13.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Ekim 1, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1149

Hilye-i Şerif

Hat: Hafız Osman

Hat: Hafız Osman

İslam dini putperest eğilimleri önlemek maksadıyla Peygamberimizin resminin çizilmesine izin vermez.

“Süs, ziynet” mânâsına gelen hilye kelimesi, Hz. Muhammed (a.s.)’ın fiziksel vasıflarını ve karakter özelliklerini anlatmak için kullanılır.

Rivayete göre, Hz. Peygamber’in hastalığı sırasında kızı Fâtımâ (r.a.) ‘nın, bir daha yüzünü göremeyeceğinden söz ederek üzüntüsünü dile getirmesi üzerine Hz. Muhammed (a.s.), damadı Ali (r.a.)’ye; “Hilyemi yaz; benden sonra onu gören, beni görmüş gibi olur” demiştir.

Hz. Peygamberin görünüşünü, tavır ve davranışını konu eden cepte taşınmak veya levha olarak duvara asılmak için muhtelif ebatlarda çeşitli hilyeler yazılmıştır. Müslümanlarca hilyeyi üstünde taşıyanın Peygamberi rüyada göreceğine, hastalık ve kötülüklerden korunacağına, her türlü iyiliğe kavuşacağına, ezberleyenin dünya ve âhirette çeşitli nimetlere ulaşacağına, bulunduğu evlere bereket ve huzur getireceğine inanılarak yüzyıllarca hilyeye hürmet gösterilmiştir.

İlk örneğini Hafız Osman(1642-1698) tarafından yazıldığı kabul edilmiştir. Hattatlar hilye yazmayı bir şeref saymışlar, hilye yazmaktan onur duymuşlardır. Peygamberin bir resmi gibi duşünülebilinecek bu anlamlı metni en güzel biçimde tasarlamak ve çalışmak çabasıyla müzehhiplerde tüm hünerlerini göstermişlerdir.

Hilye Besmele ile başlar

Genellikle göbek kısmın kenarlarına dört halife yazılır. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali (r.a.) Hilye’nin orta göbek kısmına, devamıda hilyenin aşağı kısmına  Hz. Ali (r.a.)’den rivayetle Peygamberimiz meâlen şöyle tasvir edilir: “Hz. Peygamber’in boyu ne çok kısa, ne de çok uzundu; orta boyluydu. Ne kıvırcık kısa, ne de düz uzun saçlıydı; saçı, kıvırcıkla düz arasında idi. Değirmi yüzlü, duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikliydi. İri kemikli ve geniş omuzluydu. Göğsü ortadan karnına kadar kılsızdı. İki avucu ve tabanları dolgundu. Yürüdüğü zaman sanki yokuş aşağı iner gibi rahatlıkla ilerlerdi.

Sülüs Hat: Hüseyin Kutlu, Nesih Hat: Betül Kırkan, Tezhip: Mamure Öz

Sülüs Hat: Hüseyin Kutlu, Nesih Hat: Betül Kırkan, Tezhip: Mamure Öz

Sağına ve soluna baktığında, bütün vücuduyla dönerdi. İki omuzu arasında ‘nübüvvet mührü’ vardı. Bu, onun sonuncu peygamber oluşunun nişânesi idi.   O, insanların en cömert gönüllüsü, en doğru sözlüsü, en yumuşak huylusu ve en arkadaş canlısı idi. Kendilerini ansızın görenler, onun heybeti karşısında sarsıntı geçirirler, fakat üstün vasıflarını bilerek sohbetinde bulunanlar ise onu her şeyden çok severlerdi. Onun üstünlüklerini ve güzelliklerini tanıtmağa çalışan kimse: ‘Ben gerek ondan önce ve gerekse ondan sonra, Resûlullah gibi birisini görmedim…’ demek sûretiyle onu tanıtmak husûsundaki aczini ve yetersizliğini îtiraf ederdi. Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun. (Hattatın imzası ve yazdığı tarih) yazılır.

Göbek güneş şeklindedir. Etrafındada hilâl vardır.   Altın ile süslenir. Bu da Hz. Peygamberin bu alemi nûruyla aydınlattığını sembolize eder.

İki ayrı yere yazılan tasvirin orta bölümünde meâlen “Biz seni âlemlere ancak rahmet olsun diye gönderdik” yazılıdır.

Hattatların ve Müzehhiplerin gönül gözlerine göre değişik tasarımlarda yazdıkları ve süsledikleri Hilye-i Şerifler ile, Peygamberimizi mânen evimizde konuk etmekten onur duyuyoruz.

Not: Bu konu Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle seçilmiştir.

Kürtçülük

Bu başlık altında 62 sene önce Osman Yüksel Serdengeçti (SERDEN GEÇTİ) dergisinde 1949 Ekim ayı sayısında bir yazı yayınlanmış ve 62 sene önce rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin gördüğünü 62 sene sonra göremeyenlere ithaf olunur.

Türkiye’de Türkçülüğü müsaade etmeyenler, Kürtçülüğü nasıl görmemezlikten gelebiliyorlar?

Konya Cezaevinde bazı Kürt delikanlıları ile görüşmüştüm. Bunlar cahil olmalarına rağmen, hoş çocuklardı. Birçok şeylere akılları eriyordu. Kendileri ile konuşurduk, beni çok sever dinlerlerdi. Fakat 15-20 seneye mahkûm bu köylü çocuklarında dahi bir Kürtçülük sevdası vardı. Kendilerini bizden ayrı görüyorlardı. Birbirlerini her şeyde destekliyorlar. Adeta ayrı bir grup teşkil ediyorlardı.

Onların bu hali nazarı dikkatimi çekti kendileriyle daha fazla meşgul olmaya başladım. Onları ikna etmeye çalıştım.

Aynı toprağın çocukları olduğumuzu Türk – Kürt diye bir ikiliğin mevcut olmadığını, bunlar aynı ırkın iki kolu olduğunu, dillerimiz arasındaki ayrılığın Arap, Acem lisanlarının tesiri ile meydana geldiğini anlatmaya çalıştım. Nafile…

Her şeyde beni ve sözlerimi tasdik etmeyi adeta bir vazife bilen bu gençler, bu meselede bana karşı geldiler, baş kaldırdılar siz ne derseniz deyin biz kürdüz kürdüz vesselam. Sonra Türklerin, bizim kendilerine karşı yaptığımız zulümlerden bahsettiler. İstiklali, Bayrağı olmayan millet millet değildir dediler. Hapishanelere kadar yayılan bu Kürtçülük hareketinden Milli Birliğimiz adına ürktüm. Sonradan öğrendim ki, Suriye, Irak’ta, İran’da ve nihayet Türkiye’de kuvvetli bir Kürtçülük hareketi varmış. Bütün bu hareketleri körükleyen de Ruslarmış.

Böyle düşüncelere, şarklı münevver gençler arasında da rastladım. Bu gençler, şarkı kalkındırma programını, şarkı ayaklandırma programı gibi anlıyorlar. Ayrı bir Kürdistan devletinden bahsediyorlar.

Hatta bu devletin siyasi hudutlarını şimdiden çizmeye yeltenenler var. Bu arkadaşların iddiasına göre Rusya nasıl olsa bu cahil insanları tahrik ede ede ayrı bir Kürdistan devleti kuracak.  

İyisi mi bu işte biz daha evvel davranarak bu devleti biz kuralım. Kürtleri bu şekilde hem tatmin hem de kendimize bağlamış oluruz.

Sonra birçok genç hapishanedekiler gibi, Kürtlere yapılan mezalimden şark vilayetlerinin bir üvey evlat muamelesi gördüğünden dem vuruyordu. Onlara şöyle bir mukabele ettik:

-Siz kürt müsünüz?

-Evet

-Delilleriniz?

-Adımız ayrı, dilimiz ayrı ve ayrı muamele görüyoruz.

-İsim ayrılığı bir şey ifade etmez nitekim isimleri başka başka olan birçok Türk kabileleri vardır. Dil meselesine gelince, esasen müstakil ve muntazam Kürtçe diye bir dil yoktur. Yarı Acem, yarı Türk, yarı Arap karma karışık bir şey ayrı muamele gördüğünüz bahsinde de haksızsınız. Mesela hükümet sizin okumanıza mani oldu mu?

-Biz kendimiz okuduk.

-Müsaade etmese nasıl okurdunuz?

Sizi ayrı tutan kim hakkına bakacak olursa bu idare Ermeni’yi, Yahudi’yi, Rum’u bile kendi ırkdaşlarıyla bir tutuyor. Kaldı ki sizi yalnız bu gayrimüslimlerden memur olmuyor.

