10.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1138

Yol Ayrımındaki Ülke ve Seçmen

12 Haziran 2011 seçimlerine fazla bir süre kalmadı. Daha önce sözde milliyetçi olup da bugün devşirilenler ve bu devşirmeleri besleyenler var. Hepsinin hedefi MHP… Yerli ve milli olan, engel teşkil eden her kurumla uğraşılıyor. MHP ve benzeri kurumlarla uğraşılmasının sebebi, bu kuruluşların milli mücadeleyi başaran, Cumhuriyeti ve milli devleti kuran “milli irade“nin bugün temsilcileri olmalarıdır. Görüldüğü kadarıyla MHP çok kaliteli bir kadroyla ülke sorunlarını kucaklamaya hazırlanmaktadır. Bu kadronun tanıtımı iyi yapılmalıdır.

Abant toplantılarında milli kimliği hedef alıp dünün aşırı sol bugünün bazı liberalleriyle işbirliği yapıp okullarında Türkçeyi seçimlik ders olarak okutanlar, gaflet içinde ülkücülüğün eskisine talip olanlar, bugünü değerlendiremeyenler, kimseye milliyetçilik dersi vermeye kalkışmasınlar.  Önce kendilerini yetiştirip gaflet uykusundan uyansınlar ve seçim öncesi kullanılmasınlar.

Kimliği, Kızılay’da dolaşanların kemik yapılarına bağlayan ve isminde Türk kelimesi geçen devşirilenlerden birisi, bir TV programında bu seçimlerde 50 yılın hesabı sorulacak deyiverdi. Gerçekten bu seçimlerin ne kadar önemli olduğunu fark ettirmemek için magazin konular öne çıkarılıyor. Tanju’nun, Hakan’ın ve Tatlıses’in adaylığı bunun için gündeme taşınıyor. Oysa 12 Haziran Genel Seçimleri Türkiye’nin getirildiği yol ayırımında önemli bir yön çizecektir. Seçmen bunun farkına varıp futbol takımı tutar gibi rey kullanmamalıdır.

Türkiye, 21. Yüzyılda Sevr şartlarına uygun bir ülke mi olacaktır? Küresel gücün yeni Dünya düzeninde kendisine biçtiği elbiseye uygun bir ülke haline mi gelecektir? Lozan’da “size bir çok hak verdik; ileride bunları alacağız” diyen dünün Batılı devlet adamları haklı mı çıkacaktır? Yüzyıllardır birçok coğrafyada olduğu gibi, Anadolu coğrafyasında da Haça karşı Hilâlin zaferi için her türlü fedakârlığa katlanmış Türk nesilleri, 2010’lu yıllarda yenik mi düşeceklerdir? Bize Devleti ve egemenliği birileriyle mi paylaştıracaklardır?

Türksüz Anadolu, Atatürksüz Türkiye, Hz. Muhammedsiz ve Kur’ansız İslâm, Hz. Alisiz Alevilik tezgahları başarılı olabilecek midir? Türkiye kendisine hiçbir zaman uymamış olan federal rüzgarlara marjinal bir takım gruplar var diye teslim mi edilecektir? Ülkeyi yöneten siyasi iktidarın henüz Anayasanın temel giriş maddeleri konusunda kendi içinde mutabakata varmamış olması, bunalımın ve istikrarsızlığın kendisi değil midir?

Milli kimliği ve milletinin adını dışlayan bir ülkede ne siyasi istikrar, ne de iktisadi istikrar olur. Ancak, dışarıya taviz verdiğiniz, onların dediğini yaptığınız oranda sıcak para çeker, geçici bir istikrar ortamı sağlayabilirsiniz. Bu da aldatıcı olabilir.

Türkiye’de son yıllarda bilhassa son 7-8 senedir bize neler tartıştırılarak bazı değiştirmelere alıştırılıyoruz. Önümde bir davetiye var. Bu toplantı davetinin ismi “Büyük Türkiye’ye Doğru”. Büyük Türkiye, gönlü Türk coğrafyasına ve Türk Kültür Dünyasına açık olanların bir parolasıydı. Bu, bugün de geçerlidir.

Ancak, milli birlik ve bütünlüğü ve sosyal dokusu üzerinde etnik oyunlar oynanan, tarımı ve sanayi perişan edilmek istenen, üretme ithal et anlayışının hüküm sürdüğü, iç ve dış borçların bir kamçı gibi ensemize indiği, dış ticaret açığının devamlı arttığı ve cari açığın tehlikeli sıcak para girişleriyle kapatılmasının hüküm sürdüğü, sanayi kuruluşlarının yabancılara peşkeş çekildiği, milli çıkarın ve milliyetçiliğin dışlandığı, etnik taassup ve ırkçılığın zirve yaptığı, çözülmenin bütünleşme zannedildiği bir dönemde hangi büyük Türkiye’den bahsedeceğiz. Başımızı kuma gömerek veya ülkeyi amuda kalkarak seyrederek hangi gerçeği görebiliriz.  

Toplantı programındaki konulara bakacak olursak suya sabuna dokunmayan marjinal ne kadar konu varsa programa tıkılmış ve de bazı konularda işin alfabesiyle uğraşılmış. Asıl aydın sorumluluğunun gereği olarak ele alınması ve tepki verilmesi gereken konular birer birer atlanmış. Daveti yapan son derece saygın ve tarihi bir kuruluşu bu noktalara getirmek,, siyasi iktidarın yağdanı haline sokmak çok büyük bir vebal altına girmektir. Aziz Nesin’in tanımladığı Türk tipine özenmeyelim.

Türkiye dış telkinlerle, Barzaniyle bütünleşerek terörle mücadele edemez. Erbil ziyareti son derece zararlı ve zamansız olmuştur. Diğer taraftan, Lübnan’da yakalanan PKK’lıların İsrail istihbaratıyla bağlantılı olmaları da dikkat çekici bir noktadır.  

Demokrasiye AKP çelmesi

Farkında mısınız 2002 yılından sonra yapılan Yerel, Genel Seçimler, hatta Referandum Oylaması‘nda bile, Sandık Başkanları atamalarında farklı bir uygulama yapılıyor.

Daha önceki seçimlerde, seçim sandıklarının bulunduğu okullarda görev yapan öğretmenler başta olmak üzere, o bölgede görev yapan kamu görevlileri, Sandık Başkanı olarak görev yaparlardı.

Ne olduysa AKP’nin İktidar olduğu 2002 yılından sonra oldu.

Sandık Başkanı olarak atananlar, Yerel Yönetimleri elinde bulunduran AKP’nin işe aldığı Belediye Çalışanları’ndan atanmaya başladı Sandık Başkanları.

Bu durumun, seçimlere gölge düşürdüğüne neden dikkat etmezler İlçe Seçim Kurulu Başkanı olarak görev yapan Hakimler?   

Seçim sonuçları açıklandığı zaman, çıkan sonucun doğruluğundan şüphe edenlerin sayısı her geçen gün artarken, bu konuya neden dikkat çekmez Siyasi Partiler’in Yöneticileri?

Birleştirme tutanaklarında yapıldığı iddia edilen yolsuzlukların daha çok dile getirilmesinin en önemli sebeplerinden biri, bu uygulama değil midir?

Dünyanın en ileri yazılım programlarına sahip Amerika‘da bile seçim sonuçları bizdeki kadar çabuk açıklanamıyor.

2007 yılındaki Genel Seçimler’den hatırlıyorum.

Zamanın henüz gece yarısını geçmediği saatlerde, bizde sandıkların neredeyse %90 ına ait sonuçlar, televizyon ekranlarından verilmeye başlamıştı.

Bu kadar köyün, mezranın bulunduğu, en ufak bir kar yağışında bile on binlerce köyüne ulaşılamayan ülkemizde, seçim sonuçlarını almak için bir kaç saat yeterli oluyor.

Size de bir tuhaf gelmiyor mu bu durum?

Demokrasiyi en çok dillendiren ama demokrasinin ırzına en çok geçildiği dönemde İktidar olan AKP, seçim sonuçları konusunda da şaibeli bir partidir.

Halkın iradesinin gerçekten sandığa yansımasını arzu ediyorsak, bunda herkesin sorumluluğu olmalı.

