11.6 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1164

“Wiki” İle Tilkinin Maceraları

Tartışmalı Wikileaks belgelerinin dünya siyasetinde 11 Eylül benzeri bir depreme yol açacağı anlaşılmaktadır. 11 Eylül’de New York’ta gökdelenlerin yerle bir edilmesi süper gücün küresel istilasının gerekçesi yapılmıştı. Bundan başta Irak ve Afganistan payını almıştı. Yarın neler olabileceğini bugünden kestirebilmek oldukça zordur. Ülkeler ve dünya her gün yepyeni gündemlerle uyanıyor. Ülkeler arasındaki yok edilemeyen milli menfaat çatışmalarında iletişim teknolojilerinin en önemli birer silâh haline geldiği bir gerçektir. Bu araçlar kullanılarak kitleler yanıltılabiliyor, yönlendirilebiliyor ve şartlandırılabiliyor. Dostlar düşman, düşmanlar dost yapılabiliyor. Bölgesel operasyonlar gerçekleştiriliyor. Belgeler taksite bağlanmış… 

Bu belgeler, Türkiye’yi yönetenler için ibretlerle doludur. ABD’nin hemen hemen bütün Avrupa ülkelerindeki Büyükelçiliklerinden gelen duyumlara göre, Türkiye’nin AB üyeliğinin bir hayal olduğu teyid edilmektedir. Ancak bu hayali üyeliği kapıda tutarak Türkiye’den bazı şeyler koparmak, Devletin yapısını değiştirtmek, kaynaklarına el koymak, yeni yapay azınlıklar yaratmak, tarımı ve sanayii perişan edici tedbirleri aldırmak ve Kıbrıs’ta Türkleri tekrar azınlık konumuna itici tek devlet (Rum devleti) pazarlamaları göz ardı edilecek gibi değildir.

KKTC’ni AB yolunda feda etmeye yatkın ihanet odakları, bir kere daha görülmüştür ki; Türkiye’nin önündeki gerçek engellerdir. Türkiye asıl bunlardan kurtulmalı… Gerekli durumlarda lüzumlu tepkileri gösteremeyen siyasiler de bunlara çanak tutmaktadırlar. Annan Plânı’nın kabul edilmesinin karşılığında KKTC neyi kazandı ki? AB tarafından vaat edilenlerin hangisi gerçekleşti? Vatan topraklarını vatan olmaktan çıkaracak, bağımsızlığı, hükümranlık haklarını reddedecek ülke ve toplumların geleceği yaşama hakları yoktur.

Rusya’nın bir mafya babası aracılığıyla Batı’nın oyuncağı olan PKK’ya silâh sattığı bilinen bir gerçektir. Peki, Rusya bunları yaptı da sözde müttefikimiz ABD, önce Çekiç Güce, daha sonra da Türkiye’ye saldırttığı bu örgüte nasıl destek sağladı; hangi istihbaratları geçti? TSK’ni yıpratmada ABD, iyi gayret sarf etti. TSK’nin gizli belgeleri, kozmik odaları, Heron uçaklarının görüntüleri ve ilgi çekici istihbaratla ilgili bilgi yandaş medyanın ekranlarından taştı durdu. ABD Büyükelçisi veya Başkonsolosu ağabeylerine menfaat karşılığı bilgi sızdırıp kendilerini satanlar, demokratik ve şeffaf ortamda gizli mi kalacak? Özel sektör ve kamu sektöründe “ABD’ye düşmanlık etmek Türkiye’nin yararına değildir, uyumlu olmalıyız” diye ortaya dökülen mahlûklar neden teşhir edilemez? Kumkapı’da Karen Fogg’a kurulan sofralar, Bebek’te ABD eski büyükelçisi Marc Harris ağabeylerinin önüne dökülen bilgi ve belgeler niye soruşturulmaz?

Haberleşme teknolojilerinin taşıdığı önem ve birer sıcak harp aracı haline gelmeleri, Telekom‘un özelleştirilmesi yanlışı, düşünen kafaları bir kere daha düşündürmelidir. Hizmetin artan maliyeti bir tarafa, ülkenin sürekli istihbarat zaafiyetlerine sürüklenmesinde Telekom ve benzerlerinin özelleştirilmesinin, Soğuk Harp şartlarının çoktan değiştiğinin fark edilememesinin acaba payı yok mudur? Nasıl olsa önümüzü açıyor diye sorumsuzca diğer kurumları dış destekli suçlama ve yıpratma yarışı iktidarlara ne kazandırır?

Türkiye, yabancı istihbarata son derece açık, yabancı ajanların at oynattığı serbest bölge haline gelmiştir. Yasadışı dinlemeler, birbirini teknolojiden de faydalanarak dinleyen farklı gruplar; hem üzücü, hem düşündürücüdür. Bugün Türkiye’ye her türlü dinleme cihazı ve bu alanla ilgili teknoloji, araç gereç internet yolundan kontrol dışı ve vergisiz sokulmaktadır. Birçok alanda olduğu gibi bu sahada da önemli kararlar almak ve hatadan dönmek gerekmektedir. Bunu bugünkü iktidar yapamaz. Bu bakımdan,  Haziran 2011 Genel Seçimleri birçok açıdan farklı bir seçim olmak durumundadır. Bu seçimlerden mevcut iktidarın kazanarak çıkması halinde Türkiye Türkiye olarak kalabilecek mi? Türk Milletini inkâr eden, milli kimliği reddeden, ülkeyi bir marifet gibi etnik çorbaya çevirici yeni ve sözde sivil anayasa sinyalleriyle ülke nereye varacak?

Her türlü siyasi mülahazanın dışında bu gerçekleri düşünmek durumundayız.

  

        

İnsan Hakları Gününde Balkanlarda Türk Soykırımı

Günümüzde Balkanlara nasıl bakıldığını anlamak için Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “… 1912 felaketinden sonra Anadolu’ya gelen Balkanlılar, Rumeli göçmenleri dediğimiz kesimdir. Bir toplantıda Türkkaya Ataöv tarihi meselelere hep “ileriye bak, geçmişi unut, kimseye kin tutma” felsefesi ile yaklaştığımızı söylemişti. Aslında bizden başka kimsenin geçmişini unuttuğu yok ve bu şekilde geçmişi unutarak ileriye yürünmesi de mümkün değildir. Nitekim bu savaş ne mektep kitaplarında ne matbuatta, ne de filmlerde yer alıyor ve Balkan Savaşı nedir, nasıl bir faciadır bilmiyoruz. Vaktiyle büyük anneler olanları anlatırmış bir müddet sonra ise mesele “Ne diyor bu ihtiyar?” yakınmasına dönüşmüştür. Halbuki Balkan Savaşı yakın Türk tarihinde bir faciadır ve bu faciayı yaşayanlar da bazı Türklerdir.” diyerek belirttiği görüşleri üzerinde düşünmek gerekir.

Balkanların 1800’lü yılların başından itibaren yazılı tarihi; Türklerin ve Türk olarak görülenlerin başına gelen, milyonlarca ölümle sonuçlanan soykırımların ve zorla göç ettirilmelerin tarihi niteliğindedir.

Balkanlarda 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Müslüman Türk, ülkelerinden sürülüp atılmıştır. Beş buçuk milyon Müslüman Türk’te kimi savaşlarda öldürülerek, kimi de sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek ölmüştür.

Balkanlarda uğranılan bu soykırımlar neticesinde Türk nüfusu önemli bir kayba uğramıştır. Bu sebeple Balkanların tarihi, Türklerin uğradığı soykırımlar göz önüne alınmaksızın gereği gibi anlaşılamaz.

Osmanlı – Türk İmparatorluğu; kendini yenilemek ve çağdaş bir devlet kimliğiyle varlığını sürdürmek için çabaladığı bir dönemde, önce sınırlı kaynaklarını, Müslüman Türk nüfusun düşmanlarınca kıyımdan geçirilmesini önlemek; sonra da bu düşmanlar üstüne geldiğinde, İmparatorluk merkezine akın akın gelen göçmenlerin gereksinmelerini karşılamak için harcamak zorunda bırakılmıştır.

Türkler, Balkanlardaki bu badireden yok edilemeden çıktı ama Türk Milleti Balkanlarda başına gelen olaylardan derinlemesine etkilendi ve bu etkiler günümüzde de sürmektedir.

Türklerin Balkanlarda uğradığı bu kayıplar, Türk tarihi açısından büyük önem taşımasına rağmen bu kayıplara ders kitaplarında değinilmez. Bulgarların, Sırpların, Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders ve tarih kitapları, Türklerin uğradığı kıyımları anmamıştır. Bu durum Türklerin başına gelen ölüm ve sürgünlerin, tarihsel önemini anlamamızı engellemiştir.

Balkanlarda ilk toplu soykırım olarak 1683’te Viyana kuşatması ile başlayan ve 16 yıl harpleri neticesinde Karadağlıların Osmanlı-Türk karşıtı bir hareket ile Metropolit Danilo Petroviç önderliğinde yaptıkları katliamı gösterebiliriz. Balkanlarda Müslüman Türklere yönelik ilk toplu katliam olarak bilinen Danilo’nun kıyım hareketi “Türkleşmiş olan hırıstiyanların imhası” olarak ta bilinmektedir.

Balkanlarda Türklerin uğradığı  toplu soykırımların ilk örneklerinden biri de 1821 Mora İsyanı olarak tarihe geçen  Yunan ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir. Yunan ayaklanması, Balkanlarda Türklerin topluca öldürülmesi ve sürülmesi ile ilgili süreci başlatan ilk harekettir. Burada izlenen yöntem, daha sonra yapılacak olanlara bir model olarak ortaya çıkmıştır.

Tarihçi George Finlay 1861 yılında “1821 Nisanında, 20000 kişiye yakın bir Müslüman Türk nüfus Yunanistan’da (Finlay, burada Yunanistan derken bu günkü Yunanistan’ın anakarasındaki güney kısmını yani Mora’yı kast ediyor. Çünkü 1861’de Yunanistan krallığının toprağı o kadardı. Yunanistan kurulduğu tarihten bu yana Türk topraklarını işgal ede ede Türkiye’nin aleyhine olmak üzere üç misli büyümüştür.) dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu. Ayaklanmanın üzerinden iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler. Adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler.” demektedir.

Mora İsyanında Yunanlı çeteciler ve köylüler, buldukları her Türkü öldürmüşlerdir. Hatta Kalavryta ve Kalamata’dakiler kendilerine öldürülmeyecekleri sözü verilen Yunanlılara teslim oldu ancak bunlarda öldürüldü. Yunanlılar yarımadanın her bölümünde Türklere saldırdı ve hepsini öldürdü. Kalelere sığınanların geriye dönüş umudunu yıkmak için Türklerin evleri yakıldı. İsyanın başladığı Mart’ın 26’sından Nisan’ın 22’sindeki paskalya Pazar’ına kadar göz kırpmadan 15000 Türk can verdi.

Yunanlı Başpiskopos Germanos “Hristiyanlara huzur, Konsoloslara saygı, Türklere ölüm” diye emir veriyordu. Yunanlılar yakaladıkları Türkleri erkeği, kadını ve çocuklarıyla kıyımdan geçirmek suretiyle “Hiçbir Türk kalmayacak / Ne Mora’da, ne dünya da!” şarkısını da ağızdan ağıza yayarak soykırımı adeta alay edercesine tamamlamışlardı. Ayaklanmanın başlamasından itibaren üç hafta içinde Mora’da bir tek Türk bırakılmamıştı.

