16.6 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1158

Sevgi Dağıt

Tükettiler azar azar,

Sevgisiz kaldı insanlar.

Yeniden gez çarşı pazar,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

İhmal etme dağıt sıkça,

Çoğalır sen dağıttıkça.

İnsan diye yaşadıkça,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Doya doya alsın hepsi,

Yıkansın cümlenin nefsi.

Tabak tabak tepsi tepsi,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Kıvamını Mevlana’dan,

Tadını al Yunuslardan.

Karıştırıp eyle derman,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Hacı Bektaş’tan iksir,

Hacı Bayram’dan kefir.

Hoşgürü ve aşkla pişir,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Erenlerden muhabbet al,

Gönlünde et şekerle  bal.

Kaşık kaşık çatal çatal,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Tufan kopsa yer yarılsa,

Mecal bitse ten ufansa.

Geriye tek hücren kalsa,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Yeryüzünden yıldızlara,

Ecinniden insanlara.

Nebatata hayvanlara,

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Muştular olsun şimdiden,

Dolup taşsın bütün evren.

Derya olan yüreğinden.

Avuç avuç sevgi dağıt.

 

Kavuşmak istersen Yar’a,

Kendini kendinde ara.

Karışacaksan kırklara,

Avuç avuç sevgi dağıt.

                                          

İtibar ve itibar yönetimi

İtibar genel olarak, her türlü organizasyonun(Kurum, Kuruluş, Sivil Toplum Kuruluşu, çeşitli ticarethaneler, v.b) dış paydaşları ile birlikte vatandaş algılamalarını da ihtiva eder. İyi bir itibar her kişi ve organizasyon için yaşamsal bir öneme sahiptir. İtibar aslında soyut bir değer olmasına karşın etkisi somut değerin çok üstünde olabilmektedir.

İtibar, Arapça bir kelime olup saygı görme, değerli ve güvenilir olma durumu, saygınlık ve prestij anlamında kullanılmaktadır (TDK Türkçe Sözlük).

İtibar genellikle algılamalardan beslendiği için, algıda organizasyonla ilişki kuran herkes ve organizasyonda bulunan kişileri kapsar. Dolayısı ile ilişkideki herkesin organizasyona yönelik bilgi, düşünce ve duygusal tepkilerinin kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi gerekmektedir.

İtibar diğer bir değişle Kamuoyunun Organizasyonla ilgili olumlu ya da olumsuz düşüncelerinin aritmetik ortalamasıdır. Ancak esas bu organizasyonun paydaşları ile olan ilişkilerindeki paydaşların duygu ve düşüncelerinden oluşan algı bütünlüğünün sonucu oluşan bir olgudur.

Mesela Kurumların başarısı için itibarlı olmak çök önemlidir. Bu durumu gerçekleştirebilmesi için fiziksel, ekonomik ve özellikle kurumun entelektüel değerlere daha önem vermesi gerekmektedir. İyi bir itibarın özel ve kamu kurumlarında büyük bir rekabet avantajı sağlar. İtibar aynı zamanda Sivil Toplum Kuruluşlarının da toplum algısında ve başarı ve başarısızlıklarında etkili olur.

Kuruluşların itibarı önemlidir. Kamuya iletilmek istenen mesajların hedef kitlelere kolayca iletilmesini sağlar. İnsanlar bir kuruluşla iş yapmak, ona katılmak veya ilişkiye girmek istediklerinde o kuruluşun itibarını dikkate alırlar.

İtibar soyut bir kavram olduğu için mesela akıllı girişimciler iyi bir yatırımın; doğru insanlarla, doğru zamanda ve iyi bir itibarı olan kuruluşlarla iş yapmayı yeğlerler. İyi bir itibar o kuruluşun marka değerini de belirler.

Çok ilginçtir ki İtibarı değeri, ancak itibar kaybolduktan sonra anlaşılmaktadır. Toplumun duygusal tepkileri (Yapısal-dağınık, iyi-kötü, güçlü-zayıf, kimlikli-kimliksiz v.b) İtibarın oluşmasında etkileri yüksektir. İtibarlı bir kuruluşun itibarsız bir kuruluşa göre avantajlı hale geçerler. Krizlerden daha az etkilenirler çünkü ilişki kurdukları firmalar daha toleranslı davranır., Ürünleri daha düşük tutarlara ve vadeli alabilirler, performansı yüksek ve özellikleri yüksek olan  işe alınacak elamanları bünyelerine daha kolay katarlar.. 

Kimlik ve imaj, itibar yönetiminin en önemli iki boyutudur. “Kişilik kavramı; 1-Bir kimseye özgü belirgin özellik, şahsiyet… 2-Kendi varlığının bilincinde olan kişinin psikolojik açıdan taşıdığı birey olma özelliği; bilinçli bireylik…3- Kişiyi ötekilerden ayıran bedensel ve ruhsal özelliklerin tümü; karakter…4-Bir kişinin diğer kimselerden az veya çok ayrılık gösteren görünüşü 5-Bir insana yakışacak nitelikteki davranış; insanca davranış; insaniyet; insanlık; adamlık; iyilik…

Görüldüğü gibi her ifade bir bütünün parçası ve derinliğini yansıtıyor”. (Prof Dr Ramazan Demir Kimlik ve kişilik makalesinden)

Kısaca kurumun karakterini, değerler sistemini ifade eder. Kimlik ise; Kurum içinde çalışma süresince yaşanan deneyimler, çalışma tarzları, kurumsal kurallar, kurum kültürü, kuruma ait başkalarının görüşlerini ifade eder. İmaj ise müşterilerin, tedarikçilerin, hissedarların yani dış paydaşla kimliği etkiler bulunduğu mevcut durumunu anlatırken; kimlik ise çalışanların kurumla ilgili düşüncelerinden oluşmaktadır. Kurumsal imaj ise, müşterilerin, tedarikçilerin, hissedarların, daha genel anlamda kamuoyunun Kuruma olan bakış açılarının toplamından oluşur.

“Kimlik konusuna gelince; bu kavramın sözlükteki karşılığı “kişilik” kavramına göre daha sade ve kısadır;

Kimlik: 1-Bir kimsenin toplum içinde, insana özgü olan özellik ve niteliklerle belirli bir insan olmasını sağlayan şartların bütünü; hüviyet… 2-Bir kimsenin kim olduğunu kanıtlayan belge; kimlik belgesi; kimlik kartı; hüviyet kartı”…(Prof Dr Ramazan Demir Kimlik ve kişilik makalesinden)

“Sonuç olarak şunu söylemek gerekir ki; kişilik ile kimlik farklı değerlerdir. Kimliğe göre kişilik, kişiliğe göre kimlik tayini yapılamaz. Bunu böyle varsaymak veya iddia etmek doğru bir yaklaşım değildir.” (Prof Dr Ramazan Demir Kimlik ve kişilik makalesinden)

Kimlik ve imaj arasında mantıklı bir bağ vardır. Kimlik ve imaj arasındaki bu bağ, kurumun itibarını ve markasını güçlendirmektedir marka vermeden bir örnek verecek olursak Bir kurum kendini bir üründe lider olarak ifade ediyorsa, buna karşın müşterilerde kurumu her konuda beğeniyorsa kurumun kimliği ile imajı arasında güzel bir bağ vardır.

Kurum kendi itibarını güçlendirmek için, Paydaşlarını iyi tahlil etmesi gerekir, onların kurum algısının ne olduğu piyasadaki diğer rakip kurumlar varsa onlara göre nasıl bir itibarları olduğu zayıf ve güçlü yönleri belirlenmelidir.

Bu hadise aynı bireysel itibar gibidir. Bireysel itibarı da yaşadığınız çevrede arkadaşlarınızın, komşularınızın, esnafın, diğer ilişkide bulunduğunuz kişilerin olumlu ya da olumsuz görüşlerinin ortak bir paydasıdır. Eğer çevrenizde olumlu bir itibar bırakırsanız itibarınız çok çabuk artar, İtibarınızın zedelenmesi de çevrenizdeki size olan olumsuz algıların artması ile hızlı bir şekilde itibarınızı kaybedersiniz. Kurumlarda böyledir. Çevredeki bu olumsuz hadiseler için muhakkak stratejik bir plan yapılmalı ve itibar yönetilmelidir.

İtibarı yönetmek için bilinen üç yol izlenir. 1.Proaktif, 2 Savunma, 3 Koruma. Kurumun itibarının yapılandırılması ve itibarın korunmasının birlikte düşünülmesi yani Proaktif bir yaklaşım. İtibarın her türlü tehdit ve riskleri göz önüne alarak bu tip tehlikelere karşı itibarın korunması yani savunma sisteminin kurulması. Kurum itibarını sürdürülebilir hale getirmek için itibarın korunması ve güçlendirilmesi için bir dizi faaliyet yapması gerekir. Buna da koruma faaliyeti diyoruz.

Hiçbir şey kurumun itibarından daha önemli değildir” derler. Çünkü Bir kurum itibarını kaybederse bu itibar kaybının maliyeti ekonomik olarak değer kaybetmesinden daha vahimdir. Çünkü kaybedilen ekonomik değeri bir şekilde kazanabilirsiniz ancak kurumun üzerine yapışan itibarsızlığı kaldırmanız çok zordur. Tekrar eski itibarınızı yakalamanız hem zaman açısında hem maddi olarak bakıldığında çok zordur. Süreçler tekrar tek tek ele alınıp iyi yönetilirse ancak eski itibarınız yakalanabilinir.

İtibar, bir kurum için insan kaynağı, sermaye, organizasyon, varlıkları kadar önemli bir değerdir. Eğer iyi yönetilemezse sonuçları hem kurum hem çalışanları açısından çok iyi sonuçlar vermeyebilir..

 

 

Anadilin İdeolojik Gösterimi

0

Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, Kürtçenin ikinci bir remi dil olması yönündeki kışkırtıcı tartışmalara yeni bir boyut kattı. TES-İŞ Sendikasının, 19 Aralık 2010 tarihinde yapılan 9. Kongresinde, “resmi olmayan farklı ana dilleri ideolojik ve siyasi saiklerle gündeme taşır ve tartışırsak, huzurumuzu, düzenimizi bozarız”, dedi.

