7.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1145

Türkiye Liberallerinin Milli Birlik Endişesi

0

Mehmet Barlas, ATV’ de Sayın Başbakan Erdoğan’a ilginç bir soru sordu. Ak Parti’nin milliyetçi bir söylemde bulunduğunu, bu söylemin Ak Parti’yi MHP’lileştirdiğini söyledi. Barlas’ın bu sorusu, Başbakan’ın milli birlik ve kardeşlik politikalarına, liberal kesimlerin yönelttiği eleştirilerin bir muhassalası niteliğindedir. Bilindiği gibi kimi liberal yazarlar, öteden beri Ak Parti’yi milliyetçi ve muhafazakâr bir siyaset izlemekle suçlamaktalar.

Hatırlanacağı gibi daha önce de Sayın Başbakan Türkiye’nin milli birliğine vurgu yaptığında ve Ermeni soykırım ithamlarını, Türkiye vatandaşlarına hakaret kabul ettiğini söylediğinde, birçok köşe yazarı tarafından eleştirilmişti. Bu kesimler, Türkiye’nin Osmanlı coğrafyasıyla ilgilenmesini, eksen kayması olarak değerlendirmişlerdi. Alkol ve uyuşturucu maddelerden gençleri korumak için yasal tedbirlerin alınmak istenmesini muhafazakârlaşma tehlikesi olarak görmüşlerdi. Arap ülkesi halklarının Türk bayrağıyla gösteri yapmasını ve Türkiye’nin bunları teşvik etmesini de millileşme siyaseti izlemesi olarak tanımlamışlardı, eleştirmişlerdi.

Ak Parti’nin milliyetçi bir politika izlemekle itham edilmesi ve suçlanması, kendi içinde ciddi çelişkileri barındırmaktadır. Ak Parti’ye yöneltilen bu eleştirilerin anlamı ve amacı üstünde durmak gerekir. Milli birlik ve beraberlik siyaseti, bu eleştiriyi yapanlarca bir sorun olarak görülmektedir. Bu gruplara göre Ak Parti, liberal bir partidir, liberal bir partinin milli birlik ve kardeşlik politikası izlemesi doğru değildir. Milliyetçi yani milli birlik ve kardeşlik siyaseti izleme, MHP’lileşmek anlamına gelir. Türkiye’deki tek milliyetçi parti MHP’dir.

Önce birinci sorun üzerinde duralım. Milli birlik, beraberlik ve kardeşlik siyaseti, aslında ülkesini yöneten bir siyasi partinin anayasal, kültürel ve tarihsel görevidir. Siyasi Partiler Kanunu ve Anayasa bu konuda açıktır. Tarihte kendi ülkesinin milli birliğini, kardeşliğini ve bütünlüğünü esas almayan resmi bir iktidarın örneği de yoktur. Bundan dolayı, Ak Parti’nin Türkiye’nin milli birliğini ve bütünlüğünü savunmasında ve bu konuda özgün bir siyaset izlemesinde yadırganacak bir durum yoktur. Anlaşılan Ak Parti’yi bu manada suçlayan liberal kesimler, bir ülkenin resmi iktidarının esas görevinin ne olduğunu bilmeyecek kadar uçuk görüşler taşımaktadır.

Dünya’da bilinen aşırı liberal ve aşırı sol hareketlerin yönettikleri ülkelerin siyasetlerini bu duruma örnek gösterebiliriz. Aşırı liberalizme örnek ABD’nin demokrat yönetimleridir. Barack Obama’nın seçim zaferi konuşmasını, Ak Parti’ye liberalizm adına eleştiri yapanlara hatırlatmak isterim. Malum konuşmada, hatırlanacağı gibi Obama, ABD’nin kurucu başkanlarına, onların ilkelerine ve ABD’nin milli gücüne olan bağlılığını dile getirmişti.

Rusya’da komünistlerin ihtilaldan sonraki politikalarını da aşırı solun siyasetine örnek gösterebiliriz. Lenin, Stalin ve müteakip komünist liderler, Rus çarlığını yıktılar, ancak Rusya’nın tarihi gücünü, emperyal siyasetini ve milli birliğini korudular, zamanımıza kadar taşıdılar. Yani aşırı sol fikirlere ve siyasetlere mensup iktidarlar, yönettikleri ülkelerin milli birliğini, beraberliğini ve etki alanlarını muhafaza etmeyi her zaman temel görev bilmişlerdir.

Yukarıda belirtilen iki örnekte görüldüğü gibi, milli birlik siyaseti, ne liberaliz diyen iktidarların nede sosyalistiz diyen iktidarların ihmal ettiği ve terk ettiği bir siyasettir. Çünkü bütün ülkelerin iktidarlarının tabiatında yönettikleri toplumun milli birliğini, kardeşliğini ve başka ülkelere karşı haklarını savunmak temel esastır. Ak Parti’nin bölücü, terörist hareketlere karşı izlediği politika budur. Türkiye’nin tarihi etki alanlarına açılması ve bu manada etkili bir dış politika izlemesi, yani Balkan, Kafkas ve Arap ülkeleri toplumlarının beklentilerine yönelik bir çaba içinde olması tabii bir durumdur. Bu manadaki açılımlar eksen kayması değildir, Türkiye’nin tarihi sorumluluklarının bir gereğidir.

Milli birlik ve kardeşlik siyasetinin sadece bir partiye hasredilmiş olmasının sosyolojik bir temeli de yoktur. Milliyetçilik ile ırkçılık, ötekileştirmecilik ve ayrımcılık biri birine karıştırılmaktadır.  Milliyetçilik bir ülkenin siyasal sınırları içinde yer alan bütün fertlerin ve grupların ortak refahını, güvenliğini ve küresel çapta temsilini esas alan bir siyasi söylemdir. Ülke vatandaşları, farklı ana dillere, farklı dini inançlara, farklı etnik kökenler mensup olabilirler. Bu durum onları ortak bir siyasi düzenin yani devletin parçası olarak görmeye mani değildir.

Amerikan milleti söylemini bu duruma örnek gösterebiliriz. ABD’nin liberal demokrat başkanı Obama’nın en sık kullandığı deyimlerden birisi Amerikan milleti kavramıdır.  Bu ifadeyi kullanırken de milletin çıkarından, bütün dünyaya öncülük etmesinden, Amerikan milletinin düşmanlarından ve Amerika’nın tarihi sorumluluklarından bahsetmektedir. Hâlbuki Amerikan halkı birçok farklı, ırka, etnik gruba, dine ve inanca mensup insanlardan oluşmaktadır.  Çok farklı etnik gruba mensup olan Amerikan vatandaşları bir millet olarak kabul edilmektedir. Bu millete de Amerikan milleti denmektedir.

Yukarıda verilen örneklerden anlaşılacağı gibi, liberalizmin beşiği kabul edilen ABD, kendi milleti için milliyetçilik yapmaktadır.  Çünkü liberalizm bir millete yasal olarak mensup olan insanların kişisel ve grupsal haklarıyla alakalı bir kavramlaştırmadır. Bu haklar kimi zaman ekonomik, kimi zaman dini, kimi zaman kültürel ve kimi zaman etnik aidiyetlere ait haklar olabilir. Ancak bu hakların verilmesi ve kullanılması milleti ortadan kaldırmaz. Bu hakları vatandaşlara vermek milli birlik ve beraberliğin bir gereği de olabilir. Zaten millet kavramı özü itibarıyla birlik ve beraberliği bünyesinde taşımaktadır.

Bir Ölenin Ardından

“Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı.” şarkı sözünü bilmeyen yoktur. Ölüm, yasa; ayrılık, kader… Her varlığın ortak kaderi.

Ayrılık, gurbeti; gurbet garipleri ortaya çıkarıyor. Ölene de “ölü” deniyor. Ölmek, kaçınılmaz ve korkunç gerçek, insanoğlu için. En sevimliler bile “ölü” sıfatını alınca ürkünç olabiliyor. Bir ölüyle yaşamak, belki en ıstıraplı hayat.

Ayrılıp gidenin de ölenin de arkasından çok laf edilir. Her laf, bir değerdir, değerlendirmedir. Bu değerlendirmeler hem söyleyenin hem de hakkında söz söylenenin aynasıdır. Bunda objektiflik, tutarlılık aranmaz; çünkü bulunmaz.

Kaçınılmaz gerçeğin kapanına siz de bir gün tutuldunuz. Arkanızdan insanlar ne söyleyecek, hiç bunu düşündünüz mü? Yaşadıklarınız, düşündükleriniz, etkiledikleriniz, dost ve düşmanlarınızla birlikte çevreniz hep konuşulanlar kapsamında olacak. Şu veya bu nedenle sizi sevenler vardı; onların söyleyecekleri şüphesiz iyi yönde olacaktır. Bu kapsamın dışında kalanlar ne diyor? Onlar hangi ölçüye göre konuşuyor? Kullandıkları ölçü ile söyledikleri arasında tutarlılık, inandırıcılık var mı? Varsa, söyleyenler samimidir, söylenenler ciddiye alınmalıdır.

