18.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1137

Hekimlik Mesleği ve Sağlıkta Dönüşümün Getirdikleri

Hekimlik, insanlık tarihi kadar eski bir meslektir. İnsanların beden ve zihin sorunlarını çözmeye, iyileştirmeye ve oluşturduğu olumsuzlukları azaltıp gidermeye çalışan bir iştir. Görme-işitme sorunu olan insanların bu sorunlarını gidermeye çalışmak, idrarını-dışkısını kontrol edemeyen çocuk, büyük ve yaşlının bu sorununu çözmeye çalışmak,  akıl sağlığı ile karşı karşıya kalan insana ne yapılır?, bunların yakınları-çevresi ne yapmalıdır’a?  kadar giden, insanın ve çevresinin karşılaştığı çeşitli derecedeki çaresizliklerle uğraşan bir hizmet şekli vardır.

Çocuğu olmayan bir çiftin bu sorunundan, bebek bekleyen anne adayının bu yeni durumdaki sorunlarına kadar şahısların özel alanlarına girebilen, ateşlenip havale geçiren bebeğin yanında bir anne şefkati ile çocuğa hizmet getiren bir insandır. Genç-yaşlı, güzel-çirkin, zengin-fakir gözetmeksizin sağlık sorunu ile karşılaşan her insanın zaman mefhumu olmadan kapısını çalabileceği, kapısı çalındığında da özel hayatını bir kenara bırakıp kapısını çalanın derdine derman olmaya çalışandır.

Hekimin böyle olması gerekir ve çok azı hariç böyledirler de. İşte bu özellikleri ile hekimlik kutsallık da atfedilen bir meslektir. Hekim ise çevresinde sevilen, sayılan, aranılan, yokluğu önemsenen bir insandır ve öyle olmalıdır. Büyük Türk bilgini Yusuf Has Hacip Kutadgu Bilig isimli eserinde hekim için şöyle der:

“Hekim, bütün hastalık ve illetlere devacıdır.

Bu adam sana lazımdır, hayat işi onsuz eyleşmez.

Hayatta oldukça insan yine hastalanır,

Hekim hastalığa bakarsa tedavi eder,

Hastalık insana ölüm rehberidir, ölüm ise insana hayat arkadaşıdır.

Hekimi kendine yakın ve iyi tut, onun haklarını koru.”

Hekimlik, bilgi ve sanatın beraber uygulandığı bir meslektir. İyi bir hekim hem konusunda bilgili olmalı, hem de bu bilgiyi karşısındakine yeterince doğru aktarabilecek, uygulayabilecek bir sanatkâr olmalıdır. Hekimlik zekâ ve akıllı olmak yanında, maharet ve beceri de isteyen bir meslektir. Hekimliğin ayrıca fedakârlık, gayret ve dikkat gerektiren bir meslek olduğu unutulmamalıdır.

Büyük hekim Hypokrat, hekimin birinci vazifesinin hizmet ettiği insana “Önce zararlı olma” mak olduğunu hatırlatır. Şefkat ve dikkatin eksik olması, bilgi ve maharetin yeterli olmamasının getirdiği bir hekimlik uygulaması muhatabına geri dönülmesi mümkün olmayan yeni sağlık sorunları açabilir. Hiciv üstadı Neyzen Tevfik bu konuda şöyle der;

“Bir hazakat zedeyim miğdemi tıp tepti benim,

Kırk katır tepse idi yıkılmazdı bu sağlam bedenim.

Kapladı, her yanımı sancı, elem, yara, bere;

Sanki vücudum çöplük, etıbba haşere”…

İşte bunun için hekimin aldığı maaş, ek ücret ve benzeri hizmet karşılığı bedelin, özlük haklarının en yeterliler arasında olması gerekir. Çünkü sağlık parasal karşılığı ölçülemeyecek kadar önemlidir.

Hekimlik mesleğinin karşılığı, öncelikli olarak performans ağırlıklı bir ölçü ile ölçülmemelidir. Şu anki uygulanan şekli ile bu sistem, hekimleri makine gibi ara vermeden 10-15 dakikada yeni bir hasta bakan ROBOT’A dönüştürmektedir. Yeni ve genç bir hekimin çalışma şekil ve temposu ile, mesleğinde bilgi ve birikim sahibi olmuş bir hekimin çalışma şekli birbirine benzeştirilmemelidir. Özellik arz eden hasta ve hastalıkların teşhis ve tedavisi sıradan bir hasta ile aynileştirilmemelidir.

Yeterince kıdemlenmiş hekimlerin daha özgür ve özgün çalışabilecekleri ortamlar, imkânlar oluşturulmalıdır. Devlet hastanelerinde çalışıp aynı zamanda muayenehanesinde de hekimlik hizmeti veren hekimlerin muayenehanelerinin kapatılmaları, buraların sağlık hizmeti vermekten ziyade aracı kurum gibi algılanmaya yol açtığı için doğrudur.  

Sağlık Bakanlığımızın hekimlerimizin çalışmasını, sağlıkta dönüşüm adı altında (Tamgün) dediğimiz kamu hastanelerinde 09.00 – 17.00 mesaisi şeklinde çalıştırma zorunluluğu; ya da özel sağlık kuruluşları yöneticilerinin bakacağı-yapacağı hasta sayısı ve müdahale sayısı ile değerlendirmeye çalışması, hekimleri robotlaştıran bir mesleki uygulamaya götürmektedir.

