7.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1147

Vali Topaca Hangisini Tercih Edecek?

Sanayi Odası’nın çarşamba günkü Meclis Toplantısı’nda konuğumuz Kocaeli Valisi Ercan Topaca’ydı.

Kocaeli Valisi ile bugüne dek yakın bir görüşmem olmadı.

Bu vilayette mukim bir sanayici, siyasetçi olarak, ilk atandığı dönemde hoş geldiniz demek istemiştim.

Bu talebimi ilettim, dönen olmayınca tekraren de aramadım.

Sanayiye, sanayiciye verdiği önemi, DOSB‘daki yöneticiliğimden de farkettiğim Vali Ercan Topaca’yı, Sanayi Odası‘nda dinledikten sonra bu kanaatimde yanılmadığımı gördüm.

Sanayi ve sanayici konusunda bu kadar hassas olan bir Vali‘nin, bu randevu talebime dönmemesini de, siyasetçi kimliğimden kaynaklandığına hükmettim.

İktidar ile ilişkileri çok iyi olan Vali Topaca, MHP‘de siyaset yapan biri ile görüşmeyi, sanayici de olsa , uygun görmemiş demek ki.

Bu benim için bir kayıp olmadığı gibi, Sayın Vali için de çok üzerinde durulan bir konu değil tabiatıyla.

Bundan önce yakinen tanıdığım üç Vali oldu bu vilayette.

Memduh Oğuz, Erdal Ata ve Gökhan Sözer.

Memduh Oğuz’u saymazsak, Erdal Ata da, Gökhan Sözer de, Devlet’in valisiydiler.

Erdal Ata Vali’nin kalitesi, Gökhan Sözer Vali’nin samimiyeti, belleğimizde önemli yer etti.

Vali Ercan Topaca’yı da Kocaeli’nin sorunlarına çok çabuk vakıf olmuş bulduğumu söyleyebilirim.

Sanayi Odası Meclisi’ndeki konuşmasında, Dilovası’nın kirliliğinden tutun da, yol ve kavşaklardaki yetersizlik, limanlara ait sorunlar ve büyümelerine yönelik çalışmalarında karşılaşılan sorunlara kadar, tüm sorunları bir çırpıda saydı Vali Ercan Topaca.

Sadece bu sorunları bilmekle yetinmeyip, çözümler konusunda da çok iddialı. Çözümleri düşüncede ve projede bırakmayıp, hayata geçirmek konusunda da, kendisini çok başarılı bulduğumu söyleyebilirim.

UMEM (Uzmanlaşmış Personel Eğitimi) Projesi‘ne verdiği önem, Kocaeli’nin gerçek sorununun çözümüne yönelik, önemli  bir hassasiyet.

Zira bu vilayette, iş arayan çok olduğu gibi, vasıflı-uzman personel arayan firma da çok.

Bunu ortak noktada buluşturmak için bu proje önemli.

Vali’nin projeye ilgisi daha da önemli.

Bu konuda ilginç olan, 9.000 olan uzman personel yetiştirme hedefine karşılık, müracaatın şu ana dek sadece 500’de kalması.

İnsanlar vasıfsız personel olarak iş bulamayacaklarını öğrenmeliler artık.

Teknolojinin, insan gücüne olan ihtiyacı, her geçen gün azaldığı bir dönemde, konularında uzman olmayan kişilerin  iş bulmasının daha da zorlaşacağını görmeli çalışanlar.

Bu önemli fırsatı da ıskalamamalılar.

Vali Ercan Topaca’nın Meclis‘te ifade ettiği birkaç konu var ki, ben hayli önemsedim.

Bürokrasinin azaltılması ve yatırım maliyetlerinin düşürülmesi konusunda çalışmalarının yoğunlaştığını anlattı.

Bu iki konu da, ayrı ayrı, bu vilayette yatırım yapan yatırımcıların en öncelikli sorunları.

Yaşının da hayli genç  olduğunu öğrendiğim Vali Topaca, konulara olan ilgisi, hakimiyeti, çözüm bulmaya yönelik izlediği metodlar ile Türkiye‘ye önemli hizmetler sunabilecek kabiliyette. Bunların da ötesinde heyecanı mevcut.

Ülkemiz, kendisinden çok uzun yıllar faydalanmalı.

Bunun için bir tek  yol var.

O da İktidar’ın değil, Devlet’in Valisi olmayı becerebilmek.

Ülke seçime giderken, Kocaeli Valisi Ercan Topaca’nın izleyeceği yol, bu konuda kendisi hakkında verilecek hükmü de netleştirecektir.

Ya Devlet‘in Valisi olma yolunu tercih ederek çok uzun yıllar ülkeye hizmet etme imkanı bulacak, yada İktidar’ın Valisi olma yolunu tercih ederek, İktidar ile birlikte O’da gidecektir.

Bu ikinci yol, ülke adına ciddi bir kayıp olur ve hiç de temenni etmeyiz.

 

 

Nöbet Bizde

Mehmet Ali Aybar (TİP ESKİ GENEL BAŞKANI)  hayalindeki halk hareketlerini piramitin yapısına benzetirdi tabandan tavana doğru yükseldikçe daralan bir hareket. Bu arada daha önce yaşanılan olayları da örnek gösterirdi. Mesela Kızıl Çin’de köylü ayaklanması , Sovyet Rusya da işçi devrimi ve Komünizm’in yapılanmasını değerlendirerek hiç bir zaman tepeden inmeci, genellikle diktayla gelen askeri   hareketleri (piramidin tepesinden gelen) tasvip  etmemiştir.

Günümüz de yaşayarak gördüğümüz şu DOMİNO HAREREKETli ülkelere bir göz atacak olursak; evet hareket sözde  tabandan başlamıştır ama ayaklanma esnasında Mısırlı üst düzey komutanlar ABD de abileri’nden dersler alıyorlardı. Ne zamanki başkaldırı olgunlaştı ( ! ) döndüler ve yönetime el koydular.

Yukarıda örneklerini verdiğimiz ülkelerde geçmişte yaşanan ve günümüzde de devam eden halk ayaklanmalarından yola çıkacak olursak burada Türkiye‘nin önünde ki varacağı noktaların analizini daha kolay yapabiliriz. Denilebilir ki Türkiye’de bir ayaklanma mı var da yorum yapalım? Belki yok ama ülkemizde o kadar hızlı bir değişim ve dönüşüm yaşanıyor ki ayak uydurabilene aşkolsun..

Evet Türkiye’de Aybar  ölçekli bir hareket yaşanmaz ama bu günkü sürecin de böyle gideceğini düşünmek biraz fazla saflık olacağını tahmin ediyorum.

Silivri’de  sanki mahkumlardan oluşan bir ordu kuruluyor. Bu ordunun içinde erat‘ından tutunda orgeneral’ine kadar hepsi mevcut.