Tripolitza’daki olay ise vahşetin boyutunu çok iyi anlatmaktadır. Kolokotrones isimli birinin anlatımına göre kasabaya girdiğinden itibaren “yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi. İlerlediğim zafer kutlama töreni yolu cesetlerden bir örtüyle döşenmişti.” demektedir.

Bu soykırım değilde nedir? Mora’da başımıza gelenler Türk Milletine anlatılmışmıdır? Soykırımın hesabı sorulmuşmudur? Bunlar tarihçiler ve siyasetçiler tarafından cevaplanması gereken önemli sorulardır.

Balkanlarda 1821 Mora ayaklanması ile başlayan Türk soykırımları; Balkanlardan Türk nüfusu arındırmak politikasına dayanıyordu. Bu politika Avrupa devletleri ve Rusya ile haçlı zihniyetinin bir eseriydi. Bu durum 1877 – 1878 Osmanlı – Rus, 1912 – 1913 Balkan ve 1919 – 1923 Kurtuluş Savaşlarında kendini yeniden göstermiştir.

Bir Bulgar devletinin yaratılmasıyla ve Bulgaristan Türklerinin soykırım ve yurtlarından sürülmesiyle sonuçlanan Bulgar ayaklanması hareketi, Osmanlı – Türk İmparatorluğuna karşı birbirleri ile bağlantısız eylemlerle başladı. Küçük Bulgar grupları, Sırp ve Yunan ayaklanmalarında Osmanlıya karşı savaştılar. Ruslar; 1806,1811 ve 1829’da Balkanları istila ettiklerinde Bulgar gönüllüleri Ruslara katılarak onların yanında yer aldı.

Tarihe 93 Harbi olarak ta geçen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşının, Bulgaristan Türklerinin kıyımdan geçirilmesi  ile yaşanan dehşet olaylar üzerine başladığı söylenebilir.

Ayaklanmanın elebaşlarından Benkovski’nin konuşmalarında “Türklerin geçirilebilen her yerde öldürülmeleri” emrediliyordu. Bunun üzerine hemen 1000 civarında Türk köylüsü katledilmiştir.

1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşında Türklerin ölümleri dört  sınıfa ayrılabilir:

a-)Taraflar arasındaki çatışmalarda meydana gelen ölümler

b-)Bulgar ve Ruslar tarafından öldürülmeler

c-)Yaşam içim zorunlu gereksinmelerin sağlanmasının engellenmesiyle

                 açlıktan ve hastalıktan ölümler

d-)Bulgaristan Türklerinin sığıntı durumda yaşadıkları koşullardan

                 kaynaklanan ölümler

Savaşın korkunç bilançosu sonucunda Müslüman Türklere ait nüfusun %17’sine tekabül eden 261.937 kişinin katledildiği görülmektedir.

Bu savaşa ilişkin bir belge henüz ortaya konamamış olsa da, olayların gelişmesine bakılarak çıkarılabilecek en mantıklı sonuç, Rus askerlerin yaptığı insan öldürmelerinin, yıkımın ve ırza geçmelerin, Rus askeri komutanlığının emirleri çerçevesinde  gerçekleştiğidir.

Rusların sivil halkı kıyımdan geçirmeye girişmelerinin altında yatan temel amaç; Türk köylüler arasında dehşet salmak ve ilerleyen Rus ordularının önünde onları kovalayarak Osmanlı ordusunu harp dışı konularla ilgilenmeye itmekti. Nitekim Ruslar bunu gerçekleştirmekte başarılı oldular. Sürüler halinde Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun merkezine doğru kaçan Türkler, yolları kapadılar, cepheye asker ve malzeme taşınmasında kullanılabilecek tren vagonlarını doldurdular.

Bu savaş döneminde Bulgaristan’da Türklerin varlığına son vermek için kullanılan yöntemler yani cinayet ve dehşet saçmanın kullanılması binlerce yıl önce keşfedilmişti. Bu yöntemler çerçevesinde Türkler ya hemen öldürülecek ya da öldürülme korkusu içinde yurdundan kaçırılacaktı. Eski Zahra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin yayınlanmış hatıralarından bu planların nasıl yaşama geçirildiği çok iyi anlaşılmaktadır.

Bu savaş sonucu; ülkenin yani Bulgaristan’ın Türklerden temizlenmesi ve ezici çoğunluğu Slavlaşmış Bulgarlardan oluşan bir Bulgaristan’ın ortaya çıkması sağlandı. Bulgaristan Türklerine saldırılması, Rusların askeri politikasının pratik, bilinçli ve acımasız bir amacı idi.

Ruslar, amaçlarına tahakkuk ettirmek için kirli savaşlarda usta ve uzman olan Don – Volga / Rus Kazaklarından faydalandılar. Kazaklar, kimse kaçmasın diye köyleri kuşatmaya alıyor, sonra da Bulgarlar köye dalıp talana ve kıyımdan geçirmeye girişiyorlardı. Örneğin Hıdır Bey köyünde Rus Kazakları Türklerin elindeki silahları toplayıp Bulgarlara verdiler. Bulgarlarda köyün 70 erkeğinden 55’ini orada öldürdüler. Yine Büklümbük’te aynı yöntemle silahsızlaştırdıkları köyün erkeklerini bir saman ambarına, kadınları ve çocukları evlere yerleştirdikten sonra ateşe verdiler. Kaçmaya çalışanlara da Bulgarlar ateş ettiler. Kaçabilenler bunu diğer Türklere anlattılar zaten Ruslarda korku yaratmak için bunu istiyordu. Bunun gibi bir çok olay Müderrisli, Yeni Mahalle, Usturumca, Kadisle, Binpınar gibi Türk yerleşim birimlerinde yaşanmıştır.

Filibe ve Edirne’de İngiltere’nin konsolos yardımcısı olarak görev yapan Edmund Calvert yazdığı 16 Eylül 1878 tarihli raporda “… bu yörenin Türk erkek nüfusunun toptan ve duygusuz kıyımdan geçirmelerle kökünden kazımak amacını güden hesaplı ve kısmen de başarılı olmuş girişimler…” diye ifade edilen soykırım 1990’lı yıllarda Haçlı zihniyeti tarafından Türk olarak görülen Boşnaklara’da çoğunlukla erkekleri öldürmek sureti ile uygulanmıştır.

Avrupa eğer böyle utanç verici işleri Türkler yapmış olsaydı, bütün Türkleri kolayca lanetlerdi. Ancak aksine bu soykırımlar diplomatik raporların varlığına rağmen gizlenmiş ve planlı olarak olayların üstü örtülmüştür.

Balkan Savaşı öncesindeki soykırım göçlerin önemli bir bölümünün Girit ve Oniki Ada olarak bilinen Türk adalarında olduğu görülür. Başta Girit olmak üzere Türk egemenliğindeki adalar uluslararası ayak oyunları ile Yunanistan’a verilmiştir. Sadece Girit Adasındaki nüfus oranları takip edildiğinde Rumlar tarafından gerçekleştirilen katliamların korkunç boyutu ortaya çıkar. Girit Adasından 1878 – 1898 yılları arasında 175.900 müslüman Türk’ün göç etmek zorunda kaldığı göz önüne alınırsa Türklerin Girit’te hangi akibetle karşılaştıkları pek fazla tartışılır bir konu olmaktan çıkar.

Birinci Balkan Savaşında, Osmanlı Türk İmparatorluğu 1877 – 1878 Osmanlı Rus Savaşından çok daha hızlı bir yenilgiye uğradı. Sadece iki ay süren çatışmalar sonunda hemen hemen bütün Avrupa Türkiye’si yitirilmişti. Çatalca savunma çizgisi, Bulgarların saldırısına karşı direnmiş ve başkent İstanbul kurtulmuştur. İkinci Balkan Savaşı da yitirilen toprakların küçük bir bölümünü kurtaramaya neden olmuştur.

Balkan Savaşlarında 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşında görülenlere benzer tablolar yaşanmıştır. Öldürme, ırza geçme ve soygunlar, Türkleri evlerinden barklarından söküp ayırmış, Osmanlı’nın merkezine yani elde kalan Türk topraklarına göç etme sonucunu doğurmuştur.

Balkan Savaşlarında Türklere karşı ön saldırıları yapma işlevini Sırp, Bulgar, Makedon, Rum çeteleri üstlenmiş ve bunlar kendilerini himaye eden devletlerden destek görmüşlerdir.

Balkan Savaşları sırasında işlenen cinayetler; bir ırkı yani Türkleri yok etmeye yönelik türden cinayetlerdir.

Yapılan soykırımlar Balkanlarda daha önce yapılmış olanlara çok benziyordu. Nüfus çoğalmasının önüne geçilmesi yolu ile demografik dengelerin bozulmasına yönelik katliamların yapıldığı rahatlıkla söylenebilir. Örneğin diplomatik misyon üyesi Morgan adlı kişinin 28.12.1912 tarihinde Kavala’da yazdığı bir raporda “Kavala bölgesinde Kavala Türklerinin komitacılar tarafından daha önceki raporlarda bildirildiği üzere, öldürülmelerinin yanı sıra Pravista’da yaklaşık 200 Türkün ve Sarı Şaban’da bir o kadarının kıyımdan geçirildiği haber alınmıştır. Drama bölgesinde, Çatalca, Doksat ve Kırlık Ova’da Türkler öldürülmüşlerdir.” demektedir.

Yabancı misyon şefleri ve görevlileri ile ticaret için bölgeden bulunan yabancıların buna benzer rapor ve mektupları Batı ülkelerinin arşivlerinde bulunmaktadır. Batılı gözlemciler haksız ve hukuksuz bir şekilde katledilen Türk sayısını 200.000’in üzerinde olarak hesaplamışlardır. Bu soykırım değil de nedir?

Türk Milletinin başına gelen kötü şeyleri anlatmakta zorluk çektiği ve bu konularda bir ketumiyet içinde bulunduğu genelde kabul gören bir anlayıştır. Bu nedenle Balkanlarda meydana gelen soykırım ve karşılaşılan kötü muameleler bir türlü Türk toplumuna yansıtılamamıştır.

Selanik’te görevli olan İngiliz Konsolosu Lamb’ın “Kılkış, Doyran ve Gevgili ilçelerinin tamamında bütün ileri gelen Türkler öldürülmüş, malları talan edilmiş ya da kullanılmaz hale getirilmiş, çiftlikleri ve evleri yakılmış, hanımları pek çok olayda aşağılanmış ve hatta çoğu kez daha beter davranışa uğramışlardır” diye. Türklerin başına gelenlerin bir kısmını rapor etmiştir. Hatta olaylar daha da ileri gitmiş ve Müslüman Türklerin zorla din değiştirmesi için çeşitli ağır baskılar uygulanmıştır.

Amerikalı araştırmacı yazar Justin Mc Carthy Balkan Savaşları ve sonrasında ölen Müslüman Türk sayısını 632.408 kişi olarak veriyor. Bu bir insanlık dramıdır.