Mesleğinde belirli bir kıdeme gelmiş, daha özgün bir çalışma arzusu ile farklı özel ilgi-zaman isteyen hasta ve hastalıklarla uğraşmak isteyen hekimler için bir tür butik hizmet alanı olan Tam gün muayenehane çalışma imkânı bir hizmet alternatifi olarak sürdürülmeli, muayenehaneler yok edilmemelidir.

Sağlıkta dönüşümün, halen vatandaşın hekimden ve sağlık kuruluşlarından istifade imkânını arttırdığı aşikârdır. Kamuda çalışması yanında mesai dışında muayenehanesi olan bazı hekimlerin yaptığı bazı çirkinlikleri (para-doktor-sağlık kurumu ilişkileri) ortadan kaldırması gibi güzel bir yönü de göz ardı edilemez.

Lakin mesleğinde belirli bir yere gelmiş, daha sorunlu, daha zor, daha çok komplikasyonlu hastalara hizmet etmek isteyen hekime de bu imkânı sunabileceği yollardan biri olan TAM GÜN MUAYENE çalışması kapısını da kapatmaktadır. Hâlbuki SGK’nın tamgün muayenehane tercihi yapacak hekimlere bu imkânı sağlaması gerekir.

Ağız ve diş sağlığı hizmeti veren diş hekimleri içinde bu geçerlidir. Bu imkânla hem hekimliğin özgür ve özgün bir çalışma şekli yok edilmeyecek,  hem de sağlıkta bu şekilde hizmet almak-hizmet vermek isteyen hasta ve hekimlerin bu talebi karşılanmış olacaktır.

Ayakta teşhis-takip ve tedavi alanında hekimlik mesleğinin özel bir uygulama şekli olan muayenehaneler; hem hekimlerimiz hem de vatandaşlarımız için göz ardı edilemez, küçük fakat önemli hizmet kapılarıdır. Buraların sağlıkta daha kaliteli hizmet ortamı oluşmasına ve sürdürülmesine katkı veren yerler olduğunu düşünüyorum.

Daha saygın bir hekim ve hekimlik anlayışının gelişmesi ve halkımızın önce sağlıklı olması, sonra da ihtiyacı olduğunda aradığı ve ihtiyacı olan sağlık hizmetini gönlünce alabileceği imkânların bulabilmesi dileklerimle…

 

 

 

Buz gibi rüzgar

Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Herkese Merhaba…
Kıssadan hisseyle başlayalım bugün sevgili okur…
“Para sıkıntısı çeken bir adam patronundan yardım ister. Patron ise onunla iddialaşır: Eğer bir dağ başında bütün bir gece tek başına kalabilirse büyük bir ikramiye alacaktır. Yok başaramazsa o zaman patrona bedava çalışacaktır.
Dükkandan çıkarken dışarıda buz gibi bir rüzgar estiğini gördü. İçine bir korku düştü ve iddiaya girmekle bir delilik yapmadığından emin olmak için en iyi arkadaşı Aydi’ye akıl danışmaya karar verdi.
Aydi biraz düşündükten sonra cevap verdi: “Sana yardım edeceğim. Yarın sabah dağın tepesine çıkınca hep ileriye bak. Ben komşu dağda senin için harlı bir ateş yakıp bütün gece bekleyeceğim. Ateşi seyret, arkadaşlığımızı düşün, için ısınsın. Sen istediğini elde edeceksin, sonra da benim de senden bir isteğim olacak.”
İşçi iddiayı kazandı, parasını aldı, sonra arkadaşının evine gitti: “Benden bir şey isteyecektin.”
Aydi karşılık verdi: “Evet, ama derdim para değil. Söz vereceksin, eğer günün birinde hayatımda buz gibi bir rüzgar eserse sen de benim için dostluk ateşini yakacaksın.”
Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun “Elif” ismini verdiği yeni kitabından alıntı yaptım bizim için sevgili okur… Anlayana tabiii…
Hayatın anlamı Elif’te gizlidir sevgili okur…
Öyleyse Elif nedir? Hep birlikte bir kez daha hatırlayalım… Hatırlatalım…
Elif, Arap alfabesinin ilk harfidir ve -a, -e arası bir sestir…
Kur’an-ı Kerim’in ilk harfidir…
Ebced hesabında değeri 1’dir…
Müzikte la notasını ifade eder…
Allah’ın mutlak birliğini temsil eden Elif, tek demek, ondan başka yok demektir.
Ayrıca Elif’in kelime anlamı dost, sevgidir… SEVGİ… Sevgi…
Baksanıza sevgili okur hayatın keşmekeşine dalınca kimbilir daha neleri unutuyoruz… Farkında mısınız?
Benden hatırlatması… Daha size ne diyeyim…  Her şeyi de benden beklemeyin… Varın gerisini de biraz siz düşünün…
Hal böyleyken, hazır da Kocaeli Kitap Fuarı’nın 3.’sünün hazırlıkları sürerken, bu da benim önerimdir…
Paulo Coelho’yu Kocaeli 3. Kitap Fuarı’nda ağırlasak nasıl olur?
Müthiş güzel bir buluşma olur…
İlgililere duyurulur…
Anlayana sivrisinek saz…
Anlamayana “Her Şeye Maydanoz”unuzun davulu az gelir az sevgili okur…
Güm be de güm güm… Güm be de güm güm… Güm güm güm… Güm güm… Güm…
Hazır davulumu da elime almışken, ayrılık vaktimizin geldiğini de anons edeyim size…
Yeniden görüşünceye kadar en çok beni özleyin…
En çok beni özleyin… En çok beni özleyin…
Hatta bir tek beni özleyin…

