19.4 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1155

Çatlak Kafaların Heykeli

0

Kars’ta insanlık anıtı olarak isimlendirilen çatlak heykel tamamlanmadan siyaset ve sanat dünyasında tartışılmaya başlandı.  Kars halkı öteden beri bu çatlak heykeli bulunduğu yere yakıştırmamıştı. Sayın Başbakan Erdoğan’ın Kars ziyaretinde, çatlak heykeli ucube olarak anması ve bulunduğu yerden sökülmesi talimatını vermesi tartışmayı başlatan kıvılcım oldu.

Bir sanat eseri hakkında yapılan tartışmanın birçok boyutu olabilir. Sanat felsefesi bu tartışmalar üzerinde durur. Bu makalede, malum heykel hakkında ortaya çıkan tartışmaların üç boyutu üzerinde duracağım. Bunlardan birincisi sanat eserinin üslubu, estetik, yönü ve biçimidir. İkincisi sanat camiasının söz konusu esere verdiği değerdir, kıymettir. Ona biçtiği fiyattır. Üçüncüsü sanat eserinin gösterime koyduğu ideoloji, inanç, anlam ve değerlerdir.

Sayın Başbakan, çatlak heykeli ucubeye benzetti. Daha sonra da bu heykeli şekil, çizgi, güzellik, uyum, alımlılık, göze ve gönle hitap etme özelliği bakımından yetersiz bulduğunu ifade eden açıklamalar yaptı. Yani heykeli estetik olarak güzel bulmadığını söyledi. Başbakan’ın çıkışı ve eleştirisi sanat eserinin estetik değeri kapsamındadır. Ancak, ne gariptir ki, Başbakan’a gösterilen tepkilerden hiç birisi estetik yönden gelmedi.

Estetik eleştiriye yani ucube benzetmesine, ideolojik tepki geldi. İlgili heykeli yapan heykeltıraş eserini savunurken heykelin estetik özellikleri üstünde durmadı.  Eserine kendince yüklediği anlamı ve ideolojiyi gündeme getirdi. Basında yıllardır köşe yazarlığı yapanların birçoğu da konuya ideolojik yönden yaklaştı. Başbakan’ı haklı bulanlar ve bulmayanlar bu konuda ortak bir tutum içinde oldu. Böylece, Türkiye’nin aydınlarının sanat konusunda ne kadar donanımsız olduklarını da bu vesile ile öğrendik.

Malum heykelin ideolojik değeri ise iki şekilde sunuldu. Birincisi İslam’ın heykeller hakkındaki temel inanç ilkelerini esas alan eleştirilerdir. Bu basmakalıp yargıya bağlı olarak Sayın Başbakan’ın dini inançlarından dolayı heykele karşı geldiği yazıldı. Konu irtica paranoyasına kadar götürüldü. Böylece dini bütün insanların davranışları hakkında öteden beri tekrarlanan basmakalıp yargılar tekrarlanmış oldu.

Heykelin ideolojik değeri hakkındaki ikinci itiraz ise, Ermenilerle Türkler arasında yaşandığına inanılan, ölümcül savaşın hatırasına saygısızlık, şeklinde gösterime kondu. İtirazın bu boyutu, Ermenistan hükümetini, Ermeni diasporasını, Türkiye’deki Muhayyel Ermeni acıları hayranlarını ve Türkleri katillerin çocukları olarak itham eden bütün küresel güçleri işin içine soktu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, konu hakkında resmi açıklama yapmak zorunda kaldı. İç dengelerle dış dengeler arasındaki farka bağlı olarak söylenen siyasi laflara, saygı duyulması gerektiğini, ifade eden şeyler söyledi.

Heykelin piyasa değeri, yani kıymeti hakkında hiçbir şey söylenmedi. Sanat üreticileri, pazarlamacıları ve tüketicileri yerlerinde oturdular. Hiçbir fikir beyan etmediler. Öte taraftan hükümete muhalif olan çevreler ise heykeli sahiplendiler. Onu kasabalarına götürmek istediklerini belirten açıklamalar yaptılar. Muhalefetin fanatizme dönüşmüş biçimiyle karşı karşıya kaldık. Çünkü CHP’li belediyelerin, partilerinin Ermenilere ilişkin mevcut ideolojisini bilmemeleri beklenemez. Hatırlanacağı gibi, mevcut AK Parti hükümeti, Ermenistan’la ilişkileri düzeltmeye çalışırken, onlar itiraz etmişlerdi. Şimdi ise CHP’liler, Ermeni beklentilerini ideolojik manada meşrulaştırdığı varsayılan bir heykeli, sırf Sayın Başbakan’a muhalif olma adına sahipleniyorlar.

Öte taraftan çatlak heykel, Kültür Bakanı Günay’ı da ilginç bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Bakan bey, Sayın Başbakan’ın sözlerini, ne yaptığını bilmeyen heykeltıraş gibi, yontmaya çalıştı. Başbakan bunun üzerine sözlerinin yontulamayacağını üstüne basarak tekrarladı. Bakan bey şaşkınlık içinde, sert kayaya çarptığını anladı. Granit kayadan heykel yapmanın kendi harcı olmadığını, ekranları izleyerek öğrendi. Böylece kendi özgünlüğünü ve duruşunu durmadan tekrarlayan Bakan Günay’ın da nereye kadar yaptıklarının ve savunduklarının arkasında durabildiğini de öğrendik.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye sanat eserlerini tartışamayacak kadar sanattan uzak bir ülke. Bu konuda sanatı savunduğunu ikide bir dile getiren kesimlerin, akıllarının karışık ve kafalarının çatlak olduğunu gördük. Çatlaklığıyla ucubeye benzetilen heykelin sanat değeri hakkında bir şey söylemek zor. Çünkü bu konuda bir fikir beyan eden bile olmadı. Ancak bu heykelin çatlak kafaların kültür seviyesini gösterime koyduğu da açıktır.

Avrasya’nın Stratejik Önemi ve Türkiye ABD İlişkileri

0

Ulusal güvenlik danışmanı olarak Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Jimmy Carter’a  1977′den 1981′e kadar hizmet eden, Stratejik ve Uluslar arası Araştırmalar Merkezi’nin (Center for Strategic and International Studies) danışmanlığını yapmakta olan, Washington D.C.’deki John Hopkins Üniversitesi Paul H.Nitze İleri Uluslar arası Araştırmalar Okulunda (Paul H.Nitze School of Advanced International Studies)bölüm başkanı  olan profesör Zbigniew Brzezinski;

“Yirminci yüzyıl sona ererken, ABD dünyanın tek süper gücü olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Başka hiçbir ulus, benzeri bir ekonomik ve askerî güce sahip değil. Dünyadaki bu istisnaî rolünü sürdürebilmesi için ABD’nin küresel stratejisi ne olmalıdır?” sorusuna cevap aradığı Büyük Satranç tahtası isimli inceleme kitabında Avrasya’yı şu şekilde tanımlamaktadır.

Avrasya bölgesi Batıda Atlas Okyanusu, Doğuda Kuzey Pasifik Okyanusu, Güney-de Hint Okyanusu, Kuzeyde ise  Kuzey buz denizi ve Antartika bölgesi ile çevrilidir.

Peki bu bölge neden ve  kimin için önemlidir?

Beş yüz yıl kadar önce, kıtalar siyasi olarak karşılıklı etkileşime başladıklarından bu yana, Avrasya dünya iktidarının merkezi olmuştur. Yirminci yüzyılın son on yılı, dünya olaylarında büyük bir kaymaya tanıklık etmiştir. Tarihte ilk kez, Avrasyalı olmayan bir ülke, Avrasya güç ilişkilerinde en üstün güç olarak ortaya çıkmıştır.

Brzezinski’nin jeostratejik çözümlemesinin nirengi noktası nüfusu, doğal kaynakları ve ekonomik etkinliği açısından en büyük kıt’a olan Avrasya’da gücün nasıl kullanılacağıdır. Amerika’nın görevi Avrupa, Asya ve Orta Doğu’daki anlaşmazlıkları, başka herhangi bir rakip süper gücün Amerikan çıkarlarını tehdit edecek biçimde ortaya çıkmasını engellemek üzere yönlendirmektir.

Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 75’i Avrasya’da yaşamaktadır ve hem ekonomik girişimler hem de yeraltı zenginlikleri bakımından dünyanın fiziksel zenginliklerinin de çoğu oradadır. Avrasya, dünya GSMH’sının yüzde 60’ına ve bilinen enerji kaynaklarının dörtte üçüne sahiptir. Avrasya’nın gücü ABD’ninkini gölgede bırakmasına rağmen Avrasya’da siyasî bütünlük oluşturulamaması nedeniyle Amerika bu boşluktan yararlanmaktadır. (Örneğin AET, NATO v.s. Asya bölgesinde görülmez)

Avrasya aynı zamanda dünyanın siyasal olarak en iddialı ve dinamik devletlerinin bulunduğu yerdir. Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra en büyük altı ekonomi ve en büyük altı silah alıcısı Avrasya’da bulunmaktadır. Dünyanın biri hariç resmi olarak bilinen tüm nükleer güçleri ve de gizli nükleer güçlerinin tümü Avrasya’da bulunmaktadır. Bölgesel hegemonya ve küresel etki heveslisi olan, dünyanın en kalabalık nüfuslu iki devleti Avrasyalı’dır.(Çin, Hindistan)

Sovyetler Birliği’nin çöküşü muazzam jeopolitik karışıklık yarattı. Sovyetler Birliği’nin yaklaşan çözülmesinden dış dünyadan genel olarak daha az haberdar olan Rus halkı bir gecede, kıtalar ötesi bir imparatorluğun artık egemenleri olmayıp Rusya’nın sınırlarının Kafkasya’da 1800’lerin başındaki, Orta Asya ‘da 1800’lerin ortalarındaki ve (daha dramatik ve acı verici olarak) batı’da yaklaşık 1600’lerde, Korkunç İvan’ın hükümranlığının sonrasındaki konuma geri döndüğünü öğrendiler. Kafkasya’nın kaybı yeniden dirilen Türk etkisi hakkındaki stratejik korkuyu canlandırdı. Orta Asya’nın kaybı bölgenin anormal enerji ve maden kaynaklarıyla ilgili eksiklik duygusu yaratırken bir yandan da potansiyel bir İslami meydan okuma hakkında endişe yarattı ve Ukrayna’nın bağımsızlığı, Rusya’nın kendini vakfettiği ilahi ortak Pan-Slavik bir kimliğin sancak taşıyıcısı olma iddiasının özüne meydan okudu.

Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT)’nun ortaya çıkışı, izledikleri  politikalar ve bu duruma karşı yeni bağımsızlığını kazanan devletlerin tepkileri sonucunda Rusya’nın tek seçeneğinin “Osmanlı sonrası Türkiye’nin yayılmacı özlemlerini bir tarafa atıp kasıtlı olarak modernleşme, Avrupalılaşma ve demokratikleşme yolunu tutmaya karar verdiğinde seçtiği rotayı taklit etmek” zorunda kalmıştır.

Afganistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan, Hazar Denizi havzası, Rusya’nın Güney kısımları – Kafkasya, Çeçenistan, Gürcistan, Ermenistan, Türkiye’nin Kuzeydoğu bölümü, İran’ın kuzey kesiminden oluşan bölgeyi Avrasya Balkanları olarak nitelersek;. Türkiye ve İran diğer ülkelere nazaran siyasal ve ekonomik olarak çok daha sağlamdır. Avrasya Balkanları’nda bölgesel nüfuz açısından etkin rakiplerdir ve dolayısıyla her ikisi de bölgenin önemli jeostratejik oyuncularıdırlar. Aynı zamanda her iki ülke de potansiyel olarak iç etnik çatışmalara karşı hassastır. Eğer bunlardan birisi ya da her ikisi birden istikrarsızlaştırılacak olursa, bölgenin iç sorunları halledilemez hale gelebilir. Öte yandan Rusya’nın bölgede egemenlik kurmasını sınırlamaya yönelik çabalar boşa gidebilir.

Çin ciddi siyasal kesintilerden kaçınsa ve bir şekilde olağanüstü ekonomik büyüme oranlarını çeyrek yüzyıl daha sürdürmeyi başarsa bile hala çok yoksul olacaktır. Halkının önemli bir bölümünün gerçek yoksulluğu bir yana GSYH’sının üçe katlanması bile Çin nüfusunu kişi başına düşen gelirde dünya uluslarının alt sıralarında bırakacaktır. Tüketim malları bir yana, kişi başına düşen telefon, otomobil ve bilgisayar sayısı da, çok düşük olacaktır.

Özetlemek gerekirse; 2020 yılına kadar en iyi koşullarda dahi Çin’in küresel gücün kilit bileşenleri içinde gerçekten rekabet edebilir olması olası değildir. Ne var ki, öyle olsa dahi, Çin Doğu Asya’da ağır basan bölgesel güç olma yolundadır. Daha şimdiden jeopolitik olarak anakarada belirleyicidir. Ordusu ve ekonomisi, Hindistan hariç yakın komşularını cüceleştirmektedir. Dolayısıyla Çin’in; tarihinin, coğrafyasının ve ekonomisinin buyruklarıyla uyum halinde kendisini giderek bölgesel olarak iddialı kılması doğaldır.

Amerika Birleşik Devletlerini Neden ve Kime Göre Süper Güçtür?

Amerika’nın, tarihte ortaya çıkmış olan zamanının süper güçlerinden farkı ,küresel üstünlük ve küresel güç sahibi olmasıdır. Bu ABD’nin küresel gücün belirleyici dört alanı olan “askerî, ekonomik, teknolojik ve kültürel” alanlarda üstün oluşundan kaynaklanmaktadır.