Bu katliamlar ve soykırımlar Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde de sürmüştür. 1919 yılında 3000 nüfuslu Menemen halkının 1300’ü Yunanlılar tarafından iki üç gün içinde öldürülmüştür. Günümüzde Menemen halkı 1919 yılının Mayıs ayı içersinde gerçekleştirilen bu katliamdan halen habersizdir. En azından soykırım niteliği taşıyan bu katliam bir anıt dikilmek sureti ile hatırlanmalı ve gelecek nesiller soykırımdan bu şekilde haberdar edilmelidir. İngiliz, Fransız, İtalyan İşgal Güçleri ve Kızılhaç tarafından kurulan Soruşturma Komisyonları incelemelerine ve Bab – Ali raporlarına göre Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları soykırım; bunları Fransızcadan çeviren Dr. Necdet Ekinci’nin “Türkiye’de Yunan Vahşeti” isimli kitabında çok iyi bir şekilde resmi belgelere dayanılarak anlatılmaktadır.

Yunanlıların 1919 – 1922 yılları arasındaki Anadolu işgalinde yaptıkları, Haçlı zihniyetinin Balkanları Türklerden arındırma planının, Anadolu’yu Türklerden arındırma  haline dönüşmüş şeklidir.

Bu katliamlar Balkanlarda günümüze kadar süregelmiştir. Kronolojik sıraya göre de bunlardan biri de Yunanlılar tarafından yapılan Çamerya katliamıdır.

Almanlarla işbirliğine giden Yunanlı General Napoleon Zervas, daha sonra İngilizler tarafından desteklenmiş ve Haziran 1944’de ayında Çamerya’da geniş çaplı bir katliam ve etnik temizlik hareketi gerçekleştirmiştir. Bu olay aynı zamanda, Yunanistan tarihinde ilki 1821 İsyanı’nda, sonrada Balkan Savaşları ile Anadolu işgalinde yaşanan ve Yunanlıların giriştiği çeşitli katliam hareketlerinden biri olarak anılmaktadır.

Çamerya bölgesindeki Müslüman Arnavut halka karşı katliam hareketi 27 Haziran 1944‘de başladı. İnsanların çeşitli uzuvlarının kesilip parçalandığı, hamile kadınların, bebeklerin katledildiği bir vahşetin söz konusu olduğu kayıtlara geçmiştir. Göz çıkarma, burun, kulak kesme ve benzeri vahşet sonucunda ilk 24 saat içinde sadece Paramiti‘de 600’den fazla insan katledilmişti. 27 Haziran 1944 ile Mart 1945 arasında Filat‘ta 1286 kişi, Gümenice ve çevresinde 192 kişi, Margelliç ve Parga‘da ise 626 kişi öldürülmüş, meçhul kayıplar ve başka vakalarda ise yüzlerce insan daha yok olmuştu. Belgelere göre, Haziran 1944 – Mart 1945 arasında Yunanlılar bütün Çamerya’da sivil halktan 3242 kişiyi katletmişlerdir. Ayrıca 745 kadına tecavüz edilmiş, 76 kadın kaçırılmış, 3 yaşından büyük 32 bebek katledilmiş, 68 köy yerle bir edilmiş, 5800 ev ve ibadethane (camiler dahil) yakılmış ve tahrip edilmiş, evler talan edilmiştir.

Bütün bu vahşetin ardından, hayatta kalabilen Müslüman Arnavutlar Mart 1945’den sonra anayurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır. Çoğu Arnavutluğa, bir kısmı da Türkiye’ye göçmüşlerdir.

Son Soykırım Örnekleri ve Türk Vurgusu

20. yüzyılın son dönemecinde dünya çok büyük bir soykırıma daha sahne oldu. 1992 yılında Bosna’da başlayan bu soykırım boyunca yüzbinlerce insan topraklarından sürüldü, hayatını kaybetti, toplama kamplarına kapatıldı, insanlık dışı işkencelere maruz kaldı. Önce Bosna sonra da Kosova’da yürütülen bu büyük soykırımın özelliği ise, Balkanlarda 1821’den beri süre gelen önceki katliamlar gibi tüm dünyanın gözleri önünde, Avrupa ülkelerinin hemen yanıbaşında ve onların da desteğiyle 1992 – 1995 yılları arasında devam etmesiydi.

Sırplar tarafından Türk olarak görüldükleri için öldürülen Bosnalı müslüman sayısı 200 bini aştı, 2 milyon insan evlerinden sürüldü, 50 bine yakın müslüman kadına tecevüz edildi. Benzer olaylar Makedonya ve Kosova’da da tekrarlanarak yaşandı.

Balkanlar da soykırım, sadece Türklerin değil soykırımcılar tarafından Türk olarak görülen Boşnak ve Arnavutlarında Sırp General Karadziç’in Srebrenica’da soykırım emrini verirken “Tek Türk kalmayıncaya kadar öldürün” ifadesinden de anlaşılacağı üzere makus talihi olmuştur.

Yüzyıllardır soykırımlarla sahneye konulan oyun Türkler üzerinde ve daha sonra da Türk gibi görülen müslüman topluluklar için uygulanmaya başlamıştır.

Her ne kadar Balkanlarda soykırım denilen akla Türkler gelse de bu durum Türklerin yaşadığı her coğrafyada neredeyse aynı durumdadır.

Büyük bir sürgüne ve soykırıma  uğrayan Kırım ve Ahıska Türkleri, Irak Türkleri, Kıbrıs Türkleri ve nihayetinde Hocalı’da Azerbaycan Türkleri değişik metod ve yöntemlerle aynı akibete uğratılmışlardır.

Büyük Şair Mehmet Akif  Ersoy;

            “İlahi,altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı…

              Yanan can, yırtılan İsmet, akan seller bütün kaldı

              Ne mâsum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı!

              Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan, birer candı”

derken aslında soykırımın edebi tarifini yapıyordu.

İfade ettiklerimizden görülmektedir ki, Müslüman Türkler Balkanlarda soykırıma uğramıştır. 1821 – 1923 arası katledilen ve tek çare olarak ölüme zorlanan Türk sayısı 5.5 milyonun üzerindedir. Bu nedenle Balkanlarda Türk denilince akla hemen soykırım gelmekte ve ölüm duygusu çağrışım yapmaktadır.

Türk Dünyası İnsan Hakları Savunucusu ressam Enbiya Çavuş anılarını kaleme aldığı “Bulgaristan’da Türk Olmak” adlı kitabında Belene’yi anlatırken “yılan, çiyan dolu bataklık bir adaydı. Komünistler muhaliflerini ve Türkleri oraya sürüp yok ediyorlardı. Açlık, çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanları ceset arabasına koyup domuzlara yediriyorlardı. Buz kütleli sular Belene’yi basıp domuzlar sürüklenince insanlar domuzlara yem olmaktan kurtuldu. Bunları da Belene kampından kurtulan Bulgar tarihçisi Vasil Lilov Kazanski “Ölüm Kampı Belene” adlı kitabında yazdı. Kazanski bu kitabında “dışarıdan ne kadar mahkum gelirse o kadar mahkum öldürülecek” emri gereği 110.000 kişinin öldürülüp domuzlara yedirildiğini söylüyor” diye yazmaktadır. Henüz üzerinden onlarca yıl geçmiş olan bu iddialar yetkililer tarafından tekzip görmemiş ve yalanlanmamıştır. 

Türklere ve Türk gibi görünenlere yüzyıllardır insanlık suçu olan bu muameleleri reva görenlerin değişmez amacı Balkanlardan Türk ve Müslüman varlığını arındırmak ve Balkanlardan Türk izlerini silmektir.

İnsanlık aleminin üzerine düşen; yine bir insanlık ayıbı olan bu soykırımların üzerindeki karanlık perdeyi kaldırmak, suçlularını deşifre etmek ve imkan varsa cezalandırmaktır. Türk milleti de Balkanlarda başıma gelen bu soykırımdan ders almalı ve bir nasihat şeklinde bu olayları gelecek nesillere objektif olmak kaydıyla aktarmalıdır. İnsan Hakları Gününde hatırlatalım istedik.

 

Ah! o günler

‘Ah! o günler
diyerek
maziye hasret
saadet ufkunda sabah olmuyor
yaşamak gerek
o günleri
yine aynı hazda
‘kalamış’ta baharda’
ya da
‘göksu’da yazda’

geliver,
yine canlansın
on sekiz çılgınlığımız
kavak yellerine komşu baharda
düşelim akşamlara eskisi gibi
o maviden siyaha çalan sularda
..
geliver,
örsün sazlar
hüzzam şarkıların
gönlün bestesince güzel dantelini
mehtap
suya aksettiğinde dinle
‘gecenin solan matemini’
..
geliver,
yine efkarlı kadehler dolusu sarhoş olalım
denizin sahili okşar sesinde
sessizce gelen fırtınadır
kopacak içimizde
son gül solarken
mazideki
hayal bahçelerimizde…

Yeni Ladin Assange’mı? – Anlayana 11 Eylül Dersleri

Doğrusu 11 Eylül’ü epey zamandır pek hatırlamaz olmuştuk.11 Eylül 2001 tarihinde Newyork’un göbeğinde Dünya Ticaret Merkezi’ne ait Kuzey ve Güney Kulelerine peş peşe iki uçağın çarpması sonucu İkiz Kulelerin yıkılması ve 3.000 e yakın insanın ölümü, başta ABD olmak üzere tüm dünyaya büyük bir travma yaşatmıştı.

Sonraki gelişmeleri biliyorsunuz.Eylemin gerçekleşmesini takip eden günlerde eylemin faili olarak Suudi Usame Bin Ladin’in liderliğini yaptığı ifade edilen El Kaide Terör Örgütü gösterildi.

Sonrası malum. El Kaide ve Taliban’la özdeşleştirilen İslami Terör veya bazılarının anlatımıyla Fundamentalist (Köktendinci) İslami gelişmeler ve örgütler ve bu arada Irak’ta var olduğu iddia edilip sonrasında fos çıkan kitle imha silahları gerekçe gösterilerek önce Afganistan sonra Irak işgal edildi. ABD eski Dış İşleri Bakanlarından Condoleezza  Rice’in 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan “Transforming The Middle East “,”Ortadoğu’yu Dönüştürmek” adı altında yayınlanan yazısında ifade ettiği gibi Ortadoğu’da 22 ülkenin siyasi ve ekonomik sınırlarının değiştirilmesini hedefleyen Büyük Ortadoğu Projesi (daha sonraki adıyla Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Ortadoğu Projesi) için düğmeye basıldı. 

Başta hedef coğrafya olan Müslüman toplumların yaşadığı ülkeleri ve bu arada dünyayı ikna etmek üzere,başlatılan operasyona (gerçekte işgale) cilalı bir üst kılıf da buldular. Güya bu, bir Demokrasi Projesi idi ve tüm dünya için tehlikeli olduğu söylenin terörist unsurlar ve onlara destek veren yönetimler etkisiz hale getirilecek, böylelikle bölge demokratik yönetimleri kavuşacak, dünya da rahatlayacaktı.

7 yıldır seyrettiğimiz bu tiyatro sonrası ilgili ülkelere demokrasi geldiğine inanan varsa diyeceğimiz yok. Aksine milyonlarca insanın ölümü, devam eden acılar, işin en kötüsü bin yıldır kardeşçe yaşayan topluluklar arasına sokulan fitneler sayesinde ortaya çıkan ve acımasızca süren kardeş kavgaları devam ediyor.