Buradan yola çıkacak olursak şunu üzerine basa, basa iddia ediyorum ‘ki Türkiye’de bir harekat başlayacak ve bu ayaklanmanın başlangıcını kadınlar ve çocuklar oluşturacak  ve bu hareket tarihi bir ilki başlatacak… Öyle ya Silivri Ordu’sunda tutuklu subay sayısı kadar birde onların eşleri var. İşte bu subay eşleri; harekatın fitilini ateşlediler bile. NÖBET BİZDE(!)

Önce Silivri Tutukevi’nin önünde, sonra Beşiktaş Adliyesinde ve en son olarak ta Anıtkabir yürüyüşü.

Ortadoğu’nun kaynayan kazanının tam merkezinde bulunan Türkiye  kurtlar sofrasının etrafındakilerin iştahını kabartıyor. Bu yüzden dört tarafı yangın yerine dönen vatanımızın etrafında olup bitenlerden etkilenmemesi doğrusunu isterseniz kaçınılmaz gözüküyor. Kaldı ki yukarıda da değindiğimiz gibi neredeyse bir Silivri Ordusu kurulmuşken, komutan eşleri kıvılcımı çakmışken.

Ayrıca şunu da gözden kaçırmamamız gerekiyor ki şu an için hükümetle PKK bir yere kadar anlaşmış gözüküyor, anlaşmanın amacı ise terörden besleniyor bahanesiyle MHP’nin oy oranını düşürmek. Zira  şu görüşü sürekli yayıyorlar ki terör olayları artarsa MHP’nin oyları da artar işte bundan korkuyorlar. Diyelim ki MHP’nin oyları arttı işte bu durum ne iktidar partisinin işine gelir, ne küresel güçlerin ve ne de PKK’nın. İstedikleri seçimlere kadar ateşkes ilan etmek ve seçimlerden sonra da PKK ve Abdullah Öcalan istekleri doğrultusunda  bir anayasa hazırlamak. Tabii ki görünürdeki tablo böyle. Fakat hiç bir zaman unutulmamalı herkesin bir hesabı varsa Allah’ın da hesabı var.

Sözlerimi bitirirken bir daha vurgulamak isterim ki bundan sonra şu cümleyi sık, sık telaffuz etmeye alışacağız: PAROLA: NÖBET BİZDE KOMUTANIM (!)”

 

İsyanlar, Gençlik, Teknoloji ve BOP

Hürriyet Gazetesinde Ertuğrul Özkök, Time dergisinden alıntı yaparak, yazdı (26.02.2011). Tunus’ta başlayıp, Mısır, Yemen, Bahreyn ve nihayet Libya’da devam eden “halk hareketlerini” başlatan bir rapçi gencin yazdığı şarkıymış.

“Artık korkusuzca konuşuyorum / Biliyorum başım belaya girecek / Ama her yanda adaletsizlikler görüyorum”

Bu şarkı Arap dünyasını kasıp kavurmakta imiş. Time dergisi Arap dünyasındaki bu büyük başkaldırıyı “gençlik” ve “teknoloji” ile açıklamış. El General isimli gencin yazdığı bu şarkı, 30-40 yıllık diktatörlerin kurduğu korku rejimlerinin ordu, polis, istihbarat teşkilatlarından daha etkili olabiliyormuş. Fareed Zakaria ayaklanmaların hepsinde 30 yaşın altındaki genç nüfusun çoğunlukta olmasına dikkat çekiyormuş.

Şimdi aşağıdaki bölümleri de okuyarak lütfen birlikte düşününüz.

*****

Gençlerimiz Muhafazakârlaşıyor mu?” başlıklı yazıma, bilgisayar öğretmeni Yunus Özen kardeşim geri bildirimde bulundu. Gençleri iyi tanıdığı için sözleri dikkate alınmalı. Yunus Özen “Y Kuşağını Anlamak”  adlı yazısını da hatırlatarak bazı bilgiler verdi:

Bilgi ve iletişim teknolojilerinde büyük değişikliklerin yaşandığı 1980 – 2000 döneminde doğan kuşağa “y kuşağı” adı veriliyor.  Y kuşağı fertlerinin en belirgin özellikleri özgürlüklerine düşkün olmaları, teknoloji bağımlılığı, otoriteye meydan okumaları, rahatı ve eğlenceyi sevmeleri, bir de sabırsız olmalarıdır.

TÜİK verilerine göre Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde otuzunu “y kuşağı” oluşturuyor. En genci 10, en yaşlısı 30 yaşında. İlköğretimin ikinci kademesindeki öğrenciler, lise ve üniversite öğrencileri, y kuşağına ait. Bir kısmı kendi işini kurmaya çalışıyor, bir kısmı da çalışan olarak iş dünyasına giriş yaptı.

Şu anda “y kuşağı” gençlerinin söz sahibi olma, toplumda roller üstlenme zamanı. (en büyükleri 30 yaşında).

Bunlar geleneksel olan her şeye isyan etmeyi seviyorlar. Fark edilmek de istiyorlar.

Popçu-topçu grubunu örnek alma olayı küçük yaşlarda oluyor. Gençler asla Bill Gates vb ünlüleri örnek almıyorlar. Sabırsızlar, çok çalışmayı sevmiyorlar.

Yokluk ve imkânsızlıklarla büyümüş, teknolojiyi kullanmakta tereddüt yaşayan, toplumsal duyarlılıkları yüksek, otoriteye saygılı ve kanaatkâr bir kuşağın çocuklarından bahsediyorum. “Ben bulamadım, çocuğum mahrum olmasın. Ben çektim, çocuğum çekmesin” gibi motivasyonlarla el bebek gül bebek büyütülmüş, her istedikleri yapılmış bir kuşak, y kuşağı.

Daha önceki kuşaklara göre daha narsist ve benmerkezci bir kuşak. Kararlarında ve davranışlarında daha fazla özerklik istiyorlar. Özgüvenleri abartılı bir şekilde yüksek. Hayallerinin peşinden gitmekten çekinmiyorlar. Hırslılar, her şeyin hemen olmasını istiyorlar.

Fikirlerini paylaşabilecekleri gruplarda bulunmayı seviyorlar. Değişime ve yeniliğe açıklar.  Kişisel deneyimlerini, bilgi ve fikirlerini paylaşmayı seviyorlar. İnterneti bu amaçla sıkça kullanıyorlar.

Bağlantılı, erişilebilir, interaktif ve açık bir dünyada doğup büyüdüler. Daha global bir kuşak oldular. Farklı kültürlerden ve coğrafyalardan insanlarla iletişim halindeler.

Y Kuşağı bireylerinin çoğu şu anda öğrenci. Baba parasıyla yaşadıkları için ve genç oldukları için çok uluslu markalar için pazarlama anlamında altın madeni olarak görülüyorlar. Yeni nesil iletişim kanallarını da en çok y kuşağının kullandığını düşünürsek, bu kanallar üzerinden onlara ulaşıp çok büyük bütçeler ayırarak, onları kolayca tüketim canavarlarına dönüştürebiliyorlar.