“Amerika, küresel gücün belirleyici dört alanında üstün durumdadır: askeri olarak eşiti olmayan bir küresel erişime sahiptir; ekonomik olarak, Japonya ve Almanya, (her ikiside küresel iktidarın diğer niteliklerinden haz etmezler) tarafından bazı bakımlardan meydan okunsa da küresel büyümenin ana lokomotifi olmaya devam etmektedir; teknolojik olarak, yenileşmenin bıçak sırtı alanlarında genel öncülüğü elinde bulundurmaktadırlar ve kültürel olarak, bazı kabalıklara karşın, özellikle dünya gençliği arasında rakipsiz bir cazibeye sahip bulunmaktadır. Tüm bunlar Amerika Birleşik Devletleri’ne başka hiçbir devletin ulaşamadığı bir siyasi etki sağlamaktadır. Bu dördünün birleşimi Amerika’yı yegâne kapsamlı süper güç yapmaktadır. “

 Kültürel egemenlik, Amerikan gücünün az değerlendirilen bir yönü oluşmuştur. Amerikan kitle kültürü, özellikle dünya gençliği üzerinde manyetik bir çekim oluşturmaktadır. Bu çekim gücü, onun yansıttığı hazza dayalı yaşam biçiminin niteliğine dayandırılabilir, ama küresel cazibesi inkâr edilemez. Amerikan televizyon programları ve filmleri küresel pazarın yaklaşık dörtte üçünü kaplamaktadır. Amerika’nın geçici hevesleri, yemek alışkanlıkları ve hatta giysileri dünya çapında giderek taklit edilirken, Amerikan popüler müziği aynı derecede baskındır. İnternet’in dili İngilizcedir ve küresel bilgisayar sohbetlerinin büyük bölümü de Amerikan kaynaklı olup küresel söyleşilerin içeriğini etkilemektedir. Son olarak, Amerika, yaklaşık yarım milyon yabancı öğrencinin ülkeye akın etmesiyle ve bunların en yeteneklilerinin bir daha ülkelerine geri dönmemeleriyle ileri eğitim arayanların Kâbe’si haline gelmiştir. Amerikan üniversitelerinden mezun olanlara her kıtadaki hemen her hükümette rastlanmaktadır.

Amerika’nın bu kadar büyük siyasî gücü ve cazibesi olması neyi doğurmaktadır?

 Diğer devletlerin ABD’deki aynı etnik veya dinî kimlik taşıyan grupları harekete geçirerek lobicilik faaliyetleri ile Amerika’nın dış politikasını etkileyerek, bu gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışmaları olmuştur. En etkili lobiler ise Yahudi, Yunan ve Ermeni lobileridir.

A.B.D. : Dünya devleti olmaya aday başlıca devlettir, keza GSMH’sı dünyanın yaklaşık %50’sidir ve başka hiçbir devletin ekonomik gücü bu düzeyde değildir. Tek millet özelliği göstermez, çok değişik toplumları içinde barındırır. Askeri güçte en ileri düzeydedir. Bazı Avrupa devletlerinde ve orta doğuda, kısmen uzakdoğuda üs bölgeleri kurmakta hayli mesafe katetmiştir. Teknolojide gücü yüksektir. Genel yapısı itibariyle dünya devleti olmanın yükünü de taşıyabilecek güçtedir (Kontrol imkanı vardır). Sovyetler Birliği’nin parçalanması ile tek süper güç halini almıştır. Ancak, dünya uluslarının oluşturacağı terörizm A.B.D. için risk oluşturur.

TÜRKİYE : Avrasya bölgesinin çok önemli boğazlar bölgesini de kapsamına alan, gelişmekte olan ekonomiye ve dünyada 10 ncu büyük orduya sahip, 17.Büyük ekonomiye hükmeden,çeşitli Avrupa ve uluslararası örgütlerle bağlantıda bulunan, demokrasiyi benimsemiş devlettir. Bazı iç sorunları mevcuttur.

Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasındaki stratejik konumunu belirlemeye ve yeniden değerlendirmeye çalışmanın en zor yanı, kendisi de son derece dinamik olan bir yapının yine son derece dinamik bir çevrenin içindeki konumunu anlama çabası olmasıdır. Tarihinin belki de en önemli dönüşümlerini yaşayan Türkiye, yine tarihin belki de en yoğun değişimine sahne olan bir uluslararası çevre içinde yeniden şekillenmektedir. Bunun ortaya çıkardığı dinamik süreç, Türkiye ABD ilişkilerini belirlemektedir. Bugün her şeyden daha çok, ülkenin geleceğine alternatif bakış açıları getirecek stratejik analiz çerçevelerine ihtiyaç vardır.

Dinamik bir süreçten geçen bir toplumun bireyi olarak o toplumla ilgili stratejik analizler yapmak, hızla akan ve debisi yüksek bir nehrin içinde seyrederken o nehrin yatağı, akış hızı, akış istikameti ve başka nehirlerle olan ilişkisi konusunda fikir yürütmeye benzer. Hem incelediğiniz nehrin içinde siz de akmaktasınızdır; hem de bu akışın özelliklerini anlamak ve bu özelliklere göre nehrin bütünü hakkında bir tasvir, açıklama, anlamlandırma ve yönlendirme çerçevesi oluşturma sorumluluğu taşımaktasınızdır. Nehrin dışına çıkarak baktığınızda sizinle birlikte akan zerreciklerin ruhuna ve kaderine yabancılaşarak ahlakî kayıtsızlık içindeki sıradan bir gözlemci durumuna düşersiniz; nehrin akıntısına kendinizi bırakarak sürüklendiğinizde de hem varolan gerçekliği hakkıyla anlayamaz hem de bu gerçeklikle ilgili kendi iradenizi oluşturarak tarihe ağırlık koyamazsınız.

Bu ikilem içinde nehrin ruhuna ve kaderine yabancılaşmak ahlakî sorumluluk; nehrin akıntısına kapılmak bilimsel sorumluluk alanını daraltır. Ahlakî sorumluluk ile bilimsel sorumluluk alanı arasında anlamlı bir bütünlük kuramayan bir araştırmacının, düşünürün ya da akademisyenin kendi içinde kişisel tutarlılık sağlayabilmesi de, sosyal ve kültürel bir aidiyet alanı oluşturabilmesi de, evrensel gerçeklik alanına nüfuz edebilmesi de çok güçtür. Bir düşünür ve bilim adamı da bir zamana ve mekana, yani bir tarihî ve coğrafî anlamlılık dünyasına herkes gibi ve hatta herkesten fazla aidiyet hisseder ve o aidiyet ile içinde akageldiği nehrin ve diğer nehirlerin akışına yaklaşır.
Bir insan olarak evrensel olana hissedilen aidiyet, bir varoluş bilincini ve derinliğini; bir medeniyet öznesi olarak belli bir zaman akışına hissedilen aidiyet, tarih bilincini ve derinliğini; bu bilinçlerin yansıdığı düşünülen bir mekana hissedilen aidiyet de bir strateji bilincini ve derinliğini gerektirir. Kişisel düzeydeki mikro bilinçten, toplumlar, medeniyetler ve tarih düzeyindeki makro bilince yükseliş ve nüfuz, bir kemal arayışıdır ve her kültür havzası bu arayışı kendi gerçeklik tanımlamaları ile ortaya koyar.

ABD’nin şuanki Başkanı Barack Obama’nın başkanlığının üzerinden henüz birkaç ay bile geçmeden ilk denizaşırı ikili ülke ziyaretini Türkiye’ye yapınca umutlar yeniden yeşerdi. Normalde Amerikan başkanları Türkiye’yi ya hiç ziyaret etmezlerdi, ya da başkanlık dönemleri sona ererken Ankara’ya lütfen uğrarlardı. Obama ise büyük sözler ediyor, Türkiye ile ABD arasında tüm İslam dünyasına örnek olacak bir ‘model ortaklık’tan bahsediyordu.

Füze sistemi tartışmaları açıkça gösteriyor ki iki ülke ilişkileri önümüzdeki yıllarda da ciddi yapısal sorunlarla karşılaşmaya devam edecek. Çünkü sorunların temelinde dönemsel ve geçici nedenler bulunmuyor. İlk sorun ABD’nin bölge hassasiyetlerini gözetmeksizin kaba bir cepheleşmeden fayda umuyor olması. Washington, İran ve müttefiklerini karşı cephe haline getirerek bölgede Türkiye, İsrail ve Araplardan oluşan kendi cephesini kurmaya çalışıyor. Bunun için Körfez ülkelerini silahlandırıyor, Türkiye’yi İran karşıtı saldırı sistemlerine katmaya çalışıyor ve Filistin sorununun halli için radikal bir adım atamıyor.

Oysa ki Türkiye bölgesine bir cerrah hassasiyeti ile yaklaşıyor. Binlerce kilometre uzaktan bölgeye bakan ABD’den farklı olarak, Türkiye bölgede yaşanacak en ufak gerilimin dahi kendisine zarar verebileceğini biliyor. Bu bağlamda ABD kutuplaştıran, cepheler oluşturan bir aktörken, Türkiye barış kurucu ve uzlaştırıcı rolünde. Başka bir deyişle ABD ne yapmak istiyorsa, Türkiye onu bozan rolünde. Türkiye cepheleşmeye ve cephe ülkesi olmaya direniyor.

Türkiye için şu an izlediği politikalar bir tercihten çok bir zaruret. Türkiye bölgede barış, istikrar ve işbirliğine adeta mahkûm bir ülke. Çünkü bölgede yaşanacak bir çatışma Türkiye’nin sadece siyasi ve askeri değil, iktisadi çıkarlarına ve toplumsal yapısına da zarar veriyor. İşsizlikten teröre, Kürt sorunundan kalkınmaya kadar tüm ulusal konular Ortadoğu dengeleri ile yakından ilgili. Oysa ABD bölgeden çok uzak ve hatalarının bedelini anında ödemek zorunda olmayan bir ülke. Dahası Amerika bölgede yaptığı hatalar ne kadar büyük olursa olsun, bunları ekonomik ve siyasi gücü ile tolere edebileceğini düşünüyor.

Sonuç olarak;

(a)       Amerika’nın Avrasya’da hakem olduğu ve hiçbir büyük Avrasya sorununun Amerika’nın katılımı olmaksızın ya da Amerikan çıkarlarının tersine çözülemeyeceği,

(b)       ABD’nin şimdiki konumunun hiçbir ulus devlet tarafından tehdit edilemeyeceğini ancak, uluslar arası anarşinin ABD liderliğini tehdit edecek tek alternatif olduğu,

(c)       Ayrıca Amerika’nın küresel önceliğini tehdit etmeyen bölgesel güçlerin yükselişini düzenlemeye öncelik vermesi gerektiği,

(d)       Avrupa’dan dışlanmış bir Türkiye profili çizilerek bunun yaratacağı sorunlara değinilmiş ve ABD’nin Türkiye’nin nihaî olarak AB’ye kabulü için Avrupa’ya baskı yapması ayrıca, Türkiye’ye Avrupalı bir devlet gibi davranması ve Boru – Enerji Hatları projelerinin desteklenmesi gerektiği,

 (e)       Bir Trans-Avrasya güvenlik sistemi kurulması,

Gerekliliği önem arz etmektedir

 EKONOMİK VE TİCARİ İLİŞKİLER

Türkiye-ABD arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin, savunma ve güvenlik odaklı siyasi ilişkilerin çok gerisinde kaldığı bilinmektedir. Türk ekonomisinde 1980’lerden itibaren başlayan yapısal dönüşüm, özellikle Türk tarafında dünyanın en büyük pazarı ve yatırım kaynağı Amerika ile daha fazla ticaret ve yatırım ilişkileri kurma umudunu doğurmuştur.1985 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın ABD’yi ziyaretinin ardından yatırımlar konusunda kapsamlı bir anlaşma yapılmış ve Türk-Amerikan İş Konseyi kurulmuştur.

İlişkiler, SSCB’nin dağılmasının ardından “zenginleştirilmiş ortaklık” (enhanced partnership) kavramı çerçevesinde ele alınmaya başlanmış ve son yıllarda “stratejik ortaklık” olarak geliştirilmiştir. 1993 yılında Ortak Ekonomik Komite ve İş Geliştirme Konseyi’nin kurulması, ekonomik ve ticari ilişkilerin kurumsal mekanizmalara kavuşturulması yolunda önemli girişimlerdir. 1994 yılında ABD Yönetimi’nin, Türkiye’yi gelişen 10 büyük pazardan biri olarak ilan etmesiyle Amerikan yatırımın Türkiye’ye yönlendirilmesi açısından önemli bir adım daha atılmıştır. 1995 yılında tarımda işbirliğine dair anlaşmanın yenilenmesi ve 1996 yılında Çifte Vergilendirmeyi Önleme Anlaşması’nın imzalanması, ilişkilerin hukuki zemininin hazırlanmasına hız vermiştir. Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in 1999 yılındaki ABD ziyareti sırasında imzalanan ve yatırım ve ticaret ilişkilerini geliştirmeyi amaçlayan bir

anlaşma daha imzalanmıştır. Tüm bu çabalar, ne yazık ki, Türkiye’nin ABD’ye ihracatında karşılaşılan engeller ve yatırım konusunda Amerikan firmalarının Türkiye’de karşılaştığı zorlukların önüne geçememiş ve yatırım ve ticaret ilişkileri bir türlü istenen düzeye ulaşamamıştır.

Ocak 2002 tarihinde Başbakan Bülent Ecevit’in ABD Başkanı Bush ve diğer üst düzey yöneticilerle yaptığı Görüşmelerde, iki ülke arasındaki stratejik işbirliğinin ekonomik ve ticari ilişkilere de yansıtılması yönünde ilke kararı alınmış ve bu doğrultuda “Ekonomik Ortaklık Komisyonu” kurulmuştur. Bu seyahatin hemen öncesinde özellikle Serbest Ticaret Anlaşması imzalanması konusunda ortaya atılan görüşlerle başlayan ve ABD’nin tekstil kotalarını kaldırması beklentisiyle alevlenen tartışmalar, Ecevit’in ABD ziyaretinin değerlendirmelerini de çeşitli yönlerde etkilemiştir.