Türkiye bir değişik ülke. Bu ülkenin kültür dokusu da farklı. Bizde insanlar hep öldükten sonra kıymetlenir. Kaçan balık büyüktür veya ölen hep badem gözlüdür. Biz, değerli insanları, yaşarken döveriz, hapse atarız, ailelerinden koparırız, onlara işkence yaparız; öldükten sonra da gözyaşı dökeriz.  Biz kıskancızdır, fesadızdır, cimriyizdir, çıkarlarımıza pek düşkünüzdür. Bu özellikler, bizi gerçekleri anlamaktan, değerli insanların değerlerini itiraf etmekten alıkoyar. İkiyüzlüyüzdür, iki yüzümüz arasındaki fark, gece ve gündüz kadar derindir. Hangi durum karşısında hangi yüzümüzü kullandığımızı kendimiz dahi bilmeyiz. Bu manada yüzümüz belki iki değil, bin ikidir.

Necmettin Erbakan, bir güzel insandı, inanç adamıydı. Davası vardı, bizim siyaset dediklerimiz onun literatüründe ibadet idi. Onu dört kere devirdiler, o beş kere ayağa kalktı. Ölürken ayaktaydı. Egemen çevreler, zayıflatmak ve hakaret etmek adına yapabilecekleri her şeyi yaptılar ona.  Küfür, iftira, aşağılama… Bunların hiçbiri yıldırmadı onu.  Her düşürülüşünü cümledeki virgüle benzetti O. Şimdi öldü, Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ölümü onu sevenleri ve sevmeyenleri buluşturdu. Sırtını devlete dayamadığı için devlet töreni de istememişti. Musalla taşı, inanların gönlü oldu. Yüz binler ağlamadı, alkışlamadı; dua etti. Ölümü herkesi üzdü; ama kimseyi yormadı.

Her varlığın özgül ağırlığı farklıdır. Hiçbir varlığın yer doldurulamaz. Gölgemiz, boyumuzla orantılıdır, değerimiz etkimizle.  Erbakan, geldi ve gitti.; biz de gideceğiz. İnançlılar, inançsızlar; ikiyüzlüler, doğrucular ve diğerleri… bizim için ne söyleyecek dersiniz?

 

 

 

 

Hangi “Balans Ayarı?”

Kosova’dan bir haber var. Yugoslavya dağıtıldıktan sonra bağımsız  Cumhuriyetlerden biri olan Kosova’yı ilk tanıyan ülkelerden birisi Türkiye olmuştur. Çok değişik yönlerden Kosova’ya desteğimiz sürmektedir.

Bütün bunlara rağmen, eğitim araçları olan tarih ve coğrafya haritalarında, Arnavutça eğitimde Türkiye haritasında Kürdistan ve Ermenistan diye bölgeler gösterilmektedir. Bu haritaların yine desteğimizi esirgemediğimiz Arnavutluk’un İşkodra şehrinde basılmış olması da işin başka bir yönüdür. Kosova’da Arnavutların dokuzuncu sınıflara ait coğrafya kitaplarında da maalesef aynı harita vardır. Bu haritadan büyükelçiliğimiz, oradaki kamu görevlilerimiz haberdar mı, değil mi bilemiyoruz. Ancak, yeterli bilgiler elde edilmiş olsa herhalde gerekli diplomatik tepkiyi koymak gerekirdi.

Bu bir milli hassasiyet meselesidir. Siz ülkeyi etnik sandöviçlere bölerek demokratikleştireceğinizi zannederseniz; o takdirde bu ve benzeri olaylar karşısında da hassasiyetinizi kaybedersiniz. Orada yapılan da bazılarının Türkiye’de düşündüğünden farklı bir şey değildir. Dün Osmanlı, bugün Türkiye Cumhuriyeti dost diye, hele Müslüman diye yakınlık hissettiği çevre ve gruplardan sürekli kazık yemiştir;  birçok ihanetlerle karşılaşmıştır.  Anlaşılan tarih benzer örneklerle sürüyor.

Kosova’ya sürekli ziyaretler yapılır. Resmi heyetler gider ve gelir. Ticaret heyetleri gider. Ancak, konu para ve sadece sandığa yansıyacak rey olunca bu harita gibi örnekler gözden kaçabilir. Daha fazla oy alacağım diye Türk Dünyası ve Akraba Toplulukları ile ilgili bakanımız da Arnavut giysilerine bürünür.

Geçenlerde Sayın Başbakan da Kosova’ya gitmişti. Eğer siz olmadık yerleri ziyaret edip Türk derneklerini dışlarsanız; orada yaşayan soydaşlarımızın insan hakları ve demokrasi sorunlarını fark edemezsiniz.

Geçen hafta son dönem Türk siyasetine damgasını vuran önemli bir isim Allah’ın rahmetine kavuştu. Rahmetli Erbakan’ı saygıyla anıyor ve Allah’tan rahmet diliyoruz. Kendisiyle ortak düşündüğümüz noktalar olduğu gibi; çok farklı bir fikir çizgimiz de mevcuttu.

Türk milliyetçiliği hareketi,  Rahmetli Ziya Gökalp’in de belirttiği gibi, “Türk Milletindenim ve İslam Ümmetindenim” anlayışını göz ardı etmeyen bir yerli ve milli bir harekettir. Milli mücadeleye renk ve güç veren bir fikir hareketidir. Milli bağımsızlığı ve milli egemenliği  her şeyin üstünde tutan, onunla bununla paylaşmayı reddeden haysiyetli ve şerefli bir çizginin adıdır.

Türk Milletine mensup olmakla, İslam ümmetine dahil olmak birbirine tercih edilecek hususlar değildir. Yüce dinimiz milliyetçiliği reddetmediği gibi; millet gerçeğini de reddetmez. Tarih boyu milliyetçilikle ırkçılığı birbirine karıştıranlar ve bundan çıkar sağlamak isteyenler siyasi şaşılardır.

Ne zaman Türkiye’de hayırlı işler yapılan bir dönem açılsa; ülke çıkarları daha fazla korunmaya çalışılsa; ülke dıştan kumandalı, yerli işbirlikçilerle beraber askeri  veya sivil  darbelere sahne olur. Aslında 28 Şubat TSK’nın değil; onun içindeki bir grubun, Batı Çalışma Grubunun uydurma ve montaj bir takım irtica örneklerini öne sürerek Refah Yol Hükümetine karşı yaptığı sözde balans ayarıdır. Siyasete balans ayarı yapanlara şimdi siyaset çok daha şiddetli bir balans ayarı yapmaktadır. Ülke bundan zarar görmektedir.

28 Şubat ile AKP’nin yolu açılmıştır. Refah Parti’sinde küresel çıkarlara uygun olarak kullanılabilecek olanlar taltif edilmiş; rahmetli Erbakan ve ekibi yerli ve milli olmayı reddetmedikleri için devre dışı bırakılmışlardır. 28 Şubat’ı yapanların önemli bir bölümü takibata bile uğramamış, tam tersine şaibeli bir takım sivil görev ve işler yapar hale gelmişlerdir. Türkiye’den ABD’nin Irak’a müdahalesine destek verecek bir hükümet istenmiştir.

Türkiye, 2000-2001 krizinde IMF’nin talimatlarını tam yerine getirmesine rağmen; ekonomik krize sokulmuştur. Bu aslında siyasi krizin ekonomik kamuflajıydı.

Eğer son on senedir gaflet ve ihanet örnekleri sergileniyor, Türkiye’yi Türkiye yapan değerler demokratikleşme adı altında yıpratılıyor, milli kimlik, Türklüğümüz Anayasadan dışlanmaya çalışılıyor, ekonomimiz talan ediliyor, egemenlik haklarının bir göstergesi olan devletin dili ile eğitim-öğretimin yerine; Sayın Arınç’ın ifadesine göre ana dilde eğitimin sadece şu anda kabul edilmesi zor ise;  bütün bunlar 28 Şubat’ın 2000’li yıllara sarkan sonuçlarıdır.

Maalesef  bugün katilbaşının ev hapsinin hukuki olup olmadığı bile tartışılır hale gelmiştir. 28 Şubat 1997 balans ayarı, ülkenin dönüştürülmesinde önemli bir merhaledir.

Hangi Kadınlar Gününü Kutluyorsunuz?