*****

Şimdi de Yeniçağ Gazetesinde yazan Arslan Bulut‘un “Arap Kaosu İstanbul’da Tezgahlandı” başlıklı yazısından bazı alıntılar yapalım:

30 Nisan-1 Mayıs 2005 günlerinde, Topkapı’daki Eresin Otel’de “Uluslararası İslam Dünyası Sivil Toplum Örgütleri Toplantısı” düzenlenmişti.

Arap basını, toplantıya, İslam ülkelerinde ABD ve ABD tarafından fonlanan sivil toplum kuruluşlarının davet edildiğini duyurmuştu.  
Katar’da yayınlanan Al Şark gazetesi, bu toplantının BOP kapsamında yapıldığını yazmıştı.
Al-Nil adlı Mısır gazetesinde yazan Abdullah Hasan Mustafa, toplantının Ukrayna, Gürcistan ve Kırgızistan’da hayata geçirilen Soros darbelerinin bir devamı niteliğinde olduğunu belirtmişti.
El Kudüs El Erabi adlı gazete ise, Mısır ve Suriye’deki Müslüman Kardeşler Örgütü ve sivil toplum kuruluşları için ABD’nin 1.1 milyar dolar kaynak ayırdığını ve bu örgütleri kullanarak Arap ülkelerinde darbeler hazırladığını, para ile ilgili haberlerin USA News gazetesinden alındığını da yazmıştı.
Anadolu Ajansı’nın 16 Mart 2005 tarihli bir haberi:
“Dışişleri Bakanlığı Geniş Orta Doğu Girişimi Koordinatörü büyükelçi Ömür Orhun, Işık Üniversitesi ve Demokratik İlkeler Derneği’nce düzenlenen ‘Büyük Orta Doğu Projesi‘ konulu panelde, dış politikada sadece hükümetlerin çabasının yeterli olmadığını, sivil toplum örgütlerinin de katkısının önemli olduğunu söyledi.
Emekli büyükelçi Emre Gönensay da ‘Büyük Orta Doğu Projesi’nde demokrasiyle İslam’ın bir arada yaşayacağı bir model düşünülüyor. Buna en güzel örnek de Türkiye‘ dedi.” 

“Kanadalı gazeteci Mark MacKinnon, 2006 yılında İstanbul’da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmasını yaptığı Dünya Demokrasi Hareketi (World Movement for Democracy) adlı kuruluşun amacının, ‘Renkli devrimlerin Orta Doğu’ya ihraç edilip edilemeyeceğinin görülmesi’ olduğunu yazdı. 

******
Demek ki, Kuzey Afrika’yı saran isyan hareketleri, 30 yaş altı gençliğin karakteristik özellikleri olan, özgürlüğüne düşkün ve isyankar tavrı ve teknoloji ile yakınlığının yarattığı spontane (kendiliğinden) oluşan bir başkaldırı hareketi değil. 

Bu başkaldırıların, gençliğin anlattığımız özelliklerini Büyük Ortadoğu Projesi için kullanan profesyonel bir ekibin eseri olduğu anlaşılıyor. Yani sosyal psikoloji uzmanları, istihbarat faaliyetleri, Soros sermayesi, artı hareket kabiliyeti olan işbirlikçiler, artı sosyal medya, artı gençlik ve artı diğer faktörler, eşittir “halk hareketleri.”

Ve yine anlaşılan o ki, bu hareketlerin oluşumunda Türkiye denklemin dışında değil.

 

Seçim Zamanı Açan Zambaklar

Türkiye bir seçime daha gidiyor. Bu nedenle ortalık toz duman. Aday olmak  ve koltuk kapmak isteyenler “Türk milletine hizmet sevdası” ile yollara çıkmış vaziyetteler.
Ancak düne kadar Türk milletine hizmeti düşünmemiş ve sesini çıkarmamış insanların bir anda belli hizmet sahalarını kullanmak sureti ile ortaya çıkmaları, hem garip hem de Türk milletini aldatmak yolunda bir adımdır.
Türkiye’yi sadece aldatma ve kandırmayı kendine şiar edinmiş partiler yönetmeye talip değil. Halkın partisi olduğunu söyleyenler de, üzülerek söylüyorum ki; aynı yolun yolcusu…
Daha düne kadar kendisini görmeyi bırakın adını bile duymadığımız insanlar, bazı kavramları kullanarak kendisine Rumeli-Balkan meselesi üzerinden bir koltuk kapmaya çalışıyor. Buna bir defa siyasi partiler ve genel başkanları izin vermez. İkincisi bu yanılgıya düşen partilerin önünü halk keser.
Bendeniz Türk milletinin bir evladıyım. Ailem Balkanlardan anavatana göç etmek zorunda kalmış. Son 25 yıldır Türkiye ve Balkanlarda bulunan Rumeli muhacırlarına yani Balkan Türklerine hizmet etmeye ve Evlad-ı  Fatihana olan manevi borcumu ödemeye çalışıyorum. Bu nedenle yaptıklarımız ortada. Bunları söylerken de utanıyorum. Çünkü yaptıklarımız karşılık beklenilmeyen, milli meseleler.
Şimdi seçim gelmiş, adını bile duymadığım birileri çıkmış “Rumeli – Balkan” davası hakkında ıslık çalmaya çalışıyor. Bunu karşılayan tek sözcük “ayıp”tır.
İşin içine de kurucusu bulunduğumuz federasyonları, dernekleri çekmek için bunların adı kullanılıyor.
Ben bu seçim zamanı açan zambaklara soruyorum: siz kimsiniz? Nereden çıktınız? Amacınız ne? Rumeli, Balkan ve Trakya için ne yaptınız?
Biz, Makedonya – Kosova olayları için sırtımızda çuval, kamyon yüklerken hangi yatakta uyuyordunuz? Boşnak katliamları için yürüyüş yapıp, Hollanda’yı protesto ederken kahvenizi nerede yudumlama keyfindeydiniz? Atatürk’ün evinin yanına dikilen Pontus heykeli için Yunanistan’ın başkonsolosluğuna diklenirken siz hangi kümeste saklanıyordunuz? 1989 göçmenlerinin zorunlu göçünü İstiklal caddesinde yürüyerek telin ederken yanımda yürüyen tanımadığım adam(!) yoksa siz miydiniz? Atatürk’ün Nutuk’unda anlattığı Yenişehirli Kaymakam Kemal Bey’i ve Yanyalı Nusret beyi bir türlü öğretemediğim büyük Rumelili hemşerim siz olmayasınız? Yada benimle birlikte Trakya’yı mı dolaştınız? Trakyalıya toprakların hangi meçhul kişilere satıldığını mı, Ergene’nin nasıl yok edildiğin imi, Yunan bankalarının ödenmeyen kredilere karşı köylülerimizin topraklarına nasıl el koyduğunu mu anlatırken beraberdik? Veya Türkiye’nin ve Türk milletinin karşı karşıya kaldığı milli sorunlarda hiç omuz omuza olduk mu?
Ya da bütün bunlara karşı bir uyanış ve direniş birlikteliği olan, Balkanlar da bile örgütlü federasyonlar ile 32 ilimize yayılmış konfederasyonu mu birlikte kurduk?
Size hangi birini saymak lazım. Şimdi bu seçim zamanı açan zambaklar misali ortaya çıkanlar “Büyük Rumeli Konseyi” kuruyorlarmış. Niçin mi? Rumeli ve Trakya’ya hizmet için. Adama sorarlar aklınız başınıza seçime 100 gün kala mı geldi? diye.
Ey Türk milleti; bir kez daha seçim yoluyla kandırılmak üzeresin. Rumeli, Balkan ve Trakyalıyım diyenler üzerinde oynanmak istenen bu oyun, Türkiye’mizin her bir santimetrekaresinde seçim zamanı açan zambaklar tarafından her yerde oynanıyor. Böyle yapanlara seçim sandığında bir tokatta sen at. Ama ben onlara içimden geldiği için “kimsiniz ulan siz!” diye haykırmak istiyor ve bunu da kendime bir hak olarak görüyorum.