Bilindiği gibi, BDP ve taraftarları uzun zamandır, kürtçenin ikinci bir resmi dil olması, özerklik ve teröristlerin af edilmesi konularında, sürekli propaganda yapmaktadır. Konu tartışıldıkça, Türkiye gerilmektedir. İnsanların karşılıklı kuşkuları artmaktadır. Bu durum AK Parti’ye halkın verdiği desteği de olumsuz yönden etkilemektedir.

Sayın Cumhurbaşkanı Gül’ün “yerel anadilin ideolojik bir değere dönüşmesi” konusundaki uyarısı üzerinde, özellikle durmak gerekir. Çünkü bir halk kültürünün, geleneğinin ve anadilin ideolojik bir değere dönüşmesi, başlı başına önemli bir konudur. Sosyolojik tahlilleri gerektirmektedir. Bir taraftan yaşayan bir yerel kültür yani anadil var. Diğer taraftan bu kültürü, çağdaş manada siyasi ve ideolojik bir değere dönüştürme süreci var.

Konu iki yönden önemlidir. Birincisi ideolojik ve siyasi bir değere dönüşen her hangi bir anadil veya inanç, kendiliğinden çatışma, çözülme ve siyasi kutuplaşma inşa eder. Bu çatışmalar, çözülmeler ve kutuplaşmalar, sadece ötekileştirilen geniş sosyal yığınlarla yaşanmaz. Aynı zamanda ideolojileştirilen yerel kültürün taşıyıcısı ve mensubu olan halk arasında da ortaya çıkar. Böylece karşıtlık ve çatışma hem adına ortaya çıkartılan kültürün/anadilin mensupları arasında, hem de ötekileştirilen geniş halk yığınları, yani toplumun geneliyle yaşanır.

İkincisi, ideolojik bir değere dönüştürülen otantik kültürler/anadiller, aynı zamanda özgün bağlamlarından da kopartılmış olurlar. Kökeninden kopartılan bir inanç, bir değer ve bir anadil zamanla kendine yabancılaşır. Bizzat ideolojiye öncülük eden grupları elimine eder. Bu durum onlarda kimlik krizi yaratır. Marksist öğretinin fanatik sol gruplar tarafından sürekli yeniden üretilmesi, kalıplaştırılması, bilindiği gibi zaman içerisinde öğretiyi sosyolojik bir muhayyile olmaktan çıkarttı. Bilimsel bir öngörü olmasını da böylece engelledi.

Benzer bir durum son zamanlarda post-modern bakış tarzlarıyla inşa edilmeye çalışılan etnik kimlikler için de geçerlidir. Bilindiği gibi, Yerel değerlere dayalı tabii varoluş biçimlerinin ideolojik gömleklerle sunulması, söylemleştirilmesi ve yeniden üretilmesi uygulamaları, Türkiye’de fazlasıyla yapılmaktadır. Halen de bu tür çabalar devam etmektedir.

Örneğin İslam’ın ideolojik bir doktrin ve siyasi düzen olarak sunulması konusunda çok çalışma yapıldı. Bu konuda birçok sosyal grup faaliyet gösterdi. Şimdilerde Alevilik için aynı uygulamaları tekrarlamak isteyenler vardır. Bundan dolayı Aleviler arasında ciddi bölünmeler, inanç farklılıkları ve çekişmeler yaşanmaktadır. Çeşitli etnik varoluşlar da bu süreci hala yaşamaktadır. Lazları, Kürtleri vb. yerel anadilleri siyasi ideolojik değerlere dönüştürme çabaları ise halen devam etmektedir.

Terör örgütü ve BDP’nin yerel düzeyde yaşanan ve konuşulan Kürtçeyi, siyasi bir ideolojiye dönüştürmesi ve siyasal bir malzeme olarak kullanması çabaları gittikçe artmaktadır. Onların bu çabası anadil olarak yerel düzeyde konuşulan Kürtçeyi kendi otantik ortamından kopartmaktadır. Kürtçe konuşmayı bir dili konuşmaktan çıkartmaktadır. Konuşmayı bir gösteriye ve meydan okumaya dönüştürmektedir. Böylece anadili konuşma, sade bir topluluk, grup ve insan davranışı olmaktan da çıkmaktadır.

BDP’lilerin bu çabaları aynı zamanda Kürtçeyi de kendi içinde yapı-bozumuna uğratmaktadır. Onu doğal ortamından koparmaktadır. Kendi özgün yapısına ve gelişimine yabancılaştırmaktadır. Çünkü bir dil doğal haliyle bırakılırsa zaten kendi kendini geliştirir. Gelecek zamanlara taşır. Siyasi ve ideolojik bir çaba olmadan yüz yıllardır konuşulan Kürtçenin, günümüze taşınmış olması bu durumun tipik örneklerinden birisidir. Benzer bir örneği Selçuklulardan da vermek mümkündür. Onların anadili Türkçe olduğu halde, yaklaşık iki buçuk yüz yıl boyunca resmi dil olarak Farsçayı kullandılar. Ancak buna rağmen Türkçe yaşamaya devam etti. 

Sayın Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün anadil tartışmaları konusundaki uyarısı, bir yönüyle kışkırtıcı siyasi ve ideolojik davranışların akıbetine işaret ederken; diğer yönüyle, yaşayan anadillere saygıyı da ifade etmektedir.

Kürt Kimdir?

Herkesin okuması gereken ve bilhassa Kürt kardeşlerimizin; sadece okumakla yetinmeyip, üzerinde derin derin düşünmeleri gerektiğine de inandığım bazı alıntılar:

Tarihi seyri içinde aynı milletin damarları olan Türk ve Kürt, İngilizlerin oyunları ile şimdiki gibi ayrıştırılmaya, Kürtlerin ayrı soydan geldiklerine ve kendi dillerinin olduğuna inandırılmaya çalışıldı, çeşitli isyanlar bile çıkartıldı. Oysa, Bazil Nikitin ve Viladimir Minorsky, Arşak Safrastyan, Prof. Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu gibi araştırmacılara göre, Kürtler, Saka (İskit) adlı atlı göçebe ve yaman okçu olan cihangir Oğuzlar’dandır (1).

Kırzıoğlu, “M.Ö. 7. Yüzyılda Orta Asya’nın doğusuna hakim Hunlar (Hiyung-nu) kolundan gelip, Tanrıdağlar bölgesine yerleşerek burada Karluk ve Abdal adıyla tanınan Oğuzlara karşılık; Saka (İskit) birliği içindeki Oğuzların karlı-dağ / yaylak bölgelerinde yaşayanlarına, Kürt ve bunun benzeri adlar verilmiştir. Yani, Karluk / Abdal urukları, Hunlar kolundan olup; Kürtler ise, Sakalar (İskitler) topluluğundaki yüce dağlar bölgesinde yaşayan Oğuzlardandır.” Diye açıklıyor ve  “12. Yüzyılda, Kudüs’ten Haçlıları temizleyen Eyyublu Sultan Salahaddin’in, Kür-Aras veya Aran-Kürtlerinin Ravadlı boyundan” olduğunu yazıyor.

Son araştırmalarda Yenisey Bengü Taşları’nda  “Kürt” isminin geçtiği (2), Anadolu’ya gelen Müslüman Türklerin karşılaştığı boydaşları arasında Kürtlerin de olduğu tespit edilmiştir (3). Türklerden önce Doğu Anadolu’da yaşayan Urartular’ın da Turan asıllı oldukları arkeolojik araştırmalarda ispatlanmıştır.

1597’de Bitlis’te yazılan ilk Kürt tarihi Farsça Şerefname’de, Dicle-Kürtleri sayılan Kürmançların Oğuzlardan geldiği anlatılmıştır.

Prof. Dr. Aydın Taneri, “Türkistanlı Bir Türk Boyu Kürtler” adlı kitabında “Konuya ırk açısından baktığımızda, Kürtler de diğer Türk boyları gibi Orta Asya menşelidirler, Turani bir kavimdirler ve ancak Türk ırkından olabilirler.” diyor.

Dr. Mahmut Rişvanoğlu, Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm adlı eserinde, “Turani ırkından bütün Türk urukları ve Kürmanç ve Zaza Türklerinin de antropolojik tetkikinde kafataslarının % 85 ‘inin yuvarlak başlı (brakisefal); halbuki Aryani ırkının ise uzun başlı (dolikosefal) olduğunu; ikisinin arası bir baş (mezosefal) ve uzun baş yapısının Türkler, Kürmançlar, Zazalar ve Batı Türkistan ile Türkiye Türkmenleri ve Yörüklerde de % 15 kadar görüldüğünü” belirtir.

Kürtlerin Türkmen tipinde olduklarını V. Minorsky de 1927’de İslam Ansiklopedisi’ndeki “Kürtler” makalesinde yazar.

Sosyolog Ziya Gökalp, “Kürtler ile Türklerdeki dış görünüş ile gövdedeki benzerlik, ruh ile duygularda da birlik ve ayniliğin delilidir. Bir köylü Kürt ile Türkmen’i konuşmadıkça dış görünüşlerinden birbirini ayırt etmek imkansızdır.” demektedir. (Mustafa Önder, Yeniçağ, 21 Kasım 2010, s.12)

(Velhasıl) şu iyi biline (ki): Türkiye’nin  “Kürt meselesi” yoktur, “PKK terörü meselesi” vardır. (Mustafa Önder, Yeniçağ, 28 Kasım 2010, s.12)

Niyetimiz kardeşlerimizi incitmek değil… Tarih süzgecinden gelen “kardeşliği” bozmaya

yeltenenlere, art niyetini “özgürlük” kavramının arkasına saklayan ve kendi ülkesindeki

vernaküler dillere ana dil hürriyeti vermeyip bize dayatan AB’ye gerçeği göstermektir.     

Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili ve eğitim dili Türkçedir ve Kürtler de bu memlekette “azınlık” değil, “asıl unsur”dur.

Şimdi  “ana dilde eğitim ve savunma hakkı” isteyenlere soruyoruz:

Kürtçe kursları neden kapandı?