Yanlış İktisadi Reçeteler

Bazıları sık sık “bakınız artık IMF’ye ihtiyacımız kalmadı; IMF’yi dışladık” gibi beyanatlar veriyorlar. IMF’yi devre dışı bırakan ve ondan kredi almayan Türkiye,  boğazına kadar sıcak paraya battı. Sıcak parayı kontrol de edemiyor. Artık IMF’ye niye ihtiyaç olsun ki? Daha ziyade Ortadoğu menşeli sıcak para iktidarı ayakta tutabiliyor, geçici bir iktisadi istikrar sağlayabiliyor. Hem yüksek faiz alıyor, hem de özelleştirmelerde malı kapıp götürüyor. Aslında IMF, AKP oldu. IMF’nin yerine ülkeyi tehlikeli bir noktaya sokan iktisadi hayat üzerinde ipotekler kuran sıcak para girişleri rekor düzeye ulaştı. Cari açığı sıcak para girişleri ile karşılamak ülke ekonomisi üzerindeki en büyük kumardır. Konulara dar ve kısa vadeden bakıştır; Türkiye’de bu oynanıyor.

2010 Yılında gayri safi yurt içi hasılanın sabit fiyatlarla %8.9 oranında büyüdüğü görülüyor. Bu büyüme sürekli bir siyasi koz olarak kullanılıyor. Dış ticareti sadece “ihracat” olarak görmeye alışanlar, ihracatta da %12’lere varan bir artıştan bahsediyor. ithalatta ise; %32 dolayında bir artış var. %8.9’luk büyümenin önemli bir bölümü ithalata dayanıyor. Nihai mal değil; ama ara malı ithalatı toplam ithalatımız içinde %70’leri buluyor.

Kamu yatırımlarını ve üretimi unutan,  ara malı ithal eden Türkiye’de işsizlik olmayacak da nerede olacak? Yatırım ve fabrika açmak yerine, sanal gelirlere dayalı talebi doğuran alışveriş merkezleri kuruluyor. İşsizlik, yoksullaşma ve gelir dağılımındaki bozulmayla kim ilgileniyor? Üstelik, bu gibi iktisadi sorunların sosyal hastalıkları da toplumda iyice görünüyor. Artan cinayetler, sapma davranışlar, cinnet geçiren insanlar, artan psikiyatri hastalıkları, insanların her an  tartışma ve kavgaya hazır hale gelmesi, yükselen boşanma oranları iktisadi ve siyasi istikrardan mı kaynaklanıyor?

İşin enteresan tarafı, %8.9 oranındaki büyüme istihdam üzerinde istenen etkiyi doğuramıyor. İşsizlik bu oranın karşılığı olarak gerektiği gibi azalmıyor. Büyüme ile gelir dağılımı daha da bozuluyor. 2010 Yılında sektörel anlamda en yüksek büyüme %17.1 ile inşaat sektöründe ortaya çıktı. Bunu %13.6 ile imalat sanayi ve %13.3 ile toptan ve perakende ticaret takip etti. Tarımdaki büyüme ise maalesef çok düşündürücüdür: %1.2. Tarımda faal nüfusun önemli bir bölümü tarım dışına kaçıyor veya artık tarımla uğraşmıyor. Bu durum önümüzdeki yıllarda büyük şehir bölgelerine ve gelişen merkezlere yeni göçlerin sinyallerini veriyor. Önümüzdeki yıllarda büyük şehirlerimizde daha önce tahmin edilemeyen suç tiplerini doğurabilir. Bu konuda hazırlıklı olmak, hukukçu ile sosyolog arasında diyalog kurmaya bağlıdır.

Memur ve işçi nispi olarak fakirleşiyor. TÜİK’e göre,  maaş ve ücretlerin payı, GSYİH içinde 2001’de %7.1 iken; 2010 yılında bu oran %4.9’a düşmüştür.  Her halde, işçi ve memur kendi durumundan haberdardır ve 12 Haziran Genel Seçimlerinde de gereğini yapmalıdır. Bu iş Ramazan paketi gibi pirinçli, sabunlu, nohutlu, yağlı ve ballı paketleri vatandaşın eline tutuşturmakla bitmiyor. Aslında devletin sosyal fonksiyonları bu değil. Böyle tesadüfi ve yandaş kollayan bir anlayışla zaten sosyal politika uygulanamaz. Buna sosyal politika diyenler bu konuyu hiç bilmeyenlerdir.

Türk Bankacılık Sistemi ise; ayrı bir konudur. Anayasa ve bazı yasalarda olduğu gibi bankacılığın önündeki “Türk” kelimesi de tarihe karışıyor. Bankaların önemli bir bölümü yabancıların eline geçen bir ülke önce bölgesinde lider ve politika tayin edici bir ülke olabilir mi?  Reel sektörün atar damarı olan bankacılığımız yabancıların kontrolü altındadır. AB ülkelerinde bankacılık sektöründe bu oran acaba neden düşüktür? Yunanistan’da %20, Avusturya’da  % 19, İspanya’da %10, Almanya’da %5, İtalya’da %8 olan yabancı payı, Türkiye’de %60’lara dayandı. Ekonomileri üzerine ipotek konan ve yabancılara çalışan ülkelerde yabancı payı, %50’lerin üzerinde seyrediyor.