Necasetten Taharet

“Necasetten taharet” ifadesini ilkokul yıllarımda öğrendim. “Pislikten temizlenmek” anlamına geliyor. Namazın şartlarından biri. Üzerinizde namazı bozan türde ve miktarda pislik varsa o namaz geçersiz oluyor.

Bir kitap okuyorum. Yazar, “Pislikten temizlenmek mümkün; ama pisliği temizlemek mümkün değil.” diyor. Ben, doğrusu, hiç böyle düşünmemiştim. Bu cümle, beynimde şimşeklerin çakmasına, zihni aydınlamaya yol açtı.

Necaset, pislik anlamına geliyor. Pis olan şeye de necis diyoruz. Necis olan şeyleri sayarak midenizi bulandırmak istemiyorum. Taharet de temizlenmek anlamlı Arapça bir sözcük.

Genel anlamıyla yok edilmesi, kendisinden uzaklaşılması gereken her şeye “pislik”  diyebiliriz. Bir gün oğlum, bana hak etmediğim bir tarzda ve durumda: “Baba bana niçin pislik muamelesi yapıyorsun?” demişti. Onun yaptığı bir benzetmeydi belki.  Ben bu kelimenin, onun zihnindeki anlam derinliği ile kullanıldığını bilmiyordum ve ilk defa duydum, öğrendim.

Pislik, pisliktir; gece gecedir. Zehir, zehirdir; acı acıdır. Sözü edilen şeylerin aslı böyledir. Orijini, kendisidir. Pisliğe pislik diye, zehre zehir diye kızılmaz. Onlar vardır ve olmalıdır. Onlar fıtratları gereği böyledir, bu ismi almıştır. Orijinlerini değiştirmek yani pisliği temizlemek, geceyi gündüzlemek mümkün değildir. Ancak zıtlarını egemen kılarak onlardan uzaklaşmak mümkündür. Nasıl gecenin korkusu gündüzse pisliğin korkusu da temizliktir. Onların korkularını dost edinirsek, pislik de gece de zehir de acı da düşmanımız olmaktan çıkar.

Temiz kalmak istiyorsak pislikten kaçınmalıyız. Peki pisliği dönüştürebilir miyiz? Bu, meşakkatli bir yol; uzun zaman, geniş mekan, aşırı kimyasal gerektirir. Toplumdaki pisliklere bakıyorum; üzülüyorum ve korkuyorum. Kendilerine hep zarar verdikleri halde bunun farkında değiller, çevrelerine zarar verdikleri halde bunu kabullenmiyorlar. Eserleri; sıkıntı, göz yaşı, kaos, huzursuzluk, endişe, kan ve ölüm. Ürettikleri, gıdaları olmuş, onları besliyor, onlar da doymaz bir iştahla aynı ürünleri vermeye devam ediyorlar. Bir de utanmadan övünüyorlar. Bu tür pislikleri her mekan ve zamanda görebilirsiniz; pislik, evrenseldir. Hiçbir pislik, bir başka pislikten iyi değildir, hiçbir terör veya teröristin bir diğerinden iyi olamayacağı gibi.

Pislikten temizlenmek için yaşadığımız an, en iyi vakittir. Geç kalmış değiliz. Bedenimizdeki, ruhumuzdaki pislikleri tespit edelim ve temizleyelim. Sonra, etkilenmemek için bunlardan, en uygun araçlarla kaçalım. Bu araçlar; su olabilir, kimyasal olabilir, dua olabilir, tefekkür olabilir. Kendimize güveniyorsak pisliği dönüştürelim. Bu süreç, yüksek bir irade ve nebevi bir sabır gerektirir. Kendine güvenen çıksın yola. Tarihte bunun örnekleri az.

Pisliğe niçin pisliksin diye kızmayalım. Bu, zaman kaybıdır. İşimiz, şimdilik “necasetten taharet” olsun.

Ontoloji ve Bilişim Üzerine 2

Ontoloji ve Bilişim Üzerine 1 başlıklı yazım hakkınca ciddi yapıcı eleştiriler aldım.

Ontoloji; varlık bilmi, var oluş ile varlık ilişkisini elen alan bir disiplin. Ontolojik yaklaşımlar ve anlamsal web hayatın bir çok alanı ile birlikte iş yapış şekillerimizi de değiştirecek.

Uzmanların ontoloji tariflerini aşağıdaki alıntılarda görelim:

Ontoloji, bir bütün olarak varlığı ele alan ve varlığın en temel niteliklerini inceleyen bir felsefi disiplindir. Metafiziğin bir dalı olarak geliştirilen ve metafizik yapısını değiştirmeksizin çeşitli anlamalarda kullanılan ontoloji deyimi, duyu dışı ve özdeksiz bir varlık tasarımının temel yapısını, türlerini ve biçimlerini inceler.  (Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1994, s. 439)

Disiplinin temel sorunu, “varlığın ne olduğu” dur. Diğer ontolojik sorular ise şu şekilde sıralanabilir: Varlık nedir? Varoluş nedir? Fiziksel nesneler nelerdir? Bir fiziksel nesnenin var olduğu söylemini kanıtlamak mümkün müdür? Bir nesnenin özellikleri veya ilişkileri nedir ve bunlar nesneyle nasıl ilişkilidir? Var oluş bir özellik midir? Bir nesne ne zaman yok olur, ne zaman değişir? (Varlık Bilimi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Ontoloji )

Epistoloji de bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen bir felsefe dalıdır. Bilgi felsefesi olarak da adlandırılır.