Yazar Mehmet Uzun’u yatağa düşüren de bu çıkmazdı herhalde (değil mi?)…(Mustafa Önder, Yeniçağ, 5 Aralık 2010, s.12)

  • (1) Prof. Dr. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Türklerin Kürtlüğü.
  • (2) Prof. Dr. Ergun Aybars, Türk Dünyası Araştırmaları, Ekim-1987.
  • (3) Prof. Dr. Mehmet Eröz, Hristiyanlaşan Türkler, Ankara-1983.

 

ÇAD İzlenimlerim

Başbakanlığa bağlı TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi)’nın desteklediği ve bu kurumla temasta olan KOSADER’in (Kocaeli Sağlık Mensupları Derneği) ÇAD’da gönüllü sağlık hizmeti organizasyonundan davet aldığımda; ÇAD’ın, Nijer’le beraber Afrika’nın en yoksul ülkesi olduğunu biliyordum. Fakir ÇAD halkına gönüllü sağlık hizmeti verecek kafileye katılarak, 2 genel cerrah,1 göz hastalıkları uzmanı, 1 dahiliye uzmanı, 2 çocuk hastalıkları uzmanı, Sağlık Müdür muavini 3 doktor, sünnet operasyonları için 1 doktor, 2 aile hekimi, sağlık ocaklarında vazife yapan 2 doktor ve benimle beraber 3 diş hekimi olmak üzere toplam 17 doktor, 1 tercüman, TİKA’dan görevli bir memur olarak toplam 19 kişi 20 Ekim-30 Ekim 2010 arasını ÇAD’da geçirdik.

Bu ülkeye Türkiye’den direk uçuş yok. Libya’dan aktarmalı gittik. Libya; ÇAD’ın kuzey komşusu olmasına rağmen iki ülkede geniş topraklara sahip ve bizim gittiğimiz başkent N’Djamena ülkenin güneyinde olduğundan mesafe 2300 km. ve uçuşu daha uzun sürüyor. İstanbul-Trablus arasını yaklaşık 2.5 saatte geçerken; 2.etabı 3 saatte geçiyoruz. Uçuşlar karşılıklı olmadığından Libya’da giderken 4 saat, dönüşte 8 saat bekledik. Tahmin ediyorum bir de ÇAD’ın doğu komşusu Sudan’ın başkenti Hartum üzerinden gidilebilir. Bu arada Türkçe’mizin güzelliği ve pratikliğine değinmeden geçemeyeceğim. ÇAD’ın orijinal yazılışı TCHAD; adamlar bir “c” harfinin sesini vermek için üç harf kullanıyorlar, başkentin okunuşu da Jamina. Tekrarı gerektiğinde bende bu şekilde yazacağım.

 ÇAD; Libya’nın güneyinde. kuzey güney yönünde dikdörtgen şeklinde uzanan 1.284.000 km2 arazisi olan, Türkiye’nin 1.5 katından daha büyük bir ülke. Güneyinde iki tane nehir akıyor. Ve batıda Nijerya sınırındaki ÇAD gölüne boşalıyorlar. Bu nehir çevreleri sulanabilir araziler ve çok çeşitli ürün yetişiyor. Ülkenin geri kalan büyük kısmı ise çöl veya kurak ovalar. Nüfusu 2006 da 11.500.000’muş. Normal sayım veya çeşitli konularda resmi devlet istatistikleri olmadığından rakamlar yaklaşık rakamlardır. Devlet başkanı, biz oradayken iktidara gelişinin 20. yıl dönümünü kutlayan İdris Deby Itno.

ÇAD’da siyahlar ve Araplar yaşıyor. %60 kadarı Müslüman %15’i hıristiyan, gerisi ise yerel kabile inanışlarına bağlılar. Ülkede Fransızca ve Arapça resmi dil. Ayrıca çok çeşitli kabile dillerini konuşanlar var. Okullarda Fransızca ve Arapça öğretiliyor. Fransız idaresindeyken 1960’ta bağımsızlığı verilmiş. Ancak Fransa’nın ülke üzerindeki etkisi her zaman hissediliyor. 1995’te kabul edilen anayasası da Fransız hukuku ve ÇAD geleneği esas alınarak hazırlanmış. Halkın yarısı okur-yazar. Birden fazla evlilik serbest, buna bağlı olarak doğum oranı çok yüksek ve çocuk sayısı çok fazla. Fakat çocuk ölümlerinde dünyada en önde gelen 3 ülke içinde. Giyim tarzları sıcak ülkelere özgü bütün vücudu örten ve güneşten koruyan bol, dökümlü kıyafetler. Arapların kökleri tahmin ettiğim kadarıyla Sudan’a uzanıyor, Sudanlılar gibi sarıklı insanlar çok fazla.

Dümdüz bir araziye sahip ÇAD’ın sadece Libya’ya yakın yerlerinde dağlık bir kısım var. Ağustos-Eylül yağmur mevsimi bunun dışında yağmur yağmıyor. Biz Ekim’de gittiğimiz de güneydeki iki nehir çok gür akıyordu, ayrıca şehir içi de dahil akarsu yatağı gibi çukur yerlerde büyük su birikintileri vardı. Nehirlere yakın bölgeler sulanabildiği için güneşinde gücüyle yemyeşil, her taraf ekilebilir dümdüz arazi. Öyle ki şimdilerde sayıları 1000’e ulaşan Çin’li gelmiş ve pirinç ekimini öğretmişler, pirinç tarlaları bile var. Çin’li doktorlar da var. Zaten ÇAD’da pamuk ekimi de çok fazla, pamuk ihracatçısı bir ülke.

ÇAD Ekvator ile Yengeç Dönencesi arasında kalıyor; dolayısıyla bizim bahar aylarımızda güneş onların tam tepelerinde ve ülkeyi baştanbaşa geçiyor, Haziran-Eylül arasında da kuzeyden güneye doğru ülkeyi baştan başa geçiyor. İşte o zamanlar şimdi çok gür akan nehirlerin suları çok fazla çekiliyor, adeta bir çay mertebesine iniyormuş. Anlaşılıyor ki bu sulama hızıyla gidilirse ÇAD Gölünün akibeti de Aral Gölü gibi olacak. Şimdiden göl, eski halinin 1/10’una inmiş. Denize kıyısı olmayan ülkenin can damarı bu iki nehir ve göl. İstatistiklere göre sulanabilir alan ülkenin %2.5’u kadarmış. Allah’tan geleneksel usullerle balık avlıyorlar, bu yüzden de balık bol. Ülkenin iç kısımları ve kuzeyinde bulunan insanlar ise seyrek bulunan otlarla hayvan yetiştirip yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar.

ÇAD’da malarya (sıtma) birinci hastalık. En çok bundan ölüm oluyor. Sıtmayı kolera, zatürre takip ediyor. Hijyen çok kötü, kırsal kesimde ve şehrin (başkentin) ana caddeleri çevresi dışında evler, kerpiç yüksek duvarla çevrili bahçe içinde ayrı ayrı kerpiç odalardan müteşekkil. Aile reisinin eşlerine ayrı ayrı odalar var. Yemek bahçe ortasındaki ateşte pişiyor. Erzak ambarı olarak yine çamurdan, minyatür, kazıklar üzerine oturtulmuş odacıklar var. Sıcağa karşı daha koruyucu olduğunu düşündüğüm torak evlerde su, elektrik ve  tuvalet yok. Başkentte dahi  kanalizasyon altyapısı yok. Briketten veya taştan sonradan yapılan evler ile varlıklı kesimin oturduğu evlerde foseptik çukuru var. Bütün evler yüksek duvar içinde ve sulak bölgedekilerin hepsinin bahçesinde birkaç ağaç var. Bu yüzden şehrin görünüşüne yeşillik hakim.

Hemen hemen bütün evler tek katlı. Ülkenin en yüksek binası Libyalıların yeni yaptığı Kaprinski Oteli; yüksek girişinin üzerinde sekiz katlı. Bunun dışında birkaç 5-6 katlı modern bina var, hepsi de yeni yapılmış. 2-3 sene önce petrol bulunmuş ve Fransızlar çalıştırıyormuş. ÇAD’a  %25 pay veriliyormuş. Bu gelirle iki senedir hızlı bir yapılaşma başlamış. Şehir dümdüz arazide, caddeler çok fazla. Şehri her yönde baştanbaşa geçen bulvarlar var, bunlar ışıklandırılmış. Bulvar tipi olmayan caddeler hem kaldırımsız, hem de ışıksız. Ara sokaklarda zaten aydınlatma yok zeminleri de toprak. Şehrin bir kesiminin lüks olduğu görülüyor, o kısımda bankalar, uluslar arası şirketler, ülkenin üç yerel GSM operatörünün merkezleri ve resmi kurumlar var. Geri kalan cadde kenarlarında bir veya iki katlı binaların altında dükkanlar var. Bunların dışında bütün binalar tek katlı diyebilirim. Derme çatma baraka tipi dükkan çok.

Su ; açılan kuyulardan, artezyenlerden temin ediliyor. Jamina’da en fazla 20 metreden su çıktığını söylediler. Ama suyun kalitesi sindirim sistemi hastalıklarından anlaşılıyor. Biz oradayken kolera salgını olduğunu öğrendik.

Çocuk çok fazla ama 5 yaş altı çocuklara sağlık hizmeti götürmede dünyanın en zayıf ülkesi ÇAD. Çocuk ölümlerinde önde geliyor. Cuma günü şehrin yeni yapılan büyük camisinde, namaz öncesi vaaz edilirken saflar arasında; bedensel engelli, gözleri kataraktan görmeyen çocuklar dilenerek dolaşıyor. Ortalama ömür 47 sene. Hijyen çok kötü olduğundan devamlı salgınlar oluyor. Kumdan, tozdan göz hastalıkları ve katarakta yaygın. Birinci hastalık sıtma olmasına rağmen sivrisinek mücadelesi yok. Durgun sularla, çirkef sularla ilgilenen yok. Ara sokaklara pis kokudan girilemiyor.