Yıl 2011…
Günlerden 8 Mart…
Dünden beri herkes kadınlar günümü kutluyor yaaaa…
Dünya kadınlar gününüz kutlu olsunmuş…
Hangi kadınların gününden bahsediyorsunuz siz kuzum?…
Hangi kadınların gününden?…
Özellikle kadınlar gününü kutlayan erkekleredir sözüm…
Efendim neymiş “Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun”muş…
Siz erkekler değilmisiniz kadınlara şiddet uygulayan?…
Yine siz değilmisiniz kadını köle gibi kullanan?…
Siz değilmisiniz aslan oğlum aynı babası gibi çapkın diyen?…
Yine siz değilmisiniz kadın kuyruk sallamasa erkek peşinden gitmez diyen?…
Siz değilmisiniz üç kuruş para kazanacağım diye kızını sevdiği adama değil, yaşlı ama parası olan ağaya satan?…
Siz değilmisiniz kızım baba evinden çıktın artık, ancak kefeninle bu eve geri dönebilirsin diyen?…
Siz değilmisiniz kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksiniz diyen?…
Siz değilmisiniz dul kadına kötü kadın muamelesi yapan?…
Siz değilmisiniz evlenince ben sana bakarım senin çalışmanı istemiyorum hayatım gel aslında karın tokluğuna benim kulum kölem olacaksın diyen?…
Siz değilmisiniz ya benim ya karatoprağın olacaksın diyen?…
Siz değilmisiniz saçı uzun aklı kısa diyen?…
Siz değilmisiniz başınız yere gelmesin diye kızını tecavüzcüsü ile evlendiren?…
Siz değilmisiniz mayolu bikinili kadın fotoğraflarının teşhirini yapıp derginizin, gazetenizin satış rekorları kıracağını iddia eden?…
Siz değilmisiniz okumak senin neyine fotoroman okuyup aşık mı olacaksın kızım diyen?…
Siz değilmisiniz iş hayatında yorulduğunu zannedip eve gelip iki seksen uzanan, suyunu bile sizinle aynı şartlarda çalışan eşinden isteyen?…
Siz değilmisiniz eşini defalarca aldatıp aldatıp gelen af dileyen?…
Yine siz değilmisiniz eşi şımarır diye eline sağlık hanım yemek ne kadar güzel olmuş demekten gocunan?…
Siz değilmisiniz daha suçunun ne olduğunu bile bilmeyen kızlarınızı erkek kardeşlerine öldürten?… Sonra da adını intihar koyan?…
Siz değilmisiniz sokak ortasında kadını saçından sürükleyerek öldüresiye döven?…
Ya yeter ya yeter… Siz kimin kadınlar gününü kutluyorsunuz ya?…
Hangi kadınların günü bu ya?… Hangi kadınların günü?…
Kuşunuz, köpeğiniz, otomobiliniz ya da silahınız kadar değer vermediğiniz annenizin, eşinizin, kızınızın ya da gelininizin kadınlar gününü mü kutluyorsunuz?…
Bu kadarına da pes doğrusu pes…
Ben bunların hiçbirini yapmadım, demedim diyen erkek varsa da, ki olduğunu zannetmiyorum… Onları da erkek egemenliği altında yaşadığımız dünyada tüm bunlara engel olmak gibi bir çabaları olmadığı için kınıyor, yazıma dahil ediyorum…
Anlayana sivrisinek saz… Anlamayana Her Şeye Maydanoz’unuzun davulu az sevgili okur…  Davulu az… Güm be de güm güm… Güm be de güm güm… Güm güm güm…
Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin… En çok beni özleyin… En çok beni özleyin… Hatta bir tek beni özleyin…

8 Mart Dünya Kadınlar Günü

Toplumlarda en çok ihtimam gösterilmesi gereken kadındır. Çünkü O, var olmanın şifresidir, bir gizemdir, kıymettir. Korunması gereken bir hazinedir. Bu yüzden muhataplarının O’na hitap ederken dikkatli ve titiz davranması gerekir. Çünkü hassas ve narindir, kırılgandır.
Sözlerin, zarafetsiz ve uluorta söyleniş biçimi O’nu derinden yaralayabilir. O’nun ruhu has ipeklerden daha şeffaf, en nadide tüllerden daha müstesnadır. Normal söylenen sözcüklerin bile filtre edilmeden O’na sarf edilmesi haksızlıktır, nazik kalbini kanatabileceği için kabalıktır.
Kadın her şeyin en iyisine, en güzeline, en seçilmişine layıktır. Böyle düşünmek, bir kadın için kesinlikle ayrıcalık değil, ihmal edilmemesi gereken bir vazifedir, vicdanlar için borçtur.
Kadın erkekler için de bir aksesuar değildir. Eğlenilecek eşya, iş gördürülecek makine veya çocuk üreticisi hiç değildir. O’nu böyle görmek, bir maharet, erkeklik semeresi, güç gösterisi olamaz. Böyle bir hak veya ayrıcalık, hiç kimseye, hiçbir güç tarafından verilmiş değildir. Verilmesi de mümkün olamaz.
Bundan dolayı her toplumun, gelenek göreneklerinde, görgü kurallarında, protokol kurallarında kadınla olan ilişkilerin usul ve esasları belirlenmiştir. Bu kurallara uymamak kimi yerde suç, kimi yerde kabalık ve ayıptır.
O, toplumun ve erkeğin; tamamlayıcısı, ekmeği, suyu, evi, canı, cananı, en sevgilisi, gözünün nuru, kalbinin sevinç kaynağı, yaşama sevinci, dostu, sırdaşı, biricik arkadaşı, ömrü, evinin direği, başının tacı, tesellisi, en kıymetlisi, kızı, kardeşi, eşi, anası ve var oluş sebebidir.
O’nsuz bir hayat düşünülemez. Olsa bile bu hayat yaşanamaz. Çünkü hayat O’nunla anlamlıdır. Maddi yer küresinin maneviyat kazanması, kıymetli olması, anlam kazanması kadın sayesindedir.
Metafizik boyutumuzun içinde de O vardır. Ruhumuzun huzur bulması, sevinçlerimiz, mutluluğumuz, değer yargılarımız vb. hep kadının bize verdiği manevi kıymet sayesindedir.
Çünkü O aynı zamanda vatandır, bayraktır. Evlatları subaydır, erdir, vatanı için yere düşen MEHMET’tir. Vatana hizmet eden çöpçüdür, doktordur, öğretmendir.
Cennet O’nun sayesinde çok yakınımızda, ayaklarının altındadır Dualarında, başarılarımız, sağlığımız, mutluluğumuz, huzurumuz, kurtuluşumuz vardır…

……………………
Kadınlarımız,
Pırlantalarımız…
Kızımız,eşimiz,anamız,bacımız,                                                                                                                                                      
O’nlar bizim baş tacımız…

Tüm kadınlarımızın gününü kutluyorum.

Seçimler, Yeni Anayasa, Yeni Devlet Yapısı

Çeşitli ortamlarda dostlarım, Haziran ayında yapılacak seçim sonuçlarının ne olabileceğine dair sorular sorup, tartışma açıyorlar. Ben seçimde partilerin hangi oy oranlarına ulaşabileceğinden önce cevaplamamız gereken soruyu, önce kendime sonra muhataplarıma soruyorum:

Mevcut Anayasayı değiştirmek, yeni bir anayasa yapmak benim için, sizin için öncelikli bir konu mu? Başka bir ifadeyle soralım, bu anayasada hemen değiştirilmesini gerektiren, Türkiye’nin önünü tıkayan hususlar var mı?

Varsa bunu son anayasa değişikliğinde olduğu gibi, sadece bu maddeleri değiştirmek suretiyle yapmak daha kolay iken, neden anayasa tamamen değiştirilmek isteniyor?

Mesela Siyasi Partiler ve Seçim Kanunlarını değiştirmek için yeni bir Anayasa’ya ihtiyaç yok. Türkiye’nin daha demokratik bir yapıya kavuşması için bu kanunların değişmesi şart. Yeni Anayasa yapılsa bu kanunlar değişecek mi?

Başta Cumhurbaşkanı Gül, TBMM Başkanı Şahin ve yandaş medyadan birçok yazarın da rahatsız olduğu, kaygı duyduğu son gazeteci tutuklamaları ve benzeri uygulamalar, “yeni Anayasa” gelince değişecek mi? Hani son Anayasa Referandumu ile yapılan değişikliklerden sonra “ileri demokrasiye” geçmiştik?

AKP ve BDP Anayasa’nın tümden değiştirilmesini isterken, devletin temel niteliklerini değiştirmek arzusunda. BDP’li seçmenler üzerinde bir tetkikim olamadı ama AKP’li dostlarıma sorduğumda, “Siz devletin temel yapısının değiştirilmesi gerektiğini düşünüyor musunuz?” sorusuna, hiç “evet” cevabı alamadım.

AKP yöneticilerinin de büyük bir kısmı devletin üniter yapısının, demokratik, laik, hukuk devleti olmak gibi temel niteliklerinin değiştirilmesini istemedikleri gibi, parlamenter sistemin korunması gerektiğine de inanıyor.

PKK/BDP’nin yeni Anayasa’dan beklentisi, Türkiye’yi iki kurucu unsurlu, iki federe devletin oluşturduğu bir federasyon yapılanmasına dönüştürmek. Irak’ın kuzeyindeki Barzani’nin Kürt devleti gibi, özerk bir Kürt devletini Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde oluşturmak.