Hâlbuki sizden en yüksek mevkilere kadar çıkmış adamlarınız var, mebuslarınız var. Milli mücadeleyi beraber yaptık. Esaretlerimiz bir kuruluş ve kurtuluşlarımız bir her bakımdan biriz ve beraberiz. Coğrafya, tarih, din kültür birliği bir millet olabilmek için bütün unsurlar var aramızdaki fark T.K dan ibaret

Bir itiraz daha yükseldi.

-Yapılan kıtallere işlenen cinayetlere sürgünlere ne dersiniz?

-Evet, anlıyorum isyan hareketlerinden bahsediyorsunuz. Seyh Said isyanı, Dersim isyanı v.s hepsini biliyorsunuz. Bu isyan şarkta, Dersimde değil de memleketin herhangi bir köşesinde olsaydı hükümet aynı şekilde hareket ederdi. Menemen hadiselerini bilmiyor musunuz?

Menemende olan bir hadisenin tahkikatı Konya ya hatta ta gerilere kadar uzandı. Yalnız sizin Şeyhlerinizi mi astılar? Ya bizimkiler? Evet yağlının yanında yağsızda yandı. Bizde bu türlü şiddet ve sürgün hareketlerini doğru bulmuyorduk. Bizlerde bu gün bu türlü zihniyetlere kanunsuz hareketlere karşı mücadele ediyoruz. Geçmişte yapılan haklı, haksız hareketlerden dolayı Türk Milletini itham edemezsiniz. Ancak o zaman ki idareyi itham edebilirsiniz.

Millet başka idare başka şurada kala kala küçük bir vatanımız ve 18 milyon milletimiz kaldı. Bu bir parça vatanın şarkı, garbımı olur? Bu bir avuç milletin Türk’ü, Kürdü mü olur?

Şark yok garp yok sadece bir vatan ve sadece bir millet var.

Osman Yüksel Serden geçti 62 sene önce böyle bir tespit yapmış, bu tespitten 40 sene sonra bu günden 25 sene önce yaşanmış bir olay Osman Yüksel’i nasılda haklı çıkartıyor.

Siirt vilayetimizde Kürtçülük yapan bir imamı Rize’nin ÇAYELİ ilçesine tayin etmişler. Çayeli müftülüğü de bu imamı bizim mahalle camiinde görevlendirmiş. (ÇATAKLI HOCA MAHALLESİ) imam uzak bir yerden geldiği için Türk örf ve adetlerine göre, rahmetli Anam hoş geldiniz ziyaretine gitmiş birazda yiyecek götürmüş. Hoş beş ve sohbetten sonra imamın karısı Anneme hitaben “bizim Cumhurbaşkanımız, Bakanlarımız hazır her şeyimiz hazır devletimizi kuracağız” deyince, Annem imamın karısına ” buralarda bir daha böyle konuşma sizi keserler” demiş ve imamda bu sözü karısından öğrenince, hemen bizim mahalle Camiinden tayinini istemiş ve İstanbul’a tayin edilmiştir.

 

 

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk “Dünya Üzerinde, Kendi Tarihine Bizim Kadar Az Yer Veren Bir Başka Ülke Yoktur

‘Batılı tarihçilerin ortaya koyduğu ‘Çağ Sistemi’ ile Türk tarihi öğretilemiyor.
Fakültelerin tarih bölümlerinin ders programlarına bakarsanız, Türkiye’de yaşadığınıza inanmakta zorlanırsınız.’

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Genel Türk Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. ABDÜLKADİR DONUK
“DÜNYA ÜZERİNDE, KENDİ TARİHİNE BİZİM KADAR AZ YER VEREN BİR BAŞKA ÜLKE YOKTUR.”

Oğuz Çetinoğlu: Geçmişimizle ilgili belgeleri, bir anlamda ‘tarihin tapusu’ olarak değerlendirirsek, Türk tarihçilerinin, tarihi aydınlatma konusunda yeterli derecede belgeye sâhip olduğumuzu düşünüyor musunuz?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Türk tarihini bütün cepheleri ile ortaya çıkaracak belgelere sâhip olduğumuz söylenemez.

Sebebini şöyle izah edebiliriz. En aşağı dört bin yıllık bir mâziye sâhip olan ecdadımız, üç büyük kıt’a üzerinde 120’ye yakın devlet kurmuş ve yüzlerce kavimle karşılaşmış, yer yer sulh yapmış, çoğu zaman da harp hâlinde bulunmuştur. Dolayısıyla münâsebette bulunduğumuz kavimler yazdıkları ve ‘yıllık’ adı verilen belgelerde menfî ve müspet yönleriyle Türklerden bahsetmişlerdir. Bunlardan bir kaçını şu şekilde sıralayabiliriz: Çin yıllıkları; Rus yıllıkları; Latin ve Grek kaynakları, ayrıca Japon, Moğol, Tibet, Sogd, Hind, Arap, Fars, Ermeni, Süryani, Macar, Leh, Bulgar, Sırp, Portekiz, İspanyol; günümüzde İngiliz, Fransız ve Alman dillerinde yazılmış bilgiler. Ayrıca yine bu ve diğer dil ve lehçelerde yazılmış seyahatnameler.

İşte önce bu dillerde yazılmış belgelerin bir araya getirilmesi ve süratle her birinin Türkçe’ye çevrilmesi lâzımdır. Bu husus 2009 yılına kadar gerçekleştirilemedi. Bir insanın bu kadar dil ve lehçeyi bir ömür dilimi içerisinde öğrenmesi mümkün mü? Rahmetli Hocam Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan; ‘İyi bir tarihçinin en aşağı 13-14 dil bilmesi gerekir.’ derdi. Kısaca zikrettiğim bu sebeplerle bugüne kadar derli toplu bir Türk tarihi yazılamamıştır.

Oğuz Çetinoğlu: Yerli belgelere ulaşma konusunda sıkıntılar yaşandığını düşünüyor musunuz?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Türkiye sınırları içerisinde arşiv ve kütüphanelerdeki belgelere ulaşma konusunda pek sıkıntı yaşandığı söylenemez. Ancak mesela Osmanlılar zamanında çeşitli ülkelere gönderilmiş olan arşiv belgelerine ulaşmamız hususunda sıkıntılar yaşandığını da bilmekteyiz.

Bunun yanında; Kazak, Kırgız, Türkmen, Uygur, Azeri, Özbek ve diğer Türk lehçeleri ile yazılmış belgelere hem ulaşmamız hem de Kril alfabesi ile yazıldığı için okumamız mümkün olmamaktadır.

Oğuz Çetinoğlu: Belgeleri doğru kullanma konusunda istenilen yeterliliğe ulaşılabildiğini düşünüyor musunuz?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Açıkladığım sebeplerle bu sorunuza da ‘evet’ dememiz mümkün değildir.

Oğuz Çetinoğlu: Tarih’e Türk ve Türklük açısından nasıl bakılmalıdır?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Her fert mensup olduğu milletle övünür. Her fert kendi tarihi ile gurur duyar. Bu duyguya hiç kimse mâni olamaz. İçten gelen bu duygu insanı şekillendirir, konuşturur, yazdırır.

Tarih ilmi, objektif olmayı emreder. Doğrusu da budur. Ancak farkında olmaksızın konuşurken veya yazarken insanoğlunun sübjektifliğe kaydığı da görülür. Bâzen bunun farkında bile olamaz. Çünkü insan fıtratı, mensubiyet duygusu, millet sevgisi, ecdat sevgisi, millî tarih şuuru beyne bu şekilde düşünülmesini emreder. Asırlardır tarih konusunda dünyada kim yazmış ise, bu duygudan kurtulamamıştır.

Tekrar edelim ki, ‘Hayır ben veya şu kişi tamamen objektif olarak yazıyorum veya yazıyor…’ Diyor ise, biliniz ki yalan söylüyordur.

Bunun yanında objektif davranayım diye, kendi tarihini karalayan hatta küfür edenler de piyasada bol miktarda bulunmaktadır. Bunların objektif olarak kalem oynattıklarına kim inanır? Niyetini açıkça ortaya koymuş olması objektif davranmadığını ortaya koyar. İçimizdeki Türk düşmanlarını da unutmamak lazım.

Oğuz Çetinoğlu: Bir millete ait olma ve onu benimseme duygusunun sosyolojik ve kültürel açıdan her ferdi tabii olarak milliyetçi yaptığını göz önünde bulundurursak;
Bugün Türk tarihçisinin millî tavrının; ait olduğu toplum, kişi ve insanlık için bir tehdit veya tehlike olarak gösterilmesinin sebebi sizce nedir?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Kendimi bu soruya cevap olarak gösterebilirim. Aşırı sola mensup olanlar beni; ‘milliyetçi, faşist…’ gibi ifâdelerle suçlarlar. Sanki milliyetçi olmak suçmuş gibi. Milliyetçilik mensup olduğu milleti ve devleti sevmek ve yüceltmektir. Herkes bu duygu ile yaşar. İnsan anasını, babasını, ecdadını sevmez mi? Milletini sevmek anayı, babayı sevmek kadar tabiidir.