Türk tarafı, genel olarak ABD tarafına aşağıdaki önerilerle gelmiştir:

  • Tercihli Ticaret Anlaşmasının imzalanması
  • Türkiye’nin, ABD ve AB arasında varolan ticaret rejiminden yararlandırılması
  • Türk tekstil ihracatçılarının ağırlıklı olarak kullandığı 8 kategoride kotaların yüzde yüz artırılması veya bu kategorilerdeki esnekliğin artırılması
  • Kalifiye Sanayi Bölgelerinin Kurulması
  • Özellikle çelik sektöründe ABD’nin Türk ihracatçılarına uyguladığı anti-damping uygulamalarına son verilmesi, yeni sınırlamalar getirilmemesi
  • Türkiye’ye yüksek teknoloji transferinin kolaylaştırılması
  • ABD hükümetinin, Türkiye’yi güvenli bir turizm ülkesi ilan etmesi
  • Askeri borçların silinmesi
  • Orta Asya ve Afganistan’da Türk-Amerikan ortak yatırımlarının teşvik edilmesi
  • Özellikle enerji ve turizm sektörlerine Amerikan yatırımlarının teşviki

ABD seyahati öncesinde, Türkiye’de bu seyahate yönelik beklentilerin yüksek tutulmuş olması ve başarının, tekstil kotaları, askeri borçların silinmesi, çelik sektöründe alınacak sonuçlar ve hatta Irak ile ilgili ABD’den alınacak taahhütlere endekslenmiş olması, gezinin sonuçlarını değerlendirirken pek çok olumsuz yorumlara neden olmuştur. Yaratılan beklentilerin aksine, ticari ve ekonomik konularda Türk heyeti oldukça hazırlıksız yakalanma görüntüsü vermiştir. Sonuç olarak, gezinin önemli bir parçası olarak belirtilen ticari ve ekonomik boyutu, ABD’nin taviz vermesinin iç sorunlar nedeniyle neredeyse imkansız olduğu tekstil ve çelik sektörüne hapsedilmiştir. Sonuç olarak, Türk tarafının dağınık olarak sunulan pek çok talebi, ABD yetkilileri tarafından sonradan değerlendirilmek üzere

ertelenmiştir. Gerek iç piyasanın yapısından gelen engeller, gerekse ABD tarafının, Türkiye’ye ticari kolaylıklar sağlanması için çok üst düzeyde kuvvetli bir iradeye sahip olmaması da bu sonucun ortaya çıkmasında etkili olmuştur.

Yine de, ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi için genel de olsa siyasi bir iradenin ortaya konmuş olduğu görülmektedir. Bu çerçevede kurulan Ekonomik Ortaklık Komisyonu, 26-27 Şubat 2002 tarihinde ilk toplantısını gerçekleştirmiş, daha ziyade ABD’nin önerisiyle şekilllenen Nitelikli Sanayi Bölgeleri kurulması yolunda çalışmaları başlatmıştır.

Nitelikli Sanayi Bölgeleri yasa tasarısı hazırlanırken ABD tarafı, Kongre’den geçişi hızlandırmak amacıyla olduğunu belirterek, Türkiye’nin ihracatındaki kilit sektörleri kapsam dışında bırakmıştır. Zaten bu yasa tasarısı, kısıtlı haliyle bile 107. ABD Kongresi dönemini tamamlamadan önce yasalaşamamıştır. 108. Kongre’nin göreve gelmesiyle, bu yasa tasarısının yeniden gündeme getirilmesi ve oylanması gerekmektedir.

Türk-Amerikan ticari ve yatırım ilişkileri, bugüne kadar genelde varolan sorunlar etrafında hareket edilerek geliştirilmeye çalışılmıştır. Türkiye’nin ABD pazarına girmekte zorlandığı ve kendisi için son derece önemli olan sektörlerde uygulanan kota ve anti-damping uygulamaları, ABD için Türkiye pazarına girmekte zorlandığı enerji, telekomünikasyon, ve diğer yüksek teknoloji sektörlerinde ve tarım ürünlerinde karşılaşılan engeller tartışma konusu olmaktadır. Ticareti ve yatırımı geliştirmek için kurulan tüm komisyonlar ve kuruluşlar, bu sorunları çözmeye yöneliktir. Durum böyle olduğunda, her iki taraf kendi sorunlarının çözülmesi konusunda karşı tarafa baskı yapmayı tercih etmekte, görüşmeler sorunların etrafında az verimli bir şekilde ilerlemektedir.

Bugüne kadar bu yönde çeşitli komisyon/kurullar kurulmuştur. İş Geliştirme Konseyi, Ticaret ve Yatırım Çerçeve Anlaşması Komisyonu, Ekonomik Konsey ve son olarak Ekonomik Ortaklık Komisyonu bunların başında gelmektedir. Ticari ve ekonomik konular gündemin göreceli bir şekilde üst sıralarına taşındığı zamanlarda kurulan bu komisyonlar, özellikle Türk tarafının ABD tarafına somut tekliflerle gitmemesi, takipçi olmaması ve özellikle tekstil kotalarıyla sınırlı engellerin kaldırılması talebiyle fonksiyonunu yitirmiş, komisyonun ismi ne olursa olsun tartışılan konu aynı olmuştur. Bugün artık, kısa, orta ve uzun vadeli öncelikleri ayrı ayrı ve detaylı şekilde belirlenmiş bir Türkiye-ABD ekonomik ilişkiler stratejisi, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu alandaki boşluğunu doldurmak için vazgeçilmez bir konuma gelmiştir. 

Tarih adil bir hakimdir, hak edilmemiş bir mağlubiyet yoktur. Halklar hak ettikleri kaderle tarih sahnesindeki  yerlerinden çekilirler. Aynı şey medeniyetler içinde geçerlidir. Onlar öncelikle şiddete dayalı bir ölümle ölmezler, kendi hastalıkları yüzünden ölürler. Düşmanlarımıza tek bir borcumuz var: onlara karşı adil olmak”  Aliya İzzetbegoviç

Yediğimiz İçtiğimiz Bizim Olsun, Gördüklerimi Size Anlatayım

Sitemizin sahip olduğu 120 yazar ve 2098 yazımız takdire şayan doğrusu. Ocak yöneticilerimiz de böyle düşünmüş olacaklar ki, 15 günde bir olmak üzere 8-10 kişilik yazar gruplarını ev toplantılarında bir araya getirecek etkinlikler dizisi planladılar. Bu toplantılardan ikincisini 7 Ocak Cuma akşamı Derince İlçe Milli Eğitim Müdürü Remzi Turan Hocamızın evinde gerçekleştirdik.

Ev sahipleri bizleri çok sıcak bir şekilde karşıladı. Toplanmamızın amacı www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr web sitesinde yazı yazan yazarlarımıza onore etmek amacı ile plaket takdim etmekti.

Gecenin en renkli kişiliklerinden biri de şüphesiz Meryem Aybike Sinan Hocamdı. Hocam bize yaptığı çalışmaları anlattı. Yakında yayınlamayı düşündüğü kendi ismiyle özdeş Meryem isimli kitabınının hazırlıklarını bitirmek üzereymiş. Moral FM’de Cumartesi günleri “Divâna Gelenler” adında bir program yapıyormuş.

Gecenin bir başka renkli karakteri Ayşe Öz kardeşimizdi. Ayşe Hanım, Söz Sırası Gençlerde etkinliğimizin 39. konuşmacısı ve web sitemizin genç yazarlarından birisi. Web sitemizdeki güncel çevre yazıları çok fazla okunuyor. Yazıları sayesinde kendisinden haberdar olan geridönüşüm işiyle uğraşan firmalardan e-posta aracılığıyla iş teklifleri alıyormuş.

Aslında o renkli, bu renkli diyorum ama toplantıya teşrif edenlerin hepsi birbirinden renkli insanlardı. Mesela eski Bekirapaşa Belediye Başkanı Abdullah Köktürk’ün eşi Güler Hanım, çok pozitif bir insan. Konuştuğu zaman ağzından bal damlıyor adeta, çok nazik bir hanımefendi. Konuşmalarından feyz aldım doğrusu.

Üniversiteye aynı yıl girdiğimiz ve aynı yurtta beraber kaldığım arkadaşım Fatma Emre Turan, çocuğunun hastalığı nedeni ile aramızda bulunamadı ve özürlerini iletti.

Remzi Hocam ve eşi hac ziyaretlerini yapıp geldikleri için akşamın en güzel ikramı zemzem ve hurmaydı. Afiyetle yeyip içtik. Allah kabul etsin. Remzi Hocamın birbirinden değerli kızları Ayşe Zeynep, Elif ve anneleri Emine Hanım bizlere birbirinden güzel ikramlarda bulunurlarken onlarla da sohbet etme imkânı buldum.

İstanbul’da Kartal Eğitim ve Araştırma Hastanesinde çalışan ve aynı zamanda sitemizin yazarlarından olan Dr. Ayşe Zeynep Hanım plaketini almak üzere ve yine İstanbul Üniversitesi Diş hekimliği Fakültesinde okuyan kardeşi Elif Hanım, çok yoğun çalışma tempolarına rağmen aynı zamanda biricik annelerine de destek olmak için ta İstanbullardan kalkıp gelmişler. Kendilerine teşekkür ediyoruz.

Biz bayanlar sohbet ederken, Yunus Bey site yazarlarımızı yakalamışken, fırsat bu fırsat diye düşünüp, yanından hiç ayırmadığı dijital fotoğraf makinesi ile röportajlar yaptı.

Plaket takdimi sırasında eşli gelenler, birbirlerine plaketlerini takdim ettiler. Diğer yazarlarımızın plaketlerini de katılımcılardan uygun olanlar takdim ettiler. Ben de Dr. Ayşe Zeynep Turan’a plaketini verme şerefine nail oldum.

Ocağımızın Genel Sekreteri Hasan Uzunhasanoğlu ile Yunus Özen’in site hakkındaki eğlenceli ve sıcak sohbetleri ortamın havasını bir anda değiştirip, akşamın yorgunluğunun unutulmasını sağladı.

Çukurovalılar Derneği Başkanı Erdoğan Davut Hocam toplantının bitimine yakın bizlere çok özel paketlenmiş fıstık ezmelerinden ikram etti, tatlı konuştuk, üzerine tatlı yiyelim diye.

Ev sahipleri bizleri uğurladıktan sonra herkes birer ikişer gitti. Yine çok keyif aldığımız bir akşam oldu.

Bu güzel organizasyonları planlayan, başta Başkanımız Ahsen Okyar ve kendisini hiç bir toplantıda yalnız bırakmayan sevgili ablamız Nursel Hanım olmak üzere, Ocak Yöneticilerimize teşekkürlerimi sunmak istiyorum.

Aydınlar Ocağı ev toplantılarının insanları biraraya getirmek ve kaynaştırmak gibi çok güzel yanları da var.

Ben de bu yazı ile birlikte sitemizin yazarlar kervanına katılıp 121. yazarı olacağım. Umarım yazımı beğenirsiz.

 

Bir Yuhalamanın Anatomisi

Galatasaray’ın yeni stadı Türk Telekom Arena’nın açılışında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yuhalanarak ve ıslıklanarak protesto edilmiştir.

Başbakan Erdoğan ve AKP, bu tepkiler karşısında şaşkınlık içindedir.

Medya bu tepkiyi yumuşatarak örtme çabasındadır. Onun için kimisi protesto, kimisi ıslık kimisi de tepki sözcüklerini kullanarak, Erdoğan’ın maruz kaldığı yuhalama ve ıslıkları, gizleme ve geçiştirme çabasındadır.

Galatasaray kulübü de aynı yolu izlemekte ve olayı 300 kadar provokatöre bağlamaktadır.

Bendeniz bu açılışa katıldım. Baştan sona yaşanan olayları izledim.

Tribünde bulunan seyircinin %80’i Başbakan Erdoğan’ı yuhalamış ve ıslıklamıştır. Bu yuhalamanın oranı, TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın Galatasaray kulübünü ve yönetimini aşağılayıcı ve hakaretamiz konuşması sırasında daha da artmıştır.

Emin olun ki; bu yuhalama ve ıslıklamaya bende şaşırdım ve bir anlam veremedim.

Bu sebeple, Recep Tayyip Erdoğan ve AKP yetkilileri, Galatasaraylı kongre üyeleri ile taraftarlardan gördükleri bu davranışı iyi analiz etmelidirler.

Ülkemizi yöneten bir başbakanın, spora ilişkin bir açılış töreninde böyle bir davranışa maruz kalması toplumumuza yakışmamıştır. Ancak tribünlerin toplu halde başbakanı yuhalamasının arkasında yatan nedenler, mutlaka araştırılmalı ve mantığa uygun bir şekilde izah edilmelidir.

Bilinmelidir ki; futbol içinde büyülü bir havayı barındıran farklı bir şeydir. Onun için futbol kaynaklı olayları; toplum psikolojisini öğrenmek açısından iyi etüt etmek gerekir.

Futbol taraftarı halkın bizzat kendisidir. Bundan dolayı başbakan Erdoğan taraftardan gelen tepkiyi halktan gelen tepki olarak görmelidir.

Olayı birkaç provokatörün varlığına ve bazı Galatasaray kulübü kongre üyelerinin tepkisine bağlamak herkesi yanlış sonuçlara götürür.

Ülkemizde bunca işsizlik varken, esnaf kan ağlarken, köylü diye bir sınıf kalmamışken, emek değer bulmazken, kredilerin borç yükü omuzlardayken sen stad yapıp versen kaç yazar! Bu adeta ekmek bulamıyorsan pasta ye felsefesine benzemektedir.

Açılış sırasında TOKİ Başkanı Erdoğan Bayraktar’ın kraldan çok kralcı bir şekilde konuşması ve devamında AKP’li bakan ve yöneticilerin açıklamaları ile nihayet Başbakan’ın konu hakkında söyledikleri, Galatasaraylıları ve Türk halkını çok rencide edicidir.

Başbakan Erdoğan diyor ki; stadın yapımında Galatasaray kulübünün bir Allah kuruşu parası yoktur. Doğrudur amma başbakanın da bu işte bir kuruş parası kullanılmamıştır. Türk Telekom Arena Stadı Türk Milletinin parası ile yapılmıştır. Bu nedenle Türkiye’de yapılan her işi bu kadar sahiplenmeye ve biz olmasaydık olmazdı demeye hiç gerek yoktur.