Buranın insanları kaderci, çağdaş bilimsel metotlarla çevre sağlığının üzerine düşmek gereğini anlatmaya çalışan arkadaşlarımız on günlük sürede ilgili yerlere ulaşamadı. Çünkü  “hepsi Allah’tan” havası hakim. Zaten ülkede toplam doktor sayısı 350, diş hekimi sayısı 15. Toplam 117 ebe ve 2387 hemşire var.

Hastanelerde hasta kabulü dokuzda başlayıp öğle birde bitiyor, sonrası tatil. Resmi dairelerde ise mesai 16.00’da bitiyor. Bizim ekibe Jamina’daki Lıberty Hastahanesinin bir kısmı tahsis edildi. Biz üç diş hekimi, iki koltuklu diş kliniğinde çalıştık. Fransızca ve Arapça dışında bir lisan bilmediklerinden; biz de Türkçe ve az İngilizceden başka lisan bilmediğimizden hastahanenin diş hekimi olan Hafız Davud’un İngilizce bilmesi ve onun tercümanlığı ile çalıştık. Ekibimiz muayene için odalara dağılınca her kliniğe tercüman ihtiyacı doğdu. Burada Türk İlkokulu ve lisesi var, ayrıca Türklerin açtığı Kur’an Kursu var. Lise müdürü Ufuk Bey tercümanları ayarlamaya çalıştı. Okulda Türkçe tercihli lisan olmasına rağmen, burada geçerli bir lisan olmadığı ve pratik yapmak için okul dışında bilen olmadığı için Türkçeye çeviren sadece 2 veya 3 genç ayarlanabildi. İngilizce bilen gençlerin desteğiyle hizmet verildi.

On gün boyunca 343 sünnet, 400 kişinin diş çekimi, 20 (15-16 sı katarakt ameliyatı) ameliyatla beraber toplam 7250 poliklinik yapıldı. 1.7 ton ilaç hastalara verildi. Çocuklara oyuncakta hediye edildi.

Burada elektrik termik santralden sağlanıyormuş ve belli yerlerde var, akşamları da kesiliyor. Bulvarların ışıkları yanıyor. Hali vakti yerinde olanlar ve büyükçe iş yerleri jeneratör kullanıyor. Halk tabakasının oturduğu kısımlar gece karanlığa bürünüyor, bunun sonucu olarak televizyon çok az; dolayısıyla bizim gelmemizden ve çalışmamızdan haberli nasıl olacak sorusu kafamızı meşgul ediyordu. Üstelik sadece beş veya altıncı günümüzde bir meydanda elinde gazete satan iki genç gördüm, başka gazete satan yer görmedim.

Meğer burada pilli radyolar çok yaygınmış. Gelişimiz çok yankı uyandırdı ve çok yoğun çalıştık. Hastahaneye büyük yığılma oldu. Liberty Hastahanesinin 8-9 uzman doktoru varmış ve günlük 130 civarı hastaya hizmet veriliyormuş. Tabi burada sağlık hizmeti ücretli. Fiyatlar düşükte olsa, gelir olmayınca insanlara ağır geldiği belli. Biz ücretsiz hizmet verince ihtiyaç sahibi çok sayıda insan akın etti ve tahminimizden daha fazla talep gördük. 

Herhalde gelen meslek arkadaşlarımın en hayırlı çalışmaları burada oldu. Çok dua aldığımızı rahatça söyleyebilirim. Diş için gelenlerin hiç Diş Hekimine gitmedikleri ağızlarının durumundan belli idi. Burada diş çekimi 6 $’a tekabül ediyormuş, ÇAD parasıyla 3000 frang. Bunu karşılayamadıkları belliydi. Biz de teknik açıdan çok sınırlı imkanlarla çalıştık.

ÇAD’da büyükelçi yok; Ali Abbas Seıtchı isimli iş adamı fahri konsolos. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı akşamında Türk ilkokulunun bahçesinde; fahri konsolos ile Türk okulları idaresinin ortaklaşa düzenlediği resepsiyona katıldık. Çeşitli ülke temsilcileri ve ÇAD’dan bürokratların katıldığı güzel bir gece oldu. Burada; Jamina dışında yapılmakta olan üniversitenin yurt inşaatlarını taşeron olarak yapmakta olan bir Türk firmasının çalışanlarıyla tanıştık. 15 kişilik bu ekip dışında Birleşmiş Milletler’de görevli 3 Türk polis memurundan katılabilen biri ile de beraberdik.

Binlerce km. uzakta beraber olmak çok güzeldi. Zaten buradaki Türk okulu yetkilileri bizim yiyecek-içecek ve konaklama sorunumuzla birebir ilgilendiler. Dönüşte Havaalanı çıkışında da konsolos SEITCHI (Siçi)’nin büyük yardımı oldu. Jamina’nın büyük bir marketinde sıvı yağ, makarna, zücaciye ve toz içecekte birer Türk markası görmek çok güzeldi. Lise müdürü Ufuk Bey’in ifadesine göre Türk işadamlarını ÇAD’a davet edip, yerli iş adamları ile tanıştırmışlar ve karşılıklı gidiş gelişle bu ihracat bağlantısı sağlanmış. TV’lerde bizim dizilerinde seyredildiğini öğreniyoruz.

ÇAD halkı sıcakkanlı, misafirperver insanlar. Çoğunluğunun yoksul olduğu belli olan garip ve sessiz insanlar. Bir kısmının ise varlıklı olduğunu lüks araçlardan anlıyoruz. Sık sık Birleşmiş Milletler, UNESCO gibi kuruluşların amblemlerini taşıyan araçlara da rastlanıyor. 1 ile 1.5 milyon arası nüfusa sahip Jamina’nın çok fazla caddesi var ama şehir merkezine yakın yerlerde trafik çok sıkışık. Çok fazla motorsikletli var, her an her taraftan geçiyorlar, Allah’tan bizdekiler gibi sürat yapanlar yok. Aksi halde her an kazaya sebep olabilirler. Bu ülke hizmet bekleyen, mazlum gönüllü insanların ülkesi, İnşallah gelecekleri çok daha güzel olur.


 

 

Gönüllü doktorlar Çad’a gitti

 

Kocaeli Sağlık Mensupları Derneği (KOSADER) ve Türk İşbirliği Kalkınma İdaresi Başkanlığı işbirliği ile Kocaeli’de bulunan 18 gönüllü Çad’a gitti.

 

Doktorlar, 10 gün boyunca bölgede sağlık taraması, medikal ve cerrahi tedaviler yapacak ve çocukları sünnet edecek.

Sağlık sorunları ile boğuşan Afrika kıtasının fakir ülkelerinden Çad Cumhuriyeti’ne gönüllü doktorlar gitmeye devam ediyor. Türkiye’nin dört bir yanında gönüllü olarak Çad’a giden doktorlar kervanına Kocaeli de katıldı. Kocaeli’de görev yapan 18 hekim bugün İzmit Perşembe Pazarı alanından bu ülkeye uğurlandı. KOSADER Başkanı Dr. İsmail Pehlivan’ın kafile başkanlığında Çad yolcuları için uğurlama töreni düzenlendi. Törene İzmit Kaymakamı Sabit Kaya, Kocaeli Sağlık Müdürü Dr. Hasan Aydınlık, Bekirpaşa Belediyesi eski Başkanı Abdullah Köktürk, İtfaiye Daire Başkanı Doğan Kara, Türkiye Beyazay Kocaeli Şubesi Başkanı Yaşar Ellialtı, Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar, Kavakçılık Enstitüsü Müdürü Dr. Faruk Şakir Özay  ile çok sayıda vatanda katıldı. 12 gün boyunca Çad Cumhuriyeti’nde sağlık yardımı çerçevesinde sağlık taraması, katarakt ve fıtık ameliyatlarını yapılması ve sağlık çalışanları ile halka yönelik eğitim faaliyetlerinde bulunulması hedefleniyor.

Uğurlama töreninde bir açıklama yapan KOSADER Başkanı ve Proje Koordinatörü Uzm. Dr. İsmail Pehlivan, Çad’ın 11 milyon nüfusu sahip olduğunu belirterek, sağlık alanında sadece 345 doktor, 15 diş hekimi, 117 ebe, 2 bin 387 hemşiresi ve 37 eczacısı olduğunu söyledi.

‘Biz’ proje çerçevesinde ücretsiz ilaç yardımı yapacağını ve bin çocuğun sünnet edileceğini belirten Pehlivan, “Çocuk ölümlerini azaltmak için eğitim ve yardım çalışması yapacağız. Sağlık sistemi ve hastane yöntemleri hakkında bilgi alışverişinde bulunacağız. Sağlık taraması yaparak ülkede sık görülen hastalıkların tanımı, nedenleri ve çözüm yolları için fizibilite çalışması yapağız. Ayrıca N`Djamena-Kocaeli kardeş şehir projesine zemin hazırlayacağız. Bunun yanında orada kalıcı bir sağlık tesisi yapmak için araştırma yapacağız. Mide bağırsak hastalıkları, katarkt, fıtık, diyabet, enfeksiyon hastalıklarına yönelik tedaviler uygulayacağız.” dedi.

Hedef Kalıcı Hastane

Bölgede bulundukları 10 gün içinde 5 bin hastaya bakmayı hedeflediklerini belirten Pehlivan, bölgeye götürülecek tıbbi malzemelerin de dernek üyeleri ve yardımsever eczacılar tarafından karşılandığını söyledi.

Pehlivan program ile ilgili şu açıklamayı yaptı: “Eczacı arkadaşlarımız 40 bin TL`lik ilaç yardımı yaptı. Bunun yanında bin çocuğa yapılacak sünnet için 30 bin TL`lik, genel cerrahi için 25 bin TL`lik ve diş çekimi için 10 bin TL`lik tıbbi malzememiz var. Toplamda 105 bin TL`lik yardım ile gidiyoruz. Proje 29 bin 225 Euro`ya mal oldu. Bu ilk adım projemiz sayesinde ülkeyi tanıma fırsatı bulacağız ve ardından kalıcı bir hastane yapılması için kardeş şehir projemizi de hayata geçirmeyi planlıyoruz.”

Açıklamanın ardından doktorlar, otobüsle İstanbul Atatürk Havaalanı’na uğurlandı.