11 Eylül 2001 tarihinde meydana gelen ikiz kuleler saldırısı ile ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri arasında ne alaka var gibi bir soruyu soracak kadar geri zekalı sayısı sanırız çok sınırlıdır. Azıcık anlama veya görme kabiliyeti olan herkes bunlar arasındaki bağlantıyı görmekte zorlanmaz.

Biraz dikkatli bakınca aslında 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırılarının gerçek resmini görmekte de zorlanmak söz konusu değil.

Şöyle bir zihinleri yoklayalım ve o günlere dönelim isterseniz. Önce ABD hükümetinin konu ile ilgili açıklamalarının özetine bakalım.

-Neymiş efendim kulelere çarpan uçaklardan birisinde bulunan teröristlerden birinin pasaportu, uçağın kuleye çarpmasından sonra aşağıya fırlamış ve bölgedeki bir polis tarafından bulunmuşmuş. Vay bee. Ne menem pasaportmuş ki uçak çarpar çarpmaz beni bırakın deyip teröristin muhtemelen cebinden ve uçaktan fırlayıp meydana gelen yangının ve ateşin uzanamayacağı kadar uzak bir yere düşüp alın beni buradan ve delil olarak kullanın demiş.

-Yok efendim, teröristler havaalanına gelirken kullanıp otoparka bıraktıkları araçta açık kullanım kılavuzu ve Kur’an-ı Kerim bırakmışlar.

Dolayısıyla bunlar, bu eylemin El Kaide tarafından yapıldığına delil olarak yeterlidir. İnandıysanız mesele yok.

Dilin kemiği yok. Bunlara ikna olmayıp bazı sorular soranlar da oldu.. Mesela:

-Sahi bu arada Pentagon’a çarptığı söylenen ve Pensilvanya kırsalında düştüğü söylenen Uçakların elle tutulur enkazını ve ölenlerin varsa cesetlerini göremedik.

-ABD gibi dünyayı tek başına yönetme iddiasında bulunan bir ülkenin istihbaratının bu kadar önemli bir saldırıyı önceden fark edememesi mümkün mü?

-Hele hele Usame bin Ladin ve çevresi ile geçmişten gelen iyi ilişkileri herkesçe bilinen ve üstelik saldırıdan bir-iki ay önce Usame bin Ladin ile görüştüğü sıkça tekrarlanan CİA’nın bundan haberdar olmaması ne kadar ihtimal dahilinde.

-O zaman adama şu soruyu sormazlar mı? Kendi ülkesini koruyamayan bir ülke, süper güç iddiasıyla dünyayı nasıl koruyacak?

Bu tür soruların sayısı  bir hayli fazla. Bunların doğurduğu kuşkular da o kadar çok. Nitekim bu yüzdendir ki 11 Eylül 2001 dendiğinde herkesin aklına aynı zamanda Hitler’in Alman Komünistlerine yıktığı ama kendisinin yaptırdığı ortaya çıkan meşhur Reichstag Yangını ve ABD’nin İkinci Dünya Savaşına girişine haklılık kazandıran Japonların Pearl Harbor baskınına dönemin ABD hükümeti ve başkan Rosveelt’in çaktırmadan sessiz kalışı ile yine ABD’nin başkan Kennedy döneminde Castro’yu devirmek için Küba’ya yönelik olarak yapmayı planladığı Northvood Operasyonu geliyor.

Bunları tam unuttuk derken son günlerin birinci gündemi haline gelen ve Wikileaks tarafından sızdırılan ABD diplomatlarına ait belgeler ile Wikileaks’in kurucusu Julian Assange ismi karşımıza çıkınca 11 Eylül yeniden gündeme oturdu.

Görünen odur ki 11 Eylül 2001 sonrası Usame bin Ladin isminin uzun süre dünyanın en fazla adından bahsettiren ismi olmasına benzer şekilde bu sefer Julian Assange ismini sıkça konuşacak ve duyacağız.

22 yaşında bir asker olan Bradley Manning tarafından Bağdat’ta çalıştığı sırada  ele geçirildiği ve Wikileakse iletildiği ileri sürülen belgelerin yayınlanması ile ilgili farklı yorumlar var. Bu yorumları şu şekilde özetlemek mümkündür.

-Bu sızdırma olayı Julian Assange’ın başında bulunduğu Wikileaks çevresinde toparlanan bağımsız gurupların, ABD diplomatlarının yaptıkları istihbari faaliyetleri ve ABD politikalarını deşifre etmek üzere kendi başlarına yaptıkları bir iştir.

-Bu sızdırma olayı bizzat ABD yönetimlerinin ve CİA’nın bilgisi dahilinde bilinçli olarak yapılmıştır.

-Bu sızdırma olayının arkasında ABD yönetiminin kendi iç dinamiklerinin taraflarından birisi ile onunla bağlantılı İsrail yönetimi ve İsrail istihbarat örgütü MOSSAD vardır.

Bu varsayımlardan birincisinin fazlaca ciddiye alınacak bir tarafı yok gibi görünüyor. Zira her ne kadar Julian Assange ve Wikileaks olayın bir tarafında bulunsa bile olayın birinci aktörünün yani düğmeye basanın veya kapıyı açanın onlar olduğunu düşünmek fazlaca saflık olur.

Bu görüşü dillendirenler Bradley Manning isimli ABD li askerin bu yüzden yedi aydır tutuklu olduğunu söylüyorlar hatta bu kişinin yaptıklarını itiraf ettiğini ifade ediyorlar. Ama Bağdat’ta görev yapan 22 yaşındaki bir askerin bütün bu belgeleri ele geçirerek sızdırdığı yolundaki bu iddiayı inandırıcı bulmak pek mümkün görülmüyor. Zira bu ihtimal hem akla yatkın olmaması hem de geçmişte yaşanan benzer örneklerde bu tür sızdırmaların hep tepe noktalardan yapıldığının ortaya çıkmış bulunması sebebiyle zayıf bir ihtimal olmaktan öteye gitmiyor.

Gerek açıklanan belgelerin içeriği, gerekse sunumları ve ortaya çıkan bu olaya yüklenen misyon itibarıyla diğer iki ihtimalin birisi veya her ikisinin birden ağırlıklı olduğunu görmek için fazlaca çaba göstermeye gerek yok gibi.

Dünya Ticaret Merkezine ait ikiz kulelere iki uçağın arka arkaya çarpması sonucu kulelerin yıkılması ve yaklaşık 3 bin kişinin ölümü ile sonuçlanan 11 Eylül 2001 olaylarını çağrıştırır şekilde Julian Assange’ın başında bulunduğu Wikileaks tarafından ABD diplomatlarının iç yazışmalarının yayınlanmaya başlanmasının diplomasinin 11 Eylül’ü olarak nitelendirilmesi pek tesadüf olmasa gerek.

Muhtemeldir ki bu benzeştirmenin en önemli sebebi Wikileaks’in yayınladığı veya yayınlayacağı belgelerin meydana getireceği etkilerin ikiz kulelerin yıkılması sonrası oluşan etkilere yakın olacağı tahminidir. Yani anlaşılan odur ki bu belgelerin yayınlanmasının doğuracağı muhtemel sonuçların önemli gelişmelere sebep olacağı tahmin edilmektedir.

11 Eylül 2001 de meydana gelen olayla ulaşılmak istenen amacın İslam coğrafyası ile enerji kaynaklarına egemen olmanın yolunu açacağına inanılan Afganistan ve Irak işgalleri olduğu kısa zamanda ortaya çıktı.

Bu gün üzerinde durulması gereken asıl husus, diplomasinin 11 Eylül’ü olarak nitelenen bu yeni durumun hangi önemli amaçlara ulaşmanın yolunu açmak üzere tasarlanmış olabileceği olmalıdır.

11 Eylül 2001 deki İkiz Kulelerin uçaklarla yıkılması olayının şifreleri, olayın hemen akabinde sorumlu olarak kimlerin gösterilmek istenmesi ile çözülmeye başlanmıştı. Bu gün de her ne kadar henüz elde olduğu ifade edilen belgelerin neredeyse binde biri yayınlanmış olsa da, benzer şekilde ortaya çıkan ipuçları ile bu gizemli olayın şifrelerinin çözülmesi mümkün gibi görünüyor.

Bu belgeler salt Türkiye ve bölgeye yönelik hesaplar gereği piyasaya sürüldü gibi bir iddiada bulunmak elbette mümkün değil. Ama bu hesapların hiçbir yerinde Türkiye yok demek de bir o kadar mantık dışı olur. Zira, ortaya çıkan belgelerin önemli bir bölümünün Türk iç ve dış politikası ve Türkiye’nin komşuları ve içinde bulunduğu bölge devletleri ile ilgili olması dikkat çekici değil mi?

Kim bilir belki de Türkiye’yi yönetenlere ve bölge ülkelerine çaktırmadan bazı mesajlar veriliyor olabilir. Mesela; İsrail’i bırak, İran’a bak gibi, İsrail ile ilişkileri düzelt gibi, bölge

ülkelerine fazla güvenme her an yalnız kalabilirsin gibi, sizin için en iyi gelecek bizimle şartsız işbirliğine devam politikasıdır gibi. Bak geride daha yayınlanmayan bir sürü belge var, neler çıkabilir neler ayağını denk al gibi.

Ve son söz. Tesadüf zannettiğiniz hiçbir şey tesadüf değildir.

 

Moğolistan Gezi Notları -2

Tarihte İlk Türk Adının Geçtiği Belge

 

Göktürk Devleti, tarihte ilk defa Türk adını taşıyan devlettir.

Türk kelimesinin aslı “türümek” fiilinden gelmektedir. Bu fiilden türetilmiş, kişi ve insan anlamında “türük” ve nihayet hece düşmesiyle “Türk” kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu’da bir kısım göçebeler de yürümekten “yürük” adını almışlardır.
Göktürkler, Türklerin atlı uygarlık ya da bozkır uygarlığından yerleşik uygarlığa geçiş döneminde, Türk boylarının başına geçerek hüküm süren bir hakan sülâlesidir M.S (552-745). Kurdukları devlete de Göktürk Devleti denir.

Göktürk Devleti, tarihte ilk defa Türk adını taşıyan devlettir.
Göktürk devletinin başkenti ise, bugün Orhun vadisi Ötükent ormanları olarak bildiğimiz coğrafyadır. Orhun vadisi ve Ötükent ormanları Ulanbatur a 450 km olmasına rağmen, Tonyukuk anıtının Ulanbatur da olması Ötükenin Ulanbaturdan başladığın bir işaretidir.
Bu düşünceler içerisinde yolumuza devam ederken, karşımıza birden yeşil ova içinde 1300 yıldan beri dimdik ayakta duran, Tonyukuk anıtı çıkıyor. Heyecanla aracımızdan inip, demir çit kapının kilidini açtırarak anıtın bulunduğu Alana giriyoruz. Anıt, yerinde orijinal olarak koruma altına alınan tek Göktürk abidesi. Bu abide de Tonyukuk Çin’e karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor.
Anıtın çevresinde Göktürk mezar taşları da var. Bölgede kısmen kazıda yapılmış. Anıta Moğollar da gelip, bez bağlayarak ibadette ediyorlar. Demir çit’le çevrili anıtın yemyeşil ova içerisindeki manzarasını seyrederken, Tonyukuk’un kimliğini ve hizmetlerini düşünüyordum.