AKP iktidarı; Türk Milletini, işçisi, memuru, köylüsü, emeklisi, sanayicisi, esnafı, emekçisi, üniversitelisi, gazetecisiyle cumhuriyet tarihinde hiç görülmedik şekilde büyük bir baskı altına almıştır. Ben Galatasaray Kulübünü ve seyircisini de bu kapsamda baskı altına alınan bir grup olarak görüyor ve tepkiyi de Ömer Seyfettin’in “Diyet” adlı hikayesinde kendi kolunu keserek tepkisini ortaya koyan hikayenin kahramanına benzetiyorum.

Zaten olay sonrasında da, stadın eksikliklerinin tamamlanmayacağı ve kira sözleşmesi ile devrin tamamlanmadığı gibi tehditvari sözler AKP’lilerin ağzından duyulmaya başlanmıştır.

Bu iktidar; Türk milletinin üzerine çok gitmektedir. İnsanların toplu halde bulundukları yerlerde bu tip olayların olması muhtemeldir. Siyasi Partiler iktidara geldikleri gibi gideceklerdir. Bazı hadiseler de iktidarların gidişi için zemin oluşturacaktır.

Galatasaray’ın yeni stadının açılışında meydana gelen yuhalama ve ıslıklamalar ve devamında Başbakan Erdoğan ile AKP’lilerden gelen sert tepkiler; AKP’ye yeni bir muhalefet kitlesi yaratmıştır.

İktidar tedbir almazsa bu yuhalamalardan cesaret alacak başka tribünlerde bir domino etkisi ile buna katılabilecektir.

Tunus’ta meydana gelen olaylar sebebiyle, Tunus devlet başkanı Zeynel Bin Ali’nin başına gelenlerin bir domino etkisi ile Mısır, Cezayir, Ürdün ve Fas’ta da görülebileceği gazetelerde yazılıyor.

Başbakan Erdoğan’a “aman dikkat” diyoruz. Eğer bu olayda olduğu gibi ateşin üzerine benzinle giderse alevler  her yeri sarabilir diye samimiyetle uyarıyoruz.

Başta başbakan Erdoğan olmak üzere iktidar partisinin bütün yöneticileri bilmelidir ki; Türk halkının çoğunluğu burnundan solumakta ve geleceğinden endişe etmektedir. Sizin birinci göreviniz yaptıklarınızı halkın burnuna ve gözüne sokmak değil, onun sıkıntılarını ve korkularını gidermektir.

 

Alevilik -1

Alevilik nedir?

Cemaat midir?

Tarikat mıdır?

Mezhep midir?

Bu soruların cevabını yazının ilerleyen bölümlerinde aramaya çalışacağız.

Alevilik İslam dünyasındaki kırılma noktasının başlangıcıdır.

Hz. Ali sevgisinin tezahürü olarak ortaya çıkmıştır.

Kökü ilk halife seçiminde görülse de sıffın savaşına dayanır.

Hz. Ali(ra)’nin ehli beytten olması sebebiyle sahabe içerisinde ayrı bir konumu vardı.

Hz. Osman(ra)’ın şahadeti üzerine Hz. Ali(ra) halife seçildi.

Olayların gelişinden anlaşıldığı üzere

Hilafet makamımda gözü olan Hz. Maviye(ra) fırsat bu fırsat diyerek adamlarını halkın içerisine saldı.

Hz. Ali hakkında olumsuz propaganda yaptırdı.

Gerekçe ise Hz. Ali(ra)’nın Hz. Osman(ra)’ın katillerini bulma konusunda yetersiz kalması idi.

Böyle bir kaos ortamında sokaktaki her insana suçlu muamelesi yapılamazdı.

Hz. Ali de suçluların bulunabilmesi için ortamın sakinleşmesini bekliyordu.

Böyle bir ortamda dışarıda gördüğü her insana katil muamelesi yapamazdı,

Doğru olanda buydu.

Hata yaptıysam Allah(cc)’dan af, kullardan özür dilerim .

Ama olayların gelişimi Hz. Osman’ın şahadetinde Hz. Maviye ve adamlarının parmağı olduğu kanaatini uyandırıyor.

Yoksa Şam valiliğinden hilafet makamına geçmek nasıl olabilirdi?

En doğrusunu Allah (cc) bilir

Neyse biz dönelim asıl konumuza.

Sıffin savaşı sırasında Hz. Âli’nin safında yer alanlara Ali’yi sevenlere

Ali taraftarları anlamında Alevi denilmiştir.

Hz. Hüseyin(ra)’in Kerbela’da şehit edilmesiyle de Aleviliğin fikri temelleri atılarak kurumsallaşmaya başlamıştır.

Şimdi günümüzdeki Aleviliğe gelecek olursak;

Aleviliği kaynağı ve tarihi gelişimi itibarıyla İslam inanç ve düşüncesi içerisinde ele almak durumundayız.

İslam düşünce sistemi içerisindeki Alevilik bir mezhep midir?

Yoksa tarikat yâda cemaat midir?

Meseleyi doğru anlamak ve aydınlatabilmek için bu soruların cevabını doğru tespit etmek zorundayız.

Günümüz Alevileri İslam düşüncesi içerisinde kendilerini nasıl tanımlıyorlar?

Alevilikte çok parçalı bir bütün ama genelin görüşü belirleyicidir.

Aleviliği; Hanefilik ve Şafiilik gibi görürseniz.

Ama o zamanda alevi fıkhı yâda alevi ilmihali olması gerekmez mi?

 Yâda varda biz mi bilmiyoruz?

Aleviliği bir tarikat gibi görüp Kadirilik ve Nakşibendîlik gibi ele alırsanız soru şu

Tarikatlar bir mezhebe mensupturlar ve silsile geleneğine sahiptirler.

Alevilikte bu anlayış var mıdır?

Alevilik göründüğü kadarıyla bir tarikat değildir.

Alevilik bir cemaat ise hangi ibadetteki ve itikattaki mezhepleri nelerdir?

Alevilikteki dede anlayışı Sünnilikteki imamın karşılığımıdır?

Değilse neyin karşılığıdır?

Evet ise, eğitimi ve tahsili nedir?

Kimse yanlış anlayarak kızmasın

Olayı ben tam ve net bir yere oturtamıyorum.

Doğru anlamak için soruyorum.

Ben Hz. Ali’ye ve onun düşüncesine karşı bir insan değilim.

Onlara saygıda kusur bile aklımıza gelmez.

Ama günümüzü doğru tespit etmek zorundayız.

Cem evleri caminin karşılığımıdır?

Alevilikteki Cem evleri caminin karşılığı ise,

Aleviler camiden neden rahatsızlık duysunlar.

Yada neden rahatsızlık duyuyorlar ki?

Hz. Ali camiyle barışık değimliydi?

 

Devam edecek

Kimlik Bunalımı

0

1. KÜLTÜR NEDİR:

Kültür veya hars; bir milletin dünü, bugünü ve yarınıdır. Kuşaktan kuşağa süzülerek aktarılan sosyal bir mirastır. Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan ve gelecek nesillere aktarılan tüm maddi ve manevi değerlerdir. Bizi saran ve hayatımıza anlam katan tüm güzelliklerdir. Aileden, okuldan, çevreden, arkadaşlardan, iletişim ve etkileşim içinde olunan tüm kişi-kurum ve kuruluşlar ile basın-yayın organlarından edinilen bilgi birikimleridir. Bizi insan yapan tüm milli, dini, ahlaki ve insani hasletlerdir. Kültür bir milletin; tarihi, kökleri, dili, dini inancı, ahlaki yapısı, gelenek ve görenekleri, mimari ve edebi eserleri, ürettiği tüm değerlerdir. Düşünce boyutunun derinliğidir, okuduğu şiirdir, söylediği şarkıdır, çaldığı müzik aletidir, oynadığı halk oyunudur. Kurduğu devletin yönetim anlayışı, halkına hizmet için oluşturduğu kurum ve kuruluşlarıdır. Toplumun milli gücüdür, hedef ve ülküleridir, yaşam enerjisidir. Yani kültür sahip olunan her şeydir.

Kültürle bağlantılı irfan kelimesi; anlama, bilme ve gerçeğe ulaştırıcı güçlü seziştir.

Medeniyet ise; bir milletin çalışıp-üreterek ortaya koyduğu eserlerin bütününüdür ve “bilim, teknik, sanat ve kültürün” tümünü kapsar. İster gelişmiş, isterse az gelişmiş veya gelişmemiş bir toplum olsun, her milletin kendine göre kültürü vardır. İlkel toplumlarda kültürün tüm öğeleri bulunmayabilir, millet safhasına erişmiş toplumlarda ise hepsi tamamlanmıştır. Bu öğelerin işlevlerini yerine getirmesi için aralarında uyum ve denge bulunmalıdır. Bazılarında görülen aşırılık veya yetersizlik diğerlerine zarar verebilir ve toplumda sarsıntı ve boşluklara sebep olur. Bu bakımdan kültür; uyumlu ve dengeli bir bütünün ifadesidir. Ondaki bu dengeli bütünlük topluma sağlık verir, kişinin toplumla bütünleşmesine ve mutluluğuna hizmet eder.

Kültür durağan değil, dinamik bir yapıya sahiptir ve toplumun yaşama düzenine bağlı olarak sürekli gelişir. Hayatın dışında değil, içindedir. Birey davranışlarını yönlendirerek toplumsal düzeni sağlar, topluma kimlik kazandırarak diğer toplumlardan farklı kılar, toplumsal dayanışma ve birlik duygusu verir (biz bilinci) ve toplumsal kişiliğin oluşmasını sağlar (sosyalleşme). Dil, din, ahlak, tarih, edebiyat, sanat, müzik, folklor, gelenek ve görenekler, mimari eserler ve müzeler; kültürün maddi ve manevi tezahürleridir. Türk Kültürü, din kültürü, iş kültürü, aile kültürü, batı kültürü, doğu kültürü vb. terimler ise; yaşamın tüm ilgi alanlarını kavramlaştırma, sınırlama ve düzenlenme ile tüm inanç ve adetleri anlatmak için kullanılır.  

İnsan kültürel bir varlıktır. Her nesil atalarından kendisine geçen kültürü bünyesinde muhafaza eder, maddi-manevi katkı sağlar ve onu kendinden sonrakilere miras bırakır. Bireyin edindiği bilgileri hayata geçirmesine, milli-dini-ahlaki-insani değerlerine, sahip olduğu tüm birikimlere, akıl yürütme-eleştirme-yargılama-beğenme ve estetik gibi kişisel yeteneklerine, giyim-kuşam ve yaşam şekline, o kişinin kültürü denir. İnsanlar olayları algılayış biçiminden-giyim tarzına, düşünme kabiliyetinden-tavır ve davranışlarına kadar her konuda kültürden etkilenir. Kültür, aşağı yukarı insan yaşamının tümünü ifade eder. Bireyler kültürü doğduğu andan itibaren öncelikle aile ortamından alır, ölüme kadar olan süreçte ise çevresiyle etkileşim içine girerek geliştirir. Ömür boyu süren bu öğrenme ve uyma sürecine “sosyalleşme” denir. Sosyalleşme süreci bireyi içinde yaşadığı toplumun bir üyesi haline getirir ve aynı toplumdaki bireyleri birbirine benzetir. Ancak aynı kültürel ortamda da yaşasa her insanın yaratılış özellikleri farklı olduğu için kişilikleri birbirinin aynısı değildir. Bu farklılık da kültürü zenginleştirir.

Kültür bir toplumun yarattığı ortak değerler olduğu için orijinal ve millidir. Millilik ve orijinallik; kültürün kendi kaynaklarından beslenmesi, doğal akışına bırakılması ve özüne sadık kalınması ile sağlanabilir. Başka kültür veya kültürleri taklit etme, toplum mühendisliği ile kültürel dokuyu zedeleme veya kültür emperyalizmine maruz kalma; yaratıcılık ve doğallık olmadığı için orijinal ve milli de değildir. Çünkü ortak bir dünya kültürü yoktur. Her milletin dili, dini, ahlakı, tarihi, edebiyatı, sanatı, folkloru, mimarisi, gelenek ve görenekler ile hedef ve ülküleri farklıdır. Yani kültürler ayrı ayrı milletlerin eseridir ve kendine has kuralları vardır. Bu kurallara aykırı davranış ve dış müdahaleler; kültürel gelişimi engeller, doğal dokuyu zedeler ve toplumu gerer. Bu gibi durumlarda milli kültür gereken tepkiyi gösterir. Ancak milli refleks zayıflamışsa toplumsal huzursuzluk baş gösterir ve insanlar kimlik bunalımına sürüklenir. Bu da kültürel değişime yol açar ki; toplumun varlığı için son derece tehlikelidir, ağır tahribatlara yol açar ve bir milleti emperyal güçler tarafından yutulmaya hazır hale getirir.

Kültürler arasında doğal bir etkileşim de vardır ve bu son derece normaldir. Kültürün milli boyutu ulusal, dini boyutu uluslararası, insani boyutu ise evrenseldir. Evrensel değerler nedeniyle insanlık aynı dünyada “tüm savaş ve çatışmalara rağmen” bir arada yaşamayı başarmıştır. Cinayet, yaralama, tecavüz, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık vb. fiiller hiçbir toplum tarafından meşru görülmez. Ancak milli bir kültürün özü kolay kolay değişmez ve bütünü ile başka bir kültüre dönüşmez. Nadir durumlarda ise artık o toplumdan eser kalmaz ve tarih sahnesinden silinip gider. Onuncu yüzyıla kadar Türk Kavmi olan Bulgarların “bu yüzyıldan sonra uğradıkları kültür değişimi ile” Slav Kavmine dönüşmeleri; bu nadir görülen öz değişikliğinin tipik bir örneğidir.