19.10.2010 15:07:49

 

 

Çad'ın haritadaki yeri

Çad’ın haritadaki yeri

Dt. Ömer Erdal çocuk hastasıyla birlikte

Dt. Ömer Erdal çocuk hastasıyla birlikte

Çad'a gidecek olan Türk Kafilesi Perşembe Pazarında

Çad’a gidecek olan Türk Kafilesi Perşembe Pazarında

Ömer Erdal'ı Perşembe Pazarından uğurlamaya gelenler

Ömer Erdal’ı Perşembe Pazarından uğurlamaya gelenler

Uçağa binerken

Uçağa binerken

Uçağın kapısında

Uçağın kapısında

Kocaeli Kandıralılar Derneği Başkan Yardımcısı Erdal Baykara, Kavakçılık Enstitüsü Müdürü Dr. Faruk Şakir Özay, Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar, Diş Hekimi Ömer Erdal, KBB İtfaiye Daire Başkanı Doğan Kara

Kocaeli Kandıralılar Derneği Başkan Yardımcısı Erdal Baykara, Kavakçılık Enstitüsü Müdürü Dr. Faruk Şakir Özay, Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar, Diş Hekimi Ömer Erdal, KBB İtfaiye Daire Başkanı Doğan Kara

Türk Kafilesini karşılamaya gelenler

Türk Kafilesini karşılamaya gelenler

Çad'lı çocuklar

Çad’lı çocuklar

Türk hekimler bir arada

Türk hekimler bir arada

Türk hekimler Çadlılarla bir arada

Türk hekimler Çadlılarla bir arada

Türk hekimler Çadlılarla bir arada

Türk hekimler Çadlılarla bir arada

Kelebek

Kelebek

Ömer Erdal arkadaşıyla

Ömer Erdal arkadaşıyla

Ömer Erdal arkadaşlarıyla birlikte

Ömer Erdal arkadaşlarıyla birlikte

Küresel Sömürü

Küresel sömürünün aracı kuruluşları vardır; bunların ana hedefi ve amacı, kendi kontrollerinde geliştirip uyguladıkları programlar kapsamında, geri kalmış ve kalkınmakta olan ülkelere “para satmak” ve böylece bu ülkeleri modern yöntemlerle sömürmeyi sürdürmek… Bu kurumların başında IMF ve Dünya Bankası gelir. Sadece “para satmak” yeterli olmaz; bunun devamını da isterler; bunun için de borçlandırdıkları ülkelerin ekonomisinin büyüdüğünü, geliştiğini basın ve sanal ortamda, bordrolu “eksantrik aydınlar” aracıyla, halkı yönlendirirler; psikolojik baskı altına alırlar; halk, müthiş bir oyalamacı ve aldatıcı propagandaya maruz kalır… Türkiye gibi kalkınmakta olan ülkelerde bu strateji çok ustaca uygulanır. Ekonomideki büyümeyi göklere çıkarmanın bir amacı vardır; borç verdikleri iktidarı halkın gözünde “başarılı” göstermek, dolayısıyla iktidarda kalmalarına destek olmak… Doğal olarak ekonomide bir büyümenin olması zaten kaçınılmaz; ancak büyüyen ekonomi halk kesimlerine, orta sınıf denilen büyük kitlelere yansımaz; örneğin memura, işçiye, küçük esnafa, öğretmene…

Peki, kime yansır?

Sınırlı sayıdaki ailelerin servetleri katlanarak arttığı için ekonomi “büyümüş” gösterilir; zaten para babalarının işine yarayanlar da bu sayılı zengin aileler ve iktidar mensuplarıdır…

**

Süper zenginler…

Son kaynaklardan öğrendiğimize göre (Ekonomi Dergisi) Türkiye’de süper zengin sınırlı sayıda aile varmış; ekonomik krizle birlikte bu ailelerin servetleri en az ikiye katlanmış! Bu ailelerden biri de iktidarın çok popüler bir zatın ailesiymiş!!! Bu zenginler listesini ve yaşam biçimlerini merak edenler, bu kaynaktan bilgi edinebilirler. Özetle para parayı kazanmış; fukara da sefalete sürüklenmiş…

Ekonomi dergisi bir bilgi daha veriyor; Türkiye’nin en zengin ailelerin sadece bunlardan ibaret olmadığını, mensup oldukları hane sayısı sınırlı olmakla birlikte zengin nüfusun toplam olarak dokuz bin civarında olduğu tahmin ediliyormuş. Bu zengin aileler ve mensuplarının egemenliğinde olan ekonomik güç, Türkiye ekonomisinin %35 ne karşılık geliyormuş!…

Küresel sömürüyü yürüten kuruluşlar, Türkiye gibi ekonomisi dinamik bir ülkede sömürme işine devam edebilmesi için, bu çok zengin tabakayı esas alarak, “ekonomisi büyüyen ülke” pompanın ucuna bağlamaktan asla beis görmez; sayılı zengin aile aracılığıyla Türk halkını basın ve sanal ortamla kontrol etmeye devam eder…

**

İbretlik araştırma…

Öğretmenler günü dolayısıyla basına yansıyan ve hayli yankılar uyandıran bir araştırmadan söz etmemek olmaz; araştırmayı yapan Türk Eğitim-Sen; eğitimcilerin üyesi olduğu bir sendika.

Bu araştırma anketine göre öğretmenlerin ekonomik durumu şöyle özetlenebilir; ankete yaklaşık 5 bin öğretmen katılmış.

Öğretmenlerin; %68.8 son bir yılda banka kredisi almış; % 79.7 bankaya kredi borçlu; %93’ü kredi kartı kullanıyor ve bunların %79.9‘unun kredi kartı borcu bulunuyor.

Borç altında yaşamaya çalışan öğretmenler, kurtuluş çaresini şans oyunlarında aramayı bir “çaresizlik” çıkışı olarak görmüşler; ankete katılanların %42.1’i çeşitli şans oyunlarına katılıyor…

**

Bu ankette öğretmenlere sorulan çok dikkat çeken bir başka soru var; “Maddi olarak hayatınızdaki en büyük lüksünüz nedir?”  Bu soruya verilen yanıtlar son derece iç sızlatıcı; %39.4’ü “hiçbir lüksüm yok”, %21.7’si “tatile gitmek”, %12.9’u “işe arabayla gitmek”, %11.7’si “dışarıda akşam yemeği yemek”, % 9.9’u “alışveriş yapmak”, %1.7’si ise “ayda birkaç kez sinemaya gitmek.”  Bu cevapların her biri ayrı olarak analize, irdelenmeye değerlendirilmeye değer önemdedir.

Eğer şöyle bir soru da sorulmuş olsaydı; “yılda kaç kitap alıp okuyorsunuz; en son hangi kitabı okudunuz?” verilecek cevabın çok parlak olacağını çok güçlü olarak tahmin edebilirsiniz… Sinemaya gidemeyen bir öğretmen kitap, aylık dergi alabilir mi?

**

Bu yetmez…

Ankete katılan öğretmenlere bir başka soru daha soruluyor; “öğretmenlik mesleğini seçtiğiniz için pişman mısınız?” Verilen cevap son derece çarpıcı; öğretmenlerin %49.7’si “pişmanım!” cevabını veriyor.

Bunun anlamı şudur; Türk milli eğitiminde halen görevli milyon düzeyindeki öğretmenlerin en az yarısı öğretmen olmaktan pişman... Mesleğinden pişmanlık duyan bir insan görevini nasıl ve ne ölçüde başarılı olarak ifa edebilir? Varın siz düşünün…

 **

Utanç duymalıyız..

Sinemaya gitmeyi, dışarıda sıradan bir aş evinde karın doyurmayı, alış veriş yapmayı hayatının lüksü olarak özleyen öğretmenlerin bu haline bakıp utanmalıyız.

Devlet utanmalı, hükümet utanmalı, millet olarak utanmalıyız…

Yeni neslin onların eseri olacağı direktifini unutarak, öğretmeni tek kelime ile “sefil” bir yaşama mecbur-mahkûm etmenin ayıbını paylaşmalıyız ve bundan utanç duymalıyız…

Bu durum sadece öğretmenler için de geçerli değil; Türkiye’nin orta sınıfı bitmiş durumda… Dokuz bin kişinin egemenliğindeki %35 ekonomiye karşın hayatında sinemaya gidemeyen öğretmen kitlesi… Bir de milletin karşısına çıkıp,  geometrik terimlerle ekonominin ne kadar “güçlü” ve iyi yolda olduğunu söyleme cesareti… Bu kadar gerçekten uzak olan kişilerin itibar gördüğü bir sistemde yaşamak ne kadar acı verici…

Ekonomi dergisinin tespitleri ile Türk Eğitim-Sen anketi, Türkiye’nin gerçek ekonomik yüzünü ortaya koyuyor. Hamaset dolu nutuklar hiç kimseyi aldatmasın.  Küresel sömürünün istediği de zaten budur. Bu gidişe dur diyecek ancak ve ancak yine halkın kendisidir; öğretmendir, memurdur, esnaftır, işçidir, köylüdür… Milletin kendi kaderine sahip çıkması gerekiyor; başkasından medet ummak yanlıştır…

**

Ambalaj süsü…

Milleti sömürmeye yeminli küresel emperyalizmin yerli işbirlikçileri halkın hassasiyetlerini silah olarak kullanmayı marifet sayarlar. Küresel sömürünün ortakları olarak görevlendirilenler, sonuç almaları için halkın hassasiyetlerini ambalaj süsü olarak kullanmada son derece mahirdirler.