İkincisi, kendisini aşırı dinci gösterenler milliyetçileri ırkçılık yapmakla suçlarlar. Bizler hiçbir zaman ırkçılık yapmadığımız halde yine de bu ithamdan kurtulabilmiş değiliz. Irkçılık ve milliyetçilik arasındaki farkı anlamayanları ve karıştıranları Allah ıslah etsin. Allah’ın hikmetine sual olunur mu? Allah’ın verdiği kimliği taşımak, sevmek, yüceltmek suç mu? Allah’ın bizi kavimler halinde yarattığı inkâr edilebilir mi?

İşte fertlerin kendi toplumu ve insanlık için tehdit ve tehlike olarak gösterilmesinin sebeplerini öncelikle burada aramak lazım.

Oğuz Çetinoğlu: ‘Kökü mâzide olan âtiyim’ diyen Yahya Kemal Beyatlı gibi geçmiş ve geleceğe ortak bir pencereden bakarak; seksen yıl önceki tarihi tümden yok saymadan da istisnasız bütün padişahlarımızı acımasızca eleştirmeden de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni koruyup yaşatamaz mıyız?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Elbette yaşatırız. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, binlerce yıllık tarihimize sâhip çıkarak koruyup yaşatmamız mümkün. Atatürk cumhuriyetin ilk yıllarında bunun temellerini atmış idi. Atatürk’ün ölümünden sonra maalesef bu millî çizgiden uzaklaşılmıştır.

Oğuz Çetinoğlu: Marmara Üniversitesi’nde bir dönem 8 saat Roma Tarihi, 3 saat Türk Tarihi okutuluyordu. İstanbul Üniversitesi’nde de durum pek farklı değil. Türk tarihinden daha çok Mezopotamya, Doğu Roma ve Bizans tarihleri okutuluyor.
Peki böylesine bir üstünlük psikolojisinin yaşatılmaya çalışıldığı ortamda Türk varlığını koruma ve muhâfaza konusunda nasıl bir tarih metodu uygulanmalıdır?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Atatürk’ün ölümünden sonra millî çizgiyi terk ederek birden bire Yunan ve Roma tarihine yöneldik. Neden? 1940 yılından sonra bütün Türkiye’de okutulan kitaplardan % 80 oranında Türk gençliğine Yunan ve Roma tarihi okuttuk ve anlattık, neden? Zikredilen yıllarda basılan 800 adet eserin 759 tanesi Batı Klasikleri adı altında eski Yunan ve Roma dünyasının eseri idi, neden?

Bizler gerçekten 80 yıldır eksiklerimiz, hatâlarımız nerede diye ülke sathına dağılan tarihçiler olarak bir araya gelerek ne düşündük, ne de ciddî çalışmalar içerisine girdik. Hâtta bu millî ve hayatî konuda kafa yoran, kendi devrindeki hocalara ve daha sonraki nesillere ışık tutacak ikazlarda bulunan rahmetli Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun tarihçilik alanındaki inkılap meydana getirecek düşüncelerini dahi görmezlikten geldik.

Bütün bunların neticesinde aynı keşmekeş devam etmekte, maalesef düzeltme yoluna gidilmemektedir. Millî hassasiyetimizi kaybetmiş tarihçiler olarak millete-gençliğe ve tarihe hesap vereceğimiz unutulmamalıdır. Kabahati ilk önce kendimizde aramalıyız. Devleti idâre eden siyâsîlere yüklenerek vebalden kurtulamayız. Bir araya gelerek teşhis etmek suretiyle çözümü idârecilerden beklemek ve onları harekete geçirmek mecburiyetindeyiz.

Oğuz Çetinoğlu: Tarih eğitim ve öğretiminde görülen eksik ve yanlışlıklarımız nelerdir?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Hemen belirtelim ki, Türkiye’de tarihçilik yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Buna rağmen kifâyetsiz kalışımızda suçu daha ziyâde hâlen de tâkibe mecbur olduğumuz eski öğretim sisteminde aramak lazımdır. Kanaatimize göre bu sistem değişmedikçe hamle yapmamız imkânsızdır.

Şöyle ki: Fakültelerimizin Tarih Bölümleri’nde mevcut ‘Çağ sistemi’ kaldırılmalıdır. Çünkü bu sistem sosyal ve kültürel gelişmelerin devamlılık esasında olayların tâkibine imkân vermemektedir. Türk tarihine de uymamaktadır.

Oğuz Çetinoğlu: ‘Çağ Sistemi’ kavramını açıklar mısınız?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Bugün aşağı yukarı çok milletlerin tarihinde kullanılan çağ sisteminin babası Almanya’nın Halle Üniversitesi hocalarından, 1707 yılında ölen Prof. Dr. Ch. Cellarius’dur. Ch. Cellarius tarafından yapılan tasnife göre, İlkçağ’ın sınırı Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden, 337 yılında ölen Roma İmparatoru Büyük Konstantinus devri veya Batı Roma İmparatorluğu’nun 476 yılında çöküşü kabul edilmiş; İstanbul’un 1453 yılında Türkler tarafından fethine kadar ‘Ortaçağ’; 1453 ile, Fransız İhtilali’nin yapıldığı 1789 yılları arası ‘Yeniçağ’ olarak tespit edilmiştir. Ch. Cellarius’dan sonra 1789’dan zamanımıza kadar olan devreye de ‘Son Çağ’ adı verilmiştir.

Bu çağ sistemi, Avrupa’dan bize de aynen geçmiş ve tarihimiz bu taksime uydurulmak suretiyle bugüne gelinmiştir.

Oğuz Çetinoğlu: Türkiye’de bu sistemin tercih edilmesinin sonuçları ne olmuştur?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Avrupalı kendi yaptığı bu sistemde haklı olarak Akad, Asur, Babil, Urartu ve Grek-Roma tarih ve kültürünü anlatır. Peki biz ne yapıyoruz. Tahminen 1920’lere doğru kabul ettiğimiz bu çağ taksimini hiçbir değişikliğe uğratmadan aynen uygulayarak Türkiye’de Türk çocuklarına mecburî ders olarak Urartu, Grek ve Roma tarihini en ince ayrıntısına varıncaya kadar öğretiyoruz.

Burası Türkiye ise Türk tarihinin İlkçağ’ı nerede? İlk Türk devletleri olarak bilinen Asya Hunları, Tabgaçlar, Avrupa Hunları, Gök-Türkler, Uygurlar, Türgişler, Kırgızlar ve Karluklar hangi çağ sistemi içerisinde öğretilecek? Kendi ülkenizdesiniz, kendi millî tarihinizi öğretemiyorsunuz. Böyle garabet olur mu?

Efendim, ‘Batılı ilkçağın sınırını ve konusunu böyle tespit etti.’ Diye kendi tarihimizi anlatamayacak mıyız? Kendi tarihimizin İlkçağını tespit edemeyiz mi? Grek-Roma tarihinin bütün detayını kendi çocuğumuza öğretmek mecburiyetinde miyiz? Bu çağ dışı çağ sistemine ‘dur’ denilmeyecek mi? Antik çağ dünyasının bugünkü mirâsçılarının başına gelen Yunanlılar kendi çocuklarına bizdeki gibi, Türk tarihini öğretiyorlar mı? Hiç bu mümkün mü?

Türk tarihinin eski çağı tespit edilemediği gibi ortaçağı da maalesef bugüne kadar tespit edilememiştir. Bizde ortaçağın sınırları yaygın olarak İslamiyet’in kabulü ve sonrası şeklinde düşünülerek, hususiyle Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlılar, Anadolu Beylikleri ve Atabeylikler devresini ihtiva etmektedir. Ancak bu sınır çizilirken, yine maalesef ortaçağ devresine giren Oğuz-Yabgu Devleti, Hazarlar, Avarlar, Uzlar, Sabarlar, Kuman (Kıpçaklar), Türk Bulgarlar (Tuna ve İtil Bulgar Devleti) ortaçağ devresinde okutulmamaktadır. Bugüne kadar ortaçağ sistemi içerisinde yer alan bir iki hocamız dışında yer alan hocalar neden bu saydığımız Türk devletleri üzerinde çalışma yapmamışlardır?

Oğuz Çetinoğlu: Yeni ve Son Çağlar söz konusu olduğunda durum nedir?