2. MEVCUT DURUM:

Türkiye dünyaca ünlü siyaset bilimciler tarafından “Bölünmüş Ülke” olarak tanımlanacak boyutlarda bir kimlik bunalımı ile karşı karşıyadır. Türkiye’nin; Mekke’yi reddettiği, Brüksel tarafından da reddedildiği söylenmektedir. Bilinen dünya tarihi boyunca ayakta kalmış ve Güçlü Devletler kurmuş Yüce Türk Milleti ne olmuştur da; doğuyla-batı arasında sıkışıp kalmış, kültürel erozyona uğramış ve bölünmenin eşiğine gelmiştir. Basında her gün yer alan sözde demokratik açılım tartışmaları insanları iyice germiş, etnik ve mezhepsel ayrımları ön plana çıkararak toplumu iki ana cephede kutuplaştırmış ve küçük bir kıvılcımın büyük patlamalara neden olabileceği toplumsal bir hassasiyet doğurmuştur.

İç ve dış şer odakları, Kürt-Türk ayrımını tetikleyerek ve Alevi-Sünni ayrımını kaşıyarak bizi parçalanmaya götürecek bir süreci başlatmışlardır. Hükümet Türkiye’nin meselelerine çözüm üretememekte, Ana Muhalefet Partisi İktidarı suçlamaktan öteye gidememekte, Türk Ordusu zafiyete uğratılmakta, Yargı siyasallaştırılmakta, Emniyet Güçleri zayıflatılmakta, devlet kurumları arasındaki çatışma artarak devam etmekte ve TBMM’nin saygınlığı zedelenmektedir. Ülkenin kendi dinamitleriyle yönetilmediği, dış müdahalelere açık hale gelindiği ve tehlikeli bir viraja girildiği görülmektedir.

Kandil Dağı ve Mahmur Kampından sözde barış elçisi olarak gelen 34 PKK’lı; Habur Sınır Kapısında Devletin Resmi Görevlilerince törenle karşılanmış ve DTP’nin düzenlediği gösterilerle kahraman ilan edilmiştir. Teröristlerin karşılanma şekilleri, üzerlerindeki peşmerge kıyafetleri, çıkarıldıkları mobil mahkemece hemen salıverilmeleri, devlete şartlı mektup getirmeleri ve DTP mitinglerinde boy göstermeleri herkesi rahatsız etmiştir. Tüm bu yaşananlar; dağdan inme, terörden vazgeçme, silah bırakma, pişman olma ve eve dönüş değil, devlete ve millete meydan okuma sürecine dönüşmüş ve sonucunda DTP Anayasa Mahkemesince kapatılmış, ancak yerine BDP kurulur kurulmaz; KCK mensuplarının mahkemede Kürtçe ifade talepleri, örgütün referandum sürecinde sözde silah bırakması ve süreyi genel seçimlere kadar uzatması, Devletin Terörist Başıyla önce diyalog sonra müzakere başlatması, BDP kongresinde İstiklal Marşı yerine Kürtçe Marş okunması ve göndere sözde Kürdistan Bayrağı çekilmesi ve Diyarbakır da yapılan sözde demokratik toplum kongresinde; demokratik özerklik, ayrı parlamento, öz savunma gücü, yer isimleri değişikliği, iki dilli ve bayraklı yaşam gibi taleplerin dile getirilmesi; ülkede kaos yaratmıştır.

İç İşleri Bakanının Polis Akademisinde sözde aydınlarla yaptığı Kürt Çalıştayı ile başlayan, Habur’la devam eden ve demokratik toplum kongresiyle içeriği netleşen Demokratik Açılım süreci, Türkiye’yi uçurumun kenarına getirmiştir. Emperyalist Güçlerin desteklediği PKK ile 26 yıldır sürdürülen mücadelede MSB verilerine göre; güvenlik güçleri 7946 şehit (5821 TSK, 775 emniyet ve 1350 korucu) vermiş, 4828 masum katledilmiş, 12 bin insan gazi olmuş, binlerce kişi sakat kalmış, karakollar-köyler basılmış, mezralar boşaltılmış, insanlar göç etmek zorunda kalmış, kamu kurum ve kuruluşları yakılıp-yıkılmış, üretim-istihdam sağlayan şirketler tacize uğramış, işyerleri tahrip edilmiş-kepenkleri kapatılmış, yollara mayın konulmuş, araçlara molotof kokteyller atılmış, ülke yangın yerine çevrilmiş, yetişmiş insanlarla kıt kaynaklar heba edilmiş ve herkese maddi-manevi büyük zarar verilmiştir. Yurdun tüm yörelerinde yapılan Şehit Cenazeleri insanları derin acılara gark etmiş, Gazilerin görüntüleri herkesi üzmüş, babalar-analar ile geride kalan dul ve yetimler ağlamış, ağıtlar yakılmış, duyulan ızdırap filmlere-dizilere-türkülere-şiirlere yansımış, tüm bu olan biten Türk Milleti’nin gerilim ve öfkesini yükseltmiş ve İzmir, Edirne, Aydın, Manisa, İnegöl, Mersin, Hatay olaylarına neden olmuştur.

Bu süreçte T.C. Devleti’nin kuruluş felsefesi inkar edilmekte, resmi politikaları değiştirilmekte, Milli Devlet ve Üniter Yapısı sorgulanmakta, Bayrağı ve Resmi Dili tartışılmakta, 36 etnik kimlik olduğundan ve ülkenin 25 bölgeye ayrılmasından bahsedilmekte, etnik kimliklerin azınlık olarak tanınmasına ve Anayasa teminatı altına alınarak siyasi ve hukuki statü kazandırılmasına çalışılmaktadır. Bu hain oyunun nihai hedefinin “hür ve bağımsız olarak yaşayan, bayrağı dalgalanan, ezanı okunan, güçlü bir ordusu bulunan, tek millet-tek devlet esasına dayanan” Türkiye’nin; milli birlik, bölünmez bütünlük ve egemenlik anlayışının yeniden tanımlanması ve anayasa değiştirilerek “çok kimlikli, çok milletli ve çok dilli federatif bir devlet yapısının” Türk Milleti’ne dayatılarak kabul ettirilmesi olduğu açıkça görülmektedir.

Türk Milletinden adeta Anadolu’daki 1000 yıllık egemenliğin devri istenmektedir. Türkiye’nin geldiği nokta Sevr’e boyun eğen, Mondros’u imzalayan Osmanlı’nın içine girdiği sarmalın tam bir benzeridir. Çünkü Batılı Devletler tarafından önümüze “Kıbrıs Sorunu, Kürt Meselesi, Ermeni Soykırımı, Ruhban Okulu ve Patrikhane” gibi tarihi meseleler aynı anda konulmuştur. LOZAN’ı delen ve SEVR’i hortlatan bu durumu görüp halkı uyarmak isteyen kişi-kurum ve kuruluşlar da; SEVR Paronayası içinde olmakla suçlanmaktadır.  Elbette Hükümetin; PKK yerine TSK ile mücadele etmesi, Ermeni ve Kıbrıs açılımıyla tavizkar bir tutum sergilemesi, Suriye sınırındaki mayınlı araziyi İsrail’e kiralama isteği, füze kalkanına imza koyarak ABD-AB ve İsrail’i koruma gayreti, kilise-havra açma ve yabancılara toprak satma girişimleri, DTP’nin talepleri doğrultusunda anayasa değişikliğini gündeme getirmesi, şimdiye kadar “bir millet iki devlet” olarak görülen Azerbaycan’la ilişkileri germesi ve Başbakan’ın Amerika’da “acele etmeyin, tüm bunları hazmettire hazmettire kabul ettireceğiz” sözleri ile BOP eş başkanı olması Türk Milletinde endişe yaratmıştır.

Yaşadığımız tüm sıkıntılarda iç faktörler kadar, dış faktörlerinde büyük etkisi vardır. Kapitalizmin bir üst evresi olan küreselleşmenin artan etkisi, ulus devletlerin varlığını tehlikeye sokmuştur. ABD, AB, İngiltere ve İsrail’in stratejik işbirliğiyle oluşturulan ve aslında Batı Dünyasının tamamını kapsayan “Siyonist-Haçlı İttifak” emperyal planlarını gerçekleştirmede ciddi bir direnç olarak gördükleri Ulus Devletlerin tamamını çeşitli etnik, dini ve mezhepsel ayrılıkları kaşıyarak parçalamak ve kaos yaratarak uluslararası sermayenin talepleri doğrultusunda tek kutuplu ‘yeni dünya düzeni’ kurmak istemektedir.

Oluşumun en üstünde ‘İlluminati’ örgütünün olduğu, insanlığı üç semavi dini de dışlayan ‘Bilgi Dini’ne (Mabedi Golan Tepelerine altıgen şeklinde planlanan) götürmeye çalıştıkları ve dünyayı tek dille konuşan, aynı parayı kullanan, başkenti Kudüs olan “Faşist bir Dünya Krallığı” ile yönetmek istedikleri söylenmektedir. Dolayısıyla Ulus Devletlerin resmi dil, para, sınır, hukuk, gümrük, kota, vergi vb. milli düzenlemeleri, dini ve kültürel değerleri ile hedef ve ülküleri; küreselleşme aşamasında engel teşkil etmektedir. Bu yüzden ulus devletlere “BM, NATO, AB, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, IMF vb.” uluslararası organizasyonlar kullanılarak çok büyük baskılar yapılmakta, teslimiyetçi yönetimler kurulmaya çalışılmakta, halkın kafası medya ve sivil toplum örgütleriyle karıştırılmakta, insanlar toplum mühendisliği ile dönüştürülmekte ve hedef ülke üzerinde hakimiyet kurularak ulusal egemenliği paylaşılmaktadır.

Elbette plan kimse uyanmasın diye yavaş yavaş uygulanmaktadır. BOP veya diğer tanımı ile “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifi” tek kutuplu dünya arayışının, Avrasya ve Ortadoğu’yu terbiye etme ve dönüştürme projesidir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkenin fiziki sınırlarını değiştirecek bu projenin muhtemel bölge haritaları; Afrika’dan-Asya’ya kadar olan bir coğrafyayı kapsamaktadır. Şimdiden Afganistan ve Irak işgal edilmiş, Yugoslavya parçalanmış, Litvanya ve Gürcistan turuncu devrimle karıştırılmış, Filistin ateş çemberine dönmüş, Beyrut ele geçirilmiş, İran nükleer program bahane edilerek tehdit edilmiş, Pakistan gibi birçok ülkede açık-kapalı operasyonlar yapılmış ve dünya kana bulanmıştır.

Asya-Avrupa ve Afrika Kıtalarının kesiştiği önemli bir kavşakta yer alan ve coğrafyasıyla büyük bir jeo-stratejik ve jeo-politik değere sahip bulunan ülkemiz konumu itibariyle; Avrupa ve Asya’dan, Ortadoğu ve Afrika’ya kadar olan büyük bir bölgeyi kontrol altında tutabilmektedir. Diğer yandan “Kuzey-Güney, Doğu-Batı, İslam-Hıristiyan, Totaliter-Demokratik, Laik-Anti Laik” düşünceler arasında köprü görevi görmektedir. Ayrıca boğazlara sahip olması, kıtalar arasındaki yolların kesişim noktasını teşkil etmesi, uranyum-toryum-bor gibi stratejik hammaddelerin topraklarında bulunması, dünyanın en büyük petrol rezervlerine sahip Orta Doğu ile birçok stratejik ham madde kaynaklarına sahip Orta Asya Bölgelerine yakınlığı, petrol boru hatlarının geçiş güzergâhında yer alması, üç kıtayla ticaret yapma imkanı ile genç ve dinamik nüfusu; önemini daha da artırmaktadır.

Dolayısıyla emperyalist güçler dünya hâkimiyet teorilerinin merkezinde görülen bu stratejik coğrafyaya, Türkiye gibi güçlü bir devletin tek başına hâkim olmasını, yeni dünya düzeni planları için bir tehdit unsuru olarak algılamaktadır. En büyük korkuları da, Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük devlet kuran Türk Milleti’nin eninde sonunda bölgesel aktör olacağı ve Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya’da yeni bir oluşuma gideceğidir.

Bu yüzden de; Türkiye’nin Güneydoğusu-Irak’ın Kuzeyi ile Suriye ve İran topraklarının bir kısmında “Kürdistan” Doğu Anadolu’da “Büyük Ermenistan” Ege ile Marmara’da “Büyük Yunanistan” İstanbul’un göbeğinde “Patrikhane” Nil ile Fırat-Dicle Nehirleri arasındaki sözde vaat edilmiş topraklarda “Büyük İsrail” Devletleri kurmak ve ülkemizi parçalayarak SEVR’i uygulamak istemektedirler. Batı Dünyası artık gizli olmayan bu emellerini medyada açıklamakta ve çeşitli platformlarda önümüze koymaktadır.

Yani Türkiye üzerinde uygulanan turuncu devrim neredeyse tamamlanmak üzeredir. Bugün kilise-havra açmaya başlayan, azınlık vakıflarını genişleten, misyonerlik faaliyetlerini hızlandıran, Ruhban Okulunu faaliyete geçirmeye hazırlanan, yerli ve milli sermayenin büyük bölümünü ‘kapitülasyonları hatırlatan’ tavizlerle ele geçirerek bizi şirketlerinde bordrolu çalışanlar yapan, bankacılık sistemini kontrol ederek insanlarımızı borçlandıran ve taşınmazlarına el koyan, AB Mahkeme kararlarıyla Osmanlı Dönemindeki emlaklarını geri alan, destekledikleri sivil toplum örgütleri ve kontrol ettikleri medya organları vasıtasıyla halkımızı yönlendiren, kültürel değerlerimizi aşındıran, birçok işyerinin adını yabancılaştıran, ülkemizden hatırı sayılır bir oranda toprak ve gayrimenkul alan ve özel güvenlik kanunundan faydalanarak kendilerini bizden iyi korutan batılılar, yarın “ana dilde eğitim” yasalaşırsa; kendi dillerinde eğitim veren okullar da açarak aileleriyle gelecekler ve ülkemize iyice yerleşerek kurdukları site ve işyerlerinden bizi yönetmeye başlayacaklardır.