Din istismarından mezhep ayrıştırmasına; etnik kimlik kaşıyıcılığından tesettür ticaretine; kronikleşen “türban” tartışmasından ordu düşmanlığına kadar her argümanı kullanırlar…

Milletin karşısına sahte maskelerini takarak geçerler; gerçek yüzlerini saklarlar… Ve halkı aldatmaya, kandırmaya devam ederler… Ama yine de Ekonomi dergisinin, Türk Eğitim-Sen’in ortaya koyduğu gerçeği örtbas edemezler; çünkü ambalaj süsleri bunu örtmeye yetmez…

**

Hatırlatma…

Millet eğer; devam eden “maneviyat ticaretine”, “din istismarına”, “cami avlularındaki mitinglere”, helalliği ve kaynağı tartışmalı sınırsız servete, hile-hurda kokan iftar çadırlarına kanmaya; riya dolu nutuklara inanmaya devam ederse; ibadethanelere politikayı sokanları hoş karşılarsa; milleti uyutma aracı olarak kullanılan “türban” tartışmalarının ardındaki ticari holdinglerin kazancının farkına varmazsa; masum Anadolu halkı üzerinden siyasi ikbal sağlama amaçlarını sezmezse; renkli ekranlarda anlatılan “uyutma” masallarına kanmaya devam ederse; sadaka paketlerine muhtaç kalmayı “onuruna” yedirmeye devam ederse bu küresel sömürü devam edecektir…

Emperyalistlerin yerli ortakları da krizi “fırsat” bilip halkı sömürmeye devam edecekler ve servetlerini katlayacaklar… Sinemaya gitmeye, aş evinde kebap yemeye hasret kitleler oluşmaya devam edecek, her gün sayıları çoğalacaktır…

**

Sonuç…
Türkiye Cumhuriyetinin temelleri saldırı altındadır; milli değerlerimiz aşındırılmaktadır; milli kimlikle hesaplaşmak isteyen çevrelerin iştahları kabarmıştır; buna ses çıkarmayan yetkililerin en az saldırganlar kadar “suçlu” olacağı unutulmamalıdır.

Türk Milletine ve Devletine ihanet marifet sayılmakta; millete hakaret etmek, milleti aşağılamak masumlaştırılmaktadır. Kin yüklü beyinler ve sineler, salyalarıyla birlikte renkli ekran ve sayfalarda ağularını kusmaktadırlar.

Demokrasi ve insan hakların kutsallık noktasında devlet ve millet düşmanlığı yapanlara pirim verilmektedir. Türk Milletinin kutsal tecelligahı olan TBMM çatısı altında birileri çıkıp Türk Milletine açıktan hakaret etmektedir. Dünün hain ajanlarının temsilcileri ya kriptovari ya da doğrudan ihanet eylemlerine ortak olabilmektedirler.

Seksen beş yıldan beri Cumhuriyeti yıkmaya yeminli kadrolar ve devletimizi parçalamaya ant içmiş emperyalizmin yerli uşakları devletin her kademesinde söz sahibi olmaya başlamışlardır; saklandıkları inlerinden başını çıkartmış Türk Milletine saldırmaktalar.

Türk Milletinin ebedi düşmanı çevreler, siyasi iradeden aldığı tavizlerle kudurmuşlar. Vatanın bazı parçaları; “ibadethane” kamuflajıyla kutsallaştırılarak gayrı milli çevrelere ibadet alanı olarak açılmakta, gelecekte bu vatan toprağının ipotekleştirilmesine zemin hazırlanmaktadır…

Türk Milletini “etnik” varlık düzeyine indirmek için her gün yeni uydurmalar piyasaya sürülmekte ve milletin birlik ve bütünlüğünü paramparça etmek için yeni stratejiler ve plânlar uygulanmaktadır.

Tüm bunlara rağmen sorumlular; siyaset adına milleti kandırmak, aldatmak için her türlü aracı kullanmaktan geri durmamakta ve maalesef yalan ve kandırmacıda son derece de başarılı olmaktadır. Türk Milleti muazzam bir yalan bilgi kirliliği saldırısı altındadır.

Gayrı milli güçlere olan teslimiyetini “başarı”; açlık sınırında yaşamaya çalışan milyonları görmeyip ekonomik krizi “fırsat”; emperyalizmin Türkiye’yi mahvedecek plânlarına verilen tavizi “zafer;” vatanın bütünlüğü, milletin birliği, bayrağın ve dilin tekliği tartıştırarak bölücülüğü “hak” saymaktadırlar…

Mezhepsel kutuplaşmayı ve ayrışmayı “millet iradesi” olarak; kokuşmuşluğu, ahlaksızlığı, yolsuzluğu, soygunu “gelişme” ve “değişim” olarak sunabilme yetisini gösterme marifeti, dünyada emsali görülmemiş ikiyüzlülüğün örnekleridir…

Bu kara tabloyu herhangi bir gününü kutlamak için göz önüne sermedim; uyandırmak için, halkın kendi geleceğine sahip çıkmasını hatırlatmak için, yalancı ve kandırıkçılara “dur” demenin zamanının geldiğini anlatmak için hatırlatmada bulundum.

Bunları görelim, algılayalım, düşünelim ve kendimize gelelim…

Sonuç olarak, tüm bu anormalliklere rağmen Türk milleti hâlâ ayakta kalabiliyorsa, bu milletin tarihi ve kültürel köklerinin ne kadar güçlü olduğuna atfetmek gerekir. Ancak, unutmayalım ki en sağlam yapı bile, sahipsizlikten ve ihmalden dolayı yok olabiliyor… En sağlam temelli binanın, en zayıf bölgesi kadar sağlam olduğunu da hatırdan çıkarmayalım…

2010 Yılı Teşekkür Töreni

2010 yılının biblosunu ömür koleksiyonumda diğer 39‘undan ayrı bir yere koyacağım. Zira bu yıl beni neredeyse fazladan 1 yaşıma daha sokacaktı. İşbu senenin kazasız – belâsız 11 numerolu seneye bayrağı hayırlısıyla devretmesindeki katkılarından ötürü aşağıdaki şahıs ve kuruluşlara teşekkürü kalemim görev bilir:

Recep Tayyip ERDOĞAN – Devlet adamlığı sorumluluğunun yanı sıra tarikat

edebi ve tasavvuf terbiyesiyle 2010‘da adeta parıldadı. BDP‘lilerin hastir‘e, federasyon‘a varıncaya dek tüm tahrik ve provokasyonlara asla gelmedi ve bu konuda adeta derviş sabrı gösterdi. “Dövene elsiz, sövene dilsiz, gerekirse gönülsüz” olmanın numune-i imtisâli oldu. Sebatından ve müsamahasından dolayı teşekkürü en çok o hak etti.

Selahattin DEMİRTAŞ – O bir cesuryürek. Aslında Belediye Başkanından

eski eşbaşkanlarına varıncaya kadar hepisi öyle. BDP‘si de, DTK‘sı da.. Câhil cesaretinden olmadığına emin olduğumuz delicesine bir cesaretle söylem geliştiriyorlar. ‘2 dil‘miş, ‘özerklik‘miş; pat diye söylüyor, tabumabu konusunda ebesinin dibine kadar inebiliyorlar. Saz arkadaşları adına plâketi ekip başına ayırdık.

Yiğit BULUT – Saçlarına gösterdiği özeni ve döktüğü jöleyi en az saçı kadar

sorularına ve sunuculuğuna da gösterdi. Jölenin o güzelim cıvıklığındaki kaygan ama sapasağlam sorularıyla adeta Hükümet’e rehberlik yaptı. Türkiya yeni bir feylesof kazandı. Sadece teşekkürü hak etmedi, yüce Türk büyükleri arasına da girdi.

Yıldırım DEMİRÖREN100 milyon avroluk borcu olan takıma havasına –

cıvasına çifter çifter gâvur topçu alıyor. İşsiz vatandaşın sokaktan aldığı kredi kartıyla önüne gelene hediye alıp boncuk diye dağıtması gibi. 2 milyon avroyla Almeyda‘yı almayaydı da fabrika mı alaydı? Bu kadar forma aşkı olan başka işadamı varm’ola? Bazı namkörler 3 vakte kadar kulüp batar dese de BJK‘nın Quarejma’sı yerinde. Kara kartallar müteşekkir.

Müslüm GÜRSES Müslümcü Hareketi muhalefetten iktidara taşıdı.

Gaziosmanpaşa‘daki kaportacı çıraklarından sosyeteye transfer oldu. Artık o bir mezedir, hafif hafif nezledir. İsyankâr ritimler lay lay lom’a dönüşmüştür. Lânetlilerin evrim geçirmişinin en canlı örneği olarak alkışa konuk. Eski Said / Yeni Said gibi Eski Müslüm / Yeni Müslüm sarmalı daha tezlere, doktoralara ve belgesellere çok konu olur. Not düşüyoruz.

APOELGüney Kıbrıs küçük, yerimiz dar demeden dünya çapında bir

taraftarlık örneği sergilediler. Spor barıştır, kardeşliktir, bilmem nedir geyiklerine takılmadan basketboldaki skor üstünlüklerini olimpik boks, karate, trap – skeet dallarına da taşımak istediler. Tarihî hafıza tazeliğini bilvesile korumaları ve millî maçlardaki şuur uyanıklıklarını Dömeke Meydan Muharebesi tarzında yaşatmaları göze hoş geldi. Saatler 1974‘u gösterirken fotoğrafladık. Çok nostaljik oldu.

KPSS’CİLER – Zaferle bölününce çoğalır, başarılar paylaşılınca büyür.

Madem onlar halkımızın 300 tane, 500 tane -0- hatalı, süper cevaplandırıcı, yüzlerce birinci çıkartmasını sağladılar, biz dahi soruları şu hazırladı, dağıtımı bu yaptı diye ayırmadan emeği geçen herkeşe Türk Milleti adına tek ve ortak bir teşekkür belgesi hazırladık. Ahanda buradan gondertiyoruh.

Yıllar, yıllarım..

Arif Nihat Asya Bugün Yaşasaydı

Bir TV kanalında polisin öğrencilere aşırı davranışı tartışılıyordu. Öğrencilerden birisi sosyalist olduğunu ifade etti ve konuyu değiştirerek Kürt gençlere anadilleriyle eğitim yaptırılmadığından bahsetti. Bizim sosyalist ve komünistlerimiz bile anlaşılan dün de bugün de diğer ülkelerdekilerden oldukça farklıdır. Onlar sınıf eksenli ve evrenselci bir açıdan konulara yaklaşırlar; bizimkilerde ise, etnik ırkçılık methiyesi düzmek marifet sayılır. Bizimkilerin çoğu böyledir.