Prof. Dr. Abdülkadir Donuk: Yeni ve Son çağlar da batı tarihinin kopyası olduğu için Türk tarihine uymamaktadır. Çünkü bu tasnifte yalnız Osmanlı Devleti dikkate alınmış, fakat Türkistan, Çin, Hindistan ve Rusya’daki milyonlarca Türk akla dahî getirilmemiştir. Bugüne kadar yeni ve son çağ sisteminde yer alan insanların Cengiz Han ve İmparatorluğu, Timurlular, İlhanlılar, Çağataylılar, Altınorda, Başkırtlar, Hive, Buhara, Hokand, Kırım, Sibir, Astarhan, Özbek, Kaşgar-Turfan, Türkmen, Azerbaycan Hanlıkları, Delhi Türk Sultanlığı ve Babürlüler konularında çalıştıklarına şahit oldunuz mu? Neden yeni ve son çağ denince sadece Osmanlı Devleti anlaşılıyor?

Ayrıca bugün kısmen de olsa, istiklâllerine kavuşan bugünkü Türk cumhuriyetleri; Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan ile yine bugünkü Türk muhtar cumhuriyetleri; Altay, Başkurdistan, Kabartay-Balkar, Çuvaşistan, Gagauz, Hakas, Kırım, Saha, Tuva ve Tataristan ile diğer Türk topluluklarının; Ahıskalılar, Kumuklar, Karaçaylar, Afgan Türkleri ve diğerlerinin tarihleri, kültürleri, son durumları gibi konular nerede anlatılacak? Neden hususiyle son çağ devresinde Türk Tarihi’nin bu bölümleri anlatılmaz, öğretilmez, neden, neden?

İşte ülkemizdeki tarihçilik alanında ‘çağ sistemi’ adı altında oynanan oyunun özeti bu. Mesele sadece Türk Tarihi’nin belirli devrelerinin öğretilip öğretilmemesi değil, bakınız, bu çağ sistemi dolayısıyla, İstanbul’da İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve Mimar Sinan Üniversitesi Tarih Bölümleri’nde mecburî olarak okutulan şu derslerin öğretilmesinde sıkıntı yaşanmaktadır.

İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nde haftalık okutulan mecburî derslerden bizi ilgilendiren şunlardır: Eskiçağ Tarihine Giriş (2 saat), Eski Anadolu Tarihine Giriş (2 saat), Eski Mezopotamya Tarihi (2 saat), Bizans Tarihi (2 saat), Eski Mısır Tarihi (2 saat), Eski Anadolu Sikkeleri (2 saat), Avrupa Tarihi (2 saat), Helenistik ve Roma Dönemlerinde Eski Anadolu Tarihi (2 saat)

Ayrıca seçmeli olarak da: Eski Anadolu Tarihi Semineri (1 saat), Eski İran Tarihi (2 saat), Helenizm Tarihi (2 saat), Helenizm Tarihi Semineri (2 saat), Roma Tarihi (2 saat), Roma Tarihi Semineri (2 saat). Toplam: 20 saat.

Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde haftalık mecburî olarak okutulan dersler: Eski Anadolu Tarihi (2 saat), Eski Önasya ve Mısır Tarihi I (2 saat), Eskiçağ Kültür Tarihi (2 saat), Eski Önasya ve Mısır Tarihi II (2 saat), Helen Tarihi (2 saat), Roma Tarihi (2 saat), Bizans Tarihi (2 saat), Roma Çağı Anadolu Tarihi I (2 saat), Roma Çağı Anadolu Tarihi II (2 saat). Toplam: 18 saat.

Gelelim Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde haftalık okutulan mecburi derslere: Grek-Roma Tarihi (4 saat), Eskiçağ Tarihi Bibliyoğrafyası (2 saat), Bizans Tarihi (4 saat), Eski Anadolu Tarihi (4 saat). Toplam 14 saat.

Görüldüğü üzere, İstanbul’da üç üniversitenin Tarih Bölümlerinde mecburî olarak adları zikredilen dersler okutulmaktadır. Türkiye’nin diğer üniversitelerinde de aynı manzara ile karşılaşırsınız. Tekrar şu soruyu soralım: Burası Türkiye mi? Yoksa hala Grek, Roma, Helen veya Bizans ülkesi mi?
(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)

Yalan

Sevdam uzak yollar misali
Ufuk çizgisini zorlarken
Anlıyorum ki yanılmışız
Sevgimiz koskoca bir yalanmış

Sen uzak olamasan da benden
Zorlamalısın kendini anlayarak
Kopmalıyız sevdamızdan acıyla
Umutsuz bir yol gittiğimiz

Neden diye sorma bana
Yalanlarla yaşayamaz sevda
Umuyorum ki başarırız seninle
Barışarak arkadaşça

306 Hafta Sonra Gelen Şefkat

Aslında, gündemin birinci maddesi tutuklanan subaylar olayı.

Dün, Devlet’in en saygın makamlarında görev yapanlar, bugün “darbe teşebbüsünde bulunmak iddiası” ile tutuklandılar.

Onlar, henüz “sanık” konumunda.

Ama, kimilerine göre çoktan hüküm giydiler bile!

“Darbe teşebbüslerini” bilemem ama galiba en büyük suçları “ulusalcı-Atatürkçü” olmaları!..

Tarih, er geç doğruları yazacak.

Her koşulda her olayın hesap günü gelecek!

Er ya da geç…

İyi ama, şöyle, “akıl ve insafla” bir düşünelim; Başbakan’ın maiyetindeki bir görevli için benzeri bir durum olsa Başbakan sessizce uzaktan seyreder miydi?

Harp Okulu’nu birincilikle bitirmiş, büyük olasılıkla “geleceğin Genel Kurmay Başkanı”  olabilecek bir teğmen, cep telefonuna yüklenen telefonlar nedeniyle suçlandı ve cezaevine tıkıldı.

Geleceği yok edildi o insanın.

Buna benzer türlü komplo iddiaları ve kimi kanıtları var.

Peki, Genelkurmay Başkanlığı kendi personelinin haklarını savunamaz mı?

Savunursa, “Yargıya Müdahale” ya da; “darbe teşebbüsü” mü olur?!

Nitekim, “sehven suç delilleri oluşturdukları” kanıtlanan polisler ortaya çıktığında başbakan; “Eleştirilerin karşısında biz dururuz” dedi. Şimdi Başbakan “POLİS DEVLETİ” kurmakla mı suçlanmalı?

“Mümtaz!” kimi kalemşörler “Türk ordusu lağvedilip yeniden kurulmalı” küstahlığını gösterirken suskun kalanlar, günlük yaşamda pek çok insanın merakla sorduğu; “Yahu bu ordu neden kendini savunmaz?” sorusunu değişik bir üslupla soran Süheyl Batum neredeyse taşa tutulacaktı! Partisi CHP “Darbelere davetiye çıkarmakla” suçlanıverdi!

Başbakan, -306 hafta sonra- “Cumartesi Anneleri” olarak tanımlanan ve kayıp evlatlarının bulunması ya da akıbetinin belirlenmesi için Ankara’daki siyasal iktidarın dikkatini çekmeye çalışan anneleri nihayet kabul etmiş.

306 hafta yani yaklaşık 5 yıldır çırpınıyor o anneler.

Seçimlere dört-beş ay kala Başbakan nihayet seslerini duymuş, hem de Dolmabahçe Sarayı’nda kabul etmiş!

Peki sonuç?

“Şu faili meçhul cinayetleri çözün, bu kayıp çocukları bulun” mu demiş?

Sadece son bir yıl içinde CHP ve BDP milletvekillerince “faili meçhullerin araştırılması” için verilen 7 önerge AKP’lilerin oylarıyla reddedilmiş!?

Son olarak, bu araştırma için oluşturulması istenen “ANA KOMİSYON” yerine bir “ALT KOMİSYON” kurulmuş!

“Ama ne güzel işte!” diyebilirsiniz.

Oysa, o Alt Komisyonun ne makamlarla görüşme ne belge isteme hakkı yok! Yine,  hazırlayacakları raporun hiçbir bağlayıcılığı da yok!..

Şimdi; “Başbakan’ın niyeti nedir?” diye sorsam yanlış mı olur?

“12 Eylül Darbecilerinden hesap soracağım” diye, Yargı gücünü siyasal iktidarın eline teslim eden Anayasa Referandum’unu tereyağından kıl çeker gibi geçiren AKP iktidarı, bugün bu hesaplaşma için kılını kıpırdatmıyor!?

NEDEN?

Galiba bütün bunlar küçük bir azınlığın kafasına takılıyor!

Baksanıza, vatandaşa “Kıbrıs nerede?” diye soruluyor; Kıbrıs, Ege denizinden Karadeniz’e kadar savruluyor!

Böyle bir toplum, “faili meçhul cinayetleri” ve ağlayan anaları umursar mı?