Tonyukuk Anıtı Neden Dikildi?
Tonyukuk kelimesi, “giysisi yağlı” manasına gelmektedir. O dönemde, lekeli bir giysi zenginlik ve cömertlik belirtisiydi.
 M.S 724 yılında ölen Tonyukuk, kendi biyografisini, başarılarını ve tavsiyelerini ölümünden iki yıl önce 722 yılında kendisi bizzat hazırlamıştır. En iyi şekilde korunmuş bütün vefasızlığı ve tabiat şartlarına rağmen dim dik ayakta duran bu abideyi âdete okşarcasına dokunup, Göktürk yazıların inceleyerek belgeselini çekiyorum. Yazılar bir inici tanesi gibi. Bu kitabeleri ciddi şekilde inceleyip araştıran, ve Göktürk abideleri adında kitap yazan Prof. Dr. Muharrem Ergin’in şahsın da Göktürk abidelerine emeği geçen tüm ilim adamların mihnet ve şükranla yad ediyorum. Tonyukuk anıtı ve çevresinden diğer mezar taşları ile yeşil ova içerisinde ve mavi gök kubbe altında bir medeniyetin taşa vurulmuş mührünü yansıtıyor. Abideden çeşitli yerlerinde belgesel görüntüleri çekerken buralarda birlikte gidip araştırma yaptığımız profesör ve akademisyenlerinde görüşlerini alıyorum.
TİKA tarafından bölgeye yapılan kazı evi ise, gerçekten kötü bir görünüm sergiliyor. Keşke TİKA buraya yapacağı kazı evini Göktürk ve Moğol mimarisi ile yapsaydı. Buraların gönüllü bekçiliğini yapan Moğollularla görüşüp, Moğol çocuklarının fotoğraflarını çekiyorum. Tonyukuk anıtını  en yakın komşu, atların koyunların ve büyük baş hayvan sürülerine sahip, Moğol çadırlarında yaşayan göçebeler. Bu göçebeler Tonyukuk anıtını da ziyaret ediyor.  Buradan ayrılmak istemiyoruz. Tonyukuk anıtına el sallayıp, buralara veda ederken, Göktürk kitabeleri ile ilgili elimdeki notları inceliyorum

Türk Tarihine Işık Tutan Belge
Tonyukuk “Asina” ailesinin akrabalarından Göktürk “Aşide” ailesindendir. Asena Türk mitolojisinde dişi bir kurt adıdır. O “tamamen şaman simgesi” olup, bir Göktürk milli söylencesiyle birleştirilir. Göktürkler ve diğer Türk göçebe imparatorluklarını kurucusu ve yönetenleri, Aşina sülalesindendir.
Ayrıca Tonyukuk, Hint kaynaklı dinlerin Türk boyları arasında yayılmasına izin vermediği ve bunların Türklerin hareketli hayatına uymayan, savaşçılık yeteneklerini köreltebilecek anlayışlar içerdiğini söylemiştir.
Orhun yazıtları Bilge Kağan ve Kültigin dışında aslında genelde hakanlar için yazılması gerekenden farklı olarak bir siyasi kişi olan Tonyukuk hakkında da dikilmiştir. Tonyukuk “Gök gibi ve Gök’ten olmuş” şeflerden biri değildir.
Bu anıtı ihtiyarlık devrinde kendisi diktirmiştir ve yazılar da kendisine aittir. Bu anıt GÖKTÜRK YAZISI ile yazılmıştır. Göktürk yazısını ilk olarak bu anıtlar üzerinde bulabiliriz. Tonyukuk Bilge Kağan’ın yabgusudur. Tonyukuk, bilgisi ve tecrübesiyle Bilge Kağan’a yol gösteriyordu. Orhun Yazıtlarını Tonyukuk; Bilge Kağan ve Kül Tigin’in ölümü ardından diktirmiştir..

Tuz Nehri Kenarında Tarihi Yaşamak
Tonyukuk Anıtından Ulanbatura dönerken Tuz nehrinin kenarında mola veriyoruz. Nehir yemyeşil ova içersinden nazlı nazlı akıyor. Nehrin içerisini girerek suda geziyorum. Yanımıza gelen Uygurlu gençlere Moğol türküsü söylettikten sonra, Tuz nehrinin belgeselini çekiyorum. Heyetimizle birlikte tuz nehrinden abdest alıp nehir kenarında ezan okuyup ikindi namazımızı kılıyoruz. Tuz Nehrinin kenarına oturarak, nazlı nazlı akan ırmağı seyrederken, bu coğrafyada kurulmuş, kültür ve medeniyet tarihimizin ihtişamlı geçmişini düşünüyorum.
Orhun Abidelerini Kimler Buldu?
Beni en çok üzen ise, Göktürk anıtlarının İsviçre ve Finlandiyalılar tarafından bulunması. Türkiye’nin halen bu bölgeye ilgi göstermemesi. Göktürk Anıtları ile ilgili Türkiye de keşke bir araştırma enstitüsü kurulabilse. Türk bilim adamları bu bölgelere ilgi gösterebilseler. Türk Aydınının böyle bir derdi yok. Üniversitelerimiz, Yabancı kültürlere verdiği önemin çok azını kendi kültürüne göstermiyor. Merek ediyorum, Acaba hangi üniversitemizde Orhun Abideleri ve Göktürk kitabeleri ile ilgili araştırma enstitüsü var?

18.yüzyılın ortalarında İsviçreli bir subay olan Srahlenberg tarafından bulunan Orhun Kitabeleri, 1893’te de Danimarkalı Türkolog Thomsen tarafın dan okunarak dünya edebiyatına kazandırılmıştır. Orhun Yazıtları’nın konusu Göktürk tarihidir. Dağınık durumdaki Türklerin devlet kurmaları, sonradan güçsüzleşerek bağımsızlıklarını yitirmeleri, Çinlilerin egemenliğine girmeleri, tekrar güçlenmeleri ve bunların nedenleri yazıtların ana konularıdır. Yazıtlar gelecek kuşaklara etkili bir sesleniş niteliğindeki Öğütleri anlatır. Göktürk Kitabeleri, dikili üç büyük taştan oluşmaktadır:

Tuz ırmağı kenarından bu düşüncelerle kalkıp, Moğolistan’ın başkenti Ulanbatura geri dönerken, buradan Türkiye’deki tüm üniversiteleri bilim adamı ve akademisyenleri Orhun Abideleri ile ilgili araştırma yapmaya davet ediyorum. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve tüm yetkililer, bu bölgelerle biraz daha yakından ilgilenmeli ve kültür tarihimizi gelecek kuşaklara aktarmalıdır diye düşünüyorum..

Ulanbatur’da Cengizhan anıtındayız

Ulanbutur’daki şimdiki durağımız, Cengizhan anıtının olduğu yer, Cengiz Moğol İmparatorluğunun başkenti, Dünyayı titreten bir komutan bir zamanlar araştırmacı ve bilim adamları tarafından Türk olduğu söylense de, bu fikirden vazgeçirmiş, ancak bana göre, Moğolların aslıda Türk. Çünkü Moğol dili Ural Altay dil gurubunda. Moğol İmpatorluğunun kurulduğu coğrafya Hunlar, Göktürkler ve Uygur Türk devletlerinin kurulduğu bölgeler.
Büyük Masraflarla Yapılmış
Cengiz Han’ın anıtının yapıldığı yerdeyiz. Anıt, müthiş bir görünüme sahip. Çok miktarda büyük masraflar yapılarak, bu anıtın yapıldığı her halinden belli. Cengizhan (1162-1227) yıllarında yaşamış ve İMPATORLUĞUNUN sınırlarını Japonya’da Atlas Okyanusuna kadar genişleterek, dünya tarihine yön veren bir lider. Cengiz Han’ın onuruna yapılmış, sağ elinin “ileri” yi temsil ettiği at sırtındaki anıtının bulunduğu anıt kompleksidir. Dünyanın en büyük heykelidir. Yapımında 250 ton çelik kullanılmış. Heykel, müthiş görüntüsüyle insanı titretiyor. Bir tepe üzerine yapılan Cengiz Han heykeli, Cengiz Han’ın geçmişteki ihtişamını yansıtıyor.
Bu heykel Fransa’nın Eyfel; Amerika’nın ‘Özgürlük Anıtı’, Çin’in ‘Çin Seddi’ ve Hindistan’ın ‘Taç Mahal’ ine mukayese ile Moğolistan için gurur verici bir simge olarak değerlendiriliyor. Elimde kameram anıtın belgeseli çekerken, Cengizhan’ın ihtişamlı geçmişi gözlerimin önüne geliyor
Cengizhan Kimdir?
1167 yılında doğdu. Moğol Kağanı ve Moğol Devleti’nin kurucusudur. Asıl adı Temuçin’dir. Temuçin, 13 yaşlarında iken, babasını kaybetti. Henüz küçük olduğundan, kabilesi, onu bırakıp Tayciutlar’a katılmak istedi. Annesi Helün Hatun, bin bir çaba ile kabilenin küçük bir bölümünü geri çevirebildi. Nice güçlük ve sıkıntıya rağmen, varlıklarını sürdürebildiler. Bütün bu olaylar sırasında, Timuçin’deki önderlik yetenekleri kendisini belli ediyordu.
Cengiz, han olduktan sonra Çin’deki Kitün/Chin Sülalesi’nin, kuzey sınırlarında Tatarlara karşı giriştiği bir harekete katıldı ve Tatarlar ezildi. Ona göre Tatarlar, atalarına kötülük edip, ölümüne neden olmuşlardı. 1202’te Tatar kabileleri ile savaştı ve onları yendi.
Cengiz Han, Moğolistan’ın tek gücü durumuna gelmişti. 1206 İlkbaharı’nda, Onon Irmağı boylarında bir kurultay toplandı. Bu kurultay, bütün kabilelerin temsilcileri Han Cengiz’i, bakanlığa (Kağan) getirdiler. Cengiz unvanı da bu sırada verilmiş olmalıdır. Cengiz Kağan, Çin’den batıya giden ticaret yolunu denetimlerinde tutan Tangutlar’la savaştı. 1209’da kendisi de sefere katıldı. Başkent Ning-hia düşmediyse de, Tangutlar denetim altına alındı. Cengiz Kağan, Asya’nın doğusunda büyük bir güç olarak ortaya çıkarken, Orta Asya’nın kudretli devleti de Harezmşahlar’dı. İki ülke arasında birçok elçiler gidip gelmişti. Cengiz, iki ülke arasında özellikle ticaretin gelişmesinden yana olduğunu belirtmiş, Harezmşah’tan gelen kervan mallarını uygun fiyatlarla satın almıştı.