İmralı’dan PKK terör örgütünü yönetmeye devam eden Öcalan’ı, cezasının önce “ev hapsine çevrilmesi” ve daha sonra “genel af” ve daha sonra “siyasi haklarının iadesi” ile Türkiye’nin Barzani’si haline getirmek. Bütün bunlar yorumla vardığımız sonuçlar değil, çeşitli şekillerde açıklanmış hedefler.

AKP’nin de seçim sonrasına hedefi yepyeni bir Anayasa. Yeni Anayasa çalışmalarının seçim sonrasına bırakılması da, yapılmak istenen Anayasa seçimlerden önce ortaya konacak olursa, kaybedilecek oylarla iktidardan düşme korkusundan kaynaklanmakta.

Başbakan Erdoğan’ın “ABD tipi Başkanlık” modelini hayal ettiği, buna Cumhurbaşkanı Gül ve birçok AKP’linin çekinceleri olduğu malum.

“Erdoğan’ın Başkanlık hayali” ile bu sistemin gereği olarak eyalet sistemine yönelik çalışmalar yaptırdığı, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” projelerine destek verdiği biliniyor. “Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” ambalajı ile yapılacak düzenlemelerin federe bölgesel devletçiklerin oluşumuna ve ileride bölünmeye yol açabileceğinden endişe ediliyor.

 “Valileri de halk seçse ne olur?” cümlesi bence Başbakan’ın ağzından kaçmış tesadüfî bir söz değil. Bu çalışmalar hakkında ipucu veren bir cümle. ABD Başkanlık sisteminde eyalet valisinin, federe devletin seçimle gelen devlet başkanı olduğunu hatırlayınız. Bölgede görev yapan hâkimler ve emniyet müdürünün de seçimle geldiğini, milli eğitim, sağlık vs yöneticilerini bu valilerin atadığını da.

Türkiye’nin içyapısının dış hedeflere göre düzenlemesi” amacı içinde olanların çalışmalarının neye hizmet ettiğini ayırt etmemiz de önemli.

Üniter milli devletin bekası Anayasamızın değişmez ilkelerinin korunmasına bağlı.

AKP ile Öcalan/ PKK/ BDP’nin arasında yürütülen müzakereler ile belli konularda mutabakat sağlanmış olduğu, bazı konularda da müzakerenin devam ettiği anlaşılıyor.

Şu anda bilemediğimiz husus, Başbakan Erdoğan’ın hayali ile PKK/ BDP’lilerin hedefinin ve de Büyük Ortadoğu Projesi’nin hangi noktalarda örtüşmüş olduğu. Bu örtüşen kısmın devletimizin yapısına ne kadar yansıyacağı, “Anayasa’nın değişmez ilkelerinin” ne kadar değişeceği, örtüşmeyen kısımlar için bir çatışma çıkıp çıkmayacağı.

Birileri emperyal projelerini gerçekleştirmek için hedefe kilitlenmiş durumda. Kanlı mı kansız mı olacak onlar için çok önemli değil.

Kuzey Afrika’daki ülkelerde “halk isyanları” tarzında gerçekleştirilen rejim değişikliğinin başka bir şekilde de olsa Türkiye’de de gerçekleşmesi söz konusu olabilir mi?

Bunu belki de seçimlerde vereceğimiz oylar belirleyecek.

Birileri AKP tek başına veya BDP ile birlikte anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa erişirse, Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da Federasyon Devlet Başkanı, Öcalan’ın Diyarbakır’da Kürt Federe Devletinin Başkanı olacağı yolların açılacağını düşünüyor.

Bu birileri gücünü kaybetmiş bir AKP iktidarı veya iktidardan düşmüş bir AKP sonucunu verecek bir seçimin, bütün bu projeleri rafa kaldıracak bir netice gibi görüyor.

Bunlar bir yandan MHP’siz bir Meclis için psikolojik operasyon yürütürken, diğer taraftan CHP içinden “hakikatleri araştırma komisyonu”, “Öcalan’a ev hapsi” gibi talepleri dile getiren payandalar sağlamaya çalışıyor.

Mademki bu seçimin ana konusu yeni Anayasa ve belki de devlet yapımızın esaslı değişimidir, AKP ve Anayasa’nın yenilenmesini isteyen diğer partiler, seçimlerden önce nasıl bir Anayasa istediklerini açıklamalıdırlar.  

 

Unutturulan Gerçekler

Türk insanı her nedense bazı şeyleri çabuk unutuyor. Ya da daha doğru bir deyimle gerçekler unutturuluyor.
Acayip bir eğitim sistemimiz var. Neredeyse her sene bu sistem üzerinde yaz boz yapılıyor. Bir gün kara dediğimize ertesin gün ak diyoruz. Bu nedenle nesiller arasında inanılmaz bir bilgi ve buna dayalı olarak hadiseleri yorumlama farkı bulunuyor.
Üstüne üstlük medya da buna ağır bir cila yaparak katkı sağlıyor.
Uzun zamandır söylüyorum: haritaya bakmayan ve haritayla uğraşmayan bir milletiz diye. Eskiden coğrafya derslerinde, öğretmenler tahtaya ya da deftere haritalar çizdirip not verirlerdi. Şimdi Kıbrıs nerede diye sorduğunda Karadeniz’de diye cevap alıyorsun. Çoğumuz 1974’te Kıbrıs’a niye müdahale ettik bilmiyoruz bile…
Ermeniler Hocalı’da bir katliam yaptı diye ayağa kalkıyoruz. Doğru, böyle yapmamız lazım. Ancak Balkanlarda 5.5 milyon müslüman Türkü soykırıma maruz bıraktılar buna sesimiz çıkmıyor. Çünkü çoktan unuttuk. Daha dün 200.000 bin Boşnak, Türk olarak görüldükleri için katledildi. Elli bin kadına da tecavüz edildi. Biz de yine doğru düzgün bir tık yok…
Balkanların toplam yüzölçümü 550 bin kilometrekare. Türkiye’nin yüz ölçümü de 780 bin kilometrekare. Neredeyse Türkiye kadar bir vatan toprağı kaybedilmiş ve bu kaybedişin 100.yılı gelmiş, bizlerde yine tıs yok! Oysa her şey normal olsa, böyle bir vatan kaybının kıyamete kadar unutulmayarak akılda tutulması lazım.
Eğer haritalara bakma yetimiz gelişmiş olsaydı ya da rakamların dilini iyi konuşabilseydik; ne kadar büyük bir vatan parçasını kaybettiğimizi ve o günün nüfusuna göre kökümüze kibrit suyu ile darı ekilmeye çalışıldığını, bu gün çok net olarak görebilirdik.
İşin daha vahimi, bu kadar toprak parçasını kaybetmemize sebep olan oyunların benzerlerinin, bu gün ülkemizin doğu ve güneydoğu bölgelerinde  tekrarlanıyor olmasıdır. Unutmasaydık buna müsaade eder miydik?
Gerçi oynanan oyunlar o kadar bariz ki;zaten bir gördünüz mü hemen anlıyorsunuz. Ama görmek o kadar zor ki !
Son yılların flaş meselelerini de henüz anlayabilmiş değiliz. Örneğin çok açık ve net bir proje olan BOP’u herkes anladı bir tek anlamayan biz kaldık. Oysa BOP’un yıkıcı etkisi kapımıza dayanmış durumda. Habur’u da unuttuk. Yeni anayasa ile herhalde Habur’daki görüntüler hukukileştirilecek. Ama kılımız bile kıpırdamıyor.
Binlerce kişinin kanına girdiği tartışılmaz bir gerçek olan Öcalan neredeyse özgürlük savaşçısı ilan edilecek. Çünkü katledilen çocuk, kadın ve şehitleri unuttuk.
Ülkemizde çıkartılan ekonomik krizleri ve bu krizleri önce çıkartıp sonra da reçeteleri önümüze koyanları unuttuk.
Hepsini bir kenara koyun; Yunan ordularının İngiliz ve ABD desteğiyle Anadolu’da 3.5 yıl kaldığını unuttuk. Emin olun ki; bu unutkanlık bir milletin kendi kendine yapabileceği en büyük kötülüktür.
İnanın çok şeyi unutuyoruz. Bu yüzden zaman zaman kafam karışıyor. Ne olur unutmayın be kardeşlerim, unutmayın…

 

 

Sosyal Medyanın Kurtları Toplandı

Geride bıraktığımız 4 yılda 120’den fazla yazar, 2200’den fazla yazıyı bünyesinde toplayan, 500.000 farklı misafir ağırlayan www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr sitemizin yazar, çizer ve şairlerine plaket takdim ettiğimiz ev toplantılarının beşincisini Kocaeli Aydınlar Ocağı İlim ve İstişare Kurulu Başkanı, eski İzmit Ticaret Odası Başkanı ve Sigortacı Nihat Gürer ile sevgili Melek Yengemiz Hanımefendinin ev sahipliğinde gerçekleştirdik.