Başta halkımızın bizzat kendisi, Siyasi Partiler, Yüksek Seçim Kurulu, İl, İlçe Seçim Kurulları bu konuda sorumludurlar.

Bu konuda yapılan bir suistimal, halkın iradesine saygısızlıkla birlikte, bu ülkeye yapılan en büyük ihanettir.

Bu ülkeyi, totaliter rejimlerle yönetilen 3. Dünya Ülkeleri durumuna getirmektir bu suistimallere sebep olacak uygulamalara göz yummak.

Buna yasadışılıklara engel olmayan, hatta alet olanların, hem kanun önünde, hem vicdanlarda vebali büyüktür.

Buradan Sandık Kurulları’nı oluşturmakla görevli Hakimlerimize seslenmek istiyorum.

“Demokrasiye gölge düşürmeyin. Halkın iradesinin sandıklara yansımasını engelleyecek uygulamalarda bulunmayın.

Bunun ilk ayağı da partili belediye görevlilerini Sandık Başkanı olarak atamayın. 

Çocuklarımızı emanet ettiğimiz öğretmenlere olan güveni görmemezlikten gelmeyin.

Bu konudaki atamaların takipçisi olacağımızı bunu da tüm kamuoyunla somut örnekleri ile paylaşacağımızı bilinmesini isteriz.” 

 

 

Türkiye Doğru Yolda mı?

Türkiye’nin bölgesinde lider ülke olduğu, bölgede olan her olayda Türkiye’nin sözü ve iradesinin belirleyici faktörlerden olduğu, ekonominin yüzde 8,9 büyüdüğü, işsizliğin azaldığı gibi pembe haberlerden sonra sevinç ve gurur duymamak kolay değil.

Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımız mesailerinin büyük bölümünü yurtdışı görüşmeleri ile geçiriyor. İngiltere’den Irak’a, ABD’den Afrika’ya, Rusya’dan Asya’ya kadar çeşitli devletlerle görüşmeler yapıyor. Müthiş bir hareketlilik ve gayret göze çarpıyor.

Başbakan’ın yurtiçi trafiği de baş döndürücü. Yurdun en batısından en doğusuna, kuzeyinden güneyine aynı günde birkaç ilde veya birkaç ayrı mekânda konuşmalar yapıyor.

Hükümetin yargıdan eğitime, sağlıktan şehirleşmeye kadar sistemleri kökten değiştirmeye çalışan faaliyetleri söz konusu. AKP’nin ve Başbakan’ın hedefleri arasında artık Türkiye’nin devlet yapısının kökten değiştirilmesi var. Bunlar mevcut Anayasanın yerine yeni bir Anayasa yapmak, Başkanlık sistemine geçmek, üniter devlet yapısını federasyona çevirmek gibi çok radikal değişiklikler demek.

Stephen Covey’in lider ve yönetici arasındaki farkı anlatmak için verdiği örneği hatırlatıyorum:

Tropikal bir ormanda yirmi kişilik bir kafile yolunu kaybeder. Ellerinde harita ve pusula yoktur. Orman tehlikelerle doludur, bir an evvel çıkmak lazımdır. Ekipten biri diğer arkadaşlarını organize eder. Bir kısmını baltalarla önlerindeki ağaçları kesmek, bir kısmını bu ağaçları yan tarafa taşımak, bir kısmını ise teçhizat ve gıda ikmalini sağlamak gibi işlerle görevlendirir.

Bu yönetici kişinin, arkadaşlarını motive etmek, yapılan işin verimliliğini ölçmek ve artırmak gibi önemli işleri de başarılı bir şekilde yaptığı görülür. Yönetici ve ekip çok çalışkandır. Hızla yol açmakta, ormanda mümkün olan süratle hareket etmektedirler.

Bu ekibin içinden biri farklı bir şey yapar. Yüksek bir ağaca tırmanır ve ekibin ormanın dışına değil, derinliklerine doğru yol almakta olduğunu görerek seslenir: “Arkadaşlar o tarafa değil, ters yöne gitmemiz lazım.”

İşte lideri yöneticiden ayıran fark, yapılan işin hızlı ve verimli yapılmasından önce işin doğru yapılmasını sağlayan kişi olmasıdır. Bazı yöneticiler aynı zamanda lider özelliklerini de taşır, bazıları ise sadece yöneticidir, lider değildir.

Eğer yanlış yöne gidiyorsanız, hızlı gitmenin size bir faydası yoktur. Hatta daha dönülmez noktalara götürdüğü için zararlı da olabilir.

Türkiye’de elbette iyi şeyler de yapılıyor. Başbakan ve hükümetin üyelerinin çoğu çalışkan yöneticiler. Fakat aydın olmak vasıf veya temayülünde iseniz, yani Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle eğer “beyninde zehirli kıymık taşıyan” kişilerden olmak durumunda iseniz, anlatılanları ve sunulan verileri sorgulamak, acaba “Türkiye doğru yolda mı?” diye araştırmak durumunda olursunuz.

•1-     Türkiye’nin bölgesel bir güç haline geldiği söylenirken, aynı zaman diliminde ülkemizin bir bölünme riski, hatta bir beka sorunu içinde olduğu görülmekte. Terör örgütü siyasallaşmakta, sivil itaatsizlik eylemleri bir isyana dönüşme emareleri göstermekte. Mısır, Tunus gibi örnekler verilerek Türkiye Cumhuriyeti devletine meydan okunmaktadır. İmralı’daki terör örgütü lideri, Kürt halkının meşru lideri seviyesine getirilmiş, devletle pazarlık yürütmekte. Ülkemizin üçte birini kaplayan bir coğrafyada, Kürdistan devlet başkanı olma hayallerini gerçekleştireceği süreci yönetmekte.

•2-     Dış politikada en büyük açılımları yaptığımız Irak‘ta ne kazandık, Türkmenler ne durumda? Kıbrıs‘ta hangi kazançları elde ettik? Ermenistan‘dan hangi tavizleri kopardık? Bu sorulara olumlu cevaplar vermek pek mümkün değil.

•3-     Ekonomist dergisinin 167 ülke arasında yaptığı “Dünya Demokrasi Endeksi” araştırmasında, Türkiye’nin 2008’e göre 2010 yılında 2 basamak geriye giderek, 89. sıraya gerilemiş olduğu bildirilmekte.

•4-     Freedom House adlı örgütün “Dünyada Özgürlük 2011” raporunda, 193 ülke “özgür” , “kısmen özgür” ve “özgür olmayan” ülkeler kategorileri altında 3’e ayrılmıştır. Türkiye bu raporda “kısmen özgür” ülkeler arasında yer almakta.

•5-     İnsanlarımız dinlenildiği endişesiyle telefonla konuşmaya korkmakta. Yazılmamış kitaplar toplatılmakta, insanlar neyle suçlandığını bilmeden iki yılı aşan süreler tutuklu kalmakta.

•6-     Dünyanın 16. büyük ekonomisiyiz ama satın alma gücü paritesine göre 84. sıradayız. Küresel rekabet gücü endeksinde 61. sıradayız. Belki de bu tür sıralamaların en önemlisi olarak görülmesi gereken insani gelişme endeksinde maalesef 83. sıradayız.” (Mustafa Koç, Tüsiad konuşması)

•7-     Ekonomimiz yüzde 8,9 büyüdü. Bu güzel bir rakam. Ancak bu büyümenin kaynağı milli üretim ve tasarruflarımız değil. Kriz dönemindeki gerilemeden sonra “baz etkisiyle”, toplam ihracatımız yüzde 11,5 artarken, ithalatımız yüzde 31,6 artmış. 2009’da ihracatın ithalatı karşılama oranı %72.5 iken, 2010’da %61.4′ e düşmüş. Yabancı parasıyla keyif çatmanın uzun vadede çıkmaza sürükleyeceğini gören Merkez Bankası ekonominin ateşini düşürecek tedbirler almakta.

•8-     İntiharlar, boşanmalar, acayip cinayetler hızla artmakta. Bunun gibi Türk toplum yapısının uğradığı erozyonu anlatan sosyal veriler ürpertici.