Yaşatılabileceği Devlet Denetleme Kurulu raporlarında ifade edilen Demirbank kimlere satıldı? Adapazarı’nda kurulan ilk Türk Bankası olma özelliği taşıyan Türk Ticaret Bankası bugün ortada yok. Bazı bankalar da Yunanlılara ve Araplara satıldı. Önümüzde seçimler var. İktisadi hayatla ilgili gerçek dışı rakamlar piyasaya sürülüp yine millet kandırılmaya çalışılacak. Aslında toplum da kandırılmaya meraklı. Bunu becerenlere saygı duyuyor.

Birçok kesim işsizliğinin ve yoksullaştırıldığının, ülkede topu topu elli altmış ailenin veya şirketin malı götürdüğünün farkında değil…. Yine bazıları “IMF’siz büyüdük, ihracat arttı, fert başına düşen milli gelirde artış var” diyerek toplumu oyalayacak. Oyları büyük oranda düşerken; MHP’deki yükselişi yandaşları ile örtmeye çalışacak…

Ayrılıkçı Kürtler Ne İstiyor? -2

Kuzey Irak’ta bir devletçik kurduruldu, Türkiye’de ayrımcı bilinç geliştirildi. Sırada Suriye ve İran Kürtleri var, böylelikle dört parça birleştirildiğinde bu bölgede gittikçe yalnızlaşan İsrail’e yandaş nur topu gibi ‘Büyük Kürdistan’ doğuverir. Binlerce evladımızı dağa çıkarıp kendi insanı ve ülkesiyle çatıştıranların esas hayali budur.

Osmanlı İmparatorluğu parçalanırken, Panislamizm ve Pantürkizm gibi düşünce akımları oluşmuştu. Hani bu hayallerden geride ne kaldı? Ne Müslüman tebaa Osmanlı çatısı altında kaldı, ne de bütün Türklerden oluşmuş yeni bir devlet kurulabildi. Ortada Türkiye Cumhuriyetinden başka bir gerçek yok.

Bir zamanlar biz de bir hayalin peşinde koştuk. Rusya dağıldı ortaya çıkan Türk devletlerinden tek bir devlet oluşturmak hala mümkün olmadı, olamazdı da! Reelpolitik gerçekler maalesef hayallerin dışında seyreder.

Hayaller insanlara hoş duygular yaşatır. Bu yönden hayal kurmanın bir mahzuru yok ama neyin gerçek olması, neyin hayalde kalması gerektiği konusunda gerçekçi olmak, sonu belirsiz bir maceraya atılmaktan iyidir.

Büyük bedeller ödenerek bize emanet edilen ve ilelebet payidar olmasını istediğimiz bu Cumhuriyet de yıkılır elbet! Fakat nasıl ve ne zaman? İşte orası önemlidir. Birincisi kuruluşundaki bedel ödendiğinde, ikinci olarak Türk halkı Cumhuriyeti değil esareti seçtiğinde ve nihayet İsrafil (a.s) Sur’a üflediğinde yıkılır!

Ayrılıkçı Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mücadelesini de birebir taklit ediyorlar. Kongreler toplayıp kararlar alıyorlar. 11-12 Aralık 2010 tarihinde Diyarbakır’da, Demokratik Toplum Kongresi özerklik çalıştayı yapıldı. Çalıştayın sonuç bildirgesinde; ‘Özerk Kürdistan’ın inşası olduğu belirtildi ve ‘Demokratik özerk Kürdistan’ın kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir.’ İfadelerine yer verildi. Köy komünleri, kasaba, ilçe ve kent meclisleri gibi konfederal örgütlenmenin, Demokratik Toplum Kongresi’yle son bulacağı açıklandı, Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi’nin, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti Parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dâhil olur’ denildi.

Başbakan bu yaklaşıma; “ortak dil Türkçedir. Özerklik çirkin bir tezgâhtır” diye tepki gösterdi.

BDP Eş Başkanı Demirtaş, Başbakana cevaben; silahlar sussun, çözümü siyasette arayın diyorsunuz, biz konuşunca da kıyameti koparıyorsunuz. Masaya bir proje kondu. Eleştirebilirsiniz ama bir siyasi parti projesine nasıl tezgâh diyebilirsiniz? Taş atmak yasak, slogan atmak yasak, siyaset yasak, gazete- kitap basmak yasak, yumurta yasak, pankart yasak, dağa çıkmak yasak. Peki, siz söyleyin; Kürtler ne yapsın?

Tam bu aşamada Cumhurbaşkanı’nın Diyarbakır gezisi öncesinde toplanan MGK, 5 saat süren bir durum değerlendirmesi yaptı. Toplantı sonunda kamuoyuna sunulan MGK bildirisinde; “Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet” vurgusu yapılarak, “Türkçenin resmi dil olduğu gerçeğine karşı hiçbir girişim kabul edilemeyeceği belirtildi. DTK’nın özerklik taslağı için “toplumsal barışı hedef alan tahrik ve girişim” değerlendirmesi yapıldı. Bu bildiri MGK tarihindeki en sert bildirilerden biriydi.