Son günlerde sıkça duyduğumuz akıllı web servisleri, yapay zeka, hibrit yapılar, mobil cihazlarda oluşturulan bir çok özellikle birlikte bireylerin gözlerini kamaştıran farklı cihazların üretilmesi,  bilişim dünyasının nereye doğru gideceği noktasında bize ip uçları veriyor. Değişimi kabullenip sürekli öğrenmeye alışmayanların gelişmeleri yakalaması daha da zorlaşacak.

Bu değişimler hızlı bir şekilde devam ediyor ve devam edecek. 20 yıl önce internete erişne insan sayıs azdı, hız yavaş olduğu için internet siteleri tek yönlü ve yok basit yapılı idi. Toplumun internet deneyimi bilgi edinmek amacıyla ziyaret edilen sayfalardan ibaretti.

Web’deki değişmeler ve yaklaşımları özetleyecek olursak:

Web 1.0: İnsanları internetle ve web siteleri ile tanıştırdı.

Web 2.0: 2004 yılında kullanılmaya başlanan, muhtevasını kullanıcılarının oluşturduğu, kullanıcıyı merkeze almaya başlayan, onların youtube, facebook, twitter, MySpace, friendfeed, Flickr, LinkedIn, Amazon Wishlist vb. sosyal ağlarla münasebetini sağlayan bir ara dönemdir diyebiliriz.

Web3.0:  Webin yapısı ve felsefesi tamamen değişiyor.  Yapay zekası olan, sizi tanıyan, arama moturunda yazılan kelimelerden ne aradığınızı tahmin eden ve ona uygun içerikler getirip sizi doğru hedeflere yönlendirebilen sistemler.

Amaç hedeflere yönelik size özel bilgileri size sunmak. Bir konu üzerine arama yaptırdığınızda o konuya uygun sizi yönlendirici linkler ve bilgiler geldiği gibi, o konuya uygun size özel bilgiler de gelecek. Kısaca web bizim ne yapmak istediğimizi, ne aradığımızı bilecek ve ona uygun yönlendirici, hedefe yönelik bilgileri getirecek.

Bu yapı sadece açık web servisleri için değil, kurum içi portal ve intranet yapılarda da kurumsal kullanıcıların bilgilere yapısal ve hedefe yönelik ulaşmasını sağlayarak verimli bir iş ortamının oluşmasına yardımcı olacaktır.

Semantik web (anlamsal web) kurumlara ciddi yararlar sağlayacaktır. Uzmanlar yapılan araştırmaların yeni web ve diğer internet ve portal türü projelerin %75’i ontoloji (akıllı veriyi oluşturmak için gerçek hayatın modellediği bir yapıya uygun tasarlanan) tabanlı olacak. Semantik web için bu yönleriyle webin geleceği denilebilir.

Bir firma için en önemli şey bilgidir. Eğer firma ham bilgi yerine yorumlanmış hedefe uygun bilgiye ulaşırsa işi kolaylaşır. Ayrıca firmalar için doğru bilgiye hızlı ve güvenilir ulaşmak çok önemli.  Mevcut yapı yetersizdir. Mevcut yapının handikapı  aşırı bilgi yoğunluğu (gerekli gereksiz bilgilerin olması), aramaların sonucunda  istenileni karşılayamaması ve güvenilir bilgiye ulaşılamaması sonucu verimsizlik. Bütün bu sorunlar semantik web ile çözülecek.

Özellikle firmaların iş geliştirme , strateji ve karar destek sistemlerini yürüten bölümleri semantik web kullanarak işlerini daha yapısal ve verimli hale getirebilirler.  Bunu yapmak için ise verilerin anlamlı şekilde saklanması gerekiyor.

Mevcut yaklaşımda insanlar var olan bilgileri ilişkilendirip, üzerinde çalışma yapıp, karar vericilere sunuyorlar. Yeni anlayışta bilgisayarlar tarafından yorumlanıp en optimum güvenilir bilgi karar vericilere ve bizlere sunuluyor olacaktır. Bu durumda hem zaman kazancı var, hem de güvenilir bilgiye çabuk ulaşıldığı için karar vericiler firma adına kritik konularda daha hızlı ve isabetli karar verebileceklerdir.

Verinin anlamsal olarak depolanablmesi için önerilen XML (Extensible Markup Language) benzeri OWL ( Web Ontology Language) dili kullanılmasıdır. OWL anlamsal web’in bir parçasıdır. Anlamsal web, dağıtık bir yapıda olduğu için OWL belgelerinde sunulan bilgiler de dağıtık kaynaklardan okunabilecek/işlenebilecek düzende olmalıdır. OWL belgelerinin yanlış yorumlanmaması için düzgün bir sözdizimine ihtiyaç vardır. OWL formatı RDF(Resource Description Framework) formatından türetilip geliştirilmiştir.

Ontolojik yapıda bilgi gösterme veya malumat ifade etme  (knowledge representation) modeli daha farklı. Mesela ” Fatih Sultan Mehmet’in arabası hangi markadır” diye bir soru sorulduğunda ” Fatih Sultan Mehmet zamanında araba icat edilmemişti” diye bir netice alabilirsiniz.

Semantik web ve Ontolojik yaklaşımların gelişmesi ile birlikte bu alanda farklı uygulamalar görmeye başlayacağız. İş süreçlerinde, özellikle de B2B , e-ticaret alanında hem firma içi hem firma dışı ciddi değişimler göreceğiz. Web ortamında özellikle bilgiler arasındaki ilişkiler sağlanarak ve bu bilgilerden anlamsal ilişkilerin çıkarılmak suretiyle, önemli katma değer üretecek verilere ulaşılacaktır. Bu bilgi, mevcut karar destek mekanizmalarından gelen bilgiden daha güvenilir olabilecek. Yeni hizmet biçimleri ortaya çıkacak, yeni iş yapma biçimleri göreceğiz.

Önümüzdeki günlerde semantik web, web 3.0’ı çok duyacağız. İnternet yeni yerlere yelken açmış gidiyor. Bu yolculukta deniz tutmaması için ve sağlıklı bir yolculuk yapmak için ilaçlarımızı almayı unutmayalım.

Kaddafi Pabucu Yarım, Çık Dışarı Domino Oynayalım

Şahsen ABD‘nin her taşın altından çıktığına ve her işi becerdiğine iman eden Abdünamerika kullarından değilim. Fakat kotardığı filimleri de hepsi birbirine benziyor diye görmezden gelecek değiliz.

Kıbrıs‘ta kurtuluşunun üzerinden daha çeyrek asır geçmemişken tecavüzcüsüne “Yes be annem” dedirtebilmeyi % 70 oranında Soros’lanmış, fonlanmış STK ve sendikalara borçluyuz.

Tunus I. Çinko derken yine yemlenmiş sivil oluşumları ve sendikaları kastetmiştik. Mısır Tombala, hakeza.. Tuhaftır, diktatörlerin ordusu diktatörlere karşı halkın safında.

Gelelim fasulyenin faydalarına. Ortadoğu’nun cetvelle turşusunu kuran İngiltere. O sıkıştırılmış turşuyu Genişletmek ve coğrafyadaşlarımızı BOP’latmak isteyen ise Amerika.

