama sebebi varsayılan katalog suçlar

CMK’un 100(3) md.deki düzenleme ile tutuklama nedenlerin varsayıldığı katalog suç listesi öngörülmüştür. TCK’da veya özel Ceza Yasalarında yer verilen bazı suç türlerinde delillerin karatılması veya kaçma, saklanma ihtimalinin varlığı bir karine olarak kabul edilmiştir.

Ancak burada da aslolan, şüpheli veya sanığın suçu işlediğine dair kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığıdır.

“Listedeki suçlarla ilgili yürütülen bir soruşturma veya kovuşturmada, tutuklama kararı verebilmek için yargılama makamı, tutuklamanın birinci şartı olan kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguları tespit etmek zorundadır. Başka bir anlatımla, soruşturmanın veya kovuşturmanın konusunun listede (uygulamada söylenegeldiği şekliyle “katalog”da) yer alan suçlardan olması, kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olguların aranmayacağı anlamına gelmez. Kanuni karine, bu şartı kapsamamaktadır.”        
“CMK md. 100/3’deki karine, aksi kabul edilebilen bir karinedir. Başka bir deyişle yargılama makamı, soruşturma veya kovuşturma konusu suç, maddede yer alan listedeki suçlardan biri olsa dahi, şüpheli veya sanığın kaçmayacağı ya da delilleri karartmayacağı sonucuna ulaşabilir. Ancak neden bu sonuca ulaştığını tutuklama talebini reddederken veya tahliye kararı verirken gerekçelendirmelidir.

Katalog suçlara giren suçlarda, Mahkemelerimiz, sanığın kaçması ya da delilleri yok etmesi şüphesi uyandıran somut olayların varlığını aramadan tutukluluğu uzatabiliyor. Bu suçlarda suç işlendiğine dair kuvvetli şüphe tutukluluğun sürmesi için yeterli görülüyor. 

“Oysa AİHM’ye göre,

  • a) Tutukluluğun uzatılabilmesi için mutlaka kaçma, kanıtları yok etme, yeniden suç isleme kuşkusunu haklı gösterecek somut verilerin bulunması gerekiyor.
  • b) Süre uzadıkça suç işlendiğine dair kuvvetli kuşku yetersiz görülüyor.
  • c) AİHM, suçlar arasında ayırım yapmıyor. CMK 100. maddeden katalog suçların çıkarılması, maddenin AİHM kararlarına uyum sağlaması bakımından gerekli.” (Rıza Türmen)

Türkiye’deki uygulamada yasaların bu açık hükümlerine rağmen, çok kolay tutukluluk veya tutukluluğun devamına kararları verilmektedir. Üstelik kararların yüzde 99’unda “suçun vasıf ve mahiyeti, delil durumu, tüm dosya kapsamı” gibi klişe gerekçelerle (aslında gerekçesiz olarak), tutukluluğa karar verebilmektedir. Nu tuhaftır ki tutukluluğun gerekli olmadığına dair kararlarda da tırnak içinde verdiğim aynı klişe ifadeler kullanılmaktadır.

AİHM‘nin pek çok sayıdaki kararı, Türkiye’de tutukluluk kurumunun iyi çalışmadığını, insanların haksız yere özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarını göstermekte. Türkiye’de yargılama sisteminden ve yasadan kaynaklanan ‘yaygın ve sistematikbir sorun bulunduğu tespitini yapmaktadır.”

Anayasamızın 90. maddesi, AİHM kararları ile yasalar arasında bir çelişki varsa, AİHM kararlarının esas alınmasını öngörüyor. Yani Türkiye’de AİHM kararları yasalardan önce geliyor.

Böyle olunca, hâkimlerin tutukluluğun sürdürülmesine karar verirken AİHM kararlarındaki ilkeleri göz önünde bulundurmaları Anayasa’nın bir gereği. AİHM’nin kararları ise ortada.

*********

Ergenekon sanığı Prof. Dr. Mehmet Haberal, tutuksuz yargılanma taleplerinin gerekçesiz ve soyut bir şekilde ret edilmesi nedeniyle özel yetkili mahkeme hâkimleri aleyhine açtığı davayı kazandı. Karar Hukuk Genel Kurulunda onaylanarak, hâkimlerin tazminat ödemesine karar verildi. Böylece AİHM kararları, Anayasa ve CMK’ya aykırı olarak tutuklu yargılama kararı veren hâkimler hakkında yaptırım uygulanması söz konusu hale geldi.

Bu karar usul açısından hatalı olduğu için tenkitlere sebep oldu. Ancak kesinleşmiş bir karardır. Ayrıca tutuklama tedbirinin çok uzun süreli kullanılmasındaki yanlışlığa dikkat çektiği için olumlu. Zaten kararın esas sebebi mevcut tutuklulukların haklı veya haksız olduğu değil, kararların gerekçesiz verilmiş olması. Eğer AİHM ve Yargıtay kararlarına göre, gerekçeli karar verilseydi bugün tutuklu bulunan birçok sanık bayramı evinde geçirebilirdi.

İnsan hürriyeti çok önemli. Hayatınızın birkaç saatlik bir bölümünde bile haksız yere özgürlüğünüzün kısıtlandığını tasavvur ediniz. Yaşayacağınız psikolojik travmayı ve topluma ve devlete olan sevgi ve sadakatinizdeki aşınmayı fark edebilirsiniz. “Adalet devletin temelidir” sözü bir açıdan bu hususa dikkat çeker. Devlet adil olmalıdır.