MGK bildirisinin ertesi günü DTK üyesi, BDP Milletvekili Sırrı Sakık, Ulucanlar cezaevi önünde, basın mensuplarına, MGK bildirisi hakkında; “bu bildirilerin sorunu çözmediği görülmeli, bu bildiriler demokrasi açısından hoş değil ezberin tekrarı, bizim tek vatan, tek bayrak ve resmi dille ilgili bir itirazımız yok. Bizim farklı bir dilimiz olduğunu hep söylüyoruz. Eğer bu halk, ayrı devlet, ayrı bayrak istemiyorsa, talebi dil ve kültürse ve yönetenler bu dil ve kültür olmaz diyorsa, bu, şiddete davetiye çıkarmaktır. Şiddet çözüm yolu olmamalıdır…

Elimizi vicdanımıza koyalım! Bir yandan DTK’nın, ‘Özerk Kürdistan’ önerisine akıl yoralım, birde Demirtaş ve Sakık’ın ifadelerine kulak verelim. Bir tarafta Türkiye Cumhuriyeti yıkılıyor yerine ‘Demokratik Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor’ öbür tarafta özerk Kürdistan kuruluyor, Güneyde kent parlamentosunu oluşturuyor ve milletvekillerini demokratik Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna göndererek, ortak vatan politikalarına dâhil oluyor. Bu talepler bize Irak’ı hatırlatmıyor mu?

Demirtaş ve Sakık’ı dinlerseniz, ne kadar masumlar ve ne kadar mazlumlar! Aynı zamanda aç ve arsız çocuklar gibiler. Türkiye’yi somun ekmek sanıp, Güneydoğu’sunu bir lokmada yutmuşlar, gözlerini somunun tamamına dikmişler, onu nasıl araklarız diye düşünüyorlar.(devam edecek)

Akçakoca Bey

0

Uzun bir süre Roma ve Bizans’ın egemenliği altında kalan Kandıra, Osmanlı Sultanı Orhan Gazi tarafından 14. yüzyılın ikinci çeyreğinde fethedilerek, bir Türk yurdu haline getirildi. Orhan Gazi’nin mahiyetindeki Akçakoca, Konuralp, Turgutalp, Saltukalp, Samsa Çavuş, Gazi Rahman ve Köse Mihal gibi Tanınmış Komutanlarla gerçekleştirilen bu fetihler, Osmanlının kuruluş aşamasında oldukça önemliydi.

Kandıra ve çevresi de dahil bir çok fetihlerde bulunan Akçakoca Bey; ilk devir Osmanlı Tarihi Yazarlarının eserlerinde adı geçen bir Alperen olmakla birlikte, kendisi ve ailesi hakkında bilinenler oldukça kısıtlıdır. Osmanlı Akıncı Beyidir. Aşiret Beylerinden olduğu sanılmaktadır. Ertuğrul Gazi, Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin silah arkadaşı ve yoldaşıdır. Orhan Bey’e şehzadeliğinde lalalık yapmıştır. Orhan Bey O’nun yanında savaş deneyimi kazanmıştır.

Akçakoca Bey’in doğum tarihinin 1234 yılı civarı olduğu sanılmaktadır. Torunu Gebze Kadısı Fazlullah’ın Ekim 1434 tarihli vakfiyesine göre; babasının adı Abdülmelik oğlu Abdülfettah’tır. Öz Türkçe olan “Akça” ismi Kayı geleneğinin izlerini taşımaktadır. Akça’dan oluşan bu isim “oldukça/hayli beyaz” anlamındadır. “Koca” ise kocamış fiilinin kökü olup, “büyük/ihtiyar” anlamındadır. Bu isim Türk Tarihinde sadece bu komutan tarafından kullanılmıştır. Akçakoca Bey’in, baba veya büyük babasının Süleyman Şah ile Ertuğrul Gazi’nin yakını olması kuvvetle muhtemeldir.

Akçakoca Bey 1300-1310 yılları arasında, Karasu’dan-Karadeniz Ereğlisi’ne kadar uzanan kıyı bölgesinde fetihler yaptı. Sapanca Gölü’nden-İzmit’e, İzmit’ten Kandıra’ya kadar olan yerlerin fethini üzerine aldı. Sapanca Gölü kıyısında Ayan Köyü’nü üs edinerek İzmit bölgesine doğru akınlarda bulundu. Bizans tekfurlarıyla gazalarda karşı karşıya geldi. Akova, Akçaköy, Kaymas, 1326’ya doğru Kandıra ve civarını Osmanlı Beyliği topraklarına kattı. Tarihe bilhassa “Kandıra Fatihi” olarak geçti. Ayrıca, Konuralp ve Gazi Abdurrahman ile beraber Kartal civarında Aydos ve kuzeydeki Samandıra bölgesi kendisine mülk olarak bağışlandı.

Akçakoca Bey’in; İzmit üzerine sefere çıkacağı sırada Kandıra’da 1328 yılında 94 yaşında vefat ettiği ve Türk Töresine uygun olarak otağının bulunduğu yere gömüldüğü bilinmektedir. Nasıl öldüğü ile ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Tarihçilerin yaptığı araştırmalar bu yerin Kandıra’ya bağlı Baba Köy’de bulunan Baba Tepesi olduğunu göstermektedir. Burada bulunan Çandı Türbesinin yerine; Kocaeli Anıtları Koruma Derneği tarafından, Kocaeli Valisi Ertuğrul Ünlüer’in desteğiyle, 1974 yılında, otağı andıran planda, yeni bir Anıt Mezar inşa edilmiştir. Bilecik Söğüt’te de makam türbesi bulunmaktadır.