Cengiz, 1218’de bir kaç elçisi dışında tamamı Müslüman olan tacirlerin yönettiği 450 kişilik bir kervan hazırlatıp gönderdi. Cengiz’in Moğolları tek bir devlet altında toplaması sonucu, eski Göktürk topraklarındaki bazı Türk Boylarının Batı’ya doğru göçü başlamıştır.
Asya’daki dinler mücadelesinde, Cengiz’in Şaman inancında olmasına karşın, siyasal açıdan İslamiyet’e yakınlaşmasıyla İslamiyet’e destek sağlamıştır. Cengiz’le birlikte Asya’nın iktisadi yaşamı da değişime uğramıştır. Ülkelerarası ticaret yeni boyutlar kazanmış, sınırlar ve gümrükler ortadan kalkmıştır. Asya’da tek bir devletin egemen olmasıyla, Asya’nın batısı ile doğusu arasındaki ticari ilişkiler gelişmiştir. Cengiz Han, 1227 yılında ölmüştür. Cengizhan anıtına bakarak, tarihi geçmişi seyrederken, Cengizhan dönemindeki gelişmeleri bir sinema şeridi gibi gözlerimin önlerinde canlandırıyorum. Bizler Cengizhan’ı bir çırpıda silip akıyoruz. Aslında ön şartsız tarihi geçmişi değerlendirmeliyiz. Cengizhan, Moğolistan’daki bir küçük bir moğol çadırından nasıl olduda dünyaya hakim olabildi?
Horasan ve Türkistan medeniyetlerini Bir bir kendine bağlayabildi. İslam halifesini, Hilafet makamı Bağdat ta nasıl yıkabildi?
Araştırmak Gerekiyor
Türkiye’deki bilim ve araştırma kurumları sadece, Cengizhan diyip, geçiştiriyoruz. Batılılar, Cengizhan’la ilgili bugün önemli filimler ve belgeseller hazırlanıyor. Cengizhanın oğulları ve torunlarının Çin’den, Anadolu’ya, Kafkaslardan, Kırım coğrafyasına kurduğu imparatorluk her bakımdan çok iyi araştırılması gerekiyor. Cengizhan anıtının önünden Cengiz han dönemindeki Dünya tarihi gözlerimin önüne geliyor. Horasan coğrafyasında Harzemşahlarla çarpışması,  Harzemşahın oğlunun Cengizhan karşı çıkması önemli bir olay. Cengizhan’ın affettiği tek kişi bu harzemşah sultanın oğluydu. Horasan coğrafyası ve Bağdat’taki yıkmalar ve yağmalar, kültür tarihimize büyük darbe vurmuştur. Cengizhan’ın oğlu Hülagu’nun,  Bağdat’ta İslam halifesiyle savaşması halifeyi keçi postuna sararak, atlar altında ezmesi, tarihin acı bir olayıydı. Cengizhan’ın torunu İlhanlılarla Anadolu Selçuklu İmparatorluğu ile Köse Dağda savaşlar tarihimizin dönüm noktasıydı. 
Cengizhan Dönemi Her Bakımdan Önemli
Cengizhan’ın oğlu Hülagu’nun Memluklularla yaptığı savaşta yenilmesi Moğol İmparatorluğunda sonun başlangıcı olmuştur. Cengizhan’ın oğlu Batuhan’ın Karadeniz in karşı yakasında Kazan ve Kırım’daki savaşları tarihin kaydettiği önemli olaylardır. Batuhan Viyana’ya kadar ve Tuna boylarına giderek, Haçlı ordularını burada perişan etmişti. Kaderin cilvesi olarak, Cengiz han’ın Çin tarafına gönderdiği oğlu Kubilay’ın daha sonra devletin başına açacağı sıkıntılar, Çinliler ile Moğollar arasında hep sürüp gidecekti. Özetle, Cengizhan dönemi her bakımdan araştırılmalı, Objektif değerlendirmelerle Cengizhan ve Türk tarihi yeniden yazılmalı diye düşünüyorum. Bana göre, Cengizhan’ı Dünya imparatoru yapan en önemli neden, UYGUR Türk devleti Cengiz hanla ilk işbirliği yapan ve ittifak kuran devlettir.  Cengiz han’ın askerleri arasında Türkler çoğunlukta idi. Cengizhan’ın ordusundaki Türk Süvari askerlerinin atları, günde 120 km gidiyorlardı., Eğer Uygur Türk devleti Cengiz han la birlikte hareket etmeseydi, Cengizhan bu kadar başarılı olamazdı. Hemen belirmemen gerekir ki, Göktürklerden sonra, Orhun vadisi ve Ötüken ovalarında kurulan Uygur Türk imparatorluğunun adı medeniyet kelimesinin Türkçe karşılığı olan Uygardan gelmektedir. Uygurlarla ilgili geniş bilgiyi, Uygurların ilk başkenti, Orhun vadisindeki Karabalgaz tarihi şehrini gezerken vereceğiz.

Ulanbatar’da Bogd Han Saray Müzesindeyiz

Moğolistan’ın başkenti Ulanbaturdaki gezimizin şimdiki durağı, Başkentin önemli bölgesi Tuz ırmağı kenarındaki Bogdhan sarayı. Saray, muhteşem mimarisi ile görenleri kendisine hayran bırakıyor. Tipik, Tibet mimarisi çadırların estetik görünümü yeşil boyalarla süslü saray karşısında insan tarihi imkansız duygulara kapılıyor. Sarayı uzaktan doya doya seyretmek gerek. Yeşil Saray olarak da bilinir. 1893-1993 arasında Moğolistan’ın son hanı ve Lamaist dini lideri (Javzun Damba Khutagt VIII) VIII Bogdo Hanın ikameti için inşa edilmişti. Elimde kamere ili sarayın dış havlısından içerisine dalıyorum. Saray binalar kompleksi tarihi not düşüp zamana noterlik yaparak sarayı bilgesellerini çekiyorum. Çekimlerim devam ederken, bayan görevli çekim yapmamıza mani oluyor.
Bogdo Han 1911 yılında Moğolistan’da ” KUTSAL KRAL” olarak siyasi otorite kabul edilmişti.1921 yılındaki Moğol Halk Devriminden itibaren 1924 yılında hastalığı nedeniyle ölümüne kadar” Anayasal Hükümdar” olarak kaldı.
Bogdo Han Saray Müzesi 1954’te devlet müzesi şubesi oldu. 2000 yılından itibaren Bogdo Han Saray Müzesidir. Yazlık tapınak ve kışlık saraydan olarak kullanılmıştır.. Sarayın Koleksiyonunda, kraliçe DONDOGDULAM’a ait kraliyet giysileri ve hediyeler ile ünlü sanatçı ve zanaatkarlara ait Moğolistan’ın dini ve siyasi geçmişini simgeleyen dönemsel nesneler sergilenir. Sarayda gizli olarak belgesel çekimlerimizi sürdürerek, Moğolistan’ın tarihinde önemli yeri olan bu saray bir anlamda budizminde temel taşı. Kral Budist dininin manevi önderi kabil ediliyordu. Bugün müze olarak kullanılan saray en çok ziyaretçisi olan yerler arasında..

Zaisan Memorial anıtını geziyoruz

Bakent Ulanbaturdaki gezimiz devam ediyor. Ulanbatur şehrinin tarihi geçmişi fazla olmasa da bugün başkent olması dolayısıyla birçok tarihi olayın müzeler ve anıtlarda sergilendiği yer. Geçmişte, Hunlar, Göktürkler, Moğollar ve Uygur İmparatorlukları gibi bir çok imparatorluğa ev sahipliği yapan Moğolistan’ın bugünkü durumu gerçekten üzücü. Uçsuz Bucaksız bu coğrafyada sadece 3 milyon kişi yaşıyor. Cengizhan ve Metehan gibi bir çok imparator yetiştiren Moğolistan, son yüzyıllarda hep başkalarına asker olmuş ve başkaları için çarpışmış ve ölmüşler.

Şimdiki durağımız Zaisan Memorial anıtı oluyor. Bu anıt, Başkent Ulanbatur’un güneyinde  2. Dünya savaşında ölen Sovyet askerleri arasında 40 bin Moğol askeri anısına yapılmıştı. Anıtın bulunduğu tepeye merdivenlerle çıkıyoruz. Anıta çıkarken Ulanbatur şehri Tuz ırmağı âdete ayaklarımızın altında kalıyor. Anıtın hemen karşısında yeşil dağ yamacına yapılmış çok büyük bir Cengizhan resmi dikkatimizi çekiyor. Anıt adeta bir füze gibi göğe doğru yükselmiş. Bu anıt, Bir zamanlar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin lideri olan Rusya halkı ile Moğolların dostluğunu simgeliyor.1921 yılında gerçekleşen Moğolistan’ın bağımsızlık ilanındaki Sovyet desteğini simgeler. 300 merdiven basamağı ile yorgun argın çıktığımız anıtın içinde 2. dünya savaşında Moğol askerlerinin öldürüldüğünü ve daha sonra 2. Dünya savaşının nasıl kazanıldığını temsil eden büyük resimler yer alıyor. Anıtın içerisindeki bu resimleri çekerek ve Akademisyenlerin görüşlerini alarak, tarihe not düşüp zamana noterlik yapıyoruz. Anıttan ayrılıp, Orhun abidelerine gitmek üzere Başkent Ulanbaturdan ayrılırken son durağımız Moğolistan’ın en büyük Buda Heykeli oluyor. Anıtın ve yeşil saray arasındaki buda heykeli adete sırtını dağlara yaslamış. Ulanbatur halkını kucaklamış şekilde duruyor.
Moğolistan Cumhurbaşkanını Sarayı da bu bölgede. Ulanbatur’un bu bölgesi her bakımdan güzel.. Bu bölgedeki Moğol çadırları ve lüks villa iç içe geçmiş zengin ile fakirin birlikte yaşadığını gösterirken, Moğolistan tarihindeki tezatlığında yansıtıyordu. Ulanbatur’a, Tuz nehri üzerinden el sallayıp veda ederek, Ötüken’e ve Orhun’a doğru yola çıkıyoruz.

 

Devam edecek

Lüks Yalnızlık

Takiplerin arkasından giden gelen giden nedir ki?

Senin gözünü alamadığın ve baktığın

Sonu gelmez konuşmaların, sonra kızmaların

Yapmak istediğin şeyleri yapamadığın yada yapmadığın

Benim anlamadığım, senin anladığın

Hayatın meşgalesi yaptığın

Bitmediğini fark ettiğin ama bitiremediğin

Belki de sana neydi? ama seni engelleyen kimdi?

İyimiydi, hoş muydu? sence nahoş muydu?

Seni bana böyle bağlayan, odaklayan, yoğunlaştıran

Benim bundan bıktığım senin anlamadığın

Gerçekte neydi? İsteyişte aradığın!