 

Eskiçağ’da Anadolu ve Türkler

0

Prof. Dr. Ekrem Memiş, “Eskiçağ’da Türkler” adlı çok değerli eserini; sonuç bölümünde şöyle özetliyor. Kısmen alıntılıyoruz:

Türk tarihinin de bir eskiçağı vardır…

M.Ö. 3200’lerde Sümerler’in keşfettiği yazı ile başlar ve 10. yüzyıl ortalarında bir kısım Türkler’in İslam dinine girmesine kadar devam eder…

Zannedildiği gibi, tarihte bilinen en eski Türk kavmi Hunlar olmadığı gibi, Türk tarihi de Hunlarla başlamaz…

Dünyanın çeşitli coğrafyalarında egemen olmuş olan ve değişik adlarla anılan Türk devlet ve topluluklarının mevcudiyeti, çivi yazılı kaynaklardan öğrenilmektedir.

Tarihimizde kurduğumuz devletler arasında, “Türk” adını taşıyan ilk siyasi teşekkül Göktürk Devleti değildir. Akkad çivi yazılı belgelerinden öğrenildiğine göre, günümüzden yaklaşık 4200 yıl önce Doğu Anadolu’da kurulmuş olan Türki Krallığı, “Türk” adını taşıyan en eski Türk devletidir.

M.Ö. 2. Binyıl başlarına ait Asur çivi yazılı kaynaklarında sık sık “Turukkular” adı verilen bir kavimden bahsedilmektedir ki, burada da “Türk” adını açıkça görmek mümkündür.

Sümerler’in gerek filolojik, gerek antropolojik, gerek teolojik ve gerekse arkeolojik belgelerle, en eski Türk kavimlerinden biri oldukları, bugün artık bilinmektedir. Dolayısıyla, tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılan yazıyı icat etme şerefi de, bu Türk gurubuna aittir…

Mezopotamya’da M.Ö. 2350 – 2150 yılları arasında büyük bir imparatorluk kurmuş olan Sami orijinli Akkadlar’ı yıkan Gutiler’in ya da diğer adıyla Gudlar’ın Guzlar yani Oğuzlar olduğu, dolayısıyla Oğuz Türkleri’nin tarihinin günümüzden binlerce yıl öncesine dayanmış olduğu gerçeği de tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmaktadır.

Mezopotamya medeniyetinde rol oynamış kavimlerden Kaslar’ın ve Elamlar’ın da Türkler’le akraba oldukları, çünkü bu iki kavmin de, Türkçe’ye yakın ve hatta aynı dili konuştukları, filolojik delillerle ortaya konmuştur.

Anadolu, 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt zaferi’nden sonra Türk yurdu olmuş değildir. Anadolu’da M.Ö. 6. Binyıldan itibaren Türk kültürünün izlerini görmek mümkündür. Çünkü, yazılı kaynaklara göre, M.Ö. 3. Binyıldan itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşadıkları anlaşılan Hurriler’in Türk kökenli oldukları anlaşıldığı gibi, bölgede M.Ö. 5000 – 3000 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik (Bakır – Taş devrine ait) kültür ile M.Ö. 6000 – 5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik (Yeni Taş devrine ait) kültürün de Hurri Türkleri’ne ait olduğu tespit edilmiştir.

M.Ö. 9 – 6. yüzyıllar arasında Van Gölü ile İran’daki Urmiye gölü arasındaki toprakları yurt tutarak, burada güçlü bir devlet kuran Urartular da Hurriler’in torunları olup, bölgedeki Türk varlığını devam ettirmişlerdir…

(Velhasıl) Orta Asya, Türkler’in yegane (tek) anayurdu değildir. Anadolu da Türkler’in en eski vatanlarından biridir. Bizler Anadolu’ya sonradan gelmediğimizi, tam tersine binlerce yıldan beri bu topraklarda oturduğumuz gerçeğini kabul etmeli ve bunu tarih ders kitaplarına taşımalıyız. (Eskiçağ’da Türkler, Prof. Dr. Ekrem Memiş, Konya – 2002 , s.165 – 167)

Tarih sahasında, özellikle Eskiçağ tarihi dalında yetişen Türk İlim Adamları; en eski Türk tarihine kadar inmişler; milletimizin nerelerde kök saldığını bilmiş, kökenlerimizi bulmuş; kendimize gelmemizi sağlamış ve sağlamaktadırlar. Çünkü, nereye gideceğini bilenler; nereden geldiğini bilenlerdir.

Böylece, yerli ve yabancı, sahte ve sözde tarih kitaplarına dayanarak, yıkıcı ve bölücü

emellerine ulaşmak isteyenlerin de foyaları meydana çıkmakta, milleti sen A’sın sen B

diyerek ayrıştırmaya kalkanların da maskeleri bir bir düşmekte, yalancının mumu yatsıya kadar yanar hükmünce tarihi hakikatler; Batılıların oyunlarını bozmakta, hin oğlu hinliklerini ortaya çıkartarak, bu milleti etnik tuzaklara düşürme isteklerini kursaklarında bırakmaktadır.

Kimi insanımızı, özellikle gençlerimizi ayrı dil konuştuklarını ileri sürerek birbirinden uzaklaştırmaya çalışanlar; kimi gençlerimizin de, düzme tarih kitaplarıyla zihinlerini çelerek; onların kendilerini farklı görmelerini istemektedirler. Fakat nasıl ki ışık, karanlığı yok ederse; tarihsel hakikatler de bir ışık gibi, sahte tarih karanlıklarını yok etmekte, hakikat güneşinin doğmasına yardımcı olmaktadır.

Büyük bir ceht ve gayret gösteren, çok değerli tarihçimiz sayın Prof. Dr. Ekrem Memiş, bu konuda başı çekenlerden biridir. Kıymetli araştırmalarıyla bölücülerin oyunlarını bozmakta, gerçek tarihin huzurunda Türk ile Kürdün, aslında aynı kökün iki farklı dalı olduğunu, dolaylı bir şekilde kanıtlamakta; Anadolu’yu 10. asırda değil, binlerce asır evvel yurt tuttuğumuzu ilmen ispatlamaktadır.

Tarihi Mezopotamya’yı kendilerine zemin olarak göstermek isteyenlerin; farkında olmadan aynı millet olduğumuz hususuna vurgu yapmaları; kaderin hoş bir cilvesi olsa gerek. Bu gibilerin kamuoyu önünde ve tarihçiler katında nasıl gülünç bir duruma düştükleri ise ne kadar düşündürücüdür.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Türkiye’yi bölüp parçalamak için ileri sürdükleri her şey; onlarla bir olduğumuzu kanıtlamaktan başka bir şey ifade etmiyor.

Mesela; her fırsatta nazara verdikleri kırmızı, sarı ve yeşil renkli bayraksılar; Selçuklu sancaklarının renklerini oluşturan şeyler. Kırmızı ise, Türklerin adeta kutsal saydıkları bir renk. Nitekim bayrağımız kırmızı değil mi?

Mesela; içtenlikle sarıldıkları Nevruz şenlikleri; bütün Türkler’in  coşkuyla kutladığı Bahar bayramı değil mi? Kaldı ki, Osmanlı Devleti’nin son demlerine kadar sarayda kutlanmıyor muydu?

Ya geçmişlerini Mezopotamya’da arayış çabaları; bizleri çok eski geçmişte aynı yerde buluşturmuyor mu?

Folklorik yapımız, dokuduğumuz kilimler, horon tepmemiz, klasik çalgılarımız olan davul zurna v.b. hepsi aynı millet oluşumuzun sembol ve remizleri değil mi?

Uzun yıllar çalışılarak büyük bir emek mahsulü olarak ortaya konulan “Eskiçağ’da Türkler” kitabı; vatansever herkes tarafından okunması gereken bir kaynaktır. Çünkü bu eseri okudukça dudaklardan “Meğer biz Türkler neymişiz? ” sözleri döküleceğinden hiç şüphem yok. Bu eser bizi kendimize getirecek bilgi ve bulguları içermektedir.

Zira cehlimiz, başımızdakileri veya başkalarını bize musallat eder. Onları bize müstebit yapar. Milli tarih bilgisinin eksik, yetersiz ve hatta yanlış oluşu da; bazı aydın ve gençlerimizin bölücülerin gizli emellerine alet olmasına fırsat verir. Böylece fikren başlarına müstebit ve despot kesilirler. İstedikleri gibi sağa sola çekerek, gayelerine ermekte onları basamak olarak kullanırlar.

Anadolu’nun sadece Türklerin dışındaki  milletlerin vatanı olduğu şeklindeki yanlış bilgilerin düzeltilmesi için, bu ve bunun gibi eserler dikkatle okunmalı. Çünkü, çürütülmesi zor; yarısı doğru yalanlarla, Türk insanının aklı çelinmekte, kendi öz vatanında O, nötür hale getirilmek istenmektedir!

Allah; Türk milleti için, şairin dediğini, bir daha dedirtmesin:

 “Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda;
Bugün bir hanümansız serseriyim öz diyarımda!”