Her toplantı birbirinden renkli oluyor, toplantı sonrası unutamayacağımız ilginç hatıralar biriktirmiş oluyoruz. Nihat Abimizin evinde gerçekleştirdiğimiz beşinci toplantımızda herkesi görebileceğim stratejik bir noktada mevzilendim; görebildiklerimi, duyabildiklerimi sizlere aktaracağım.

Her biri iştigal ettiği sahada mahir, interneti, sosyal medyayı aktif kullanan, bu şekliyle her zaman bir arada göremeyeceğim kişilerden oluşan 8 ayrı yazarı bir araya getirdik.

Yazarlarımızdan sanayici Lütfü Türkkan, halen Tügmad Türkkan Gıda Yönetim Kurulu Başkanı. Milliyetçi Hareket Partisi Merkez Yönetim Kurulu Üyesi. İnternet haberciliğinin ilk yıllarından beri internette düzenli yazı yazıyor. Kocaeli Aydınlar Ocağı sitemizde 81. sırada yazmaya başlayan yazarımız. Sitemizde şu an için 70 yazısı bulunuyor. Her hafta düzenli yazı yazıyor. Akıcı ve sade üslubuyla yazıları etrafında geniş bir okur topluluğu oluşan  yazarlarımızdan bir tanesi. Twitter hesabı var ve aktif olarak kullanıyor.

Lütfü Bey, sanayici olmanın zorluklarına rağmen büyük bir zevk olduğunu, bacanın tüttüğünü görmenin verdiği mutluluğun kendisini dinç tuttuğunu söyledi.  

Sürekli halkın içinde. İnsanların isteklerini, ihtiyaçlarını, beklentilerini çok iyi takip ettiğini düşünüyorum. Sosyal medyayı da bu anlamda aktif kullanıyor. Günümüzdeki siyasetçi profilinden oldukça farklı.

Yazarımız ve eski İTO Başkanı, Sigortacı Nihat Gürer, Kocaeli Aydınlar Ocağı’mızın da kurucularından ve eski başkanlarındandır. Halen İlim İstişare Kurulu Başkanlığımızı yapıyor. Miliyetçi Hareket Partisi’nde İl Başkanı olarak görev yapmış. Bilgisayarı var ama teknolojik araçları çok fazla kullanmıyor. Çeşitli vesilelerle düzenlenen konferanslarına katılıp dinlemenizi tavsiye ederim. Yılların deneyimini, okuduklarını, yaşadıklarını yansıtan güncel tespitlerinden siz de istifade edeceksiniz. Web sitemizin 113. sırada yazmaya başlayan yazarıdır. Yazı yazıyor ama yazmayı çok sevmiyor. Biz de konuşmalarının video kaydını alıp yayınlıyoruz. Lütfü Bey’in ifadesiyle söylemek gerekirse “Hepimizin Abisidir ama en çok TBMM Başkanvekili Meral Akşener’in Abisidir”.

Nihat Abi, her ne kadar yazmayı değil konuşmayı sever desem de onu düşünür yetiştiren bir okul gibi görüyorum. Çevresinde yaşayan herkesi düşünmeye sevk etmiştir ama üç evladından ikisi sitemizde yazı yazıyor.

Yrd. Doç. Dr. Banu Gürer ilahiyatçı, akademisyen. Nihat Abinin kızı. Web sitemizde 2007 yılında yazmaya başlayan 12 kişiden 3. sırada geleni. Söz Sırası Gençlerde programımızın ilk konuşmacısı. İlkokul arkadaşlarını bulmak ve ailesi ile iletişim kurmak amacıyla Facebook kullanıyor. Bugünlerde yurt içinde ve yurt dışında yoğun çalışmaları olduğu için seyrekleştirdiği yazılarını önümüzdeki günlerde sitemizde daha fazla göreceğimizi düşünüyorum.

Nihal Özgirgin, sitemizin tarihçi yazarlarından. Nihat Abimizin kızı. Aktif Facebook kullanıyor. Hem iş hem de çocukları ile uğraşırken tarihle irtibatını devam ettirip sitemizde yazılarını da paylaşıyor.  

Yazarlarımızın bir çoğu ile daha önce farklı Aydınlar Ocağı faaliyetlerinde karşılaştım. Bazıları ile daha yakın ve sık görüşüyoruz. Sitede yazılarını yayınladığımız ama benim henüz tanışamadığım yazarlarımızdan birisi de eski İTO Başkanı İ. Yüksel Başer idi. Web sitemizde de yazılarını en çok takip ettiğim yazarlardan olduğu için onunla tanışmayı istiyordum. Yazıları gibi sıradışı ama bilge bir kişilik. Sohbetinden de çok zevk aldık. Bana göre akşam gördüğüm yazarlar arasında onu sıradışı yapan en önemli özelliği blog yazıyor olması. İstikrarlı bir şekilde yazıyor, yıllardır biriktirdiği deneyimlerini bizlerle paylaşıyor.

Sitemizin son dönemde yazmaya başlayan yazarlarından İdris Türkten, Petkim’den emekli. Emeklilik sonrası başladığı kendi girişimi olan işini devam ettiriyor, yani emekli olamayanlar grubuna dahil edebiliriz kendisini. Avrupa’da bulunduğu sırada gördüklerini, gözlemlediklerini, yapmak istediği fikirlerini hayata geçirmiş. MHP’de bir dönem ilçe başkanlığı yaptığını öğrendim. Hala siyasetin içerisinde. Yazılarını okuduğunuzda bahsettiğim yönlerinin yanında okuyan, yazan,düşünen bir adam olduğunu fark edip mutlaka okunacaklar listesine alacağınızdan eminim. En azından ben öyle yaptım. İnterneti hem iş için hem de kişisel olarak eskiden beri kullandığını öğrendim. Bugünlerde Facebook’u çok aktif kullanıyor. Web sitemizde gördüğü beğendiği içeriği dostları ile de paylaşmayı ihmal etmiyor.    

Web sitemize son dönemde en hızlı giriş yapan yazarımız Bilişim Teknolojileri Öğretmeni Göksu Özen, şu anda bu yazıyı okuduğunuz web sitesinin görsel olan her türlü öğesini hazırlayan ustalardandır. Kendi kişisel blogunda ve programlama öğreten sitelerde yıllardır teknik yazılar yazıyor. Facebook, twitter, friendfeed gibi araçları çıktığı günlerden beri kullanır ama kişisel blogundan sonra en çok Facebook üzerinden paylaşım yaptığını gözlemledim. İlerleyen dönemlerde sitemizde eğitimle teknolojinin birlikte cümle içinde kullanıldığı yazılar yazacağını, yazarı en yakından tanıyan birisi olarak 😉 öngörebilirim.    

Tekstilci İşadamı Serhat Duyar da bu toplantıda plaketini aldı. Kocaeli Aydınlar Ocağı tarihinde en genç yönetim kurulu üyesi olma rekorunu elinde bulunduruyor ve halen koruyor. Geçtiğimiz günlerde Neslihan adından bir kızı dünyaya geldi. En kısa zamanda Neslihan’ın da Aydınlar Ocağı toplantılarına katılımını sağlayacakmış. Gönül halkamız genişlemeye devam ediyor. Serhat Bey, okuduklarını ve deneyimlerini paylaşmayı seviyor. Kısa süre sonra başlayacağı askerlik vazifesi öncesi okuyacağı kitapların listesini yapıyormuş. Dönüşte anlatacak çok hikayesi olacak anlaşılan.

Başkanımız Ahsen Okyar’ın www.ahsenokyar.com adresinde her gün güncellediği blogu, Facebook’ta ise benim arkadaş sayımın en az 3 katı kadar arkadaşı var. Başkan böyle olunca üyeleri ve yazarları da ona uygun oluyor demekki. İşi bu şekilde sağlama alıp yönetimin üst düzey desteğini de aldıktan sonra bilgisayarla arası iyi olmayan, sosyal medyayı az kullanan, ürettiğimiz içeriği sosyal sitelerde paylaşmayan yazarlarımıza ve katılımcılara priskolojik baskı yapma şansım oluyor ve bu şansı değerlendiriyorum.

Genel Sekreterimiz Hasan Uzunhasanoğlu, mutad yoklamasını yaptı. Bu sefer sadece yazarlarımızın kendi kriterlerine göre aldıkları puanları okudu ama yazarlarımız oldukça hazırlıklı idiler. Hepsi de geçer not aldı. Herhangi bir uyarıya mahal vermediler.

Yeni çocuğu dünyaya gelen Serhat Duyar haricindeki yazarlarımızdan evli olanların tamamı toplantıya eşleri ile birlikte katıldılar. Bu da şu ana kadar yaptığımız beş toplantının içerisinde bu toplantıyı özel yapan sebeplerden bir tanesi idi bana göre.