•9-     İşsizlik rakamlarını anlatan bazı devlet adamları (mesela Bülent Arınç) Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin çoğundan daha iyi olduğumuzu anlatıyor. Oysaki TÜİK verilerine göre, Türkiye’de işgücüne katılma oranı (çalışanlar ve iş arayanların toplam çalışabilir nüfusa oranı) sadece yüzde 48,2 ve kayıt dışı istihdam oranı yüzde 43,3 tür. AB ülkeleri (25 ülke) ortalaması işgücüne katılma oranı bakımından yüzde 70,4 ve kayıt dışı istihdam AB ülkelerinde şöyle: Fransa 14.7, Almanya 14.8, İtalya 27.2, Hollanda 13.8, İspanya 23.0, İsveç 19.5, İngiltere 13.0. İşgücüne katılma oranı ve kayıt dışı istihdamı AB ülkeleri seviyesine getirerek mukayese edersek üzülürüz.

•10-   BM Kalkınma Programı Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi (2009) bakımından Türkiye 109 ülke arasında 101. sırada.

Öne çıkarılan bilgiler ile birlikte, lütfen bu bilgileri de değerlendiriniz. Ve kendinize sorunuz: Türkiye doğru yolda mı?

 

 

Siyasi Sahtekarlar

Türkiye, tarihi bir seçime doğru giderken neredeyse partilerin biri hariç tamamı “Yeni Anayasa” vaadi ile halkın önüne çıkıyor.

Bu “Yeni Anayasa” herhalde yenilecek ve içilecek bir şey. Tıpkı bir ilaç gibi. Her hastalığa iyi gelecek, aş ve iş meselesini çözecek, yoksulluğu ortadan kaldıracak. Buradan anlıyoruz ki; Türkiye’nin yaşadığı bütün ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal sorunların başlıca nedeni mevcut anayasa. Onu “Yeni Anayasa” ile kökten değiştirince herşey düzelecek ve çektiğimiz bütün sıkıntılar sona erecek.

Daha önce böyle bir çözüm önerisini, 17 Aralık 2004 tarihinde iktidar başta olmak üzere malum partiler, Tüsiad gibi STK’lar, akademisyenler ile basın mensupları “AB’ye girdik kurtulduk” diye yapmışlardı. Oysa aradan geçen yedi yıllık süre zarfında ne AB’ye girebildik, ne kurtulduk ne de rahatladık.

Türk – İş tarafından yapılan ve ülkede çalışanların geçim koşullarını ortaya koyan, açlık ve yoksulluk sınırı araştırmasının 2011 Mart ayı sonuçlarına göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 870 TL, yoksulluk sınırı da 2836 TL’dir.

Buna göre 2011 yılı için geçerli ücret net 630 TL olduğuna göre, asgari ücretle çalışan bir kişinin geçindirmek zorunda olduğu dört kişilik aile aç olarak yaşamaktadır. Yoksulluk sınırına baktığınızda, ülkemizin büyük çoğunluğunun geliri de yoksulluk sınırı altında kalmaktadır.

Siyasi partiler, 12 Haziran 2011 seçimlerine giderken, açlığa, yoksulluğa, geri kalmışlığa, onursuzluğa, ahlaksızlığa her geçen gün biraz daha kaybedilen bağımsızlığa bir çözüm bulacaklarını vaad etmek yerine, ne idüğü belli bir “Yeni Anayasa”  teklifinde bulunuyorlar. Ve ekliyorlar, hertürlü sıkıntınızın devası bu “Yeni Anayasa”dır.

Yeni Anayasa vaadinin dil altındaki baklası; Türk Milletinin, anayasadaki hükümranlık hakkına son verilmesidir.

Lafı eveleyip gevelemeyenler, Türk Milletini ağdalı bir “Yeni Anayasa” sözü ile aldatmak ve tarihe gömmek istiyorlar.

Bunu ellerine fırsat geçtiğinde, hep denediler. 30 Ekim 1918 ve 17 Aralık 2004 örneklerinden sonra adına Türk medyası demekten utandığım basın eliyle atılan manşetlerde bunu yaptıklarını görüyoruz. Yakın tarihte büyükelçilerin elini öptüler ve Yunan Ordusu başta olmak üzere küresel koalisyonun ordularını çiçeklerle karşıladılar. Bunların çocukları şimdi de 12 Haziran’da “Yeni Anayasa” diyorlar.

Yaptıklarını fırsat buldukça yeniden deneyenler ile bugün karşımızda bulunan güncel örnekleri, Türk milletini aldatmaya soyunmuş “Siyasi Sahtekarlar”dır. Bu sahtekarlığa hep beraber izin vermeyelim.

 

Canların Cananı

Can içinde can taşıyan

Evlat derdiyle yaşayan

Kar kış demeyip üşüyen

Canların cananı anam

 

Yavrum der dolar gözleri

İnci mercandır sözleri

Dünyaya getiren bizleri

Canların cananı anam

 

Duadadır hem dilleri

Evlat ananın gülleri

Öpülesi hep elleri

Canların cananı anam

 

Yoktur gecesi gündüzü

Dürüst ol der daim sözü

Her an üstümüzde gözü

Canların cananı anam

 

Yetim anası olmayan

Yaşarken kıymet bilmeyen

Onun duasını almayan

Canların cananı anam

 

Müjdelenen cennet ile

Evladı benzetir güle

Daim onunla el ele

Canların cananı anam

 

Gel kardeş kırma ananı

O dur canların cananı

Damarında onun kanı

Canların cananı anam

Vatandaş Türkçe Konuş

17 Şubat 1926 tarih ve 743 sayılı Türk Medeni Kanununun, 1 Ocak 2002 tarihinde uygulamadan kaldırılıp, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun yürürlüğe girmesi üzerine bir araştırma yaparak kanundaki yanlışları ve eksikleri tespit ettim. Bu tespitlerin tamamını bize ayrılan köşede yayınlamanın imkânı yoktur.

Ancak doğumdan ölüme herkesi ilgilendiren bu temel yasa dilinin de yaşayan Türkçenin en güzel örneklerinden biri olmasını beklerdik. 298 kelimenin yeni kanunda yer almadığını bu kelimelerin ancak % 10’nun değişmesi gerektiğine, kalan kelimelerin hukuk dilinde değiştirilmesinin imkânsız olduğunu, yeni kelimelerin eski kelimelerin tam karşılığı olmadığı açıkça görülmektedir.

Bunlardan bazıları;

Temyiz: Ayırt etme, Temyiz Kudreti: Ayırt etme gücü, Mümeyyiz: Ayırt etme gücüne sahip kişi. Tahsis: Özgülüme, Fahri: Onursal, İntikal: Geçmek, Feragat: Vazgeçmek. Medeni Kanunumuzda böyle bir çok kelime iğdiş edilmiş, gaye Öztürkçe kelimeler bulmak. O zaman sormak lazım kabuk Türkçe var mı? diye.

Bunları kısaca değerlendirdikten sonra YUSUF YANÇ isimli bir öğretmenin yazdığı Türkçe ile ilgili yazıyı çok önemli bulduğum için köşemde aynen yayınlamayı uygun gördüm.

Türkçemizi ne hale getirdiler? Sık sık bunu soranlar var. Bir dil bu kadar yabancı dillerin etkisi altında kalıp, saçma sapan bir dil haline nasıl gelir? Bu yazıyı okuyun ve görün, Türkçenin ne hale geldiğini.

Karamanoğlu Mehmet Bey’i arıyorum, göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı? Bir ferman yayınlamıştı. Bu günden sonra, divanda, dergâhta, bargahta, mecliste, meydanda Türkçeden başka dil konuşulmaya. Diye hatırlayanınız var mı?

Dolanın yurdun dört bir yanını, çarşıyı, pazarı, köyü, şehri fermana uymayanınız var mı? Nutkum tutuldu, şaşırdım merak ettim. Dolandığımız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere gördüklerinize, duyduklarınıza üzüleniniz var mı? Tanıtım demo, sunucunun spiker, gösteri adamının şovmen, radyo sunucusunun diskjokey. Hanım ağanın first Lady olduğuna şaşıranınız var mı? Dükkanın store, bakkalın market, torbanın poşet, mağazanın süper, hiper, gross market, ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı? İlan tahtasının bilbooard, sayı tahtasının skorboard, bilgi alışının brifing, bildirgenin deklerasyon, merakın, uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı?

Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı beldelerin girişinde welcome, çıkışında good bye okuyanınız var mı? Korumanın, muhafızın, bodyguard, sanat ve meslek pirlerinin duayen, itibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı? Sekinin, alanın platform, merkezin center, büyüğün mega,  küçüğün mikro, sonun final, özlemin nostalji, olduğun öğreneniz var mı?  İş hanının Plaza, bedestenimizin galeria, sergi yerlerimizin centroom, showroom, büyük şehirlerimizi mega kent diye gezeniniz var mı? Yol üstü lokantanızın fast food, yemek çeşitlerinizin menü, hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı? İki katlı evinizi dublex, üç katlı evinizi triplex, köşklerinizi villa, eşiğinizi antre, bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?

Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik, vurguncunun spekülatör, eşkiyanın mafya, desteğe, koltuk çıkmaya sponsorluk diyeniniz var mı? Dağın tepesindeki köyde cafe show levhasının altında kahve içeniniz var mı? Toprağımızı, bayrağımızı inancımızı çaldırmayalım derken, dilimizin çalındığını talan edildiğini özün el diline özendiğine içi yananız var mı? Masallarımızı, tekerlemelerimizi, atasözlerimizi unuttuk. Şarkılarımızı Türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik. Türkçemiz elden gidiyor dizini döveniniz var mı? Karamanoğlu Mehmet Bey’i arıyorum göreniz bileniniz var mı? Bir ferman yayınlamıştı hayal meyal hatırlayıp da sahip çıkanınız var mı?

Çocukluğumuzda “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası vardı. Sureti haktan görünse de hedef azınlıklardı. Mahalledeki bir abimiz bir gün ada vapuruna binip Türkçe konuşmayanları nasıl yola getirdiğini anlatmıştı. Galiba asıl şimdi böyle bir kampanya açmak gerekiyor. Tabi zorlamadan

Bu acı durum karşısında vatandaş Türkçe konuş kampanyası açmak gerekiyor. Türkiye’deki bütün milli dernekleri bu konuda göreve çağırıyorum.          

 

 

“0turan Boğa’nın İzinde”

 

        “Oturan Boğa’nın İzinde”yi izlerken
        Sanki kendi geleceğimi gördüm birden

 

          Adım anım silinmek isteniyor bu yerden

          Kılıç hakkım bilirken yurdumda kendimi ben

 

         Gerçek değil de bir hayal kahramanı oldum sanki

         Türkler’e duyulan kin aklıma gelse ne zaman ki

 

         Kimin toprağını kimler sahiplenmek istiyor

         Kulak verin toprağa dinleyin bakın ne diyor

 

        Gezinin Anadolu’da adım adım hele bir

        Türkün engin tarihini görürsünüz nice bir

 

        Girin Van Müzesi’ne bakın dizi dizi Koç başlarına

        Dile gelmek düşer Akkoyun – Karakoyunlu taşlarına

 

         “Oturan Boğa’nın İzinde”yi izlerken

         Onlarınki gibi bir sonuç henüz erken

 

          Fakat değil mi ki “Küllü atin karip.”

          Yani “Gelecek / Sayılı gün tez gelip.”

 

         Yani gelecek gelmiş, olacak olmuş gibi düşün

         Al tedbirini de, aman ha gerçekleşmesin düş’ün

 

         Evet, dış düşmandan yok zerre kadar korkum lakin

         Kahrediyor beni Türk’e karşı bu manasız kin (!)

 

         Hatırlatıyor bana Hazreti Ali’nin ölmez sözünü:

         “İyilik yaptığından kemlik bekle!” de hemen aç gözünü

 

          “Oturan Boğa’nın İzinde”yi izlediyseniz eğer

          Şanlı Türk Tarihi geçmiştir önünüzden; teker teker

 

           En büyük, en asil milletlerden biri olan Türk Milleti

           Yok, tarihte kasten yaptığı insanlık dışı bir illeti

 

           Öncelikle gör; uçsuz bucaksız Ahlat Mezar Taşlarını

            An, Osmanlının harekete geçtiği o tarihsel anı

 

            Muş’a doğru selamlar sizi bir Selçuklu Kervansarayı

            Anlarsınız vuranı, vatana mührü, arayı arayı

 

 

          Her yerde olduğu gibi, Gevaş’taki kümbete ne demeli?

          Okunursa mühürler, kursağında kalır düşmanın emeli

 

          Erzurum, Kars, Kayseri ve bilumum Anadolu

          Ecdadın, nice tarih eserleriyle dopdolu

 

         Sıksan eğer toprağı; şüheda fışkıracakken her yerden

         Türkoğlu vazgeçer mi vatanından, vazgeçmedikçe ser’den?

 

         Ama zoruma gidiyor gafillerin saçmalıkları

         Anayasa için teklif ettikleri alıklıkları (!)

 

         Türkün adını, Anayasa’dan silmeye kalkıyor kimi nadan (!)  

         Dağdan gelip bağdakini kovmaya çalışıyor kimi şaklaban (!)

 

        Yedi Düvel silememişken, haritadan yerini

        Kim başarır bunu, yere düşürmedikçe ser’ini ?

 

        Denediler, İlk Cihan Savaşı’nda tüm güçleriyle

        Döndüler Çanakkale’den, yenilgi ve öçleriyle

 

        Son bir ümitle, işgal ettiler yurdu baştan başa

        Bir avuç toprağı çok görüp, zehir kattılar aşa

 

        Yine zaferle çıktı bu millet; o cehennem gayyasından

        Eser kalmamıştı Batı’nın, hiç olmayacak hayasından

 

        Bu da yetmedi; sarıldı eskisi gibi fitne – fesada

        Kimi insanımızın aklını çelip, başladı hasada

 

        Şüphesiz, ne yapsalar; dönecek yine elleri boş

        Olmuş, Hakk’a tapan bu milletin başı, Hakk’la hep hoş

 

        Milletin bir ismi olur, onu da koyar Tarih Dede

        Onlarca isimli bir milleti, kim görmüş hem nerede?

 

        Nerede görülmüş, başsız gezen vücutlar dünyada?

        Lokomotif olmasa; vagonlar nasıl yürür rayda?

 

       Türkiye’de bir çok kavim var, zamanla Türkleşmiş

       Din, Dil, Vatan bir olunca, ayniyetle denkleşmiş

 

        “Türkiye” adını vermişler vatana, üstelik yabancılar

        Bir gün gelecek çeksinler diye mi, acı üstüne acılar?

 

        Rusya’da yaşıyorsa Rus, Türkiye’de Türk, Almanya’da Almanlar

        İngiltere’de İngiliz, Fransa’da Fransız adı alanlar

 

 

        Niçin bu rahatsızlık; Türkiye’de yaşamıyor mu Türkler?

        Bu isim altında Türkleşmiş; bir çok kavim, unsur ve ırklar

 

          Her gün, her dakka, her saat; bir kavim adı getirilirken dile

          Her kavmi içeren Türk adını arama; bulamazsın nafile (!)

 

          Nerde görülmüş bölünmeyi; çözüm olarak sunmak ileri?

          Söylemi yıkmanın; ne zaman oldu: “Mutluluktan kalma geri!”

 

          Oyuna geliniyor “With a little push.” Diyen İngiliz’in

          “Biraz ittirerek.” Halkı kışkırtana denmiyor: “Sen nesin?”

         

          Ta Osmanlı’dan beri, İngiliz; bu oyunun hep içinde

          “Demokrasi” yaftası, oluyor ihanete, tam bir perde

 

         Ah Türkiyem! Sen böyle kalmamalıydın? Hem öksüz hem yetim!

         Na – ehil ellerde heba oluyor; bil ki Cumhuriyetim!

 

         Kurtlar sofrasına sunulmak isteniyor Türkiye, parça parça

         Gelmiyor kimsenin aklına, Türkiye’nin fiyatı acep kaça?

 

         Sanki bedava bulunmuş bu ülke; üstelik sahipten yana yoksun

         Zaten, bu gafletle sahiplendirmezler seni; çünkü hesapta yok’sun

 

         Suyun üst tarafını tutmuş olan Kurtlar birleşmişler!

         Alt tarafta olan senin için saf tutup yerleşmişler!