Beni hayattan bıktırdığın, ama yıkamadığın

Varlığımı, sevgimi, saygımı

Yaşama olan umutlarımı

Gerçekte bir insan olduğumu ve normalliğe ihtiyacım olduğunu

Anlarsan bir gün bakışlarının esiri olmadığımı

İşte o zaman takiplerin bir gün durursa

Bende anlarım bir insan olduğumu

Hayatım başkasının değil. Benim yaşadığımı

Yalnızlığın bir lüks olmadığını

Allah’la kul arasında. Benim dünyamın içinde diyerek, yaradana şükür ettiğimi

Bir Selçuklu Şehri “Sinop” ve 35. Şura

Aydınlar Ocağı üyeleri için milli, dini, kültürel v.b. maksatlarla gezilere katılmak, toplantı ve yemekler düzenlemek, yurdumuzun her bir yerini görmek için gayretlerde bulunmak çok tabii icraatlardandır. Kocaeli Aydınlar Ocağı üyeleri olarak da yıllardır her başkanın döneminde, hele Başkan Ahsen Okyar’ın gayretleri ile İstanbul’un abide yerlerini, camilerini, saray, kasır ve köşklerini Yüşa Hazretlerinden, Eyüp Sultanı’na, Yerebatan Sarayından, Miniatürk’e, Söğüt’ten, Bursa Emir Sultanı’na, Elazığ’dan, Ankara Kalesi’ne, Giresun’dan Malatya’ya v.s. pek çok yurt köşesini hallaç pamuğu gibi attık. Türk – İslam Kültürü’nün ve diğer tarihi eserlerin tadına vardık. Her gittiğimiz yerden hafızamıza yeni yeni bilgi ve nakışlar yerleştirerek, gördüğümüz kültürel ve tabii tabloların verdiği neşe ile daha da dolarak ve coşarak yuvalarımıza döndük.

Son Aydınlar Ocakları Büyük Şurası; Karadeniz’in incilerinden, yeşilin, denizin en güzel örneklerinden güzel Sinop İlimizde yapıldı. TBMM Başkan Vekili Dr. Meral Akşener, Aydınlar Ocakları Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa E. Erkal, Sinop Aydınlar Ocağı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Şennan Yücel, Prof. Dr. Recep Bircan, Kocaeli’den de; Nursel – Ahsen OKYAR, Meral – Ahmet BAŞAR, Melek – Nihat GÜRER, Filiz – Nuri Ertan İRFANOĞLU, Dr. A. Gülden – Ruhittin SÖNMEZ, Yunus ÖZEN, Hatice Nur – Cemal BARIŞ, Hasan Buğrahan BARIŞ (6 yaşında), Hayrettin Gürsoy BARIŞ (19 aylık), Meryem GÜRSOY ve eşim Zeynep POSTALCIOĞLU ile birlikte katıldık.

Ülkemizin bugününü irdeleyen, yarınını düşünen, mevcut sıkıntılarından ve gelecek tehlikelerden rahatsızlık duyan, Türk Milleti’nin devleti ve milletiyle “bölünmez bütünlüğünü” her zaman savunan, Evlad-ı Fatihan’ı unutmayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk Dünyasına, İslam Alemine ve hatta Osmanlı Devleti’nin (Devlet-i Ali’nin) yaşattığı Türk Asırlarında olduğu gibi Cihan’a yetecek güce erişmesi için heyecan duyup, çalışan Aydınlar Ocaklılar böylece Türk Milliyetçiliği’nin inceliklerini özetlemektedirler.

Tarihimizin en önemli unsurlarından biri de bizlere Anadolu’yu yurt yapan, büyük hakan Alpaslan’ın yadigarı olan Anadolu Selçuklu Sultanlığı’dır.

Anadolu’daki Türklük Selçuklularla mühür haline gelmiştir. Bu mührün çok sayıda örneği ve alametleri Erzurum’da, Elazığ’da, Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Kahramanmaraş, Sivas, Van, Erzincan, Erciş, Tunceli, Siirt, Hakkari, Konya, Antalya, Kastamonu, Samsun, Alanya, Ankara, Aksaray, Afyonkarahisar, İzmir, Amasya, Eskişehir, Kütahya ve sayamadığımız yurt köşesine çakılmıştır.

35. Şura için gittiğimiz de gördük ki Sinop İlimizde Selçuklu iktidarından çok sayıda hatıra taşımaktadır.. Camiler, kaleler, kervansarayları, külliyeleri ve bütün insanlarına yansımış olan Türk konukseverliği…

Her gezimizde o kadar zengin bir kültür hatırasıyla karşılaşıyoruz ki!.. İşte Türk Milleti’nin gerektiğinde istiklali için canını verebilecek imanının hamuru bu mayadan gelmektedir.

Gerek Selçuklu atalarımız, gerekse Osmanlı atalarımız at koşturdukları coğrafyayı imar etmişler ve imanlı- kültürlü – saygılı ve canını verecek kadar yürekli ve sevgi dolu yaşamışlardır. Bu ruh haleti içinde Müslim, gayrımüslim tüm vatandaşların huzur, can güvenliği ile emniyetleri sağlanmış ve yüzyıllarca dünyanın imrendiği “hayat örneği” olmuştur.

Buna birde inanılmaz güzellikteki yemyeşil ormanlar, bakımlı sokaklar ve tarihi eserler, şehitler- veliler – sahabeler, muhteşem Karadeniz, tabii liman ve dünyada Norveç’te olan ve bu da bizde bu sahada görülen muhteşem fiyort tablosu…

Yanında, ülkesinin hiçbir ferdini ayırmadan kucaklayan şuurlu Aydınlar Ocağı üyeleri ve lise yıllarımın hatırası Dr. Ömer Kolsarıcı ve eşi Ecz. Nalan Kolsarıcı kardeşlerimle ve yeğenimiz Ertuğ Kırçal’ın varlıkları da kültür gezimizin duygu odaklarını oluşturdu.

Hasılı arzu ile katıldığımız bu gezimizde başta Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar ve yönetici arkadaşlarımız ile Sakarya Aydınlar Ocağı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Cerrahoğlu ve ekibi, ailelerimiz, Sinoplu ve diğer Ocaklı dostlarımızla bir sonraki şurada kavuşma dileklerimizle nihayetlenmiş ve şükürlerle, yeni bilgilerle, geleceğimizin aydınlığına inanarak yuvalarımıza dönüş nasip olmuştur.

Sağlıcakla kalınız.

Türk Dünyası Kıbrıs’ta

Türk Dünyası, Kıbrıs Adası’nın yarısından az bir toprak parçası üzerinde kurulmuş bulunan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne sığar mı? diye sorsam elbette hayır dersiniz. Bana göre Türk Dünyası her bir Türk’ün küçücük kalbine sığabilir. Bunu başardığımızda işler yoluna girmiş demektir. Onun için Avrasya Ekonomik İlişkiler Derneği ile Kıbrıs Lefke Avrupa Üniversitesi tarafından düzenlenen “21. Yüzyılda Türk Dünyası Uluslararası Sempozyumu”nda Türk Dünyası da KKTC’ye sığdı.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne karşı uygulanan politik ve ekonomik izolasyona karşı da, Türk Dünyası’nın KKTC’nin arkasında olduğunu göstermesi bakımından bu sempozyum; Kıbrıs Türklerine eziyet eden uluslararası camiaya güzel bir mesaj verdi.

Ayrıca bu sempozyumun, artık bir çok şey gibi Türkiye’de unutulmaya yüz tutmuş büyük bir ilim adamımız rahmetli Zeki Velidi Togan adına yapılmış olması, halen onca olumsuzluğa rağmen dirençli bir Türk kitlesinin varlığını göstermesi bakımından çok anlamlıdır.

Günümüzde KKTC’nin de içinde bulunduğu 7 bağımsız Türk devleti vardır. Ancak bazı Türk coğrafyalarında şartlar el verdiğinde bağımsız Türk devletlerinin kurulması hiç uzak olmayan ihtimallerdir.

Ancak mevcut 7 bağımsız Türk devleti arasında mutlaka işbirliği artırılmalı ve bu işbirliği bireyler düzeyine indirgenerek geliştirilmelidir. Bu yönde atılmış somut adımların olduğunu da görmek Türk Milleti açısından sevindiricidir.

Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi (Türk Konseyi) Türkiye, Kazakistan, Azerbaycan ve Kırgızistan tarafından kurulmuştur. Bu birliğe mutlaka Özbekistan ve Türkmenistan dahil edilmelidir. Ondan sonrada bu Türk Devletleri diğer kardeşleri KKTC’yi tanıyarak birliği tamamlamalıdırlar.

Türk Devletleri tarafından tanınmayan KKTC’nin başka devletler tarafından tanınmasını beklemek Türk Dünyası için büyük bir ayıptır. KKTC’nin tanınması yönündeki her türlü mazeret izahtan yoksundur.

Keza Türk Dünyasının tek ortak meselesi sadece KKTC’nin tanınması ve üzerindeki politik ve ekonomik izolasyonun kaldırılması değildir. Bir çok ortak meselemiz vardır. Azerbaycan’ın topraklarının %20’sinin Ermeni işgalinde olması, Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımı iddiaları ile karşılaşması, Afgan Türklerinin sorunları, Doğu Türkistan, enerji problemleri vs. gibi meseleler Türk Dünyasının ortak düşünmesini ve hareket etmesini gerektiren konulardır. Azerbaycan’lı milletvekili Paşayeva’nın Türk Dünyasındaki sorunların bölgesel bir sorun olmaktan çıkartılarak Türk Dünyasının tamamının ilgilendiği sorunlar haline gelmesi gerektiğine dair düşüncesi çok doğru ve yerinde bir tespittir.

Sempozyumdaki ortak kanı; Türk Dünyasındaki ilişkilerin duygusallıktan kurtarılarak gerçekler üzerinde bilimsellik içeren bir düzleme oturtulmasıydı. Sunulan bildirilerde bu konulara özellikle dikkat çekildi. Bir akademisyenin “Türkiye’nin milli meselelere sahip çıkmadığı anlayışı başta KKTC olmak üzere diğer Türk Devletlerinde önemli sorunlar yaratabilir” tezi bir T.C. vatandaşı olarak yıllardır şikayet ettiğim bir konuyu dile getirmesi bakımından hoşuma gitti.

Türk Dünyası; 21. yüzyılda dünyanın yeniden şekillendirildiği, küreselleşmenin ön plana çıkarıldığı ve ekonomik ilişkilerin iç içe geçirilip, rekabet koşullarının acımasızlaştırıldığı bir dönemde bir araya gelerek karşılaşılan sorunlara karşı yapabileceklerini tartışıyorsa bu iyi bir gelişme olarak kabul edilmelidir.

Yüzlerce yılı aşan bir süredir birbirinden uzak tutulmuş olan Türk Dünyası; ortak tarih, ortak dil ve lehçe,ortak alfabe üzerinde ve bunların okullarda hayata geçirilmesine dair mutabakata varıyorsa, Türk Milletinin bir bütünlük içinde dünya sahnesinde şahlanışına insanlık alemi yeniden tanıklık edecek demektir.

Bu yazdıklarımız Türkiye’nin gündemi ile ilgili değildir.Ancak Türk Dünyasının birliği,Türkiye’nin en önemli gündem maddelerinden birisi olmak zorundadır.

Türk Milletinin büyüklüğü,Türkiye’de yaşayan Türk Milletinin gözünden bilinçli bir şekilde kaçırılmaktadır. Bölücüler Türk vatanını bölmek üzeredir. Bölücübaşı’nın, PKK’nın ülkemizde polis hizmeti verecek örgütlenmeye gitmesi yönünde talimat verdiği medyaya yansımaktadır. Ülkemizdeki iktidar bütün bunlar karşısında sessizdir ve Türkleri ülkemizde yaşayan 36 etnik parçadan biri olarak görmekte ve göstermektedir. 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra yapılacağı iddia edilen Yeni Anayasa ile Türkiye Cumhuriyeti üzerinde Türk Milletinin hükümranlığı sona erdirilmek istenmektedir.