Teşekkür plaketlerini MHP Merkez Yönetim Kurulu üyesi Lütfü Türkkan’a Kocaeli Aydınlar Ocağı Başkanımız Ahsen Okyar, MÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Banu Gürer’e Rezzan Başer, eski İTO Başkanı İ. Yüksel Başer’e Av. Ruhittin Sönmez, Eğitimci Göksu Özen’e Şebnem Türkkan, eski İTO Başkanı Nihat Gürer’e Kocaeli Aydınlar Ocağı Genel Sekreteri Hasan Uzunhasanoğlu, Tekstilci-İşadamı Serhat Duyar’a Dr. Cumhur Özgirgin, Tarihçi Nihal Özgirgin’e Dr. A. Gülden Sönmez, İdris Türkten’e Bilgisayar Programlama Uzmanı Yunus Özen takdim ettiler.

Ahmet Buğrahan Sönmez’in Abdi İbrahim ilaç firmasında Gebze’de çalışmaya başladığını öğrendik.

Bu kadar yazar, düşünür adam bir araya gelince memleket meseleleri konuşulmazsa olmaz zaten. Ruhittin Bey, Azerbaycan ziyaretinde yaşadığı hatıraları bizlerle paylaştı. Kültürümüzü oluşturan temel öğeleri masaya yatırdık. Gençlerin dinlediği müzik tarzına varıncaya kadar çok enteresan konular tartışıldı.

Memleket meseleleri masaya yatırılmış, birer birer çözülürken biz Dr. A. Gülden Sönmez’le resim pazarlığı yaptık. Benim arşivimde bulunan resimlerini kendisine iletmem karşılığında pasta, börek gibi pek çok hamur işi vaad etti. Pazarlığa pek elverişli olmadığını düşünüyorum. Avrupa kıtasında doğup büyüdüğü için Asyalılara  özgü pazarlık tarzına alışık değil. Yine de anlaştık sayılır.

Nihal Hanım’ın eşi Dr. Cumhur Özgirgin ile de o akşam tanıştık. İranlılarla da ortaklığı olan bir iş yapıyorlarmış. İran, Irak, Suriye gibi yakın komşularımızı iyi tanıyor. Hatta bugünlerde favorisinin Suriye olduğunu öğrendim. Bize İran ve orada yaşayan Türkler, Sünni Müslümanlar hakkında bilmediğimiz ayrıntılar anlattı.

Lütfü Türkkan’ın babası toplantının yapıldığı günlerde rahatsızdı. Babasının rahatsızlığına rağmen zaman ayırıp toplantımıza eşi Şebnem Hanım’la birlikte katıldı. Geçtiğimi günlerde Lütfü Bey’in babası vefat etti. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.   

Eskiden, tıp bu kadar ileri değilken doğacak olan bebeğin cinsiyetini tahmin etmeye yarayan bazı yöntemler varmış. Bu bilgiyi bile o akşam ortamda konuşulurken duydum, öğrendim ve kaybolmasın diye bir kenara not aldım. Çok ilginç yöntemler varmış. Bir kaç tanesini aktarayım:

* Gebe bir kadına elini göstermesini söyleyin. Size avucunun içini gösterirse kızı, elinin sırtını gösteriyorsa oğlu olacaktır.

* Anne adayının sol göz kapağını elinizce hafifçe aşağı çekin. Eğer v şeklinde bir damar yapısı görüyorsanız kızı olacaktır.

* İki tane koltuktan birinin altına bıçak, birinin altına makas koyun. Anne adayı bıçak olana oturursa çocuk erkek olacaktır, değilse tersi.

Buna benzer anekdotların havada uçuştuğu verimli bir toplantı olduğu kanaatindeyim.

Yüksel Bey’den duyduğum bir hikayeyi de burada paylaşayım:

Zen Öğretisi, köken olarak Hindistan’daki Budist öğretisinin bir koludur. Hint Budizm’inin Çin’e oradan Japonya’ya uzanan tarikatlarından biridir ki Japonya’daki koluna Zen adı verilmiştir. Zen öğretisi Budist mezhepleri gibi aynı felsefeye bağlıdır. Bu koşullardaki yaklaşımların elbette biz Müslümanlar tarafından kabul görmesi olanaklı değildir. Ancak insanların yararına ve yücelmesine katkı sağlayacak bazı öyküleri vardır ki onları tekrarlamak faydalı ve ilgi çekici olabilir.

Çok bilgili ve her şeyi bildiğini zannettiği için bulunduğu ortamlarda hiç kimseye söz hakkı bırakmayan biri, zor durumda kalır. Zira artık toplantılara çağırılmamaktadır. Bütün çevresi onu dışlamış. Çok bildiğini sanıyor, hep anlatıyor ama hiç birimizi dinlemeye tahammül edemiyor, hepimize hocalık taslıyor diye ondan kaçar olmuşlar.

Adam, Zen Bilgesini ziyarete gelir. Zen öğretisi hakkında uzmanlaşmak istediğini söyler. Zen Bilgesi kendisine çay ikram etmek istediğini söyler. Japonlara özgü çay ikram ritüeli başlar. Bilge, adamın önündeki fincana çay koymaya başlar, fincanın dolmasına rağmen çayı dökmeye devam eder. Çay taşar, yerlere dökülmeye başlayınca, ziyaretçi; “Efendim, görmüyor musunuz, fincan taşıyor, yerler kirleniyor” der. O an Bilge durur, “Sen de işte bu fincan gibisin, kendi görüşlerinle, varsayımlarınla, bilgilerinle ve değerlendirmelerinle kendini doldurmuşsun. Bu durumda sana hiçbir şey öğretilemez. Önce kafanı hep sana ait ön kabullü ve bencilleştirdiğin, bilgilerinden boşalt, başkalarının görüşlerini, düşüncelerini de dinlemesini öğren. Ancak ondan sonra arzuladığın uzmanlık bilgilerini öğrenebilirsin” der ve gönderir.

Benden bu kadar. Hikayedeki adamın durumuna düşmek istemem. bilgi@kocaeliaydinlarocagi.org.tr adresimize ya da benim kişisel eposta adresim olan yunus@yunus.gen.tr adresine yazı ile ilgili görüşlerinizi bekliyorum. Zira hikayedeki bilge adama göre sizlerin görüşlerini ve düşüncelerini de dinlemem icap ediyor.

 

İstanbul’da Bir Yabancı

Paris yakınlarında, sık bir korulukta, kuleleri göğü delen bir şato. Akşamın basan karanlığına bürünürken, apayrı bir alemin de kapısını çalıyordu.

Artık iyice beli bükülmüş, yaşlı Aleksandır, şöminenin karşısında yerini almış, çubuğunu tüttürmektedir. Her iki yanına çökmüş, en küçük torunlarından sekiz yaşındaki Mari ile henüz yedisinde olan Antuvan, gözleriyle dedelerine, “Hadi anlat” der gibiydiler. Kadife koltuklara gömülmüş, diğer ev halkı da meraklı bir bekleyiş içinde idiler. Çünkü her akşam yemekten sonra ak saçlı büyük babayı dinlemeyi adet haline getirmişlerdi.

Takvimler 1860’ı gösteriyordu. Aleksandır sekseninci yaşını da görmüştü. Üstelik dinç olarak. Hafızası da yerindeydi. Yarım asır önceki seyahatlerini, dün gibi hatırlıyor, kendini heyecanla dinletiyordu.

İhtiyar Aleksandır, çubuğunu derin derin çektikten sonra torunlarına bakarak:

“Nerede kalmıştım?”

Mari:

“Haftalardır süren at yolculuğundan sonra…”

Aleksandır başını sallayarak:

“Evet hatırladım… İstanbul’a gelmiştim. Tabii çok yorgundum. Sonunda Asya’nın Batı ucuna ulaşmıştım. Yani Üsküdar’a.”

Mari merakını yenemedi:

“İstabul güzel miydi bari dedeciğim?”

İhtiyar Aleksandır ona dönerek:

“Güzel ne kelime a yavrum! Selviler arasından yükselen camileri, bahçeli iki katlı zarif evleri, sokaklarında koşuşan sizler gibi cıvıl cıvıl çocuklarıyla Dünya Cenneti’ydi!” derken o günleri görür gibi oldu ve: “Her şeye rağmen güzel günlerdi o günler” diyerek daldı gözleri bir an.

Antuvan:

“Sonra ne oldu dedeceğim?” demesiyle, bu dalgınlığı geçti. Çubuğunu derin derin içine çeken dede Aleksandır:

“Üsküdar’a gelince sevgili yavrularım, vatanıma biraz daha yaklaşmış olmanın sevincini duydum. Çünkü karşı sahiller artık Avrupa kıyılarıydı. Kıta topraklarına adım atmak an meselesiydi. Sadece önümdeki Boğaz’ın lacivert sularını geçmem yetecekti. Bu hislerle dolup taşarak Üsküdar iskelesine yaklaştım. Kalbim küt küt atıyordu.”

Mari:

“Buraları, çok mu özlemiştin dedeciğim?”