 

        Hedef Türkler ve Türkiye olunca, onlar için yok başka mes’ele

        Akan sular durur, kenetleşirler aralarında derhal herkesle

 

        Olanlar karşısında Türk Milleti; çok sabırlı ve pek sabur

        Gerektiğinde çıkar bu millet karşılarına, tabur tabur

 

        Almasın eline silahı, ister istemez hele bir yol

        Durduramaz onu, zaferden başka; ne kimse, ne de bir kol

 

        “Böl, parçala, yut!” metodu; Batı’nın değişmez ünlü tuzağı

        Her asırda kullana gelmiş; Müslüman – Türk’e bu feci ağı

 

         Yine revaçta bu mel’un tuzak, bugün yeniden

         Düşman aynı düşman, yok zerrece farkı eskiden

 

         Oluyor, iç – dış münafıklar varlığımızdan, nedense rahatsız

         Geliriz üstesinden, var nice yiğit; olsa da atsız, kanatsız

 

         “Oturan Boğa’nın İzinde” yi T(e) V(e)’den pür-dikkat ederken seyr

         “Beyaz adama sakın ha güvenme!” diye milletini öğütler

 

          Ötelerden, kalbe doğan hisle, çeker bizlerin de dikkatini

          Olacaklardan vermek için haber; kullanır bütün takatini

 

 

         Mert, namuslu ve yiğit oluşuyla; menşeine tutar ışık

         “Oturan Boğa”nın Asyalı olduğu belli; değil karışık!

 

        Toprak ve hayvanlar; biliyor ki verilmiş birer nimet

        Sunuyor insanlığa, muştu sunan sulhu demet demet

 

        Yok edilen saygın, asil milletin; son temsilcilerinden biri

        Milletlere diyor; devamınızı temin için alın tedbiri

 

        Türk Milleti’nin de adı sanı, silinmek isteniyor tez elden

        Varlığı inkar ve kendisi yok edilmek isteniyor temelden

 

        Sormak gerek: Nerden geliyor bu cesaret ve bu cür’et?

        Türkiye’nin ayrışmasına veriliyor, son bir gayret (!)

 

        Hangi devlet; böyle sabır gösterir bölücü – yıkıcılara?

        Devlet, millet nasıl katlanıyor, çekilen bunca acılara?

 

        FAKAT, TAŞMAYA GÖRSÜN TÜRK MİLLETİ’NİN SABRI BİR KERE

        SIRA GELMEZ ARTIK, KAHRAMAN ORDU VE ŞANLI ASKERE

 

        Batı’ya göbek bağından bağlı olan patronlar zümresi

        Milli her şeyin karşısında olmak, başlıca emaresi

 

        Devlet temeline dinamit koymakla, çıktı yine sahneye!

        Bilmem ki acep biliyor mu, yaptığı hizmet kime ve neye?

 

        Bu nasıl zihniyet ki, bölünmeyi sanıyor mutluluk!

        Böyle kimseler için acep; ne menem şeydir ululuk?     

 

 

FATİH SALGAR ‘Türk müziği, batıcıların baskılarına rağmen en az etkilenen kültür unsurumuzdur.’

Türk müziğinin genç dehâsı FATİH SALGAR ile melodi âhenginde bir sohbet
GİRİŞ:
Bilindiği gibi kültür, insan topluluklarını millet hâline getiren çok mükemmel bir katalizördür. Güzel sanatların seçkin bir dalı olan müzik ise, millî kültürümüzün de en önemli unsurlarından biridir.
Müziğin, tarih boyunca pek çok târifi yapılmıştır. Pisagor’a göre müzik; ‘Birbirine benzemeyen çeşitli seslerden meydana gelen konser’dir. İbni Sînâ müziği; ‘Birbiriyle uyumlu olup olmadığı yönünden sesleri ve bu sesler arasındaki zaman sürelerini araştıran riyâzî bir ilimdir.’ Şeklinde târif ediyor. Türk müziğinin bilinen en eski bestekârı ve müzikologu Abdülkadir Merâgî ise ‘Müzik; kulağa yumuşak gelen nağmelerin bir araya getirilmesidir.’ Diyor.

Gagauz Türklerinden Dimitri Kandemiroğlu müziği şöyle târif ediyor: ‘Çıkardığımız seslerin ölçülü bir zamanda bir usulün düzenine uyarak işitme gücümüze zevk vermesidir.’
Akıl gücü, konuşabilen canlılarda bulunur. Mûsikî ilmi de Yüce Yaratıcı’nın, akıl sâhiplerine eşsiz bir hediyesidir. Müziğin insanı olgunlaştırdığı, daha insancıl konuma eriştirdiği, üretim yapan canlıların çoğunda verimin artmasına katkıda bulunduğu, hastalıkların tedâvisinde kullanıldığı bilinmektedir.
Hayatımızın her safhasında müzik vardır. Kültürümüze göre; hayat yolculuğunun başlangıcında kulağa okunan ezanda ve yolculuğun son demindeki salâda…

Bu hafta, müziğimizin genç dehâsı Fatih Salgar ile müziği, melodi âhenginde bir sohbete konu ettik.
Oğuz Çetinoğlu: Sizce, günümüzdeki Türk müziği; hizmet edeni, hayran kitlesi ve müzik kalitesi itibâriyle olması gereken yerde mi?
Fatih Salgar: Gönül; ‘Evet gereken yerde.’ Demeyi istiyor fakat olması gereken yerde değil.
Bununda çeşitli sebepleri var. İnsanlar ucuzu, kolayı tercih ettirilir hâle getirildi. Ortada Selimiye’nin Süleymaniye’nin karşılığı olan bir musiki var. Ama bu musikiyi anlamak için en azından dinleme alışkanlığını edinecek gayret yok. Yine biraz edebiyat, biraz makam bilgisi, biraz form bilgisi vs. gibi tamamlayıcı bilgiler de edinilse, dayatılan müziklerin ne kadar amaçsız ve hafif oldukları anlaşılır. Bununla beraber çağın nimetlerinden faydalanmak gibi imkânlar da var. Hiç olmazsa isteyenin ulaşabileceği kaynaklar, hiçbir zaman olmadığı kadar çok.
Hizmet edenlere gelince, onların da sorumlulukları icabı, son derece şuurlu hareket etmeleri gerekir. Bu arada ‘Türk müziği’ deyince, sanat değeri olan müziği, özellikle de ‘Klasik Türk Müziği’ni algıladığımı da belirtmeliyim.

Oğuz Çetinoğlu: ‘Batı tesirindeki Türk edebiyatı’ndan söz edildiği gibi, ‘batı tesirindeki Türk müziği’nden de söz edilebilir mi?

 Fatih Salgar: Batının tesiri, edebiyatta olduğu gibi, musikide de olmuştur. Konuya girmeden önce, Osmanlı Devleti’ndeki değişim rüzgârlarını şöyle bir hatırlamakta fayda olacağını sanıyorum.

Sultan İkinci Mahmud Han yönetimindeki Osmanlı Devleti; idârî, askerî ve sosyal yönleriyle büyük değişimler yaşıyordu.

İkinci Mahmud Han’ın yetişmesinde ve kişiliğinin oluşup gelişmesinde Sultan Üçüncü Selim Han’ın büyük etkisi vardı. Üçüncü Selim Han, 1808 yılında katledildi. Sultan Dördüncü Mustafa Han, kendisinin yerine tahta oturtulmak istenen kardeşi Şehzâde İkinci Mahmud’u öldürtmek istedi. Fakat şehzâde, birkaç dakikalık farkla bacadan dama çıkarak kurtuldu. Alemdar Mustafa Paşa, Şehzâde İkinci Mahmud’u tahta oturttu.
Sultan Dördüncü Mustafa Han tahta oturduktan sonra oluşan siyâsî şartlar, O’nun Sultan Üçüncü Selim’ Han’ın yapmayı düşündüğü ve kendisinin de inandığı yenilikleri yapmasını ertelemesine sebep olmuştu.

Nihayet 1826 yılında Vak’a-i Hayriye olarak da adlandırılan ve Yeniçeri ocağının kanlı bir şekilde ortadan kaldırılışı, Osmanlı Devleti’ndeki geri dönüşü olmayan yeniliklerin de başlangıcı oldu.