22 ülkeyle oynayacaksanız dominoyu tavsiye ederim. Tunus, Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn, Cezayir, Fas, İran, Arnavutluk.. Ya reform, yenilik deyip günü kurtarıyorsunuz ya da kalabalıklar sizi yönetme derdinden kurtarıyorlar.

Bu arada yol kazaları da olmuyor değil. Fazla LPG alan halkımız Barzani ve Talabani‘ye bile eylemi koymuş. Üzüm üzüme baka baka, makinist; burayı keselim!

Maçın en heyecanlı geçecek Tebriz – Tahran sahnesindeki “Rehber Kuran, hedef İran” sloganlarını duyar gibiyim. Plase; Afganistan, sürpriz; Pakistan.

Emeğe saygı prensibimizdir. Kaddafi denen manyaktan ben bıkmıştım Libyalılar bıkmamıştı. Bi baktım 42 sene olmuş. Ömrüm o sayıya eremediği halde canımda dünyadan bir bezginlik var. Ama Deli Muammer ve Cemahiriyesinde tık yok. Bu babda Trablus ve Bingazi‘deki sendikaların aldığı dolarların hakkını vermesini beklemem de kahve fincanı hatırım olsun.

Gelelim dominonun son taşına. Bizim 9,5 asırlık Şark Sorunu olmuş Medeniyetler İttifakı. Bedirhanlarla başlayan 1,5 asırlık Mezopotomya aşiretlerinin Batı kırbacıyla zıplaması sorunu olmuş Kürt Sorunu, kimlik ve anadil sorunu.

Kırmızı Bayraklı Kız‘ı uyarıyorum; şu babaanne rolündeki Anglosakson tipi değiştirin dedim değiştirmişler, yerine Kız‘ın akrabalarından namazlıniyazlı tipleri serpiştirmişler. Filmin sonu hikâyeden farklı olabilir.

Sanırım bu yaz çok sıcak geçecek. Ama ben en çok sonbahardan korkuyorum. Seneye okullar başladığında ‘Dakka 1, Gol 3′ olabilir. Bir Koyup Üç Alma Partisi‘nin (BKÜAP) yeni transferleri Beşiktaş‘ınkilerden daha gıcır. Liboşu, etnoşu, dinoşu, devrimoşu o kahvehane senin, bu kıraathane benim okeye dönüyorlar.

Bremen Mızıkacıları kadar kaliteli ve nitelikli bir ekip. Ah, ah; keşke kahvehane alışkanlığımı ve oyun oynamayı bırakmasaydım.

Hep Hakkı Bulut‘un yüzünden..

Özlediğim Türkiye

Bir Türkiye özlüyorum; asrı saadet gibi, ebedi Faziletlerin, kavi imanların, temiz vicdanların hüküm sürdüğü bir Türkiye.

Bu Türkiye’nin insanları, kelimenin tam ve hakiki manasıyla insan olsun. Geceden başka karanlık gök gürlemesinden başka gürültü görmesinler, duymasınlar.

Öyle Bir Türkiye özlüyorum ki: orda gençler deli denizler gibi dalgalanıp coşsunlar. Mukaddes bir davanın peşinden koşanlar olsunlar. Allaha inansınlar küçük dalgaları dalga geçmeyi, kaldırım sevdasını bıraksınlar. İman denizlerinin büyük dalgalarında, sonsuzlukta kaybolsunlar. Varolsunlar Büyük davalarda davalansın ulvi sevdalarla sevdalansınlar. Orada gençler, orada gençlik imandan kaleler gibi, canlı hisarlar gibi dimdik, dipdiri dursunlar. Bu kaleyi bu hisarı hiçbir kuvvet aşamasın. Onların temiz kalplerinde Allah – Millet – Vatan sevgisinden başka sevgi yaşamasın.

Beti benzi sararmış, gözlerinin altı morarmış, sarsak, çarpık, titrek, başlamadan bitmiş bitmeden tükenmiş gençler. Ağızları rakı, ayakları ter, pislik kokan gençler olmasın bizim Türkiye’mizde.

Gençlik korkunç bir boşluğa atılmış kimi kahvelerde zaman öldürüyor, kimi hayatı rakı şişesinde görüyor. Meyhanelerde varlığını kadeh kadeh içip kendinden geçip tüketiyor hayatını.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki: Bu alemde analar “kocakarı”, babalar “moruk” çocuklar “zamane çocukları” olmasınlar. Nesiller birbirini tanısın, anlasın birbirini sevsinler.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki: Orada idarecilik müderecilik halinden çıksın. Memur amirine ast üstüne bir köle, bir uşak gibi değil, vazife aşkıyla gönülden bağlansın. Amirler, üstler hükmetmesin sadece Allahın vicdanın kanunun hükmünü yerine getirsinler.

Zira gerçek hüküm Allah’ındır. Herkes bütün insanlar, kendilerini aşan kendilerinden üstün hakim kadir her yerde her zaman hazır ve nazır olan rahman ve rahim olan Allahın varlığını kabul etsin. Daima her yerde her şeyde onu görsün, onu bilsin bütün başlar sadece ve sadece onun huzurunda eğilsin. Memurlar, amirler asliyetlerini, maaşlarına göre ayarlamasınlar. Hiç kimse aslını saklamasın bir santim yükselmek için bir metre eğilen başlar baş olmaktan çıksın. Baş yerini ayağa terk etmesin, söz ayağa düşmesin dalkavukluğa, riyaya insanları putlaştırmaya giden bütün yollar kapansın.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki; Orada siyasi partiler patırtı yapmasın, birbirlerine çamur atmasın, birbirlerine küsmesin seçimlerde,, sen asilsin, sen büyüksün sana inanıyoruz, sana güveniyoruz sen ne istersen onu yapacağız gibi sözlerle milleti kandırıp hileye sapmasınlar oy avcılığı yapmasınlar.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki: orda adalet orada demokrasi, Hz. Ömer’de tecelli ettiği gibi etsin. Kanunlar az fakat öz olsun. Yabancı memleketlerden roman tercüme edilir gibi, edilmesin. Yabancı ve yalancı yollardan gidilmesin. Halkın dininden halkın vicdanından, halkın içinden çıksın. Kanunlar hak nizamına uygun olsun mahkemelerden “bugün git, yarın gel” levhası kalksın.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki; orada serveti hiç kimse, hiçbir vesile ile şerre alet etmesin. Paraya ve paralıya tanınan sonsuz imtiyaz kaldırılsın, herkes alnının terini elinin emeğini yesin. Sefahat ve sefalet yan yana yürümesin kimse mala mülke ebedi imiş gibi sarılmasın onu Allahın bir nimeti bilsin ve o yolda sarfetsin.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki: Orada mili eğitim, orada okullar terbiye ve telkin müesseseleri cemiyete faydalı insanlar yetiştirsinler. Diplomalı cahiller değil hocalar gerçek mürşid öğrenciler gerçek mürid olsunlar. ” Beşikten mezara kadar ilim” ilim senin kaybolmuş malındır”. ” Bana bir kelime öğretenin kırk yıl kölesi olurum” sözlerinin kutsiyetlerini bilsinler.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki; orada âlimler zalimlerle birleşmesin politikacıların, paracıların, istifçilerin Kirli maksatlarına hizmet etmesinler. Âlimler hakikate, sanatkarlar güzele kanunlar hakka sadık kalsınlar.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki; Orada kafa çekilmesin, uyuşturucu çekilmesin, bıçak çekilmesin, tapanca çekilmesin, nutuk çekilmesin.