Kandıra’dan Kefken’e doğru yaklaşık 8 km. gidildiğinde hemen solda kalan Baba Tepe, Akçakoca Bey’in Bizanslılara karşı mücadelesinde doğal bir kale olarak kullanılmıştır. Halen doğal park olarak koruma altına alınmıştır. Tamamen yeşillik olup ağaçlarla kaplıdır. Çoğunluğunu gürgen ve kestane ağaçları oluşturmaktadır. İçinde geyik ve ceylanlar vardır. Göğe doğru dik bir çıkıntı yapan ve yaklaşık 500 m. yüksekliğinde olan ve şimdi iletişim cihazlarına role-askeriyeye radar görevi yapan bu hakim tepe 30 km öteden bile rahatlıkla görülmektedir.

Kuzeyde; Kerpe, Sarısu, Seyrek Kuzeydoğuda; Kefken, Cebeci ve Karadeniz’in Karasuya doğru uzanan kıyı boyu, Güneyde ise Kandıra vardır. Yolu tepeye kadar asfalt olup, araçla veya yaya olarak rahatça çıkılabilir. Gelen ziyaretçiler hem piknik yapıp doyumsuz güzellikte manzarayı seyredebilir, hem de Anıt Mezar’ın hemen yanında bulunan Cami de namaz kılarak Akçakoca Bey’in ruhuna Fatiha okuyabilir.

Akçakoca Bey’in soyundan gelen birçok kişi, hem Osmanlı döneminde hem de, Cumhuriyet döneminde bazı devlet görevlerinde bulunmuşlardır. Oğlu Hacı İlyas Bey ve torunu Gebze Kadısı Fazlullah Osmanlı Devleti’nde önemli görevler yapmışlardır. Akçakoca Bey’in adını soy isim olarak taşıyan, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Eski Başkanı Engin Akçakoca torunlarından birisidir.

Hem komutan, hem de bilge bir kişi olan ve önemli fetihlerde bulunan Akçakoca Bey hakkında bazı şeyleri “Âşıkpaşazâde, Hoca Sadeddin ve Hadidi” gibi tarihçilerin bizlere aktardığı şu bilgilerde görmekteyiz:

“Konur Alp Akyazı ve Konrapa İlini ve Bolı’yı ve Muturnı’yı ve ol vilayetleri tamam ve müsahhar ve mukarrer itdi ve kendüye döndürdi ve girü Karaçepiş’e ve Absuyı’na geldi ve Gazi Rahman’ı anda koyup kendüsi gine gitdi. Bu tarafda Akça Koca dahı Kandırı’ya ve İrmen’e erler kodı berkitdi. Maksudı Samandıra’ya varmak oldı…( Âşıkpaşazâde)”

“Söz konusu edilen yılda, durağı Cennet olan Osman Gazi’nin ölümü üzerine Orhan Gazi, baş ve buğluk davulunu vurdurmuş, sadasını gök kubbeye ulaştırmıştı.”

Yarlığayan Tanrının çağrısı ulaşınca Osman’a

Erişti şimdi beylik nevbeti oğlu yiğit Orhan’a

İlk iş olarak bu beyliğin töreleri gereğince, komutanları beylerin her birini yine gaza ve cihat yolunda görevlendirmişti. Bu yıl kendini gösteren hoş bir rastlantı şu oldu: Osman oğullarının devlet fidanlığında, Orhan Gazi’nin ikbal dalında olgunlaşan bir meyve yere düştü. Şimdiye kadar bu ayarda bir mahsul alındığı kimsenin kulağına erişmiş değildi. Mutluluk getiren yeni doğan, Murad adıyla şeref buldu ve sonraları Gazi Hüdavendigâr diye tanındı. Bu yıla rastlayan başka bir olay ise, Konur Alp’in Tanrının rahmetine kavuşan Osman zamanında, Bolu, Konrapa, Akyazı ve Mudurnu illerini İslam devletinin uğuruyla baştan başa açmış olmasıdır. Yine aynı yıl içinde Akça Koca savurduğu kılıçlarla Kandıra, Ermeni Pazarı (Akmeşe) ve Ayan Gölü’nü ele geçirmişti… (Hoca Sadedin)”

“Hem aldı Kandıra’yı Akça Koca Koca-ili’n eyledi feth ucdan uca…” (Tarihçi Hadidi)

Türk Dünyasının her yerinde ilk yaz bayramı olarak kutlanan, baharın geldiğini müjdeleyen ve Hızır ile İlyas’ın buluştuğuna inanılan 6 Mayıs Hıdırellez Gününde, Kandıra Kaymakamlığı tarafından Baba Tepe de düzenlenen “Akçakoca Bey’i anma ve Hıdırellez” şenliklerinde bu kahraman zat anılır. Kandıra’da yöresel inanışa göre “Hıdırellez” Hz. Hızır ve Hz. İlyas Peygamberlerin gökte buluştukları gündür. O gece bütün dilekler kabul olur. Bu yüzden her yıl 6 Mayısta yapılan yemekli şenliklerde; halka pilav üstü et dağıtılır, kadınlar gül ağaçlarına içinde dilek yazılı bez bağlar, soğan kabuğuyla kaynatılıp renkli hale getirilen yumurtalar tokuşturulur. Aslında şenliklere 5 Mayıs gecesi ateş yakılıp üstünden atlanarak başlanır.