Yakında devlet memuru, asker, belediye başkanı ve milletvekili de olmak isteyecekler ve başımıza geçeceklerdir. Elbette milli kültürümüzü yok etmeye çalışacaklar ve bizden önce isimlerimizi, sonra yaşantımızı ve dinimizi değiştirmemizi isteyecekler, bizi zaman içinde kendilerine benzetmeye çalışacaklardır. Çürümüş toplum ve aile düzenleri Türk Milleti’ne de sirayet edecek ve insanlarımız hızla milli-manevi değerlerini yitireceklerdir. Tüm bunlar Türk Dünyası ve İslam Alemiyle bağımızı tamamen kesecek ve zaman içinde tarih sahnesinden çekilmemizi sağlayacaktır. Küçük Amerika haline getirilecek Vatanımız sermayenin kontrolüne geçecek ve üç kıtaya açılan bir pazar olacaktır.

3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın (Gülhane-i Hatt-ı Şerifin) okunmasıyla başlayan Batılılaşma macerası 172 yıldır sürmekte ve Türk Milleti’ni şaşı yaparak tüm bu gerçekleri göremez hale getirmektedir. Ülkeyi içinde bulunduğu sarmaldan kurtaracak ve toplumu aydınlatacak aydınların bir kısmı da doğuyla-batı arasına sıkışıp kalmış ve kendi öz kültürüne yabancılaşarak teslimiyetçi bir anlayışa bürünmüştür. Fikir dünyamız “Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laik-Anti Laik vb.” sığ tartışmalarla o kadar meşguldür ki; milletin menfaatleriyle, devletin bekası tamamen unutulmuştur.

AB’ne girebilmek için “halka sorulmadan” meclisten çıkartılan paketler; birlik ve bütünlüğümüzü bozacak, üniter devlet yapımızı zaafa uğratacak ve geleceğimizi ipotek altına alacak sıkıntılara neden olmuş ve Batı Dünyasına İstiklal Harbi kazanımlarından ciddi ödünler verilmiştir. Ortaklığa alınmayan, serbest dolaşım hakkı verilmeyen, ucu açık bir süreçte kapıda bekletilen ve sadece Gümrük Birliği ile Avrupa Ordusuna kabul edilen ülkemiz; Batı Dünyasının pazarı ve jandarması olmaya mahkum edilmiştir.

AB; asli unsur olan Kürtlerin etnik, Alevilerin dini azınlık sayılması, KKTC’nin tasfiye edilmesi ve Kıbrıs Rum Yönetiminin adanın tek hakimi olarak tanıması, Fener Rum Patrikhanesinin ekümenikliğinin kabul edilmesi, Ruhban Okulunun açılması, Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısının kabul edilmesi ve gümrük kapısının açılması, ulusal sularımızın uluslararası bir konsorsiyumun kontrolüne verilmesi vb. akıl almaz tavizler istemektedir.

Bu noktaya nasıl gelinmiştir. Hiç bitmeyen İrtica, Laiklik, İmam-Hatip, Başörtüsü vb. kavgalarla halk bezdirilmiştir. Azınlık olan Yahudiler cumartesi günleri Havra’ya, Hıristiyanlar ise pazar günleri Kiliseye “tatil günleri olduğundan” rahatça giderlerken; asli unsur olan Müslümanların Cuma’ya gidebilmesi için öğle yemeği saatinin namaz vaktine göre ayarlanmasına laiklik öne sürülerek izin verilmemiştir. Ramazan Ayında ise mesai saatleri irtica hortlar gerekçesiyle iftar saatine göre ayarlanmamıştır. Başörtülü kızların Üniversitelere alınmaması, gençlerin ikna odalarında başörtülerini çıkarmaya zorlanmaları, YÖK’ün meslek liselerine “İmam-Hatip Okulu mezunlarının önünü kesmek için” katsayı uygulaması, muhafazakar ve eşi başörtülü devlet memurlarının fişlenerek takip ve kontrol edilmesi, memuriyete girecek gençlerin ailelerinin mutasıp olup-olmadıklarının kontrol edilmesi vb. uygulamalarla; insanlara kendi kurdukları devlette zulüm yapılmış, 1000 yıldır bu topraklar için Şehit-Gazi olan asli unsur incitilmiş, yani devlet bindiği dalı kesmiştir.

Bu ve benzer uygulamalar insanlar arasında ayrım yapıldığı ve çifte standart uygulandığı tartışmalarını yoğunlaştırmış, akabinde devlet hiç beklemediği bir hükümetle çalışmak zorunda kalmış ve millet de hiç bitmeyen kavgaların yaşandığı bir girdabın içine girmiştir. Elbette devletin milletle kavgası da, seçilmiş hükümetin devletle kavgası da yanlış olmuş ve bu süreçte ihtiyaç duyulan destek arayışları yüzünden Batı Dünyasına birçok taviz verilmiştir.

Sonuç itibariyle sahip olduğumuz tüm milli, dini, ahlaki ve insani değerler hızla aşınmakta ve batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme derken gelinen çözülme noktasında; madde bağımlılığı ve fuhuş artmakta, içki ve sigara tüketimi patlamakta, gasp-hırsızlık-dolandırıcılık-kapkaç-cinayet-yaralama-tecavüz vb. suçlar çoğalmakta, şiddet eğilimi tırmanmakta, porno salgını almış başını gitmekte, gençler terör ve suç örgütlerinin ağına düşmekte, mafya ciddi sorun olmakta, metropollerde oluşan gettolar güvenlik güçlerince kontrol edilememekte, misyonerliğin etkisiyle dinini değiştiren ve ateistliği tercih edenler ile satanistlik gibi sapkınlıklara yönelenler görülmekte, boşanma oranları yükselmekte, geleneksel aile yapısı bozulmakta, insanlar icra dairelerine düşmekte, hapishaneler dolup-taşmakta, rüşvet ve yolsuzluğa çözüm bulunamamakta ve ülke kaosa sürüklenmektedir. Sosyal ve kültürel boyut ihmal edilerek yürütülen iktisadi politikalar ise sadece birilerini zengin etmiş ve yabancı sermayeyi güçlendirmiş; ancak işsizlik ve yoksulluğu hat safhaya getirmiş, gelir dağılımını iyice bozmuş, bölgeler arası gelişmişlik farkını artırmış, iç göçü tırmandırmış ve Türk Halkını çaresizliğin pençesine itmiştir.

Milletin aileyi kutsal görmesi, akrabalık bağlarının güçlü olması, kurban-zekat-fitre gibi yardımlaşmanın devam etmesi ve hala yitirmediğimiz bazı değer yargıları sayesinde toplumsal çöküş yavaşlatma ve herkes evladına sahip çıkmaktadır. Halkımız bin yıllık kardeşliğin verdiği büyük bir sağduyuyla “yapılan onca olumsuz propaganda ve verilen şehitlere rağmen” birbirine kin ve nefretle bakmamakta ve küresel güçler tarafından önüne konan ayrıştırma senaryolarını elinin tersiyle itmektedir. Ancak bu durumun ne kadar süreceğini hiç kimse kestiremez. Metropollerde durum vahimdir ve hiç kimse canından, malından ve namusundan emin değildir.

3. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ:

Mevcut durum aslında hepimizi derinden etkilemektedir. Çünkü bu ülkede yaşamaktayız ve kaybedecek maddi-manevi çok şeyimiz, en azından evlatlarımız, torunlarımız, yeğenlerimiz, hısım-akrabamız var. Bu yüzden hiçbir ayrıma gitmeden bu ülkede yaşayan insanların tamamına milli-dini-ahlaki-insani bir eğitim vermeliyiz. Gençlerimizi kültür emperyalizminden, terör ve suç örgütlerinin kucağına itilmekten ve bazı sapık anlayışların tuzağına düşmekten kurtarmalı; devletine, milletine, ailesine faydalı insanlar olarak yetiştirmeliyiz. Bu konuda aileler, devletin tüm kurumları ve sivil toplum kuruluşları elinden geleni yapmalı ve Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Türk Kahramanlığı ve Türk Kültürüdür.” sözleri ışığında çalışma başlatılmalıdır.

Türk Devletlerinden yabancılar tarafından yıkılan üç devlet vardır. Biri Çinliler tarafından yıkılan Göktürk Devleti, diğerleri Batılılar tarafından yıkılan Hun ve Osmanlı Devletleridir. Bunun dışındakiler beylik kavgaları yüzünden yıkılmış ve genellikle soy ve sülale değişikliğine uğramıştır. Osmanlı’nın-Selçuklu’nun, Türkiye’nin de Osmanlı’nın devamı olduğu düşünülürse; Türk Milleti’nin bir şekilde varlığını sürdürdüğü görülecektir. (Türkiye’nin Bayrağı Osmanlı’nın son 200 yılda kullandığı bayrakla aynıdır.) Kendisini Türk-İslam Ülküsüne adayan Alparslan TÜRKEŞ’in “Türklük Bedenimiz, İslamiyet Ruhumuzdur” özdeyişi, mensubu olmaktan kıvanç duyduğumuz Türk Milleti’nin ancak İslam İnancı ile donanarak var olabileceğini çok iyi anlatmaktadır. Çünkü Batı Hun İmparatorluğu; Türkler o zaman İslam Diniyle şereflenmediği için Hıristiyan Batı Kültürü altında ezilmiş ve asimile edilerek yok olmuştur. Osmanlı ise; Türk Kültüründen uzaklaşıldığı, Batılı Ülkelerde başlayan aydınlanma hareketi idrak edilmediği ve ilme gereken önem verilmediği için parçalanmıştır. Yani ampulün iki kablosu vardır, Türk ve İslam. Kablonun biri kesilirse ampul yanmaz.

Çocuklarımız, yani geleceğimiz milli kültürünü; aile, okul ve çevre üçgeninden alır. Bu üçlü birbirini tamamlar. Zincirin halkalarında boşluk olur ve yanlış kişi ve kurumlarca doldurulur ise “şu anda olduğu gibi” istenmeyen sonuçlarla karşılaşılır. Evlatlarımızı evlerimizde, okullarımızda, camilerimizde, kışlalarımızda, işyerlerimizde ve sivil toplum örgütlerimizde; vatana ve millete hayırlı birer fert olarak yetiştirmeli, onlara ilim ve bilimle beraber; Türklük gurur ve şuurunu, İslam ahlak ve faziletini ve geleneksel aile değerlerini doğru olarak vermeliyiz. Çocuklarımız göğsünü gere gere “Ben Türküm, Müslüman’ım ve Soyadım şu” diyebilmeli, milli-dini ve aile kimliğiyle gurur duymalıdır. Aksi halde kimlik bunalımı yaşayacaklar, kendileriyle barışık olmayacaklar, her sahada mutsuz ve başarısız kalacaklar ve oluşturdukları toplum yavaş yavaş çözülerek yok olacaktır.  

Doğan çocuğa verilen ad her şeyden önemlidir ve ilk adımdır. İsim onun kendisini dış dünyaya takdimidir ve kimliğinin şekillenmesinde önemli bir faktördür. Müslüman olsun diye Arapça ve Medeni olsun diye gavurca isim koyma alışkanlığı yanlıştır. Kur’an tüm insanlığa indirilmiştir ve Müslüman olmak için Arap ismi taşımak gerekmez. Elbette İslam Büyükleri ile Türk Milleti’ne mal olmuş “Muhammed, Mehmet, Mustafa, Kemal, Ali, Hasan, Hüseyin, Selahattin, Adem, İsa, Musa, Hızır, İlyas, Eyüp, Recep, Şaban, Ramazan, Cemal, Burak, Arif, Hamza, Ahmet, İbrahim, Ömer, Osman, Abdullah, Adil, Hilal, Hatice, Ayşe, Fatma, Sema, Saliha vb.” isimler müstesnadır. Türk-İslam isimlerini beraber kullanmak ve iki ad vermek de yaşatılması gereken köklü bir gelenektir. Tüm bunlar İmparatorluktan gelmemiz nedeniyle dilimizin zengin oluşundandır.

Ancak evlatlarımıza “Oğuz, Mete, Cengiz, Atilla, Fatih, Yavuz, Kürşat, Alp, Alper, Alperen, Alptekin, Alparslan, Aykut, Alpagut, Aybars, Altay, Akçakoca, Akın, Ogetay, Orhun, Çağatay, Sungur, Tuğrul, Aybüke, Almıla, Asena, Ayça, Ayla, Ayseli, Begüm, Başak, Burcu, Çağla, Dilek, Duygu, Deniz, Ekin, Gül, Gökçe, Oya, Petek, Sırma, Sevinç, Tolunay, Pınar, Nazlı, Nihal, Selenga, Ülkü, Yıldız, Yonca vb.” Türk Büyüklerinin adları ile Türkçe İsimler koymaya ve kulağına Ezanla okumaya dikkat etmeliyiz. Sonra Türk Kültürü ve İslam Ahlakıyla yetiştirmeli, milli-dini-ahlaki-insani değerleri kapsayan iyi bir terbiye vermeliyiz. Alın teriyle helal para kazanmayı, doğruluk ve dürüstlükten ayrılmamayı, yalan söylememeyi, hırsızlık yapmamayı, kul hakkı yememeyi, gönül kırmamayı, büyükleri saymayı-küçükleri sevmeyi, kibir ve gururdan uzak durmayı, hoşgörülü ve iyi niyetli olmayı, olaylara sabırla ve toleransla yaklaşmayı öğretmeliyiz. Misafirperverlik gibi geleneksel aile değerlerini aşılamalı, namus-şeref ve haysiyet gibi kavramların önemini vurgulamalıyız.