Mustafa Kemal’in Seccadesi

0

Çanakkale Savaşlarında Türk Mehmetçiği sadece emperyalizme karşı savaşmıyordu; ayrıca karşılarında, emperyalistlerin kandırıp cepheye sürdükleri Müslüman askerler de vardı. Çanakkale’ye getirilen Hintli Müslüman askerler, nereye, ne için ve kiminle savaşmaya gittiklerini bilmeden…

Mescitli Gemiler

Güya Müslümanlıklarına herhangi bir “müdahil” olmadığını göstermek için “Mescitli Gemiler” oluşturulmuştu İngilizlerce… Hintli Müslümanları Çanakkale cephesine taşıyan büyük 3 İngiliz savaş geminin belli alanlarına Kur’an’dan ayetler ve hadisler asılarak, askerlerin namaz kılmaları için mescitler bile sağlanmıştı. Hintli Müslümanlar, dindaşı Türklerle savaşmaya gittiklerinden bihaberdiler…

Bu gerçekler, Selanik’teki İngiliz Başkonsolosluğundan Dış İşleri Bakanlığı’na yazılan belgede yer almaktaydı. Mondros’ta İngilizlerin üç nakliye gemisine bazı ayetler ve hadisleri asarak mescit haline getirdiklerini resmen kayıt altına alıyordu. Müslüman Hintlilere burada namaz kılma imkânı sağlayarak Türklere karşı savaşacaklarını gizlediklerini sanıyorlardı. O da yetmiyormuş ki Hintli Müslüman’la askerlerin Ramazan ayında oruç tutmalarına müsaade edildiği, yiyeceklerin İslami esaslara göre hazırlandığı dikkatle propaganda ediliyordu…

Aynı belgede zavallı Müslümanların kimin ile savaşa girişeceklerinden de habersiz olduklarından de bahsediliyordu. Sıkı sansür nedeniyle bu Müslüman askerlerin savaş hakkında hiç bir bilgileri de olmadığı anlatılıyordu belgede… Çanakkale savaşları aynı zamanda İngilizlerin savaş hilelerini de ortaya çıkarıyordu böylece…

**

İşte böyle hilelerle Çanakkale’ye getirilen sömürge askerlerle Türk vatanını işgal etmek istiyorlardı. Güney cephesinde Osmanlı askerlerinin Bağdat’tan ayrılırken artlarında masum ve endişeyle bakan Araplar, gelecekte kendilerini koruyacak bir başka gücün olamayacağını bilerek endişelerini gizleyemiyorlardı. Ancak yapılacak bir şey olmadığını da biliyorlardı. İngilizler tarafından organize edilen bu mescitli gemi gibi Arap şeyhlerini satın alarak Türk askerini arkadan hançerlemenin vereceği sonuçlar ileride son derece ilginç bir taktiğin gizemini ortaya çıkaracaktı; o günlerde sade Arap toplumu bunun farkında değildi…

**

Çanakkale Zaferi, Türk askerinin sarsılmaz iradesi ile Türk tarihine altın harflerle yazılırken bir yandan da dünyanın şahit olduğu pek çok acıyı da gündeme taşıyordu; İtilaf Devletlerin donanması Çanakkale Boğazında Nusrat Mayın Gemisi kahramana yenilip derin sulara gömülürken bir yandan da pek çok acı gerçeğin de böylece su yüzüne çıkmasını sağlıyordu…

**

Hediye Edilen Seccade…

Öte yandan, Mustafa Kemal’in dindarlığı hakkında ileri geri konuşan meczupların, iftiralarına cevap olacak nitelikte bir olayı burada sırası gelmişken hatırlatmak isterim. “Tarihin Yıkılmaz Kalesi Çanakkale” adlı eserde zaferden sonra, savaşın gidişatını değiştirerek Çanakkale’yi “geçilmez” hale getiren Mehmetçik ve onun komutanı Mustafa Kemal’e hediye edilen iki seccadeden bahsediliyor ki, son derece önemli bir olaydır.

Çanakkale Savaşları, Mustafa Kemal’in ve Türk varlığının milli şuurunun ortaya çıkmasına vesile olmuş kahramanlık destanlarıdır. Bu kahramanlığın hatırası olarak ve o zor fakat başarılı günleri hatırlatmak amacıyla, Mustafa Kemal Atatürk’e, Elazığ Valisi Sabit Bey tarafından hediye edilen iki seccadenin üzerlerine, Çanakkale Zaferi’ni hatırlatması için, Çanakkale haritaları işlenmişti… Bu incelik ve kadirşinaslık Gazi Paşa’yı son derece memnun etmişti…

Mustafa Kemal, seccadelerden birini Latife Hanım’a verir, yatak odasında namazını kılması için, bir tanesini de çalışma odasındaki soyunma dolabına koydurur. Ve kimsenin olmadığı saatlerde seccadeyi serer üzerine diz çöker, derin tefekküre dalar, kendi parasıyla Elmalı Hamdi Yazır’a yaptırdığı “Kuran Meali” tercümesini dikkatle okur. Bu ibadet sahnelerine araç olarak da o hediye edilen Çanakkale Haritalı seccade eşlik ederdi…

**

Aslında bu seccadelerin bir uzun hikâyesi vardır; yeri gelmiş iken onu da aktaralım; Elazığ Valisi Sabit Bey, Gazi Paşa için Çanakkale Zaferi hatırası olması için Sanayi Mektebi’ne üç seccade hazırlanması talimatını verir…

Neden üç tane, o bilinmiyor; belki bir tanesi de Fikriye Hanım için olabilir diye akla geliyor. Fakat işler yolunda gitmez; kalifiye halı ustaların azlığından dolayı bu seccadelerin tamamlanması uzun süre alır… Seccadelerin hazırlanması sürerken, o arada Enver Paşa’ya bir ulakla hediye gönderilir…

Vali, Gazi Paşa için ısmarlanan üç seccadeden biten bir seccadeyi, Enver Paşa’ya, “Allah sana çok önemli, şerefli ve büyük bir zafer ihsan buyursun” ayeti yazılı bir levha ile birlikte hediye olarak gönderir…

Geriye kalan iki seccade bittikten sonra Gazi Paşa’ya ulaştırılır.

İşte seccadelerin hikâyesi…

Neden mi anlattım bunu?

İngiliz riyakârlığını gösteren mescitli gemi ile taşınan Müslüman Hintlileri ve kendilerini kandırmış olabilirler, fakat ne Tanrı’yı kandırabildiler ne Türk’ün Çanakkale zaferini engelleyebildiler…

Gazi Paşa, samimi ve içten bir Müslüman olarak, Tanrı’ya yapacağı ibadetin neden gizli olması gerektiğinin sebebini arif olan anlar; yine de açıklayalım; Gazi Paşa, kimsenin yaptığı ibadetten dolayı etkilenip “din ticareti” yapmaması için ibadetini gizli yapmıştır. Sıradan bir vatandaşın ibadetini açıktan yapması ayrı şey, liderinki ayrı şeydi… İstismara meydan vermemek için, din istismarcıları için kötü örnek olmamak için…

Gazi Paşa, günümüzdeki din tüccarlarını tahmin ettiği için ibadetini hep saklı tutmuştur toplumdan…

Dini kullanarak milleti aldatmamıştır…

Eğer isteseydi, yani dini kullanmak isteseydi, kendisini “halife” ilan ederdi…

Ve o zaman Gazi Paşa’ma kimse “yobazca” laflar da söylemezdi…

Ama bunu yapmadı…

Tanrıya karşı görevin gizliliği, yani ibadetin de kabahatin de gizli olması gerektiğini anlatması kadar mükemmel bir davranış olabilir mi?

Tabii ki anlayana…

Şubat’ın On Dördü

Milâttan sonra ellili yıllarda Roma İmparatoru ihtiyar Claudius, genç karısı Messalina’nın ısrarları ve tahrikleriyle gladyatörlerin evlenmelerini yasaklar. Hatta bazı evli gladyatörlerin evlerine gitmelerini bile izne bağlar.  

Messalina, erkeklere düşkündür. İri yarı kaslı gladyatörler ise tercih ettiği ve her gece bir kaçıyla “tutkulu olduğu mor renkli örtülerle kaplı olan yatağında” birlikte olduğu kişilerdir. Messalina’nın hikâyeleri yaygın bir söylenti olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Sokaktan gelen bu genç kadın güzeldi, işveliydi ancak nemfomanyaktı . 