Özellikle yeniden yapılanan Osmanlı ordusunun, batı standartlarına göre düzenlenmesi, yüzlerce yıl Yeniçeri ocağıyla seferlere çıkmış, elde edilen zaferlerde yapmış olduğu müzik ile katkıda bulunmuş olan mehterhanenin, kesin bir şekilde ortadan kaldırılmasına sebep oldu. Yeni kurulan ordu için yapılacak müzik, yani batı müziği, artık devletin resmî müziği olarak hüküm sürecekti.

Sultan İkinci Mahmud Han, batı müziğinin devlet çatısı altında resmiyet kazanmasının öncüsü olmasına rağmen, kendi hayatında, geleneksel bir anlayışa sâhip idi ki… bunların başında da musiki geliyordu. Musiki zevk ve anlayışını Üçüncü Selim Han’dan almış, bu san’atın inceliklerine hâkim, tanbur çalan ve ney üfleyen, besteler yapan, ‘Adlî’ mahlâsıyla şiirler yazan bir padişah idi. O’nun en önemli yönü ise Türk Musikisini bütün ihtişamıyla koruması, 3. Selim Han döneminde olduğu gibi büyük bestekârlara destek olarak onları himâye etmiş olmasıdır.

Hâl böyle iken, yeni oluşturduğu ‘Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’ adı verilen ordu için hemen harekete geçmiş, yeni kurulmuş olan ve Avrupa usullerine göre eğitilen bu ordunun musikisi için Manguel adlı bir Fransız’ı görevlendirmiş, hatta bu kurum için, marş formunda Acem-Aşîrân bir eser de bestelemiştir. Tabiatıyla başlangıç aşaması, bu müziğe olan yabancılıktan dolayı iyi bir sonuç vermemiş, bunun üzerine de 1828 yılında Mızıka-yı Hümâyun kurularak başına Giuseppe Donizetti getirilmiştir. Donizetti’nin, belirli bir program dâhilinde, orkestra, bando, opera, operet gibi icraya dayalı kurumların oluşması için büyük gayret sarfettiği malumdur.

Sultan İkinci Mahmud Han, 1839 yılında ebedî âleme intikal ettiğinde, Osmanlı Devleti, işte böylesine bir değişim sürecini yaşıyordu. İkinci Mahmud Han’ın yerine tahta geçen ve 16 yaşında olan oğlu Sultan Abdülmecid Han da babası gibi ülkenin çıkarına uygun yeniliklere inanmış ve bu yönde yetiştirilmiş bir padişah idi. Almış olduğu eğitim dolayısıyla, batı kültürüne hâkim ve zevkleri de bu yönde gelişmiştir. Tahta geçer geçmez ilân edilen Tanzimat Fermanı ile, devletin resmî politikasının yönünü de belirlemiş oluyordu. Batı müziğini ve piyano çalmasını öğrenmiş, geleneksel olarak himaye ettiği Türk musikisine karşılık batı müziği O’nun döneminde büyük gelişmeler kaydetmiştir. Sarayda Türk musikisine verilen değere rağmen, çözülmenin kesin başlangıcını bu yıllarla bağlamak mümkündür.

Bunun en önemli örneği de musikimizin dâhi bestekârı Dede Efendi’nin vermiş olduğu tepkidir. Sultan Üçüncü Selim Han döneminde yıldızı parlayan, Sultan İkinci Mahmud Han döneminde de tartışmasız olarak en büyük bestekâr olduğu kabûl edilen ve saygı gören Dede Efendi, ülkedeki musiki anlayışının nereye doğru gittiğini çok önceden görmüş, bu doğrultuda neler yapılabileceği konusunda adeta ders niteliğine sahip eserler vererek gidilmesi gereken yolu göstermişti.

Mutlaka bu büyük ve geri dönüşü olmayan yoldaki sıkıntıları talebelerine aktarmış, sonunda da (rivayet de olsa) ‘bu oyunun tadı kaçtı’ diyerek, gelinen noktadaki büyük gerçeği vurgulamıştır. Dede Efendi daha sonra iki talebesi; Dellâlzade İsmail ve Mutafzade Ahmed Efendilerle Hacca gitmiş ve dönüşte kolera salgınına mâruz kalarak vefat etmiştir. Yıl 1846 dır.
1828 yılında kurulan Mızıka-yı Hümayun’un yapısını genel olarak değerlendirerek, musikimizin geldiği noktayı daha iyi anlayabiliriz. Bu kuruma 1831 yılında okul hüviyetine sahip ve mevcut kuruluşlara san’atçı yetiştirmek üzere bir bölüm de ilâve edilmişti. Önce bando, sonra orkestra, kurulan ilk temel bölümler idi. Daha sonra mevcut durum da gözetilerek, fasıl heyeti ve Müezzinan Bölükleri de bu kuruluşa eklenmiş ve geniş manâda bir Türk müziği bölümü oluşturulmuştur. Daha sonra Fasıl Heyetinin ‘Fasl-ı Atik / Eski Fasıl’ ve ‘Fasl-ı Cedid / Yeni Fasıl’ olarak ikiye ayrıldığını görmekteyiz.

Sultan Abdülhamid Han dönemine kadar devam eden bu yapıya, sonradan opera ve operet, tiyatro, orta oyunu, cambaz, karagöz, hokkabaz ve kukla… gibi yeni bölümler eklenmişti. Bir ara da mandolin grubu oluşturuldu.

Fasıl Heyetini oluşturan iki bölümden biri olan Fasl-ı Atik’de geleneksel anlayış devam ettiriliyordu. Meşk anlayışının devam ettiği, klâsik eserlerin klâsik sazlarla icra edildiği Fasl-ı Atik’de döneminin önde gelen bestekârları, hânendeleri ve sâzendeleri görev yapmışlar, yine bu musikiyi gelecek nesillere aktarabilecek seviyeye sâhip öğrenciler yetiştirmişlerdir. Bunların içinde ün sahibi olarak ve bir ölçüde Dede Efendi zincirini oluşturan şu isimleri sayabiliriz: Dede Efendi, Dellâlzade, Haşim Bey, Rifat Bey, Hacı Ârif Bey, Lâtif Ağa, İsmail Hakkı Bey, Şekerci Cemil Bey.

Fasıl Heyetini oluşturan ikinci bölüm olan Fasl-ı Cedid’de ise tam bir fantezi usul uygulandı. Ud, keman, lavta, flüt, trombon, gitar, mandolin, ney, violonsel, dümbelek, kastanyet, zil… gibi enstrümanların bulunduğu bu bölümde nasıl bir müziğin yapıldığını düşünmek pek de zor değildir.

Batı müziği ile Türk musikisini kaynaştırmak, bu bölümün temel amacı idi. Bu sebeple Hacı Ârif Bey, Rifat Bey gibi bestekârların bazı eserleri ile zamanın bilinen şarkılarını basit bir armoni ile icra ediyorlardı.

Bunların yanı sıra Mızıka-yı Hümayun’un batı müziği bölümlerinin de oldukça yoğun faaliyetlerde bulunduklarını görmekteyiz. Bir taraftan sarayda nefesli, yaylı sazlardan oluşan guruplar oluşmakta, opera, operet gurupları, san’atlarını icra etmekte, yurt dışından gelen müzisyenler konserler vermekteydi. Geleneğin çözülmeye başladığı bu dönemde bazı bestekârların mevcut ortamın ‘moda’ sayılabilecek anlayışı dahilinde besteler yaptığını görmekteyiz. Fakat diğer taraftan da Zekâî Dede, Tanburî Ali Efendi gibi bestekârlarımızın geleneğe bağlı, klasik formlarda eserler verip öğrenciler yetiştirerek, devamı sağladıkları görülmektedir. Günümüzde de bu iki anlayışın sürdüğünü de söyleyebiliriz.

Oğuz Çetinoğlu: Popüler müzik baskısı altındaki Türk müziğinin geleceğinde neler görüyorsunuz? Tahmin ve temenni bazındaki düşüncelerinizi lütfeder misiniz?

Fatih Salgar: Aslında her dönemde bir popüler müzik mevcut idi. Mesela döneminde, Hacı Ârif Bey’i bile böyle değerlendirebiliriz. Burada asıl değerlendirilmesi gereken konu, musikinin bir sanayi hâline gelmesi, sanattan ziyâde kazancın ön plana alınması, başka bir deyişle, müziğin hiçbir zaman olmadığı kadar geniş kitlelere ulaşabilmesi ve bütün bunların doğurduğu sonuçlar. Bu durumun olumlu tarafı da kaliteli musikinin de aynı nimetlerden faydalanıyor olması.