“Hem de nasıl yavrucuğum, hemen bir kayığa atladım. Ver elini Avrupa dedim. Boğaz’ın şıpıltılı dalgacıklarına, küreğimizin çıkardığı sesler karışarak hoş bir çıpıltı halinde kulağıma geliyordu.

Antuvan:

“Sen nehri, İstanbul Boğazı’ndan geniştir değil mi?”

“Hayır yavrum.”

Mari:

“Sonra dedeciğim?”

İhtiyar Aleksandır; çubuğundan bir nefes daha çekerek:

“Kısa fakat dinlendirici bir kayık yolculuğundan sonra, Tophane iskelesine yanaştık.”

Sustu, yorulmuştu. Ne de olsa çok yaşlıydı. Bir süre yanan odunların; bir uzayıp bir kısalan

dalgalı, sarı alevlerine bakındı. Sonra yine torunlarına dönerek:

“Uzun zaman ayrı kaldığım Avrupa kıyılarına biraz sonra adım atmış olacaktım. İnmeye hazırlanmak için ayağa kalktım. Tam ayağımı iskeleye atmak üzereydim ki, aynı yere yanaşmak isteyen bir kayığın bizimkine toslaması ile dengemi kaybettim! Neredeyse denize düşecektim ki, kendimi güçlükle tuttum. Ama bu sendeleme ve sarsıntı yüzünden; yeleğimin cebinden içinde bin kuruş bulunan para kesem birden fırlamasın mı? Bir anda dünyam başıma yıkıldı sanki. Tam Avrupa kıyılarına adım atmıştım ki, yabancı ellerde beş parasız kalmıştım! Ne eder ne yapar, kime el açar, kimden yardım isteyebilirdim?”

Antuvan:

“Toplayamadın mı dedeciğim?”

“Ne gezer, fırsat bırakmadılar ki a oğlum! Zaten paramın büyük bir kısmı saçılarak rıhtıma dağıldı. Bir miktarı da, denizin sığ kısmına dökülerek, denizin dibini boyladı! Tam bir çaresizlik içinde kala kalmıştım! İlk şaşkınlığımı üzerimden atıp da, tam harekete geçmek üzereydim ki, iskele hamalları, paraların üzerine üşüşmüşlerdi bile! Birbirleriyle yarışırcasına paraları toplamaya başladılar. Kıyıdaki birkaç kayıkçı da, denize atlayarak, suya dökülenleri birer birer bulup çıkarmaya koyuldu!”

Gerilerden biri:

“Elinden hiç mi bir şey gelmedi dedeciğim?” diye sorunca:

“Dillerini bilmediğim insanlara ne diyebilirdim ki, çocuğum? Endişeli gözlerle olanı biteni seyretmekten başka elimden bir şey gelmiyordu!… Zaten bütün bunlar; para kesemin düşmesi, hamalların hemen üşüşmesi, hepsi bir anda olmuştu. Asya’nın Batı ucuna erişmem, beni nasıl mutlu ettiyse, Avrupa’nın Doğu kıyısına adım atmam da, beni son derece üzmüştü!”

Mari:

“Zavallı dedeciğim!”

“Bu sırada, olup biteni kıyı kahvehanesinden büyük bir soğukkanlılıkla seyredenlerden birkaç sarıklı ihtiyar; anlayamadığım dilleriyle bir şeyler söylediler. Beni teselli etmek istedikleri gülümseyen çehrelerinden belli oluyordu.” Dedi ve yavaşça doğruldu. Elleri arkasında kenetlenmiş olarak, şöminenin önünde; bir ileri bir geri adım atıyor, hem de o günlerin heyecanını yeniden duyduğunu hissettiren titrek bir ses tonuyla,  ” ‘Merak etme!’ der gibiydiler! Nasıl merak etmezdim? Tabii, onlara göre hava hoştu!

“Biraz önce kimseye muhtaç değilken; şimdi bir kuruşu bile olmayan bendim! Beyaz sarıklılardan biri  -direnmeme rağmen-  adeta sürüklercesine beni oradan uzaklaştırdı. Biraz ötedeki kahvehanenin iskemlesine oturttu. Bir kahve söyledi. ‘Sen otur! Keyfine bak! Her şey olacağına varır. Telaşlanma!’ dercesine elleriyle işaretler yapıp, beni teskin etmeye, yatıştırmaya çalıştı! Ama ne mümkün? Bir türlü sakinleşemiyordum. Çok huzursuzdum. Yerimde duramaz haldeydim. Kahvemi nereme, nasıl içtiğimi bile bilmiyordum. İşin garibi, kahvehanedekiler de benim bu halime şaşırıyorlardı! Tabii ben de onların; nasıl oluyor da, bu kadar umursamaz olduklarına hayret ediyordum.

“Biraz sonra gözlerime inanamadım! Paramı toplamak için birbirleriyle yarışanlar, bana doğru geliyorlardı! Para kesem ise birinin elinde; boş denecek bir buruşuklukta idi. Getirdi önüme koydu. Şaşkın gözlerle, bakalım ne olacak? Diye beklerken, teker teker gelip, topladıkları paraları keseme koymaya başladılar! İçim, biraz olsun rahatladı. Öyle ya hiç yoktan iyiydi. Ne kadar toplasalar, yine de kardır dedim. Fakat sevincim kısa sürdü. Çünkü, bu kadar kişiye bahşiş vermem gerekecekti! O kadar çoktular ki, hangi birine para yetişir diye içimden geçirdim. Toplanan paramdan versem, bu sefer ben, yine beş parasız kalacaktım!

“Aldı mı beni bir sıkıntı! Yine de bir kaçına vermeliyim diye elimi keseme soktum. İlk önümdekine uzattım. El kol hareketleriyle alamayacağını belirtti! İnsanlık vazifesi yapmış olmanın memnuniyeti içinde yanımdan uzaklaştılar!

“Yorucu bir yolculuktan sonra, böyle endişeli ve heyecanlı dakikalar yaşamam; beni

perişan etmişti. Bir an evvel dinlenmeye ihtiyacım olduğunu gören beyaz sarıklı, güleç yüzlü bir ihtiyar, bir paytonu çevirerek binmem gerektiğini işaret etti. Paytoncuya da bir şeyler tembihledi. Böylece yabancıların kaynaştığı, büyük ve temiz bir hana getirildim. Ne kadar ısrar ettimse de, paytoncuya ücretini bir türlü kabul ettiremedim! ‘Eyvallah.’ Diyerek atları dehleyerek çekip gitti. Ben de, hana girip gösterilen odama kapandım.”

Tekrar yerine oturan Aleksandır, yüzünde beliren rahatlamış insanlara mahsus bir hal ile çubuğunu arka arkaya çekip, iyice arkasına yaslandıktan sonra, ellerini ev halkına doğru uzatarak:

“İlk önce ne yaptım dersiniz?” deyince, herkesin ağzından bir anda:

“Ne yaptın, ne yaptın büyük baba?” sorusu çıktı.

“Ne mi yaptım? Tabii ki, büyük bir merak ve endişe ile paraları saydım! Fakat gözlerime inanamadım! Bir daha bir daha, tekrar tekrar saydım! Ne gördüm dersiniz?”

Ev halkı:

“Epey eksik olduğunu!”

Öne doğru eğilip ciddileşerek:

“Eksik mi? Hayır, hayır evlatlarım, inanın paramın bir kuruşu bile eksik değildi!”

Geriye doğru yaslanarak:

“Yaaa, işte böyle çocuklar. Ben, işte ancak o an; Müslüman Türklerin nasıl bir millet olduğunu çok iyi anladım ve keşke bizim milletimiz de onlar gibi olsa diye, onlara gıpta ettim. Hadi bakalım bu gecelik de bu kadar. Doğru yataklarınıza. Marş marş!.”

Gelip, dedelerinin yanaklarından öperek:

“İyi geceler dedeciğim,” dediler.

“Size de iyi geceler, Allah rahatlık versin.”

NOT: Bu tarihi hikaye; İsmail Hami Danişment’in  “Garp Menba’larına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı” adlı kitabında geçen bir yaşanmış hatıradan ilhamen yazılmıştır.

Merhum Erbakan Hocamızın Ardından

Ülkemizin ve İslam âlemimin başı sağ olsun.

Mücahit oldu.

Mücahit kaldı.

Mücahit öldü.

Seni sevdik, seviyoruz ve seveceğiz hakka yürüyen lider.

Çevresini aydınlatmak için yanarak kendisini tüketenleri anlatmaya yönelik

‘Mum dibine Işık vermez’ atasözü kullanılır.

Erbakan hocamız sadece çevresini değil,

Ülkemizi ve İslam âlemini aydınlatmaya çalışıyordu.

Cenaze namazına 63 İslam beldesinden gelen heyetler bunun en açık delili ve belgesiydi.

Fakat O insanlığı aydınlatmaya çalışırken mum gibi eriyerek kendisini tüketmiyordu.

Merhum hocamız mum gibi değil güneş gibi idi.

Bitmez tükenmez bir enerjiye sahipti.