ALLAHINI-Kitabını-Peygamberini bilen, Vatanına-Milletine-Ailesine bağlı, Bayrağına-Ezanına saygılı, Devleti ebed müddet gören, Anne ve Babasına of bile demeyen, yaşlılara hürmette kusur etmeyen, büyüğü gelince ayağa kalkan, eşi ve çocuklarını ALLAH’tan hediye gören ve bir ömür koruyup-kollayan, çevresine saygı ve sevgiyle yaklaşan, örf-ananelerine bağlı, kendi türküsüyle-folkloruyla coşan, Amentüye itikat eden ve dini vecibelerini yerine getiren “abdestini alan, namazını kılan, orucunu tutan, zekatını veren” doğru ve düzgün nesillere ihtiyacımız vardır. Nesli korumak İslam Dininin de emridir. Bu yüzden büyükler evlatları ve torunlarıyla yakından ilgilenmeli, kesinlikle erkek kız diye ayırt etmemeli, onlara sevgi ve şefkatle yaklaşmalı, bildiklerini bıkmadan usanmadan anlatmalı ve tüm birikimlerini nesilden nesile aktarmalıdır.

Aile içinde verilen eğitim kadar, ailenin devamı ve kutsallığı da önemlidir. Aile ortamında büyümeyen veya anne-babalarından yeterli sevgi-şefkat ve ilgi görmeyen çocukların büyüdüklerinde; şiddet eğilimi içinde oldukları, suça daha fazla karıştıkları, terör-mafya-fuhuş ve uyuşturucu organizasyonlarının tuzaklarına düştükleri bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla geleneksel Türk Aile yapısı yaşatılmalı, eşler birbirlerine sevgi ve saygıyla yaklaşmalı, namus davası dışındaki küçük anlaşmazlıklar için yuva yıkılmamalıdır. Aile büyükleri ve komşular yangına körükle gitmemeli ve kavga eden çiftleri barıştırma gayreti içine girmelidir. Mahkemeler boşanma davalarında hassas olmalı ve küçük hadiselerden dolayı eşleri ayırmamalıdır. Müslüman olmayana kız vermeme ve Müslüman olmayan kızı almama geleneği devam ettirilmeli, kültür farklılığının doğan çocukları olumsuz etkileyeceği bilinmelidir.

Türk Erkeğinin Güzel Kadın düşkünlüğü nedeniyle ülke kaynakların Rusya’ya transfer edildiği, cinsel hastalıkların yayılma eğilimi gösterdiği ve ajanlık faaliyetlerine maruz kalındığı dikkate alınmalı ve Türk Kadını “sadece misafirliğe giderken değil, evde de bakımlı olarak” kocalarını bu illetten kurtarmalıdır. Devlette bu konuda gereken tedbirleri almalı ve aile müessesesini korumalıdır. Türk Milleti’ni yaşatan en büyük gücün aile olduğu, iç ve dış şer odaklarınca bilinçli olarak bu kutsal kuruma saldırıldığı unutulmamalıdır. Aile ortamında savaşçı olarak yetiştirilen ve kendisine vatanını-milletini ve namusunu koruması öğretilen güçlü erkeklerle, yuvayı dişi kuş yapar zihniyetiyle büyütülen iffetli kadınlardan oluşan bir toplumun sırtı yere gelmez. Baba Ocağı-Ülkü Ocağı ve Asker Ocağında gerekli milli ve manevi değerleri alan bir milleti yok etmek mümkün değildir. Bizim kültürümüzde üç şeye kına yakılır. Koyuna kına yakılır ALLAH’a kurban olsun diye, erkeğe kına yakılır vatana kurban olsun diye, geline kına yakılır beyine kurban olsun diye. Bu kültürü yıkmak mümkün mü?

Zincirin aileden sonraki ikinci önemli halkası “Milli Eğitim”dir. Uzun yıllar uygulanan İngilizce Eğitimle birçok nesil kendi öz kültürüne yabancı hale getirilmiş ve Türk Milletinden kopartılmıştır. Milli kimliğini yitirmeyenler ise aileden aldıkları terbiye ile ayakta kalmışlardır. Milli Şair Mehmet Akif’in İstiklal Marşında “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye nitelediği Batı Dünyasına karşı savaşarak bağımsızlığını kazanan Türk Milleti, kendi eğitim sistemiyle “müstemleke” haline gelmiştir. Eğitim hakikaten milli hale getirilmeli, okullardan “Vatan-Millet-Bayrak ve Ezan aşkıyla dopdolu, tarihini-edebiyatını-dinini-diyanetini bilen, milli ve manevi değerlerine bağlı, milliyetçi, imanlı, kendisini ilim ve bilime adamış, fikri hür, irfanı hür” Müslüman-Türk Gençleri yetişmelidir.

Türk Dili, Tarih ve edebiyatı ile İslam Dini ve Ahlakı yeterince öğretilmeli, sanat ve musikimiz ile mimari eserlerimiz de dahil kültürümüz tanıtılmalı ve sağlam kafa sağlam vücutta bulunurdan hareketle spora önem verilmelidir. Bizim okullarımızdan; vatan hainleri, terör ve suç örgütlerinin uşakları, uyuşturucu-fuhuş batağına saplanmış ve her türlü adi suçu işlemeye hazır sapkın nesiller yetişmemelidir. İngilizce eğitime son verilmeli ve gençlerimiz Güzel Türkçemizle eğitilmelidir. Çocuklarımız yabancı bir dille değil, Türkçe düşünmelidir. Yabancı dil dersleri “devletin ve iş dünyasının ihtiyacına göre” müfredat programlarına ayrı bir ders olarak konmalıdır.

Anayasada teminat altına alınmasına rağmen eğitim ve öğretimde başka dillerin kullanımı; Türkçeye yabancı kelimelerin girme sürecini hızlandıracak ve dilimiz özelliğini iyice yitirecektir. Okullarımızdan Türk Edebiyatını dışlamayı amaçlayan maksatlı görüşlerle, kitaplarımızdan Milli-Milliyet-Milliyetçilik sözcüklerini kaldırmak isteyen aymazlara tepki verilmeli, Türk Gençliği köklerinden koparılmamalıdır. İngiltere’de Shakspeare okutalım mı diye bir konuyu düşünmek mümkün değilken, Türkiye’nin Divan Edebiyatını dışlaması anlaşılır değildir. Yüzlerce yıllık Mehter Marşını ve Türk Sanat Müziğini sevenleri

Yüzyılın Neresi Muhteşem?

“Neyle anılacak ilerde bu yıl / Kışa hazırlandığımız günlerde
Güneşle aramıza sık sık / Kara bulutların girmesiyle mi?”
Yeni yıldan hesap soruyor şair. Eskimiş yılların emperyalizmin aksesuarlarına rozet yapıldığına dair.

Amerika ikinci kez ve kalıcı işgale başladığında Irak‘ı, biz Kurtlar Vadisi seyrediyorduk. İşgalin bilançosu milyon milyon ölüm, tecavüz, sakat, yetim vs. biz hâlâ Kurtlar Vadisi seyrediyoruz.

Elin oğlu Vietnamlılardan yediği seri tokatların acısını Coni Rambo‘lu seri filimlerle çıkartmıştı. Biz de hem Yankilere Müslüman komşularımızı daha iyi katletsinler diye kılavuzluk yaptık hem de ardından Coni Polat Alemdar‘la sanal intikamını aldık. Gayri biz de güççük Amarika olduk vesselâm.

2010 yılında biz Osmanlı gevişi getirirken eloğlu 2040‘ a kadar süper güç kalmanın projeksiyonunu simüle etti. Yeni rota Pakistan, İran.

1,5 milyarlık İslâm âleminin ortasında fındık kadar 6 milyonluk İsrail‘in 63 senedir hakkından gelmeyenler Davos‘ta ‘One Minute‘ okuyup üflemeleriyle ve Polat-Abdülhey-Memati şirketinin yeni prodüksiyonuyla vicdanımızı rahatlatacaklar herhal.

Yok Osmanlı Milletler Topluluğuymuş yok ‘Muhteşem Yüzyıl‘mış; ecnebi Ottamanizmine de kapağı attık çok şükür. Başroldeki arkadaş da Başbakanımıza pek benziyor netekim. Canpolat ilerde devletin başına geçerse Cantayyip olur demiştim ya artık vazgeçtim.

Osmanlı deyince evliyalık ve dinî menkıbeler akla geliyorsa reel politikadan bahsedilmiyorsa bunda bizim gibi tarihçilerin de olumsuz katkısı var. Yavuz Selim‘in Tin Çölü‘nde atından inişi ve Peygamberimizin arkasından yürüyüşünü onun strateji dehasının ve tarih bilgisinin çok önünde anlattık. Çanakkale‘de Seyit Onbaşı‘nın 200 küsur kiloluk gülleyi sırtlamasının öncelerken o zor yolculuk ortamında ne teknik icatlara imza attığımızı hatırlatmadık bile.

Abdullah Azzam‘ın ‘Afgan Cihadında İlâhi Yardımlar‘ kitabıyla büyüyen nesiller ABD‘nin atacağı nükleer bombaların mübarek zâtlarca tutulup tekrar atılacağına iman ettiler. Yolları gerçekle yüzleşmeye çıkanların da maalesef dizlerinin bağı gevşedi.

Sultan Süleyman içer miydi, Harem‘den câriye seçer miydi? Halkımız filmler gibi bu %100 iyi adam, bu % 100 kötü adam tercih ediyor. Sanki hepsi %100 ilk yüzdeymiş gibi.

Kanunî devri hem Osmanlının tavan yapmasıdır hem de çöküş alâmetlerinin ilk görülmesidir. Fuzulî‘nin rüşvet Şikâyetnamesi bu dönemdir. Kanunî‘nin hataları onun büyüklüğünü gölgelemez. Hatta hata ve kusurlarına rağmen insanların başarı kazanması onları daha da yüceltir.

Fatih en büyük padişahtır ama Türk vezirlerinin kökünü kazıyarak devşirmelerin çığrını açmıştır. Buna da siyaset denir. Dervişlik başkadır padişahlık başkadır. Karışık olan bizim zihnimiz.

Yavuz Safevîlerin üstüne yürürken hadi mülhidlik fetvası almış olsan Memluklulara yürürken neyin fetvasını aldılar?

Saltanat mı İslâmî, kardeş katli mi câiz, Harem geleneği mi dinî? Cevap; e şıkkı yani hiçbiri.

Atatürk‘ün içkisini ve balolardaki dansını tekfir için yeterli görenler hangi tarihi şahsiyeti ne kadar biliyor?

Osmanlı hükümdarları da Abbasî hükümdarları gibi balçıktan imâl edilmiş insan gurubundaydılar. Zaafları normaldir. Tarihte kusursuz günahsız kimseler yalnızca Parti Genel Başkanları ve Dinî Teşekkül Önderleridir. Gerisi çöp..

Nahçıvan

İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanından Türk Hava Yollarının Firması ANADOLU JET uçaklarıyla 2 saat sonra ulaşılan NAHÇIVAN AZERBAYCAN’IN Özerk Cumhuriyetidir.  

Nahçıvan Azerbaycan’a bağlı ancak ne acıdır ki Nahçıvan ile Azerbaycan’ın karayolu bağlantısı yok. Ermenistan Nahçıvan ile Azerbaycan arasında hançer gibi saplanmıştır. Nahçıvan ile Azerbaycan ancak havayolu ile birbirine bağlanmıştır. Her gün karşılıklı iki uçak seferi yapılarak Nahçıvan Bakü üzerinden Azerbaycan’la bağlantı sağlanmaktadır.

Ben Nahçıvan’a ilk defa gittim. Oğlum Gökhan Hacıibrahimoğlu Nahçıvan Türk Hava Yolları Müdürü, ilk kurucu müdür olarak atandığı için ziyaretine gittim.

Nahçıvan’a iyi ki de gitmişim. Tarihi yeniden yaşadım. Sovyetler Birliğinden ayrıldıktan sonra şehir yeniden yapılanmakta güzel gelişmeler göze çarpmaktadır.

Nahçıvan’dan Bakü’ye hava yolu ile 50 dakika sürmektedir. Bizde Bakü’de Ticaretle uğraşan genç bir iş adamı olan ANAR ALİYEV’İN davetlisi olarak Nahçıvan’dan Bakü’ye geçtik. ANAR bey bizi hava alanında karşıladı ve Bakü’de ki iş yerlerini fabrikalarını bize gezdirmeye başladı. ANAR bey bir gün devamlı olarak bizi Fabrikaları ve işyerlerini gezdirmesine rağmen gezme işimiz tamamlanmadı. Ertesi gün tekrar gezmeye devam ederek ancak tamamlayabildik.  

ANAR bey Türk dostu Türk Milletine hayran bir kişi. Bize şehitlikleri de gezdirdi. Ve “biz iki ayrı devlet bir milletiz, bizi bir birimize düşman etmek isteyenler var biz bu oyuna gelmeyeceğiz” dedi.  

ANAR bey Türk Malları pahalı da olsa bütün alış verişlerini Türkiye’den yapmakta ve karşılıklı Ticari ve ekonomik ilişkilerimizin artmasını arzu etmektedir.  

BAKÜ gezimizden sonra tekrar Nahçıvan’a geri döndük. Nahçıvan’da da bir Türk kardeşimizin Doğu Beyazıt’tan gidip orada büyük şirketler kurduğunu ve Nahçıvan’ın sosyal ve ekonomik hayatında büyük katkıları olduğunu büyük bir zevkle gözlemledik. Emin Uçar bey Doğu Beyazıt’tan Nahçıvan’a gitmiş orada GEMİKAYA şirketler grubunu kurmuş adeta Nahçıvan’ı yeniden inşa etmektedir. Emin Uçar bey Nahçıvan’da fabrikaları, otelleri ve inşaatlarıyla bir numara olmuştur.  

Şimdi gelelim Nahçıvan’ın tarihi ve turistik yerlerini tanıtmaya.

İlk olarak ASHAB-İ KEHF diye bir yerleri var görmeden kelimelerle anlatmak çok zor. ASHAB-İ KEHF Kur’an da KEHF süresi ile geçmektedir. Bir mağarada yıllarca uyuduktan sonra tekrar uyandıkları Kur’an-ı Kerim’de haber verilen arkadaş gurubudur.

Kıssanın geçtiği yerle ilgili olarak çeşitli rivayetler mevcuttur.