Tarihimizin şanlı sayfalarında imzası bulunan, Kandıra ve çevresini Türk-İslam Yurdu kılan ve bu topraklarda hür ve bağımsız olarak yaşayan her Kocaelili için çok önemli olan bu Bilge Kumandanı “Akçakoca Bey”i saygı, şükran ve rahmetle anıyoruz.

Ruhu Şad, Mekanı Cennet olsun. Cenab-ı ALLAH rahmet etsin.

Rahmet Peygamberimiz (S.A.S.) -1

Çok değerli okuyucularım, 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlayacağımız 2011 yılı Kutlu Doğum Haftası’nın ana teması, rahmet ve merhamet eksenli olmak üzere “Hz. Peygamber ve Merhamet Eğitimi” olacaktır. İnşallah Nisan ayındaki yazılarımı bu eksende siz değerli okuyucularıma sunmak istiyorum. Kutlu Doğum Haftanızı şimdiden tebrik ediyor, hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan temenni ve niyaz ediyorum.

Bütün peygamberler, Allah’ın insanlara bir lûtfu ve rahmetidir. Peygamberimizin son peygamber olması, peygamberliğinin, cinler de dahil herkesi içine alması ve herkesin bir şekilde O’nun peygamberliğinin rahmetinden istifade etmesindendir ki, O bize Kur’an’da, âlemlere rahmet olarak tanıtılmıştır: “Biz seni bütün insanlar için sırf bir rahmet vesilesi olman için gönderdik.” (Enbiyâ, 21/107)

“Rahmet”, merhamete muhtaç olana iyilik etmeyi gerektiren şefkat duygusu olarak tarif edilmiştir. Bu kelime, bazen mücerret bir şefkat duygusu, bazen de şefkatten mücerret bir iyilik duygusu manasına kullanılmaktadır. Yani rahmette hem şefkat, hem de iyilik etmek manaları vardır. Rahmet Allah’tan olunca, ihsan, lütuf ve ikram manalarına; insanlardan olunca da şefkat ve acıyıp iyi muamele etmek anlamlarına gelmektedir.

Rahmet, Allah’ın sıfatlarından olup, Kur’an’ın farklı ayetlerinde üzerinde durulmaktadır: “Düzeltilmiş olan ülkeyi ifsat etmeyin. Hem endişe, hem de ümit ile O’na yalvarın. Muhakkak ki Allah’ın rahmeti iyi kimselere yakındır.” (A’râf, 7/56), “Senin mağfireti bol Rabb’in, merhametlidir. Eğer işledikleri suçları sebebiyle onları cezalandıracak olsaydı, azabı onlara hemen gönderirdi. Fakat onlar için belirlenmiş bir süre vardır ki o vâde geldiğinde Allah’ın cezasından kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamazlar.” (Kehf, 18/58), “Allah, imanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah, insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir.” (Bakara, 2/143) “Siz de Allah’ın sizi affedip müsamaha göstermesini arzu etmez misiniz? Allah gerçekten Gafurdur, Rahimdir.” (Nûr, 24/22)

Şefkat hissi, özellikle eğitimle ilgilenenler, anne-babalar, yönetici olanlar, genelde de tüm insanlar için bulunması gerekli olan bir vasıftır. Kalbi katı olan birisinin gerçek bir eğitimci, terbiyeci olması düşünülemez. Zira rahmet, kalbî bir kıpırdanış, rûhî bir teessür ve insanı, terbiye ettiği kimseleri hafife almaktan engelleyen bir duygudur. Hz. Muhammed (s.a.s), bütün insanlığın, hatta âlemlerin muallimi olduğuna göre, rahmet duygusunun en fazla onda bulunması gerekir.

O’nun rahmeti sadece inanan insanları değil, aynı zamanda bütün insanlığı içine alan bir rahmettir. Bu rahmet, hem dînî, hem de dünyevî yöndendir. Dînî yönden rahmet olması: Hz. Peygamber (s.a.s.), insanlar cahiliye dediğimiz karanlık bir devrede, dalâlet içerisindeyken ve aynı zamanda ehl-i kitabın da, kendi kitaplarında ihtilafa düştükleri bir dönemde gönderilmiştir. Böylece Allah onu, gerçeği aramaya ve kurtuluş ile mükâfatı kazanmaya hiçbir yolun bulunmadığı bir zamanda göndermiş, onunla insanlara, hidayete giden yolları göstermiştir. Dünyevî bakımdan rahmet olması: İnsanlık onun sayesinde pek çok zilletten, harpten, kargaşadan kurtulmuş, gerçek sulha ve huzura kavuşmuştur.

Resûlullah’ın rahmeti, müslümanları, gayr-ı müslimleri, dostları, düşmanları, hürleri, köleleri, büyükleri, küçükleri, hatta insanların yanında hayvanları da içine alacak kadar geniş bir rahmettir. O’nun rahmeti, mü’mine hidayet, münafığın hayatı için bir amân, kafire de ilâhî azabın te’hiri şeklinde tecellî etmiş, münafıklar, bu rahmet sayesinde dünyada azap görmemişler, müslümanlarla içli dışlı yaşamışlar, onların istifade ettikleri haklardan istifade etmişler ve onların bu durumları yüzlerine vurulmamıştır.