Tüm insanlığı aydınlatarak ısıtmaya çalışıyordu.

Elbette karanlıktan beslenenlerde olacaktı.

O’nun enerjisi ölümüyle de bitmeyecek.

Varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Büyük hayaller ve idealler liderlerle var olurlar.

Ama liderin ölümüyle yok olmazlar.

Hocamızın hayalleri, idealleri Büyük Okyanusa maya çalmaktan daha büyüktü..

Bu ideallerin bir kısmı gerek ülkemizde gerekse İslam dünyasının birçok yerinde yerleşmiş ve kök salmaya başlamıştır.

Merhum Erbakan hocamız farklı idi ve iz bırakanlardandı.

Nasrettin hoca göle maya çalmıştı.

Hocamız ise Büyük Okyanusa maya çaldı.

Biiznillah maya tutmaya başladı.

Hocamızın idealleri Büyük okyanustan da büyüktü.

D- 8 Projesi öyle değil midir?

Bu projeyi bazıları hayal gibi görebilir.

AB fonksiyonunu yitirmiştir.

İnsanlığı kurtaracak olan D – 8 projesiyle temelleri atılan yeni ve adil bir dünya nizamıdır.

Yeni bir dünya ideali yâda hayali sadece İslam âlemini değil Güneş gibi bütün insanlığı aydınlatacak ve ısıtacaktır.

Bu idealler dünya durdukça yaşayacak ve O’nu ölümsüz kılacaktır.

Hayal edilenlerin gerçekleşme imkânı geçte olsa vardır.

Hayal edilmeyenlerin hiçbir zaman gerçekleşme ihtimali yoktur.

Fikirler düşünceler ve idealler hayat gibi sonlu değildir.

Evet, bir çiçekle bahar gelmez ama O çiçek baharın habercisi ve müjdecisidir.

Hele o çiçek hiç solmayacak ve dünya durdukça var olacak bir çiçekse.

Kendisini ülkenin hâkimi ve baharın bütünü olarak gördüğü için.

‘Bir çiçekle bahar gelmez’ sözüyle 1965 seçimlerinde Konya’mızdan bağımsız milletvekilliği girişimini küçümseyen Sn. Demirel bu gün ülkenin, bölgenin ve dünyanın neresindedir?

Gerek ülke yönetiminde gerekse bürokraside varlığından söz edilebilir mi?

Ebetteki O’nun da sözü edilen birçok değişik yönleri var.

Bugün Demirel’in partisi de zihniyeti gibi kaybolmuştur.

Oysa bir çiçek olarak önemsenmeyen o mefkûre bu gün itibarıyla 2 cumhurbaşkanı 4 başbakan çıkarmıştır.

Merhum Özal’ında 1977 seçimlerinde MSP’den İzmir milletvekili adayı olduğunu unutmamak gerekir.

Hoca gerçekten farklı bir liderdi.

Farklı olduğu için liderdi.

Ak Parti’nin kuruluşu ve hocanın Ak Parti’ye sert muhalefeti taktik mi idi gerçek mi?

Hala net olarak anlaşılamadı.

Hocanın anlaşılamayan bir yönü (farkı) da ADİL DÜZEN projesi idi.

Adil düzen kapitalist düzenin alternatifidir.

Kapitalist düzeni merhum Necip Fazıl (cennet mekân) nasıl tarif etmişti?

Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul,

Bu taksimi kurt yapmaz, kuzulara şah olsa..

Demek ki kapitalistler kurtlar kadar bile merhametli değilmiş.

Adil düzen ise bu zihniyetin ters yüz edilmesidir.

Küçük bir azınlığın milli gelirin kaymağı ile beraber ayranını götürdüğü çoğunluğa tortu ile yetinmenin kaldığı bir ortamda onuda bulabilirse eğer.

Sistemin ters yüz edilerek hakça bölüşümü vampirlerin işine gelir miydi?

Merhum hocamızın bir farkı da bağımsızlığımızın tehlikeye düşmemesi ve savunmada dışa bağımlı olmamak için yerli milli ve ağır sanayi sistemini kurmak istemesi idi.

Tabi bu ideal dış güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin işlerine gelmiyordu.

Onun için insanların işiz, ülkenin fakir ve geri kalma pahasına hocaya ve fikirlerine saldırıyorlardı.

Merhum baba İnönü’ye atfen söylenilen bir söz vardır

‘Bu ülke bir adam yetiştirdi, O’da dinci çıktı’

Aslında onların saldırıları hocanın şahsından ziyade inanç ve değerlerine idi.

Hoca onlarla beraber aynı localara kayıtlı olsa,

Aynı çilingir sofralarına otursa bu saldırışların cezaların ve yasakların hiç birisi olmayacaktı.

İşte bu zihniyet hocanın başında bulunduğu bir ekip tarafından üretilen ilk yerli yapım devrim otomobiline benzin koymadan protokole çıkaran zihniyettir.

Bu zihniyetin perde arkasında şu düşünce hâkimdir;

Biz yapamayız,

Zekâmız müsait değil,

Sana’da yaptırmayız,

İnancın bize uygun değil..

Hocanın diğer bir farkıda çevre yâda varoş olarak tabir edilen çarıklı olması sebebiyle horlanan aşağılanan adam yerine konulmayan Anadolu insanını merkeze taşıması içselleştirmesi eğitimlerinin önündeki engelleri kaldırması.

Onları iş  ve siyasi hayata ortak etmesidir.

Hala mütedeyyin insanları kültürsüz, medeniyetten uzak göbeğini kaşıyan adam olarak niteleyen zihniyet..

O gün Anadolu insanına hangi gözle bakıyordu?

Merhum Erbakan Hocamız 28 Şubat soğuğunu yaşamış fakat üşümemiş, titrememişti.

Anti demokratik baskılara maruz kalmış fakat hiçbir zaman,

Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmemiş dim dik durmasını bilmiş bir liderdi.

Eğilmeden dimdik duran bir başka lider Merhum Yazıcıoğlu’nu da rahmet ve şükranla anıyorum.

Millete dönen namluya selam durmamış, postal yalamamıştı

Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

Milli görüş harekâtını üç kez sekteye uğratan,

İktidardaki bir partiyi kapatarak, liderine siyaset yasağı koyanlar,

Ülkemizin iki dönemdir hocanın talebeleri tarafından yönetiliyor olması karşısında acaba başlarını taşlara vuruyorlar mı?

Siyasi İslam diye tabir edilen İslam’ın camilere ve vicdanlara hapsolma işine son vererek Müslümanların inançları ve kimlikleriyle siyaset sahnesinde boy gösterebilmeleri de hocanın uğraş ve zahmetleri neticesidir.

Havuz sistemiyle ülkenin kaynaklarının hortumculara gitmesini engelleyen

Cumhuriyet tarihinde ilk defa denk bütçeyi gerçekleştiren..

11 ayda ekonomiyi düzlüğe çıkararak milletin yüzünü güldüren bir liderden,

Millet memnun olsa da, şer güçlerle onların yerli işbirlikçileri elbette memnun olmayacaktı.

Vefatı sebebiyle seveni ve sevmeyeni tarafından kendisine methiyeler dizilen hocamıza sağlığında aynı değer verilseydi ülke ve millet için daha faydalı olmazmıy dı?

Olmazda varsayalım hoca dirilerek geri gelse,

Vefatı sebebiyle kendisine methiye dizen insanların kaç tanesi yanında olur?

Yoksa ‘Biz senin ölünü seviyorduk’ deyip yine karşısına geçerek cephemi alırlar?

Cennet Mekân Abdülhamit’in değeri ülke parçalandıktan sonra anlaşıldı.

Ama iş işten geçmişti.

Abdülhamit’in ruhaniyetinden istimdat diye yazı yazmanın pişmanlıktan öte ülke ve millet için bir faydası da yoktu.

Askerin tavrını özür mü değil mi diye sorgulayanlar,

Bunun olması gereken insani bir tavır olduğunu elbette bilirler.

Özür olsa bile bunun Abdülhamit’in ruhaniyetinden istimdat anlayışından ne farkı var?

Hocam senin izlerini silmeye çalışanlar silindi silinecek,

Fakat senin izlerin hep taze kalacak.

Hocamızın gözünün açık gitmediğine inanıyorum.

İdealleri kendisi tarafından olmasa bile sevenleri tarafından peyderpey gerçekleştiriliyor,

Gerçekleştirilmesine de devam edilecektir.

Hocamızı uğurlayan yüz binler hatta milyonlar içerisinde,

O’na siyaset yapma görevi veren,

Maneviyat ehli Allah dostu insanlarda vardı.

Bu kadar insanın hüsnü şahadeti az insana nasip olur.

Yüz yılda bir yetişebilecek olan bir liderin ardından.

Seni sevdik,

Seviyoruz,

Seveceğiz,

Ey hakka yürüyen lider,

Ruhun şad,

Mekânın cennet,

Derecen âli olsun…