Bu şartlarda, özellikle klasik musikimizin temel birikimlerinin tesbiti, aktarımı ve ulaşmak isteyen kişilerin rahat ulaşabileceği bir yapı oluşturmak en isâbetli yol olur diye düşünüyorum. Genlerimize işlemiş ve yeryüzünün bu en güzel musikilerinden biri olan klasik Türk müziğinin her halükârda devamını sağlayacak kişiler mutlaka çok sayıda olacaktır.

Oğuz Çetinoğlu: Zeki Müren’in Türk müziğindeki yerini yorumlar mısınız?
Fatih Salgar: Aslında bizim anladığımız musiki kulvarında, Zeki Müren’in esamisinin okunmaması gerekir. Türk musikisindeki en önemli problemlerinden biri, musikideki kavramların yerine oturmaması meselesidir. Yani sosyal hayatımızın çeşitli kademelerinde yapılan musiki vardır (Klasik müzik, piyasa müziği, eğlence müziği, pop vs.vs.) Bizim değerlendirmelerimiz sanat değeri yüksek olan (özellikle klasik Türk müziği) müziğini temel almaktadır.

Zeki Müren, yaşadığı döneminde Türk musikisinin piyasa kulvarında icrada bulunmuş ve bu kulvarda başarılı olmuş, o anlayışa göre tavır ve davranışlar sergilemiş, ‘sanat güneşi’ diye de anılmış biri olduğunu söyleyebilirim.

Oğuz Çetinoğlu: Sayın Salgar, Müzik yeteneğiniz nasıl doğdu, nasıl keşfettiğiniz ve nasıl geliştirdiniz?
Fatih Salgar: Kendiliğinden doğdu diyebilirim. Aile içinde Türk musikisine olan sevgi ve merak bizi yönlendirdi. Daha sonra tesadüfen girmiş olduğum o dönemin en önde gelen kurumu İstanbul Belediye Konservatuarı Türk Musikisi Bölümü’nde çok iyi hocalar sâyesinde bu musikiyi çok yönlü öğrenmeye başladım.1972 yılından buyana da öğrenmeye, öğretmeye, dinlemeye, dinletmeye devam ediyorum.
Oğuz Çetinoğlu: Müzikteki hedeflerinizin doruklarında neler var?

Fatih Salgar: Yaptığım her işi en iyi şekilde yapmak gibi genel bir hedefim var.
Oğuz Çetinoğlu: Bakırköy Musiki Konservatuarı Vakfı’nı tanıtır mısınız?
Fatih Salgar: Bakırköy Musiki Konservatuarı Vakfı 1999 yılında kuruldu.1985 yılından itibaren Bakırköy Musiki Derneği olarak hizmet veren bu kurum böylece bütün varlıklarıyla vakfa katılmış oldu.

Vakıfta Itrî, Dede Efendi, Gençlik Korosu ve Fasıl topluluğu olmak üzere, dört koro mevcuttur. Koro çalışmaları belirli bir plan dahilinde haftanın belirli gün ve saatlerinde yapılmaktadır. Ud, keman, tanbur gibi Türk Musikisi sazlarının da dersleri verilmektedir. Vakfın önemli hizmetlerinden birisi de Nevzat Atlığ hocamla beraber hazırladığımız çeşitli formlarda 500 eseri kapsayan nota fasikülleridir ki bu fasiküller yıllarca sonrasına hitab edecek bir değere sahiptirler. Yine hocamızın yönetiminde çeşitli makamlardan, 6 fasılı kapsayan CD yapılmıştır.

Bunlardan başka vakıf bünyesinde ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’nın müfredatına göre, 3 yıllık yarı zamanlı Türk ve batı müziği bölümleri bulunmaktadır. Bu bölümler konservatuar eğitimi vermektedirler.

Vakfın son dönemlerde yayımladığı ‘BASINDA NEVZAT ATLIĞ’ isimli kitap, yakın musiki tarihimizin bir vesikası olma özelliğine sahip, adeta Devlet Klasik Türk Müziği Korosunun da bir belgeseli gibidir. Vakıf her yaştan ilgiliye hizmet vermektedir.

Oğuz Çetinoğlu: Vakıf bünyesindeki Türk Musikisi Bölümü hakkında neler söylemek istersiniz? Kimler, ne şartlarla çalışmalarınıza katılabilir?
Fatih Salgar:
Vakıf bünyesindeki Türk Musikisi Bölümü’nü 2003 yılında kurduk. Bu bölümde başta, solfej, nazariyat, repertuar, usul ve toplu teganni dersleri verilmektedir. Her yıl sonunda yapılan imtihanlarda başarı gösteren öğrenciler bir üst sınıfa geçmekteler. Tabiatıyla bu bölüme girmeyi isteyen kişilerin yapılacak ön elemede başarı göstermeleri gerekmektedir. Eğitim tamamen klasik mânâdadır.

Oğuz Çetinoğlu: İyi bir müzisyen olabilmek için gerekli alt yapının unsurları ile bu alt yapının geliştirilmesi konusunda gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyim?

Fatih Salgar: Bir defa, bu gençlerin ne istediğini bilmeleri gerek. Müzikte elbette yetenek çok önemli, fakat bununla beraber bu doğrultuda sanatın emrettiği duruşa uygun olarak çalışmak gerekli. Çalışmak çok çok önemli. Okulların, değerli hocaların yanı sıra günümüzün en büyük nimetlerinden biri olan teknoloji sâyesinde, kendisine bu yönde destek sağlayacak birikimden de istifade imkânı olduğuna göre, yüzlerce yıldır nesilden nesile bu güzelliği yaşayan kişilerden biri olma şuuruna da sâhip olunursa, sanırım belirli bir noktaya gelinir.
Oğuz Çetinoğlu: Sayın Salgar, Yüklü programınıza rağmen Vakit ayırdığınız, kültürümüze ve insanlarımıza faydalı olacak çok kıymetli bilgiler sunduğunuz için şahsım ve okuyucularım adına teşekkürlerimi sunarım.
Fatih Salgar: Ben de teşekkürler ediyorum.
M. Fatih Salgar’ın Biyografisi
22 Şubat 1954 tarihinde Adana’da doğdu. 1972 yılında başladığı İstanbul Belediye Konservatuarı’ndan, Nevzad Atlığ, Süheylâ Altmışdört, İsmail Hakkı Özkan ve Muazzam Sepetçioğlu gibi hocalardan eğitim görerek mezun oldu.
Nevzad Atlığ’ın düzenlediği koro çalışmalarına katılarak repertuarını geliştirdi. 1978 yılında mezun olduğu İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki yüksek öğrenimi sırasında, 1973’ten itibaren Üniversite Korosu’nun çalışmalarına katıldı ve 1976-1988 arasında şef yardımcısı olarak yüzlerce üniversiteli gence Türk Musikisi klasiklerini öğretti.

1976’da kurulan Devlet Korosu’nun ilk kadrosunda ses sanatçısı olarak yer aldı. Belediye Konservatuarı’nda, 1978-2005 yılları arasında usûl öğretmenliği yaptı. Bir süre İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda da öğretim görevlisi olarak çalıştı.