İspanya, Cezayir, Mısır, Ürdün, Suriye, Afganistan, Nahçıvan ve Doğu Türkistan’da ASHABI-I KEHF’e ait olduğu ileri sürülen mağaralar vardır.

 Anadolu da ise EFES, TARSUS ve AFŞİN olmak üzere üç yer gösterilmektedir.

Nahçıvan’da ki ASHAB-İ KEHF’E giderken sıcak bir su çıkmaktadır. Bu suyun sedef hastalığına iyi geldiği söylenmektedir.

Yine Nahçıvan’da bir tuz mağarası vardır. Harika bir tabiat olayı mağaranın içinde 600 metre yürüyorsunuz, her taraf kaya tuzu sonunda otel gibi yatak odaları var. Tek kişilik, iki kişilik, üç kişilik odalar bu odalarda 10 gün kalan kişinin astım hastalığından kurtulduğu iddia edilmektedir.  

Gezmeye devam ediyoruz.

BADABAT Dağı diye bir yer var Ermenistan hududunda, dağda krater göller mevcut olup hepsi tabiat harikası.

Bir gölün içerisinde bir adacık var, bu adacık yüzen oda şeklinde.

Dağda Emin Uçar beyin yaptırdığı tesisler görmeye değer.

Badabat Dağına giderken yolda bir Türkeş tabelası gördüm bu nedir diye sordum ileride TÜRKEŞ köyü var dediler. Oraya kadar gidip de Türkeş Köyünü görmemek olmazdı.  Türkeş Köyüne gittik. Fakir bir dağ köyü. 

Nahçıvan’ın bir başka tarafında ORDUBAT diye bir dağ bölgesi var burada da göller, meyve bahçeleri, göllerden tutulan sazan balıkları apayrı bir güzellik.  

Nahçıvan’da, şehir içerisinde NUH PEYGAMBERİN mezarı olduğu iddia edilir. Burada NUH PEYGAMBER adına bir türbede yapılmıştır. Ziyaret etmeye değer tabii güzelliği olan bir yer.  

Nahçıvan’ın en merkezi yerinde kocaman bir KÖROĞLU heykeli var. ” Bu heykel bizim KÖROĞLU’nun kardeşi mi diye sordum” gülüştük. 

Nahçıvan’da çok müze var hepsi görmeye değer tarihi eserlerin sergilendiği müzeler.

Nahçıvan’da orduyu ve polis teşkilatını subaylarımız ve polis müdürlerimiz yetiştirmektedir.

Nahçıvan Konsolosumuz çok çalışkan bir kişi, düzenlediği önemli etkinliklerle Nahçıvan ile Türk insanını birbirine kaynaştırmaktadır. İki devlet bir millet şuurunu en iyi bir şekilde işleyen konsolosumuzu da tebrik ediyoruz.  

Nahçıvan’da halkla konuşmada bir sıkıntı yok onlar bizi bizde onları rahat anlayabiliyoruz.

Dileğimiz imkânı olan herkesin bir defa Nahçıvan’a gitmesidir. 

 

           

             

Stadyumda kalmaz bu protesto

Başbakan için sürpriz oldu TT Arena açılışında yaşananlar.

Öyle ya, stadın yapımını beceremeyen Galatasaray‘ın bu sıkıntısını, Başbakan iş bitiricilikteki maharetini kullanarak, çok kısa bir sürede halletmişti.

Karşılığı ıslık mı olmalıydı?

– Tabii ki değil.

Olmamalı da!

En başında ifade edeyim ki, bu protestonun yapılması, beni de ziyadesi ile üzdü.

Zira burada ıslıklanan, protesto edilen, AKP Genel Başkanı Erdoğan olmakla birlikte, Türkiye’nin de Başbakanı.

Şık olmadı.

Bunu böylece belirttikten sora, bu protestonun geçekleşmesinin ardında yatan gerçeklerin, neler olduğuna bir bakmakta fayda var.

AKP İktidar‘ı kadar fanatiği fazla bir iktidara, Cumhuriyet tarihinde bir daha rastlamak, herhalde mümkün olmayacaktır.

Ancak aynı şekilde, bugüne dek hiçbir iktidardan, AKP’den nefret edildiği kadar nefret edilmeyecek.

Nefretten de öte, kin ve öfke duyulmayacak.

Bu sonucu hazırlayan da, bizzat Başbakan’ın kendisi.

Toplumu her konuda, ama her konuda ikiye bölmek için, elinden ne gelirse ardına koymadı.

Fanatiklerinin hoşuna gittiğini gördükçe de, hız kesmeyi unutup, bu konuda her geçen gün daha da hızlandı.

Halkın bir yerlerde buluşmasını istemek yerine, kendi çizgisinde buluşmayı önerdi hep.

Buna karşı çıkanları da bertaraf etmek için, her türlü yolu denedi.

Denedi demek yanlış bir ifade, zaten kullandı demek, daha doğru olacak sanırım.

Kendisi gibi düşünmeyenlere, sıkılmasa, bakkaldan ekmek verilmesini bile engelleyecek konuma geldi.

İş Adamı ise, vergi cezaları kestirdi, iflas ettirdi.

Memur ise, sürdürdü.

Belediye Başkanı ise, müfettişleri üstüne salarak bezdirdi.

Gazeteci ise, işinden etti.

Sanatçı ise, aşağıladı.

Öğrenci ise, jop ve biber gazı terapisinden sonra, mahkeme kapılarında sürüm sürüm süründürdü

Kendisine oy vermeyen kesimleri, beldeleri, yok saydı.

Sekiz yıldır bunlara maruz kalan insanların bireysel tepkileri, ya hapishaneye gitmekle, ya da başka yollardan tehdit ve şantajla püskürtüldü.

Fakat ne zaman ki bu insanlar spor sahalarında tüm özelliklerini bir kenara bırakıp bir araya geldiler, bu fırsatı değerlendirdiler.

Başbakan’a olan kinlerini, öfkelerini, nefretlerini kustular.

Bir arada bulunmanın verdiği dayanışma ruhu ile başlarına gelebilmesi muhtemel hadiselerin korkularından sıyrıldılar.

Zannetmeyin ki bu öfke stadyumla kaim kalacak.

Başbakan‘ın bindirilmiş kıtalar eşliğinde açılış yaptığı yerlerin dışında, her yerde bunlara rastlamak kabil.

Bu kadar baskının sonucu, bunların olmasından tabii ne olabilir ki?

‘İleri demokrasi’ yi ağzınızdan düşürmeyecek ama baskı ve zulümde Faşist Liderlere rahmet okutacak eylemlerden de geri durmayacaksınız.

Halkın, bu tenakuzun farkında olmadığını sananlar, feci halde yanılıyorlar.

Halkı, bir ‘birey’, bir ‘vatandaş’ gibi görmekten uzaklaşıp, ‘teba’ gibi gördükçe, ‘enaniyet’ duygusu öne çıktıkça, halkta biriken bu gaz, sıkışma yapmaya devam edecek.

Bu bakış açısı, yalnız Başbakan da yok.

Birlikte çalıştığı tüm arkadaşlarında mevcut.

AKP Gurup Başkan Vekili Suat Kılıç’ın yaşanan bu dramatik olaydan sonra kullandığı ifadelerde de bunu görebilirsiniz.

Egemen Bağış’ta da, Danışmanı olan bir muhteremin ifadelerinde de.

Milleti ‘teba’, kendilerini de ‘saltanat mensubu’ gören bu anlayış, tüm kabinede, tüm parti yöneticilerinde mevcut.

Kültür Bakanı, bu enaniyet duygusunda, ‘fenafillah’ mertebesine ulaşmış.

Baksanıza ifadelerinde; “‘Hazreti Muhammed’e dedim ki” diyecek kadar da şuur kaybına uğramış.

İçki Kısıtlamasına Liboş Tepkisi

AKP Hükümetinin sekiz senelik iktidarı boyunca bütün açılıp saçılmalarında en önemli destekçisi durumundaki gruplardan biri eski sosyalist, yeni liberal aydın yazar ve sanatçılar oldu. Bunlara çoğunlukla medyada “liboş” denilmekte.

Bunlar gün oldu “hepimiz Ermeniyiz” nakaratını tutturdular, gün oldu Kıbrıs’ta Denktaş’ın etkisizleşmesi, Talat’ın Başkan olması ve de Annan Planı’nın kabulü konusunda, AKP yandaşlarıyla uyumlu bir koro oluşturdular. Özelleştirmelerin yabancılaşmaya dönüşmesini teşvik ettiler. Türkiye’nin bütün kritik kurum ve şirketlerinin yabancı sermayenin kontrolüne girmesini alkışladılar.

Obama Türkiye’ye geldiğinde “Ermeni Açılımı” ve “Kürt Açılımı” olmasını istedi. Fener Rum Patrikhanesinin statüsüne dair talepleri oldu. Liboşlar bu taleplerin icrası için kamuoyu oluşturma görevini yerine getirdiler.

Siyasi gücü elinde bulunduran ekip ile “yaşam biçimleri” uyuşmuyordu. Ama iki tarafın birbirine ihtiyacı vardı. Hayat tarzı farklılığı büyük bir hoşgörü içinde çözümlenmiş gibi görünüyordu. Liboş takımından yazarlar, muhafazakâr gazete ve TV’lerde istihdam ediliyor, Cemaat yayınevlerinde kitapları basılıp, yandaş medyada ekranlar bu her konuda uzman “döneklere” tahsis ediliyordu.

Liboşlar, gücü kontrol edenlere yakın durarak nemalanmayı seviyordu. Yerli güç ile ve onun yaslandığı uluslararası güç merkezleriyle daima dirsek temasında olmak ana ilkeleriydi. Konjonktür de müsaitti. Ana projenin “eşbaşkanları” arasında uyum sıkıntısı yoktu. Olunca da liboşlar, “ağabeyi” kızdırmayacak çözümlerden yana fikirler ortaya koymakta mahirdiler.

Uluslararası büyük güçler bir ülkeye bazı politikaları dayatmak istediklerinde, iktidardaki partinin temel değerlerine aykırı olanlarına öncelik veriyor. Zira kitlelerin itiraz ve isyanına yol açabilecek kararları, tepki vermesi muhtemel kitlenin desteği ile iktidara gelmiş olan partiye yaptırırlarsa direnç baştan kırılmış oluyor.

Özal’ın Anavatan Partisi ile Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi içinden çıktıkları muhafazakâr kitlenin değerlerine ters düşebilecek köklü dönüşümlere imza atarken bu kural işlemişti. Bu arada hassas odakları uyandırmamak, “fincancı katırlarını ürkütmemek” için liboşların desteğine şiddetle ihtiyaç duymaktaydılar. Bu ittifak bu güne kadar başarı ile yürütüldü.

Alkollü içkilerin içilmesi ve satılmasına kısıtlamalar getiren kanuni düzenlemeler üzerine, ilk defa bu ittifakın sarsıldığı hatta arada derin fay kırıklarının oluştuğu görülüyor. Liboş takımı hayat tarzlarına müdahale sürecine girildiği endişesi taşımaya başladılar. Her ne kadar Hükümet bu kanunun maksadını, “gençleri içkinin kötü tesirlerinden korumak” olarak açıklasa da, eski sosyalist neoliberaller ile hayat tarzı muhafazakâr kitleye çok ters olmasına rağmen muhafazakâr kitlenin idolleri arasına girmeyi başarmış olanlar tepki göstermekte gecikmediler.

Şimdi bu ittifakın parçalanması ve ayrışmasının mümkün olup olmadığı tartışılmakta. Kendilerini AKP’ye bu kadar angaje etmiş liboşların, seçimlerden önce ayrışmasının mümkün olamayacağına dair yorumlar yapılıyor. “Zincirlerinden başka kaybedecek” çok şeyleri olan bu omurgasız takımının kendilerine mamalarını verenleri bırakıp gidemeyecekleri, sadakatle hizmete devam edecekleri genel kanaat gibi.

İçki kısıtlaması konusunda konuşan Başbakan, “aksırıncaya kadar, tıksırıncaya kadar içiyorlar” cümlesini kullandı. Siyaseten geniş kitleleri rahatsız edecek böyle pervasız bir üslubun seçilmesinde, liboşların kendilerini terk edemeyeceğine güvenmenin olduğu muhakkak. Ancak bu tek başına yeterli bir sebep olamaz.

Esas sebep, Türkiye’nin son 60 yılda ilk defa AKP’nin elde ettiği muhteşem gücün dayanılmaz sarhoşluğu olsa gerektir. AKP, tek başına iktidar imkânı ve TBMM çoğunluğu yanında Cumhurbaşkanlığı, YÖK gibi özerk kurumlar, medyanın tamamına yakını ve nihayet Anayasa Mahkemesi ve HSYK dâhil yargı üzerinde müthiş bir kontrol gücüne sahip. Bu da bir “özgüven patlaması” yaratmış olabilir.

Başbakan ve Hükümetin, bir kesimin “hayat tarzlarına müdahale” olarak algılanan icraatında bu kadar rahat olması, belki de bu gücü kullanmanın dayanılmaz hazzı ile kendisine gönülden ve göbekten bağlı olanların ayrılamayacağına dair inancından ibaret de olmayabilir.

AKP içindeki (açılımlardan, ekonomik kararlardan hoşnutsuz olan) milliyetçi/muhafazakâr kitleleri bünyede tutmak için “muhafazakâr hayat tarzı” uygulamalarını yapıştırıcı olarak kullanmak hesabı da olabilir. Bu tutkallara “ucube heykel” ve “Muhteşem Yüzyıl” dizisine tepki ve verilen cezayı izahta kullanılan “ecdada saygı” tartışmalarını da ilave etmek mümkündür.

Bunun yanında muhtemeldir ki, AKP seçmeni olmayan muhafazakâr kitleyi kazanma gayreti de hesaba dâhildir.

İçki kısıtlamasının siyasi yönlerinden bir bölümüne göz attık. Sosyal ve hukuki boyutları ile kararların doğruluğu yanlışlığı şimdilik değerlendirmemiz dışında.