Eğitim ve öğretim dili hükümranlık haklarıyla ilgilidir ve tabii ki Türkçe olacaktır. Bunun istisnası, yabancılaşma doğuran, yabancı dille (İngilizce) yaptırılan eğitim ve öğretimdir. Her ciddi milli devlet bu konudan taviz vermez ve bu ülkelerin yöneticileri de farklı dillerde eğitim ve öğretim taleplerine gerekli sorumluluk anlayışı içinde uygun cevabı verirler. Bizdekiler gibi susmazlar. Türkiye’yi tanımlarken “tek devlet, tek millet, tek vatan” deyip “tek bayrak ve tek dil”i ifade etmekten kaçınmazlar. Türkiye’yi sekiz senedir bu hale getirenler demokratikleşme yutturmacası altında bazı kurum ve çevrelerden adeta rövanş alır gibi davranarak ülkeye kan kaybettirdiler. Artık Türkiye üzerinde pazarlıklar yapılıyor.

5 Ocak 2011 tarihinde bayrak şairimiz, Türk ve Türkçe’nin hayranı ve savunucusu Arif Nihat Asya’nın ölüm yıldönümü dolayısıyla Çatalca Halk Eğitimi Merkezi’ndeki anma toplantısında oturum başkanlığı yaptık. Türk Eğitim-Sen’i tebrik ediyoruz. Önemli olan vatan sevgisi ile dolu bu büyük şairin eserlerinin bugün bize nasıl ışık tuttuğudur. Öğrencilerimize, çocuklarımıza bu ve benzer zirvedeki değerlerimizi acaba tanıtabiliyor muyuz?

Aslında millet, edebiyatı olan topluluk olarak da tarif edilebilir. Köklü milletlerin edebiyatı da zengin olur. Kalabalıkların ve yapay milletlerin edebiyatları olmaz. Milli edebiyatını fark edemeyenlerde belirli bir kültüre mensubiyet şuuru gelişemez; vatan sevgisi kökleşemez; ülke çıkarlarını savunma gücü zayıflar. Arif Nihat Asya’nın “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” isimli kitabı ve diğerleri herhalde kütüphanelerinizde vardır. Böyle büyük ve anlamlı, her bir mısraı dersle dolu eserler veren, milli endişeye sahip şairlerin içinden çıktığı sosyal çevre ve yaşanan dönem de büyük önem taşır.

Toplantıya giderken hep düşündüm. Acaba rahmetli Arif Nihat Asya bugün yaşamış olsaydı, yaşamış olmaktan mutlu mu olacaktı? Bugün maalesef ülkemizin yol ayrımına getirilmiş olması, milli egemenlik ve bağımsızlığımızın tartışmaya açılması, çözülmenin demokratikleşme diye yutturulması, gaflet içerisindeki yöneticiler kendisine nasıl bir ilham verecekti?

Rahmetli A. N. Asya, Dünyada yükselen değerlerin Türkiye’de aşağılandığını görseydi; milliyetçilik geride kaldı, şimdi küreselleşme ve teslimiyet dönemi diye ortada dolaşan siyasiler karşısında acaba ne yapardı?

Türkiye sadece Türklerin değildir diyen sözde devlet adamlarını, Türk Milleti demekten kaçınan yöneticileri, Türksüz, Milliyetsiz ve vatansız bir sivil Anayasa değişikliğine çıkanları görmüş olsaydı; kim bilir daha nice eser verirdi?

Türkü ve milli kimliği basit bir etnik grup, etnik gruplardan sadece birisi gibi gören, Türk ve Türkçe düşmanlığının ırkçılığa dönüştüğü bir Türkiye’de acaba yaşamak ister miydi?

Bizzat Milli Eğitim Bakanı tarafından Andımızın Türkü fazlaca vurgulaması dolayısıyla kaldırılmak istendiği bir Türkiye ile karşılaşmak ister miydi?

İnsanlarımızı birbirine soğutucu, ötekileştirici, birbirinden uzaklaştırıcı, açılım maceralarının bütünleşme ve kardeşlik projesi diye takdim edildiği bir ülkede herhalde yaşamak istemezdi.

Hassasiyetlerini, milli duruşunu nispeten kaybetmiş, kaybettirilmiş, yüce bir millet olmaktan kalabalık olmaya yönelmiş, uyutulmuş ve uyuşturulmuş, 24 saat sadece ödeyeceği kredi borcunu düşünen, iki dilli, iki veya üç bayraklı bir toplumun ferdi olmaya acaba gönlü razı olabilir miydi?                    

Türkçe tartışılmasın

Yeni yıla başlamak, ömrün geçen bir yılını da uğurlamak oluyor aslında.

Ömürden bir yıl daha gitmesi de denilebilir, belki de.

Bunun, insanı hüzünlendiren bir durum olması gerekirken, bir sevinç kaplıyor içini insanların.

Umutların yeni bir yıla ertelenmesinden olabilir mi bu?

Gerçekleşmesi mümkün olamamış umutların, yeni yılda gerçekleşeceği umudu, insanı sevindiriyor olabilir mi?

Geçtiğimiz yıl, hayatımızda ne kadar olumsuzluk varsa, bu yıl hepsi de geride kalsın arzusunun tezahürü müdür, bu sevincin kaynağı?

Her yeni şey gibi, yeni yılın da, yeni umutları beraberinde getireceği inancı ile seviniyor olabilir miyiz?

Sebebi bu saydıklarımdan başka bir çok şey de olabilir.

Ama bir geçek var ki; herkes, ‘bir yıl daha yaşlandım’ diye hüzünlenmek yerine, aksine sevinç duyuyor yeni yıla girerken.

Geçen yıl içerisinde, iyi kötü bir çok şey yaşadık hepimiz.

İyi olanların artarak devam etmesini diliyorum öncelikle.

Kötü olanların da son bulmasını, asla tekrarlanmamasını diliyorum.

Umutlarım var benim de, bu yıl ile ilgili.

Önce sağlık istiyorum. Evlatlarıma, aileme, kendime ve tüm sevdiklerime…

Huzur istiyorum. Sükun bir hayatın içinde, keyif alacağım bir ömrüm olsun.

Bol rızık istiyorum. Ailemle, eşimle, dostlarımla, fakir fukara ile paylaşabileceğim kadar bol rızık.

Bereket istiyorum. Halil İbrahim bereketi olsun helal kazancımda.

Sevdiklerime, sevgimin daha da artacağı bir yıl olsun.Sevgi olsun hayatımda.

Nefret ve kin duygularından arındığım bir yıl olsun. Nefretlerim, sevgiye dönüşsün.

Fukaralık, garibanlık olmasın. İnsanlar, zenginin himmetine, bizi yönetenlerin sadaka gibi dağıttıkları yardıma muhtaç olmasın.

İnsanların, insan olmanın şeref ve onuruna uygun hayatları olsun.

İnsanlar, eşlerine, evlatlarına karşı boynu eğik kalmasın. Gururlarına helak getirmeyecek şekilde yaşasın herkes.

Özgürlüklerin, ‘Devleti bölenlerin özgürlüğü, ‘Mehmetçiğe kurşun sıkanların özgürlüğü’  olarak algılanmadığı bir ülke olsun Türkiyem.

Barışın, birilerinin iki dudağı arasında kalmadığı ve daim olduğu bir ülke olsun Türkiyem.

“Ülkem bölünmesin, bayrak inmesin, ezan susmasın” diyenlerin hapse atılmadığı, gerçek demokrasinin doğru anlaşıldığı bir ülke olsun Türkiyem.

‘Türk’ olmanın ayıp olmadığı, ‘Türküm’ demenin, adamın başına bela açmadığı, ‘Türkçe’ nin tartışılmadığı bir ülke olsun Türkiyem.

Vatanını sevmenin, milletini sevmenin, bayrağını sevmenin, ‘Irkçı’ diye yaftalanmadığı bir ülke olsun Türkiyem.

Kaynakları, eşe dosta peşkeş çekilmeyen bir ülke olsun Türkiyem.

Üzerinde oynanan kirli ve hain oyunların tezgahlayıcılarına, kul olanlar tarafından yönetilmesin artık Türkiyem.

Ülkenin üzerinde bunca oyun oynanırken, her şeyi güllük gülistanlık gösterenler tarafından yönetilmesin Türkiyem.

‘Türküm’ demekten utananlar tarafından yönetilmesin Türkiyem.

Bu umutlarımın gerçekleşeceği bir yıl olsun 2011..

Yeni yıl hepinize kutlu olsun.

 

Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının Ev Ziyareti

0

Kocaeli Aydınlar Ocağı mensupları, yıllardan beri yapmakta olduğu üye ev ziyaretlerine bu sene de başlamış bulunmaktadır. Ancak, bu defa yapılan ziyaretlerin gayesi geçmiş yıllarda yapılan ziyaretlerden biraz farklı bulunmaktadır. Şöyle ki,

Ocak Yönetim Kurulu almış olduğu bir kararla, Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr sitesinde yazıları yayımlanan 120 yazara plaket vermek üzere yazarları, uygun bir şekilde gruplar halinde bir araya getirerek, her on beş günde bir, birinin evinde toplanmasını uygun görmüştür.

Bu cümleden olarak, Ocak Başkanı Ahsen Okyar Bey ilk toplantının 28 Aralık 2010 Perşembe günü saat 19.00 da bizim evde yapılacağını bir hafta önceden haber verdi. Haber verme esnasında da şu hususu açık bir şekilde ifade etmiştir ki, yapılan ev toplantılarında aşırıya kaçan ikram istemiyoruz. Zira hepimiz belli bir yaşa gelmiş insanlarız. Her birimizin ya kilo ile veyahut ta şeker ile problemi bulunmaktadır. Biz Aydınlar Ocağı olarak mensuplarımızın eş ve çocukları dâhil hepsinin sağlık ve sıhhatini de düşünmek mecburiyetindeyiz. Bu bakımdan İkramlarda öyle çeşit çeşit pasta, börek, çörek ve tatlı gibi şeyler olmasın. Sadece bulgur pilavı ile çay kâfidir. Birde buna, ev sahibi isterse meyve ikramını ilave edebilir dedi. Ayrıca böyle bir uygulamanın ev sahibi içinde kolaylık olacağını ifade etti.