Nevzad Atlığ ile birlikte Türk Musikisi Klasikleri nota yayınını Bakırköy Musiki Vakfı Konservatuarı kanalıyla yayınlamaya devam etmektedir. Yesârî Âsım Arsoy ve İsmail Hakkı Özkan ile birlikte ayrıntılı musiki çalışmalarında bulundu. İstanbul Ânsiklopedisi’nin yanı sıra çeşitli dergilerde ve gazetelerde araştırmaları ve yazıları yayınlandı. Dede Efendi, Sultan Üçüncü Selim Han, Türk Musikisi’nde 50 Bestekâr ve Mevlevî Âyinleri adlı kitapları Ötüken Yayınları tarafından yayımladı.
Halen, kurucuları arasında yer aldığı Bakırköy Musiki Vakfı Konservatuvarı Türk Musikisi Bölümü’nün başkanlığını yürüten Salgar, 1998’de, Sanat Kurulu üyesi olduğu İstanbul Devlet Korosu’nun şef yardımcılığına, Ağustos 2006’da ise şefliğine tâyin edildi. Koro ses sanatçılarından Berna Salgar ile evli olan Fatih Salgar iki kız çocuk babasıdır.
Fatih Salgar’ın Yöneticisi Olduğu İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu
Topraklarında zincirleme medeniyetler oluşturmuş ve dünya ortak kültürü açısından söyleyecek çok sözü bulunan ülkemizin, derin ve tarihî klasik müzik birikimini ortaya koymak, yurtiçinde ve yurtdışında üst düzeyde icra etmek; bu yolla dünya kültürüne ve sanatına katkıda bulunmak üzere, Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk resmî Türk Müziği topluluğu olarak 1975 yılında kuruldu. Aradan geçen 35 yılda yüzlerce konser veren İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun etkinliklerinin odak noktasını, İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde verdiği geleneksel Pazar Konserleri ve TRT ekranlarında yaptığı yüzlerce program oluşturdu. Koro, tam kadrosuyla veya gruplar halinde Amerika, Avrupa, Afrika, Asya, Akdeniz ve Uzakdoğu ülkelerinde ve yurtiçinde birçok şehirdeki sanat ve bilim kurumlarındaki organizasyonlar kapsamında çok sayıda konser verdi. Konserlerinin ve TV programlarının dışında kalıcı nitelikte eserler de veren İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun, bu kapsamda yayınladığı plakların, kasetlerin ve CD’lerin toplam sayısı 50 civarındadır.

1991’de UNESCO arşivi için de bir CD doldurmuştur. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı ve Bakırköy Musiki Vakfı işbirliğiyle hazırladığı Türk Musikisi klasiklerinden oluşan nota fasiküllerinin toplam sayısı 50 civarındadır. Klasik Türk Müziği alanında Türkiye’nin önde gelen isimlerinden olan Prof. Dr. Nevzad Atlığ ile Tarihçi ve Müzikolog Yılmaz Öztuna tarafından kurulan ve ilk şefi Nevzad Atlığ olan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, Atlığ’dan sonra Ender Ergün; bugün ise Birol Yayla’nın yardımcılığı ile şef Fatih Salgar tarafından yönetilmektedir. İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun seslendirdiği Türk Müziği klasikleri, ortaya çıktıkları dönemden müzikal yapılarına ve ifâde ettikleri estetik değerlerden felsefi altyapılarına kadar bütünüyle, kendi hikâyemizi müziğin sınır tanımayan ortak diliyle anlatıyor ve dünya kültürüne anlamlı bir katkı niteliği taşıyor.

Çocuk Suçluluğu – I

Toplumu ayakta tutan en önemli temel birim olan aile kurumu hakkında ve çocuk yetiştirme sanatından, daha ziyade yetiştirememenin sonuçlarından söz etmek istiyorum. İnsan olarak tüm dünyadaki olaylardan bir nebze bile sorumlu olduğumuz düşünce çerçevesinde Çocuk Suçluluğunu ve arkasında yatan nedenleri ele almak istiyorum.

Günümüz modern toplumlarının aile yapılarında derin sarsıntılar, çözülmeler görülmektedir. Boşanmalar oldukça fazlalaşmaktadır. Her ne kadar modern bir toplum olduk, herkes kararlarının sorumluluğunu alabilir denilse de, problemli kişiliğe sahip, sorunlu çocukların çoğunun boşanmış aile çocukları olduğunu gözlemlemekteyiz. Bir toplumda insanlar arası ilişkileri düzenleyen ahlak, din, örf ve adet ve hukuk kuralları vardır. Bu kurallar olmasa toplum müşterek yaşayamaz. Böyle toplumlarda insanlar iş birliği yapamaz; iyi şirket, iyi dernek, iyi vakıf ve iyi siyasi parti kuramazlar. Çünkü aileden aldıkları sorumluluk bilinci gelişmemiştir.

Aileyi ayakta tutan ve yaşamasını sağlayan faktörler vardır. Bunların başında, eşlerin birbirlerine ve çocuklarına olan sevgileri gelmektedir. Ancak bazı ailelerde ailenin ayakta durması herhangi bir soruna bağlıdır. Araştırma sonuçlarına göre, aile fertlerinden birinin (genellikle çocuğun) herhangi bir sorunu eşleri birbirine kilitlemektedir. Eşler mevcut sorunla uğraşmaktan, birbirlerinin hatalarına, yanlışlıklarına göz yumabilmektedirler.

Bu durum yıllarca böyle devam edebilmekte.. Eşler birbirlerine destek ve anlayış gösterirler. Ancak, sorun ortadan kalktığı zaman, eşler arasında çatışmalar başlar.. Dışarıdan bakınca kapalı bir kutu gibi görünen ailenin iç yapısı oldukça girifttir. Bazı ailelerde fırtınalar koparken, dışarıdan her şey çok sakinmiş gibi görünebilir. Tıpkı ruhunda bir çok güçlük yaşayan insanların, başkalarına kendilerini sorunsuz gösterdikleri gibi… Her insanın olduğu gibi her ailenin de bir yapısı, bir kişiliği ve ruh sağlığı vardır.

İnsan doğduğu andan itibaren kendisine bakmakla, sevgi göstermekle yükümlü olan anne babasının etkisi altına girmektedir. Doğarak, onların dünyasına girerek aile üçgenini yada dörtgenini tamamlar. Doğuştan gelen genetik özelliklerinin yanı sıra anne ve babanın yetiştirme tarzının da, çocuğun kişiliğinin oluşmasında önemli bir etkisi olduğunu biliyoruz.

 

”İlişkiler’Yaşayan’Şeylerdir.
Aile de ‘Yaşayan’
Bir İlişkidir.
Aynı zamanda
Yaşayan Hiçbir Şey
Tek Başına
ya da
Yalnızca Kendisi İçin
Var Olamaz.”

Ele alınması gereken önemli bir nokta: Ailenin yapısal olarak çocuğun kişiliğini olumsuz ya da olumlu etkilemesi.. Bazı ailelerde, olayları kötü yönde düşünme alışkanlığı vardır. Bu aileler, kişiye ya da olaylara ”olumlu” değil, ”olumsuz” bakış açısıyla yaklaşırlar. Araştırmaların gösterdiğine göre de; böyle ailelerin çocuklarında da doğal olarak, aynı tutum gelişir. Çocuk da arkadaşlarını ya da olayları olumsuz yönde değerlendirir.

Böylece çocuğun kişiliğinde ”kötümserlik”,  olaylara ”olumsuz” yaklaşma davranışları yerleşir. Çocuk, anne-babanın hem davranışlarını, hem de düşünce tarzını model aldığı için böyle bir aile yapısı çocuğun kişiliğini olumsuz etkiler. Böyle çocuklar, yetişkin birey olduklarında da, aynı eğilimi devam ettirirler. Olayların ve kişilerin iyi yanlarını değil de, olumsuz yanlarını görerek hayatın hem kendilerine, hem de birlikte yaşadıkları kişilere zehir ederler.

Konunun devamı yazımın ikinci serisin de devam edecektir.

Şöyle Bir Bak

Ne güzel düşünmüş güzel ecdadın

Bir taş da kalacak kardeşim adın

Son nefeste duyulur mu feryadın

Şöyle bir bak mezarlığa geçerken

 

Dünya ve ahiret olmuş beraber

Burada yatanlar veriyor haber

Az yaşa çok yaşa evin bu mezar

Şöyle bir bak mezarlığa geçerken

 

Fani olan insan baki yaratan

Benden ibret al der burada yatan

Toprak oldu bak malına mal katan

Şöyle bir bak mezarlığa geçerken

 

Her geçen düşünsün bakıp bizlere

İbret olsun bak halimiz sizlere

Aldanmayın yalan yanlış sözlere

Şöyle bir bak mezarlığa geçerken

 

Ölüm yeter düşünen her insana

Hz. Azrail uğrar her cana

Toprak oldu ibretle bak yatana

Şöyle bir bak mezarlığa geçerken

 

Fatiha’yı okumadan geçmeyin

Ömür kısa arayı çok açmayın

Sonun bura düşünmekten kaçmayın

Şöyle bir bak mezarlığa geçerken