Öyle bir Türkiye özlüyorum ki; Orada gazeteler medya, orada kitap, orada hitap, hakka hakikata uysun. Fertler değil, dertler konuşsun. Korkak alçak politikacılar değil mertler konuşsun. Ağızlar ceplere bağlı olamasın, cepler açılınca açılmasın. ” Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisinin altında kimse kalmasın. Yazanlar yayanlar şeytan değil, insan olsunlar. Kar hırsı, şöhret hırsı, politika hırsıyla hareket etmesinler. Hakka halka dayansınlar ikiyüzlü paraya tapmasınlar ruha, kalbe, akla hitap etsinler.

Öle bir Türkiye özlüyorum ki; Bayrağımız gönderde sonsuza kadar dalgalansın. Vatan bölünmesin, PKK terör örgütü belasından kurtulmuş olsun. Birlik, beraberlik, kardeşlik, hoşgörü hüküm sürsün. Üniversiteleri dünya üniversiteleri arasında sonuncu olmasın sıralamada 1. sıralarda üniversitemiz olsun.

Türkiye Cumhuriyeti devleti Avrupa Birliği değil Türk Birliğini kursun.

 

 

 

 

 

 

 

Eş’den İbadet İzni

0

Gün geçmiyor ki, gazetelerde kadınlara karşı işlenen korkunç cinayet haberleri yer almasın!

Maalesef, bu cinayetleri işleyenler; umumiyetle hunhar bir şekilde katledilen kadınların ağabey, baba ve koca gibi en yakınları olarak karşımıza çıkmaktalar.

Yazık ki, şahsi, menfi ve olumsuz namus anlayışından ötürü; hiç hakları olmadığı halde ellerini kana boyamaktadırlar!

Nerden ve kimden alıyorlar bu hakkı? Kendilerini nasıl hem savcı hem hakim hem de ceza uygulayıcısı durumuna sokuyorlar?

Diğer ülkelerde olduğu gibi, kadınlarımız sanki namlunun ucunda! En ufak sebep ve bahanelerle onların canına kıymak isteyenler; her zaman ve her yerde karşılarına çıkabiliyor!

Bu feci cinayetler; dinsel namus, mefhum ve kavramı; yanlış anlayan ve yorumlayan kişilerce işleniyor, hem de gözlerini hiç kırpmadan! İşte bu bakımdan, bilhassa Müftü ve İmam efendilere;  halkı bu hususlarda aydınlatmaları için, büyük ve hayati bir görev ve sorumluluk düşüyor.

Çünkü, Nisa suresi, kadın haklarından söz ediyor. Kadınlara nasıl muamele edileceğini anlatıyor. Kadınların kendilerine ait malları ve kazançları istedikleri gibi idare edebileceklerini nazara veriyor. Karı-Koca arasında anlaşmazlık hasıl olduğunda; bunun nasıl giderileceğini gösteriyor. Ayrıca kadınlara insaf dairesinde hareket edilmesini tavsiye ediyor.

Zira, Hz. Peygamber: “Sizin en hayırlınız, hanımlarına en iyi şekilde davranandır.” Diyor.

Hz. Mevlana da, şu anlamlara gelecek tarzda diyor ki: “Cahil koca, hanımına galebe eder. O’na galip gelir. Yani haklılığını, sadece kaba kuvvetine dayanarak sağlar. Kamil ve olgun bir koca ise eşine mağlup olur. Yani ille de benim dediğim olacak diye diretmez. Haklılığını ikna yoluyla temin etmeye çalışır.”

Bir bakıma galiptir bu yolda mağlup, demek istiyor.

Kaldı ki, kadınlar mübarektir. Karşılıksız şefkat kahramanlarıdır. Üstelik “insanın en birinci üstadı ve te’sirli (en etkili) muallimi (öğretmeni) onun validesi (annesi)dir.”

Fakat ne hazindir ki, bu vasıflarla donatılmış olan nisa taifesi, zalim erkeklerin kötülüklerinden layıkı veçhile korunmuş; zalim erkeklerin tahakküm ve baskılarından tam olarak emin ve kendilerini güven ortamında bulmuş değiller!

Çünkü, insanın, hususan müslümanın sığınağı ve bir çeşit cenneti ve küçük bir dünyası sayılan aile hayatı; zaman zaman bozulma tehlikesine maruz kalmaktadır. Bu durumlar karşısında kadınların ahiret saadetleri gibi, dünya saadetleri de İslam dairesi içindeki din terbiyesinden geçmektedir. Keza yaratılışlarındaki yüce seciye ve ahlaklarını bozulmaktan kurtaracak olan da, yine İslami din terbiyesidir.

Hem aklı başında bir adam, eşine karşı duyduğu sevgisini, beş on senelik geçici dış güzelliğine dayandırmaz. Aksine, kadınların en güzel tarafı olan şefkat ve kadınlığa mahsus huy güzelliğine sevgisini bina eder. Çünkü hanımı yaşlansa bile, ancak bu şekilde kocasının ona karşı muhabbeti devam eder.

Çünkü, ancak bu suretle, eşi yalnız dünya hayatındaki geçici bir arkadaşı olmaktan çıkar; ebedi ve sonsuz hayatta da onun eşi olarak kalmayı hak eder. Üstelik; eşi ne kadar ihtiyarlarsa ihtiyarlasın, ona karşı sevgisi eksilmek bir yana, giderek artar bile.