Başkanın bu teklifi önce bana bir tuhaf gelmişti. Çünkü ben yılardan beri ev sahibinin yapacağı ikrama müdahale edilmez prensibine inanan biriydim. Sonradan düşündüm ki, Başkanın bu düşüncesi benim de mantığıma uygun geldi. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, eve misafir geleceği zaman önce evin hanımın da bir telaş başlar. Evin yapılacak temizlik işlerine ilaveten, “ben o gün için neler yapmalıyım?” diye, başlar kara kara düşünmeye. İlk iş olarak ta Beyin eline önceden alınması lazım gelen malzemelerin listesini vererek, “Bey sen bu malzemeleri al getir, hazır olsun” der.

Evin beyi, bir ara beraber gidip alalım diye teklif ettiğinde, Hanım birazda kaşlarını çatarak, “görmüyor musun benim dünya kadar işim var, benim dışarıya çıkacak halim mi var, sen git al gel” der. Evin beyi çaresiz olarak çarşının yolunu tutar. Elindeki listeye göre alışverişini yaptıktan sonra yorgun argın akşama doğru eve gelir. Eve gelince biraz da kendisine verilen vazifeyi yerine getirmiş olmanın mutluluğu içerisinde “Selamünaleyküm Hanım” der, Hanım da “Aleykümselâm Bey” der ve arkasından hemen “listedekilerin hepsini aldın mı?” diye sorar. Bey de “aldım aldım hanım”  diye cevap verir. Fakat buna rağmen alınanlar hemen gözden geçirilir.

Ancak bu gözden geçirmenin sonunda umumiyetle ya bir şeyin unutulmuş olduğu veyahut da alınan bir malzemenin istenilen evsafta olmadığı fark edilir. Arkasından da Hanım, hafif tertip söylenmeye başlar. “Elindeki listeye doğru dürüst bakmadın mı? böyle bir malzeme alınır mı? alırken iyi bakmadın mı?”  gibilerden.  Buna karşılık Bey, mahcup bir eda ile kendini müdafaa etmeye çalışsa da artık olan olmuştur. Ertesi günü Bey, tekrar çarşıya giderek eksik olan malzemeyi alır, yanlış alınan malzemeyi de mümkünse değiştirir, değiştirme imkânı yoksa yenisini almak suretiyle bir önceki gün yapmış olduğu hatayı telafi eder. Böylece misafirlerin geleceği güne kadar azami itina gösterilerek her şeyin eksiksiz ve kusursuz olarak tamamlanmasına gayret edilir.

Yukarıda anlatmaya çalıştığım hususların üç aşağı beş yukarı bütün ailelerde ayni şekilde cereyan ettiğini tahmin ediyorum. Zira Türk Ailesi olarak biz birbirimize benzeriz. Bir banka reklamında olduğu gibi “yoktur birbirimizden farkımız. Biz Türk Ailesiyiz.”

Netice itibariyle, Ahsen Bey’in ikram olarak sadece bulgur pilavı isteriz şeklindeki ifadesi hazırlık işlerini çok kolaylaştırmıştı.  Bu kolaylığı düşünerek hanıma “ben gideyim ne kadar lazım ise hangi marka bulgur istiyorsan alıp geleyim” dedim. Hanım, “olmaz beraber gideceğiz” dedi.  Bu teklif üzerine ben şaşırdım.  Dedim ki, “ne olacak enikonu alınacak bir bulgur, ben köy çocuğuyum bulgurdan az çok anlarım, benim anam çok güzel bulgur yapardı” dedim. Hanım ise, “her bulgur köyde ananın yaptığı bulguruna benzemez. İncesi var, irisi var, esmeri var, beyazı var, pilavlık bulguru iyi seçmek lazım” dedi.

Bu minval üzere, bulgur almak üzere hanımla beraber mevcutlu olarak marketin yolunu tuttuk. Markete varınca, raflarda bulunan bütün bulgur çeşitlerine baktıktan sonra, hanımın evvelce aşinası olduğu bir markayı tercih edip aldık. Artık iş sadece misafirlerin geleceği gün pişirilmesine kalmıştı. Pişirme işini de gelinim Dilek üstlendi. “Pilav yapmak benim işimdir” diyerek misafirlerin geleceği Salı günü akşama doğru işe koyuldu. Gelin hanım bulgur pilavını kendi usulüne göre pişirdikten sonra pilav tenceresini bir beze sarıp sarmalayıp, bir kenara koydu. Meğer böyle yapınca pilav hem soğumazmış, hem de iyice demini alırmış.

Pilav pişirme işi de tamamlandıktan sonra, artık iş gelecek misafirleri beklemeye kalmıştı. Ahsen Bey gelecek olan misafir sayısını bildirmiş fakat kimlerin geleceğini söylememişti. Bu bakımdan gelecek olanlar bizim için tam sürpriz olacaktı. Nihayet saat 19.oo dan sonra beklenen misafirlerin sayısı tamamlandı. Gelenler ise,

– Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanı Ahsen Okyar, eşi Nursel Okyar ve cici kızları Ulugazi İlköğretim Okulu Öğrencisi Zeynep Gökçen,

– Yeminli Tercüman Cemal Barış, eşi Hatice Nur Barış ve sevimli çocukları Hasan ile Hayrettin

– İzmit Belediyesi Koordinatörü Harita Mühendisi Ali Kahraman ve eşi Asuman Kahraman,       

-Ocak Sekreteri ve Ziraat Mühendisi Hasan Uzunhasanoğlu ve eşi Emine Uzunhasanoğlu,                    

-Bilgisayar Uzmanı Yunus Özen ve eşi Göksu Özen,

– Mahalli Tarihçi Volkan Şenel,

– Gazeteci – Yazar Bihter Gördü’den müteşekkil bir grup idi.

Ben, eşim Reyhan Ordu, oğlum Atila Ordu ve eşi Dilek Ordu ile birlikte âcizane ev sahipliği yapıyorduk.

Misafirlere tek tek hoş geldiniz denildikten sonra sohbet başladı.  Başkan Ahsen Bey söz alarak, yapılan ve bundan sonrada yapılmaya devam edecek olan bu nevi toplantıların gayesini anlatmak suretiyle herkesi hangi konuda olursa olsun yazmaya teşvik etti. Zira söylenen sözlerin, yapılan konuşmaların mutlaka bir gün unutulmaya mahkûm olduğunu, ancak yazıya dökülen düşüncelerin ise hiç bir zaman kaybolmayacağını, uzun yıllar sonra yazılanların bir hatıra değeri taşıyacağını ifade etti. Diğer misafirler de bu konular ile alakalı olarak kendi düşüncelerini anlattılar. Bunun yanı sıra diğer aktüel konulara da temas edildi.

Bu arada, misafirlere kahve, çay ve diğer ikramlar yapıldı. Şu hususu ifade edeyim ki, anladığım kadarıyla gelin hanımın hazırlayıp ikram etti bulgur pilavı beğenildi. İkramların ve yapılan konuşmaların sona ermesinden sonra sıra, Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın İnternet sitesinde yazıları yayımlananlara plaket verilmesi merasiminin yapılmasına geldi.

Gazeteci yazar Bihter Gördü’nün plaketi Nursel Okyar,

Ziraat Mühendisi Hasan Uzunhasanoğlu’nun plaketi Emine Uuznhasanoğlu,

Mahalli Tarihçi Volkan Şenel’in plaketi Ahsen Okyar,

Bilgisayar Uzmanı Yunus Özen’in plaketi, Cemal Barış ,

Harita Mühendisi Ali Kahraman’ın plaketi Asuman Kahraman,

Ulugazi İlköğretim Okulu Öğrencisi Zeynep Gökçe’nin plaketi Göksu Özen,

Ev sahibi Musa Ordu’nun plaketi Reyhan Ordu ve Dilek Ordu

Tarafından verildi.

Ayrıca plaket alanların her birine Aydınlar Ocağı’nın özel olarak yaptırmış olduğu çerez tabağı takdim edildi. Bu merasime ait resimler için Kocaeli Aydınlar Ocağı’nın internet sitesine bakılabilir.

Plaket merasiminin sonunda, Mahalli Tarihçi Volkan Şenel bir sürprizinin olduğunu söyledi. Tabii ki hepimiz sürprizin ne olduğunu merak ettik. Volkan Bey çantasından bir dosya çıkardı. Dosyanın içinde 01 Ocak 1975 tarihli SEKA POSTASI’nın fotokopisi vardı. Burada “Personel Müdürlüğünden Portreler” başlıklı bir yazı bulunuyordu. Burada benden bahsediliyordu. Bundan 35 yıl önce yazılan ve baş tarafında resmimin de bulunduğu metinde aynen şu ifadeler yer alıyordu:

“Personel Müdür Muavini Musa Ordu 1965 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirmiş ve yedek subaylığını yaptıktan sonra 1967 yılı Kasım ayında SEKA’da görev almıştır.

SEKA Çaycuma Müessesi Personel Memurluğu ve Personel Şefliği görevlerinde bulunan arkadaşımız, buradan Müdurlüğümüz merkezine nakletmiş. 1.7.1973 tarihinde Personel Müdür Muavinliğini tedvire başlamıştır. Musa Ordu 1.6.1974 tarihinde bu göreve asaleten atanmıştır.

Güler yüzlü, sessiz ve sürekli çalışmasıyla tanınan arkadaşımız evlidir ve 13, 11, 9 yaşlarında üç çocuk babasıdır. Öğrenimlerini başarıyla sürdüren üç evladı ve ailesiyle sakin, huzurlu bir yaşamı olan Musa Ordu’ya SEKA’ da ki görevinde başarılar diliyoruz.”

Böyle bir yazının olduğunu ben bilmiyordum veyahut da unutmuştum. Benim için bir hatıra mahiyetinde olan bu yazıyı okuyunca bir hayli heyecanlandım ve duygulandım. Otuz beş yıl sonra bana bu heyecanı yaşatan Volkan Şenel Beye çok teşekkür ediyorum. Bu yazı vesilesiyle, yazmanın ehemmiyeti bir kere daha anlaşılmış oldu.

Böylece, Kocaeli Aydınlar Ocağı Mensuplarının bir ev ziyareti tamamlanmış oldu.