Diğer taraftan yaşama aykırı olan bu yasaklardan bunalıp kaçan gladyatörleri, sevgilileri ile peder Valentine adlı piskopos gizlice evlendiriyordu. Durum anlaşılınca piskopos Valentine idâm edilir. Ancak gençler her yıl sevgilileri birleştiren Valentine’i 14 Şubat tarihinde mezarı başında anarlar ve bu gelenek haline gelir. Piskopos’un mezarı karanfil ve güllerle bezenir. Böylece sevginin paylaşılıp büyütüldüğü bir yer olarak ünlenir. 

Messalina acaip bir arzuyla baş gladyör Gaius Slius ile bu mezarın üstünde sevişmeyi ister. Gladyatör bu talebi geri çevirirse de korkaklıkla suçlanınca kraliçenin arzusunu yerine getirir.  Şehvetin hazzıyla kıvranan Messalina’nın  rahmine kılıcını saplar. Henüz 26 yaşındaki imparatoriçe sessizce gözlerini yumar ve ölür. Hikâye böyle. 

Sevgililer gününün yaygınlaşmasının asıl nedeni ekonomik hayata verdiği harekettir. Uzun yıllardan sonra ticari getirisi göz önünde tutularak, konu tekrar gündeme getirilmiştir. XVI. yy. Hıristiyan aleminde 14 Şubat günlerinde sevgililer arasında hoş ifadelerle dolu kartlar karşılıklı olarak gönderilmeye başlanmıştır. XVIII. yy.’da ise hazır aşk sözleri ile bezeli kartlar piyasaya sürülmüş. XIX. yy.’da ise, posta idaresi vasıtasıyla gönderilen yazılı mesajlarda patlama görülmüş. O dönemde Chicago’da yirmi beş binden fazla kart, ahlâka ve âdaba aykırı bulunarak posta idaresi tarafından imhâ edilmiştir.  

Günümüzde ise, sevgililer günü hemen hemen bütün dünyada büyük reklamlarla karşılanmakta, bin bir çeşit irili ufaklı hediyeler halka sunulmakta, basın yayım, radyo, televizyon, internet, cep telefonları vs. ile desteklenmekte, piyasalarda alışverişi hızlandıran uluslararası müthiş bir ekonomik faktör olarak işlevini yerine getirmektedir. 

Ülkemiz bu oluşuma 1990’lı yılların başından itibaren giderek artan bir hızla katılmıştır. Özellikle Akdeniz ikliminin geçerli olduğu yörelerimizden, bu dönemde Avrupa’ya her yıl büyüyen ve çok önemli bir miktara ulaşan, karanfil ve gül başta olmak üzere çiçek ihraç edilmesi, bu katılımı hızlandırmıştır.      

14 Şubat sevgiyi paylaşanlara kutlu olsun.

 

 

Aydınlar Ocağı’nın Kuruluşu ve Yaptığı Faaliyetler

1960 – 1970 yılları arası, Türk Milliyetçilerinin bir araya gelerek hizmet vermeleri devrine rastlamakta. Bu yılların puslu, pusamıklı ve kargaşalı günlerinde güç ve fikir birliğine büyük ölçüde ihtiyaç duyulmaktaydı. Bu ihtiyacı karşılayacak güçlü bir kuruluş yoktu. Bu bakımdan, bu boşluğu doldurmak için bir araya gelinerek bir durum değerlendirmesi yapılmış ve bir fikir kuruluşunun oluşturulması düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Yapılan bir takım yeni müzakerelerden sonra bu oluşturulacak kuruluşun Aydınlar Ocağı adını alması ve dernek statüsünde çalışması uygun bulunmuştur.

Aydınlar Ocağı, Türk ilim, fikir ve iş hayatının önde gelen çelik yürekli mücadele ve inisiyatif gücü yüksek 56 kişiden oluşan Kurucular Kurulu tarafından İstanbul’da 14 Mayıs 1970 tarihinde resmen çalışmalara başlamıştır.

Şimdi pek çoğu Hakkın rahmetine kavuşmuş Kurucular Kurulu şu isimlerden oluşmuştur: Ekrem Hakkı Ayverdi, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Nihat Sami Banarlı, İbrahim Kafesoğlu, Ekrem Kadri Unat, Oktay Aslanapa, Sait Bilgiç, Yusuf Keçecioğlu, M. Fazlı Akkaya, Ahmet İman, Hakkı Cengiz Alpay, Fethi Gemuhluoğlu, Muharrem Miraboğlu, Suat Vural, Muharrem Ergin, A. Selçuk Özçelik, Nahit Rıfkı Dinçer, Ahmet Kabaklı, S. Necmettin İşli, Nuri Mugan, Cevat Babuna, İsmail Ekim, Faruk Kadri Timurtaş, İsmail Hakkı Uğur, Mustafa Köseoğlu, Sabri Ülker, Süleyman Yalçın, Sabahattin Zaim, Ayhan Songar, Nazım Nihat Bozkurt, Alaeddin Ertüzün, Nihat Keklik, Refik Özdek, Fevzi Sevgili, A. Mahzar Özman, Sabahattin Topbaş, Kemal Eraslan, Salih Tuğ, Necati N. Bozkurt, Asaf Ataseven, Necmettin Hacıeminoğlu, Faik Tan, Yusuf Dönmez, Özcan Bolcan, Mustafa Kafalı, Erk Yurtsever, Erol Tunalı, Altan Deliorman, Metin Eriş, Aykut Fevzi Şireli, İ. Alev Arık, Abdurrahman Çelik, Arif Özkök, Türkay Tüdeş, Osman Fikri Sertkaya, Rüknettin Tözüm.

Kuruluş tarihinden bugüne kadar, Tüzüğüne bağlı olarak “milli kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle, Türk Milliyetçiliği fikrini yaymak, milli bünyemizi sarsan fikir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek milli varlığımızı meydana getiren unsurları yaşatıp kuvvetlendirmek” gayesinden en ufak bir sapma göstermemiştir. Aydınlar Ocağı, bu hedefine ulaşabilmek için yoğun bir faaliyet alanı, ilmi seminer, anma toplantısı, kurultay, şura ve diğer ilmi toplantılarla ülkemizin ilim ve kültür hayatına büyük katkılarda bulunmuştur. Bu açıdan adeta bir okul görevini üstlenmiştir.

Bu arada, sadece İstanbul ile sınırlı kalınmayarak, başta Ankara olmak üzere, ülkemizin dört bir yanında faaliyetlerde bulunarak Türk kamuoyunun ülke meselelerinde fikir ve düşünce sahibi kılınmasına yardımcı olunmaya çalışılmıştır. Kırk seneyi aşkın bir süredir eksilmeden, yıkılmadan, yılmadan, yorulmadan, azalmadan bir vazife idraki içinde ve kaderin aramızdan çekip aldığı dava adamlarımızın kaybına rağmen, çalışmalar hiç sekteye uğratılmadan sürdürülmüştür.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Türk Cumhuriyetlerine, daha sonra Yugoslavya’nın bölünmesinden itibaren Makedonya, Kosova, Bosna Hersek gibi ülkelere kültür ağırlıklı geziler düzenlenerek buralar yakından görülmüş ve bir takım temaslar sağlanmıştır. Türk Cumhuriyetlerinden üniversite ağırlıklı heyetler Türkiye’ye davet edilmiş, Türkmenistan, Başkurdistan heyetleri ile Aydınlar Ocağı arasında kültür protokolleri imzalanmıştır. Ayrıca Saraybosna’nın Eskişehir Belediyesi ile Fatih Belediyesinin kardeş belediye olmaları hususunda girişimlerde bulunulmuş ve kardeş belediye olunması belediye meclislerinin kararıyla kabul edilmiştir.

Aydınlar Ocağı, günlük siyasetin daima dışında olmuş ve her konuda ilmi ölçülere bağlı kalmış, her zaman devletin ve milletin yanında yer almıştır. Asıl görevini; milletine, millet fertlerine, ülkemizin yetişkin insanlarının ilim, fikir, kültür ve sanat sahasındaki düşünce ve görüşlerini aktarmak suretiyle yapmıştır.

 

Aydınlar Ocağı, zaman zaman kendi üyeleri ile de sohbet tarzında toplantılar yaparak üyelerinin düşünce ve fikirlerinden istifade etmiş, Hakkın rahmetine kavuşmuş mensupları için de her sene Ramazan ayı içinde gerekeni yapmış ve yapmaya devam etmektedir.