Bir taraftan kocaman bir Türk Dünyası ve diğer taraftan Türklüğü hakir gören bir iktidar anlayışı. Türkiye’de yaşayan halkın gündeminde ise günlük iaşenin temini ve dünyevi nimetlerin sarhoşluğu. İşte bu tabloda her milliyetperver insanımıza düşen görev; ülkemizdeki gerçekleri ve Türk Dünyasının gücünü Türk halkına anlatmak ve KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu’nun dediği “Türkler birliğe mecbur” sözünün bu dönem tarihte hiç olmadığı kadar ne derece önemli olduğunu Türklere ve kendini Türk olarak görenlere hissettirmektir. Çünkü Türkiye, Türk Dünyasının merkezidir. Merkezi yıkılmış, bölünmüş, parçalanmış bir Türk Dünyası kıyamete kadar belini doğrultamaz. Size “gönül gözü ile rahmat” dilerken, “dikkatinize göre minnettarım” diyerek Türk Dünyasını sığdırdığım küçücük kalbimden sevgi ve saygılar sunuyorum.

Osmanlı Ordusu Komutanlarından General Rafael De Nogales Mendez

Türkiye ile Venezuela arasında enerji alanında işbirliği yapılmasına karar verilip, yetkililer arasında anlaşma imzalandı haberini gazetelerde okuyunca General Rafael de Nogales Mendez aklımdan geçti. Bakın nasıl;

R.D.N.Mendez,  1877 yılında Venezuela’nın Tachira eyaletinin San Cristobal şehrinde doğmuş soylu bir ailenin evlâdıdır. Çocukluğundan beri askerliğe ve savaşa büyük merak duymuş. Ailesi tarafından köklü bir eğitim görmesi için Almanya’ya gönderilmiş, daha sonra Barcelona ve Louvain Üniversitelerinde edebiyat ve fen dersleri almış. Askeri eğitimini ise Belçika Kraliyet Harp Akademisi’nde tamamlayarak, 1894 yılında 17 yaşında asteğmen rütbesiyle mezun olmuştur.

1898 yılında ABD’ye karşı İspanyol ordusunda görev almış, gösterdiği başarılar nedeniyle de Askeri Liyâkat Nişanı ile ödüllendirilmiştir. Maceralı yaşamdan hoşlanan Mendez, Çin, Kore, Hong Kong, Japonya arasındaki istihbarat faaliyetlerinde İngiltere lehine aktif olarak yer almıştır.

1914 yılında I. Dünya Savaşı çıkınca, Fransa ve Belçika’ya müracaat ederek, ordularında görev istemiştir. Milliyetini değiştirirse, isteğinin kabul edilebileceği yanıtını almıştır.

Fransız veya Belçika vatandaşı olmayı reddeden Mendez, tesadüfen tanıştığı Türk elçisi Fethi Okyar’a savaşta Osmanlı İmparatorluğu saflarında görev almak istediğini söylemiştir.

Aldığı tavsiye mektubuyla Ocak 1915 yılında İstanbul’a gelmiş, Liman Von Sanders Paşa ve Enver Paşa tarafından dostça karşılanmış, sür’atle Türkçe öğrenmesi ve kurmay eğitimi almasını devam ettirmesi koşuluyla, III. Ordu emrine atanmış ve Doğu Cephesi’ne gönderilmiştir.

Türkçe konuşmayı çok çabuk öğrenen Mendez, Osmanlı ordusunda sürekli aktif görevlerde bulunmuş ve başarılı olmuştur. 1917 yılında ise Güney Cephesi’ne III. Süvari Tümen Komutanlığı emrine atanmıştır. Piyade, süvari, makineli tüfek birliklerinde görev yapmıştır.

Savaş sonrası kaleme aldığı hatıralarında, omuz omuza çarpıştığı Türk askerlerinden ve onların kahramanlıklarından övgüyle bahsetmiştir. Savaş sırasında önce yüzbaşı sonra binbaşılığa terfi eden Nogales Mendez, anılarını “Cuatro Anos Bajo la Media Luna” (Hilâl Altında Dört Yıl) ve “Memorias del General R. D. Nogalez Mendez” (Genaral R. D. Nogalez Mendez’in Hatıratı” isimli yapıtlarıyla anlatmıştır.

Yaşamı boyunca Türk dostu olarak kalmıştır. Doğu görevinde Ermenilerin ihanetlerini, halka ve ülkeye verdikleri zararları yakından görmüş yaşamış ve yazmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu ordusundaki görevinin sonunda kendisine Harbiye Riyasetince verilen, “Orduyu Hûmâyun’da göstermiş olduğu hidemat-ı mühimme ve fedakâranesinden dolayı beyan-ı takdir ve teşekkür” yazısını, 1937 yılı Temmuz ayında hayata gözlerini kapatıncaya kadar,  en değerli gurur kaynağı olarak yaşamı boyunca muhafaza etmiştir.  

 

Dış Politika Tuzakları

Şimdi de “Wikileaks” sakızını çiğneyip duruyoruz!
– Yayınlanan belgeler gerçek mi sahte mi?
– Hangileri gerçek hangileri sahte?
– Bu yayınlar kimin işine yarar? AKP’nin mi, CHP’nin mi?
– Bu işi tezgahlayan ABD mi İsrail mi?
–  Wikileaks’ın sahibi Jullian Assange, cinsel sorunları olan bir maşa mı, bir halk kahramanı mı?

Daha pek çok soru, gazetelerde ve televizyon programlarında “uzmanlar” arasında tartışılıyor. Ama; net bir kanaat yok!..

Hemen hepsi; “şu da olabilir bu da! Hele, öteki belgeler de bir yayınlansın, bakarız!” diyorlar…

Peki, bu tartışmaların Türkiye’ye, Türk halkına faydası nedir?

Uzmanların bile kafasını karıştıran bu olan, konuyu ayrıntılarıyla bilmeyen geniş halk kitlesi için ne ifade eder?

AKP’liler;

Başbakana iftira ediyorlar!” diye onaylar!

Muhalefet partileri;

“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz! Bu kadar belgenin hepsi mi yalan? Ergenekon davasının açılmasına sebep olan ifadeleri veren Tuncay Güney nerede? O’nun ya da öteki tanıkların sözlerine, belgelerine inanıyorsunuz da bunlara neden inanmıyorsunuz?” derler.

Kafalar daha da karışır! Ama hiç kimse hiçbir şey anlamaz!

“Peki, sen ne düşünüyorsun?” diyeceksiniz!

Açıklayalım.

Dış Politikada temel amaç; “Ulusal Çıkar” dır.

Peki, dış politikada her devlet kendi çıkarını koruyabilir mi? HAYIR!

Gücün ve aklın varsa koruyabilirsin!

Ekonomik gücün varsa, borçsuz bir ülke isen, teknolojide önde isen, yer altı zenginliklerini kendin işliyor ve ülkenin zenginliğine zenginlik katabiliyorsan, güçlü bir ordun varsa, “nitelikli insan gücün” varsa, ulusal moralin yüksekse, ulusal çıkarlarını ve “ulusal onurunu” korursun!

Yoksa, güçlü olanın altında kalırsın!

Türkiye, 1947 Marshall Planı-Truman yardımı ile ABD’nin siyasal çekim gücüne girdi!

1950’de Demokrat Parti, Meclis onayı bile almadan Kore’ye asker gönderdi, ABD’nin gözüne girdi! Ve Türkiye “NATO” ya girdi! Hem de tüm ordusunu NATO’ya bağlayarak!

1950 sonrası Demokrat Parti’nin ABD ile yaptığı “İkili Antlaşmalar” sonucu Türkiye topraklarına “ABD ÜSLERİ” yerleşti!

1955′de, Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de, Müslüman Cezayir halkı, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı örmek alarak, ellerinde Mustafa Kemal’in kalpaklı fotoğrafları ile Fransız emperyalizmime karşı kurtuluş mücadelesi veriyordu. “Milliyetçi-Muhafazakar” Demokrat Parti, Fransız emperyalistlerinin yanında yer aldı!

1963′de KIBRIS’ta, ENOSİS ihtirası içindeki Yunan subaylarının eylemleriyle Türkler katliama uğradı. Türkiye, “Garantör Devlet” olarak Diplomatik temaslar sonuç vermeyince, Başbakan İNÖNÜ, askeri müdahale aşamasında ABD Başkanı Johnson’un mektubu ile tehdit edildi!

“Teslimiyetçi dış siyasetin” faturasıydı bu mektup!

1965‘de iktidara gelen AP/Demirel hükümetleri de “ABD güdümünde dış siyaset” çizgisinden çıkmadı!

1991′de ABD ve ortakları IRAK’a saldırırken ( 1. Körfez Savaşı) iktidarda olan Turgut Özal, yine ABD’nin peşindeydi!

“Bir koyup Üç alacaktık!”

Aynı tarihte, “çekiç güç” yerleşti ülkemize! ABD, İngiliz ve Fransız askerlerinden oluşan 1862 kişilik güç, 77 uçak ve helikopterle, Kuzey Irak’tan Türkiye’ye iltica etmek isteyen mültecilere koruma kalkanı olacak ve işi bitince çekip gidecekti! Topraklarımızı çok sevdiler! Bu arada ek iş olarak PKK’ya yiyecek ve mühimmat taşırken tespit edildiler! Ancak, 1 Mart 2003’de defolup gittiler!

Aynı tarihte, “Tezkere Vakası” yaşandı!

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını kullanmaları ve 62 bin yabancı askleri personelin 6 ay süreyle Türkiye’de bulunmasıiçin hükümete yetki verilmesi isteniyordu. Meclis, 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oy verdi. Öngörülen salt çoğunluk sağlanamadığı için reddedildi.

ABD çok kızdı!

4 Temmuz 2003’de, Süleymaniye’deki 11 kişilik askeri birliğimizin başına çuval geçirip günlerce tutuklu tuttular!

Aynı olayda “kızını aramak için orada bulunan ve tutuklanan İngiliz baba 10 milyon dolarlık dava açtı.

Biz hiçbir şey yapamadık!

Hatta, daha sonra bu haltı işleyen ABD’li subayı Türkiye’de ağırladık!

4 Haziran 2003’de TBMM’nde “ikiz yasalar” onaylandı!

Ayrıntısına girmeyeceğim, merak eden İnternet’ten araştırıp incelesin. Bu yasalar, Türkiye’nin “Üniter Yapısı” için bir tehdit, bir hançerdir!

Ardından, “Özel Sınır Birlikleri Oluşturulması” gündeme geldi! Eli kulağında, yakında bunu da hallederler! Ve birileri ; “Hoş geldin Kuzey Kürdistan” diyebilirler!

Bu arada, hiç istemediğimiz (!?) Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olmasını onayladık!

Son olarak; ABD istediği için, Türkiye’de “Füze Kalkanı”  kurulmasını onayladık!

Şimdi, bütün bu olup biten “uluslar arası oyunlar” sonrası, “Nereden çıktı bu Wikileans olayı?” diyorsanız, çok safsınız demektir!

Bu arada; karşınıza çıkan Milletvekillerine; “ONURLU DIŞ POLİTİKA nedir? ULUSAL ONUR nedir?” diye sorar mısınız?

Alacağınız yanıtları çok merak ediyorum!

İyi uykular Türkiye’m!..