Şüphesiz, her şeyde olduğu gibi, hanımlarına en iyi davranan ve bunun da en güzel örneğini sergileyen ve dünya durdukça de sergilemeyi sürdürecek olan İki Cihan Güneşi  Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır. Nitekim: İbni Ömer Radiyallahu Teala anhümadan şöyle mervidir (rivayet edilmiştir ki): Ben Hazreti Aişe radiyallahü teala anhaya sordum ki, Resuli Ekrem’in görmüş olduğun en acip bir halini bana bildirir misin? Hazreti Aişe ağladı, sonra buyurdu ki: Resuli Ekrem’in her hali acip idi. Bir gece yanıma teşrif etti, döşeğime girdi, hatta mübarek cildi de cildime dokunuvermişti ki: Ya Aişe: Bu gece Rabbimin ibadetiyle meşgul olmama izin verir misin? diye buyurdu. Ben de dedim ki: Ya Resulallah! Ben senin şerefi kurbiyetini (yakınlığını) elbette severim, fakat senin arzuna riayeti (arzuna uymayı) da çok isterim. İbadetle meşgul olabilirsin. Bunun üzerine Resuli Ekrem kalkıp abdest aldı, sonra namaz kıldı ve Kur’anı Kerim’den okuyarak ağladı. Göz yaşları mübarek dizlerine yetişmişti. Sonra oturdu, Cenabı Hakk’a hamdüsenada (övgüde) bulundu, yine ağlıyordu. Sonra ellerini kaldırdı yine ağladı. Hatta mübarek göz (yaş)larının yeri bile ıslattığını gördüm. Müteakiben (az sonra) Bilali Habeşi geldi, sabah ezanını okuyacaktı. O da Resuli Ekrem’i öyle ağlar bir halde görmüş ve demişti ki: Ya Resulallah! Sen de ağlar mısın ki, Allah Teala senin için geçmiş ve gelecek günahlarını mağfiret buyurmuştur. Bunun üzerine Resuli Ekrem Hazretleri de şöyle buyurmuştur: Ya Bilal! Ben Allah Teala’nın bir abdi şeküru (çok şükreden bir kulu) olmıyayım mı? Ben nasıl ağlamıyayım ki, bu gece bana “İnne fi halkı’s-semavati ve’l-ard…/ Şüphe yok ki göklerin ve yerin yaratılışında…” (Al-i İmran -190) ayeti kerimesi nazil oldu (indi). Artık yazıklar olsun o kimseye ki bu ayeti kerimeyi okur da onda tefekküre dalmaz. (Kur’anı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve Tefsiri, cilt:1, Ömer Nasuhi Bilmen, İstanbul – (Tarihsiz) s: 521-522)

Velhasıl; ibadet için bile eşinden izin alan bir peygamberin ümmeti olanlar; nasıl bir zatın izinde olduklarını, asla unutmamalı! Ne yapıp edip, O Peygamber’e layık olmaya çalışmalı.

Ve “bilhassa, kadınların safiyetinden istifade ederek aldatıcı kimselerin çok olduğu bu karışıklık devrinde” erkekler; çok dikkatli olmalı. Eşlerinin üzerine a’zami derecede titremeli. Onların yanlış bir adım atmalarına, işte bu şekilde engel olmalıdırlar.

    

 

 

Devşirilmiş İhanet

Türkiye’nin ve dolayısıyla Türk milletinin üzerinde bir çok oyun oynanıyor.

Bu oyunların geniş bir coğrafya ile ilgisi var. Dünün emperyalistleri bu günün küreselcileri ; sömürü düzenini, yarattıkları algı ile istedikleri gibi genişletmek ve sürdürmek istiyor.

Uzak ve yakın çevremiz ile ülkemizde cereyan eden olayların ana sebebi bu olayları kurgulayanların menfaat savaşıdır.

Tunus’ta, Mısır’da ve diğer ülkelerde devrilen ile yerine gelen farklı isimlerde olsa devam eden aynı sistemdir. Libya, Bahreyn, Yemen, İran ve nihayetinde Irak’ta meydana gelen olaylar aynı amaca yöneliktir. ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi Ricciardone ile AKP’liler arasındaki atışma toplumda yükselen ABD karşıtlığını azaltmak için yapılan yeni bir kayıkçı kavgasıdır.

Burada önemli olan, kurgulanan olayların sıradan bir insana ve ortalama insan topluluklarına anlatılış şekli ile yaratılan algıdır. Böylelikle insanlar olaylara daha insancıl olarak yaklaşmaktadır.

Şu an bizim gözümüzde Mübarek eli kanlı bir diktatör, yerine gelen ise demokrasi havarisi bir Mısırlıdır.

Ülkemizde de, medya ve sözüm ona aydınlar eliyle, gelişen olaylarla ilgili bir algı yaratılmakta ve halkın zihni bu yolla kontrol altına alınmaktadır.

Türk halkı, iç ve dış olaylara, kontrol altına alınmış zihninin imkan verdiği ölçüde bakabilmektedir.

Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı sorunlara baktığınızda bunların başlıcalarının; YÖK, başörtüsü, müslüman cumhurbaşkanı seçimi, HSYK, Anayasa Mahkemesi, Ergenekon ve Balyoz davaları, Anayasa referandumu, AB, PKK ve kürt açılımı, sıfır sorunlu dış politika gibi konular olduğunu görürsünüz.

Bu ve bunlara benzer tüm  konularda, suni olarak yaratılan algı nedeniyle zihni kontrol altına alınmış Türk halkı, kendi menfaatlerini koruma yönünde göstermesi gereken refleksleri gösterememiştir.

Buraya kadar her şey normaldir. Bir takım güçlerin Türk milleti ve Türkiye üzerinde planları ve emelleri olabilir. Bunu doğal karşılamak lazım. Ancak sizde millet olarak varlığınıza yönelmiş bu çalışmaları bertaraf etmek için tedbir almanız gerekir. İşte bu noktada sıkıntı vardır.

Türk milleti kendisine yönelik tehditleri, bırakın savuşturmayı bunları tartışamaz hatta konuşamaz durumdadır.

Oysaki; Türk milleti tarihi günler yaşamaktadır. Sapla saman, at izi ile it izi birbirine karışmıştır.

Bunun en büyük sebebi toplumun her katmanında bilerek veya bilmeyerek ihanet çukuruna saplanmış insanların varlığıdır.

Türk milleti ile tarihi bir hesaplaşmanın adımını atanlar bu sefer herhangi bir boşluk bırakmamak için sokaktaki çöpçüyü, mahalledeki esnafı, camideki imamı, üniversitedeki profesörü, fabrikadaki işadamını, mahkemedeki hakimi, otobüsteki şoförü, tarladaki köylüyü, denizdeki balıkçıyı, okuldaki öğrenciyi, sahadaki futbolcuyu, dizideki manken gibi bir çok aramızda yaşayanı ihanet tuzağına düşürmüş olabilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık sebebi olan Kurtuluş Mücadelesi süresince, Türk milletinin uğradığı ihaneti başta Atatürk’ün “Nutuk”u olmak üzere o dönem yazılmış eserlerin bir çoğunda görüyorsunuz.

Onun için etrafınıza şöyle bir bakın, insan kılığına girmiş iblisleri belki göreceksiniz. Yoksa bu kadar çaresizlik hissetmezdiniz.

İşte bu yapımızı gören iç ve dış ihanet şebekeleri, coğrafyamızın tamamında, devşirdiği insan müsveddeleri ile boğazımızı sıkmaya çalışıyor. Tıpkı 1918 – 1922 yıllarında olduğu gibi. Suçu sadece bazılarına atmak emin olun haksızlık olur.