Aydınlar Ocağı’nın en önemli çalışma alanlarından biri de yayın faaliyetlerinde bulunmasıdır. Bu yayınlar ülkemizde büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Bu yayınlardan en önemlileri şunlardır:

  • 9 Soru ve 9 Cevapta Ermeni Sorunu,
  • Milli Şehit Kaymakam Kemal Bey,
  • Türk Kültüründe Hoşgörü,
  • İstanbul’dan Trabzon’a ( 25. Şura ),
  • İstanbul’da Adıyaman’a ( 24. Şura ),
  • Suriye’nin Etnik Yapısı,
  • Yunanistan’ın Etnik Yapısı ve Türk Yunan İlişkileri,
  • Milli Mutabakatlar,
  • Doğu Türkistan’da İnsan Hakları İhlalleri,
  • 21. Asra Girerken Çağdaşlaşma,
  • Demokrasi ve İnsan Hakları,
  • GAP, Ortadoğu ve Su Meselesi,
  • İslamiyet, Millet Gerçeği ve Laiklik,
  • Sosyo-Ekonomik Açıdan Ortadoğu Bölgesinde Gıda Güvenliği,
  • Milli Kültür Politikasındaki Yanlışlar,
  • Türk Dili ve Milli Bütünlüğümüz,
  • Mehmet Akif’i Anlatıyorlar,
  • Din ve Vicdan Hürriyeti,
  • Yabancı Dille Eğitim ve Öğretim Meselesi,
  • AT’nin Cevabı ve Yeni Alternatifler,
  • Türk – Yunan Münasebetleri ve Ayasofya Meselesi,
  • 150. Yılında Tanzimat ve Doğurduğu Sonuçlar,
  • İslamiyet ve Millet Gerçeği,
  • Dış Borç ve Türk Ekonomisinde Özelleştirme,
  • Muhafazakarlık Nedir? Ne Değildir?,
  • Nüfus Planlaması ve Türkiye’nin Gerçekleri,
  • GAP ve GAP’ın Doğuracağı Sonuçlar,
  • Ermeni Meselesi,
  • Milliyetçiler III. Büyük İlmi Kurultayı Kararları,
  • Üniversiteler Yasa Tasarısı Hakkında Görüşler,
  • Türkiye’nin Sosyo – Kültürel ve Ekonomik Meseleleri,
  • Türkiye’de Sanayileşme Meselesi,
  • Türkiye’de Hukuk Çıkmazı,
  • Siyasi İstikrar ve Topyekün Kalkınma,
  • Türkiye’nin Bugünkü Meseleleri,
  • Türkiye’nin İç ve Dış Güvenliği,
  • Güçlü Hükümet İhtiyacı,
  • Üniversite Reformu,
  • Toprak ve Tarım Reformu,
  • Milli Basın Meselesi,
  • Yeni Bir Yüzyıla Girerken Türk İslam Sentezi Görüşünde Meselelerimiz 1, 2, 3.

Yurt içinde ve yurt dışında, özellikle üniversitelerin olduğu şehirlerde Aydınlar Ocaklarının kurulması yönünde büyük bir hassasiyet gösterilerek bu şehirlerde de yeni ocakların tütmesi sağlanmış ve şu anda sayıları 41 i bulmuştur. Bunlar başta Ankara olmak üzere Kocaeli, Bursa, Konya, Adana, Afyon, Alanya (Antalya), Antalya, Amasya, Anadolu (İstanbul), Aydın, Avrupa Yakası (İstanbul), Balıkesir, Bandırma (Balıkesir), Çanakkale, Çorum, Darıca           (Kocaeli), Erzurum, Harput (Elazığ), Hatay, Iğdır, İnegöl (Bursa), Kahramanmaraş, Kayseri, Kırıkkale, Kütahya, Malatya, Manisa, Mimar Sinan (Adıyaman), Mustafa Kemal Paşa (Bursa), Niğde, Nizip (Gaziantep), Ondokuz Eylül (Giresun), Ordu, Sakarya, Samsun, Sinop, Sivas, Tekirdağ ve Trabzon, New York ve Kosova’dan meydana gelmektedir. Daha başka Ocakların doğması için de gayretler sarf edilmektedir.

Aydınlar Ocakları senede 2 kere değişik şehirlerde Aydınlar Ocakları Şuraları düzenlemekte, Türkiye ve dünyadaki gelişmeler bu şuralarda görüşülmektedir. Aydınlar Ocakları 36. Büyük Şurası 2011 yılının Nisan ve Mayıs ayında Ordu Aydınlar Ocağı’nın ev sahipliğinde Ordu’da yapılacaktır. Şuralar dışında Aydınlar Ocakları ile yakın temas sağlanarak bir takım fikir alışverişlerinde bulunulmuştur. Zaman zaman Ocaklarımızla ortaklaşa açık oturum ve konferanslar tertiplenmiştir. Ayrıca her Ocak bulunduğu çevrede faaliyetler yürütmektedir.

Aydınlar Ocağı gelecekte de 40 yıllık faaliyet dönemi içerisinde olduğu gibi, yine ülke meselelerinde, milli ve manevi değerlere bağlı nesillerin yetişmesinde gerekeni yapacak, ülkemizin milli birlik ve bütünlüğünden yana, suni etnikleştirme gayretlerine karşı Türk Milliyetçiliği doğrultusunda her alandaki çalışmalarını sürdürecektir.

Rahmet Peygamberi (Sav) -1

14 Şubat 2011 mevlit kandili.

Yani peygamber (sav) doğum yıldönümü.

Ülkemize İslam âlemine ve tüm insanlığa hayırlı olsun.

Peygamber (sav) bu vasfı ile ilgili olarak Allah (cc) K Kerim’de mealen

‘Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.’ buyuruyor.

Biz bu âlemlerden İnsanlık âlemini ele alacağız.

İnsanlık için rahmetin ne anlama geldiğini işlemeye çalışacağız.

Önce rahmet nedir neleri kapsar neleri dışlar bunlara bir göz atalım.

Rahmet neleri kapsar, Rahmette neler bulunur?

Rahmette merhamet, af, dostluk ve bağışlama vardır.

Güzel örnek olmak, değer vermek vardır.

Muhatabın anlayacağı şekilde konuşmak vardır.

Rahmette kolaylık vardır.

Yardımlaşma, paylaşma vardır.

Rahmette hayat paylaşınca güzel olur anlayışı vardır.

Peygamberimizin hayatına baktığımızda bunları fazlasıyla görmemiz mümkündür.

Rahmet neleri dışlar?

Rahmette düşene bir tekmede sen vur anlayışı yoktur.

İnsan insanın kurdu değil, dostudur.

Bencillik, kin, nefret, düşmanlık yoktur.

Kendini büyük görme, başkalarını küçümseme, insanlara tepeden bakmak yoktur.

Şiddet, cezalandırma ve intikam alma duyguları yoktur.

Bu girişten sonra yazdıklarımızı Peygamber (sav) hayatıyla örnekleyelim.

Kendi hayatımızla kıyaslayalım.

Varsa yanlış ve eksiklerimiz düzeltmeye çalışalım.

Peygamberimiz (sav) tebliğ için Taife gittiğinde malum taşlanır.

Kan-revan içerisinde kalır.

Dönüş yolunda bir kölenin Müslüman olmasına vesile olur.

Tabi bu haksız ve çirkin muamele karşısında da kalbi kırılır ve hüzünlenir.

Nihayetinde oda bir insandır.

Cebrail (as) Peygamberimizin yanına gelerek,

‘Allah cc)’ın sana selamı var istersen bu beldenin altını üstüne getireyim der’

 O’nu teselli etmeye çalışırken peygamberimiz cevaben buyurur ki,

‘Umulur ki bu azgın insanların neslinden Allah’a iman eden ve salih amel işleyen insanlar gelir.

Sonra biz gazap peygamberi değil, rahmet peygamberiyiz.

Gördünüz rahmet imkânı olduğu halde (mecburiyetten değil) merhameti içerdi gazabı dışladı.

Nihayet o insanların soyundan Allaha iman ve ibadet eden bir nesilde geldi.

Şimdi soru şu:

Bizim böyle bir durumla karşılaştığımızı ve intikam alma gücümüzün olduğunu düşünelim.

Peygamberimiz gibi af yolunu mu tercih ederiz?

Yoksa o insanlara dünyayı dar ederek doğduklarına pişman mı ederiz?

Herkes bu sorunun cevabını kendi vicdanında düşüne dursun.

Bilirsiniz ki affetmek rahmetin gereği, peygamberimizin vasfıdır.

Kin ve intikam duygusu ise şeytanın karakteridir.

Evet, böyle bir durumda sizin tercihiniz ne olur?

Cevabımız doğruysa mesele yok.

Yanlışsa lütfen düzeltelim hatada ısrar etmeyelim.

Bir soru daha,

Bizler peygamberimizi niçin anıyor ve kandiller düzenliyoruz?

Peygamberin buna ihtiyacı mı var?

Yoksa bunun başka bir amacımı var?

Bildiğiniz üzere Uhud savaşında malum sebeplerden dolayı savaşın gidişatı tersine dönmüştü.

Peygamberimiz yüzüne almış olduğu bir kılıç darbesiyle mübarek yanağı yarılmış ve dişide kırılmıştı.

 

Devam edecek