Daha önceki milletler, Allah’a karşı yaptıkları isyanlardan toptan helak edildikleri halde, Resûlullah geldikten sonra böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Böylelikle kafirler de bu rahmetten istifade etmişlerdir. Yani onun varlığı, azabın gelmesini önleyen bir özelliğe sahiptir. Nitekim Yüce Allah;  “Halbuki sen onların aralarında bulunduğun müddetçe Allah onları azaba uğratmaz; eğer onlar istiğfar ederlerse Allah bu takdirde de onlara azap etmez.” (Enfâl, 8/33) buyurmaktadır. Allah Resûlü (s.a.s.) de bununla ilgili şöyle buyurmuştur: “Ben rahmet olarak gönderildim, lanetçi olarak değil.” (Müslim, Birr, 87) (Haftaya devam edecek…)

 

 

Çocuktur Bahçenin Gül Gülistanı

Çocuktur rabbimin lütfu ihsanı

Her ana babanın canı cânanı

Çünkü damarında onların kanı

Sen sahip ol. Olsun gönül sultanı

 

Yaratan ol dedi ona nutfeden

Ona kul olacak, bu nazik beden.

Ne için yarattı yaradan neden

Anlat bana diyor yavrun baksenden.

 

Çocuktur bahçenin gül gülistanı.

Kokusu cennetten sarar her yanı.

Ananın yavrusuz geçmez bir ânı.

Çünkü can içinde hep onun canı.

 

Ağlayarak geldin başka alemden.

Yuvalarda, bayram sen oldun neden.

Öyle bir yaşa ki sen bu alemde.

İnsanlar ağlasın sen gül giderken.

 

Deme yaşı çocuk daha çok erken.

Öğret yaratanı ona büyürken.

Evlat emanettir mesulüsün, sen.

Ölüm saati yok gelirse erken.

 

Sahip ol yavruna kapmasın eller.

Vatan bahçesinde güller, sümbüller.

Sağlam ek fidanı almasın yeller.

Hesap gününde bak konuşmaz diller.

 

Önce sevdir Allah ve Rasulünü.

Onlarsız geçmesin hem de bir günü.

Dün, geçti de, değerlendir bugünü.

Yarına kavuşmak olsun düğünü.

 

Vatanı bayrağı her daim sevsin

Gururu kibiri yerlere sersin.

Gerekirse namus ve şerefi için.

Bu emanet canı Allah versin.

 

Öyle bir ruh hali bürüsün onu.

Hep mert olsun namert olmasın sonu.

Vatan toprağının bilsin her yanı.

Gazilerle şehit mübarek kanı.

 

Olsun bu vatana bu canlar feda.

Her karış toprağı şehit şüheda.

Bak Fatih Yavuzlar binmişler ata.

O güzel ecdada binler Fatiha.

 

Dostuma yazıyorum

Yazmakla geçerdi her günüm

Elime aldığımda kalemi

Su gibi akardı satırlar

Konu sohbetiniz olduğunda

Biterdi kağıtlar

Kalemler yetmezdi

Hafızama kazımıştım sözlerinizi

Düşünmezdim ne yazacağımı

Gün ışıdığında başlar

Ay gözüktüğünde bitiremezdim

Rüyalarıma girerdiniz

Uykularımda sizinle yaşardım

Gün yirmi dört saat derler.

Oysa bizim günümüz kim bilir kaç saatti.

Ayrılık mı girdi aramıza

Gözlerimi her kapadığımda

Görürken sizi

Şimdi arıyorum

Masamın başında değilim artık

Yatağımdayım şimdi

Hastayım, mecalim yok

Yaşlanmak meğer ne zormuş

Kalmadı yazacak bir şey

Yazdım hepsini aklımda kalanların

Kalemde bitmiş, kağıtlarda

Önümde bir yığın

Kim düzeltecek bunları

Giderken götürebilir miyim.

Kapandı yine gözlerim

Sizi uzaktan seçebiliyorum

Elinizi mi sallıyorsunuz

Geldi mi vakit

Yanınıza mı geleyim

Heyecandan kabarıyor yüreğim

Bir melek bekliyorum

Bu son soluklanışım

Az kaldı emaneti teslime

Lütfen!

Bekleyiniz geliyorum

Üç Kutuplu Dünya İstiyorum

Kutuplardan biri mevcut, ikisi noksan.

Dünyadaki zulmün ve adaletsizliğin sebebi tek kutuplu olmasıdır.

Bu kutuplar

1. ABD ve AB’nin oluşturduğu mevcut Hıristiyan kutup,

AB yalnız başına ne kutuptur nede güç.

2. Türkiye, Azerbaycan, İran ve Mısırın çekirdek kadrosunu oluşturacağı İslam birliği.

Buna Rusya ve Japonya’da dâhil edilebilir.

3. Çin ve Hindistan’ın çekirdeğini oluşturacağı üçüncü blok.

Elbette ki bu bloklar inanç-kültür birliği esas olmak üzere ekonomik çıkarlar temel alınarak belirlenecektir.

Her devlet inanç-kültür ve ekonomik yakınlığı olan blokta yer alacak.

Ortada büyüklerin canı istediği zaman şamar oğlanına döndüreceği sahipsiz devlet kalmayacak.

İslam dünyası;

Ortadoğu, Afrika, Türk Cumhuriyetler, Balkanlar dünya nüfusunun dörtte birini oluşturur.

Aynı zamanda dünya pazarının yüzde 50’sini oluşturur.

Büyüklerin Afrika’ya ilgisi sadece petrol ve doğalgaz için değil.

Aynı zaman da gelecekteki dünya pazarını ellerinde tutmaya yöneliktir.

Pazarınız olmadığı zaman ekonomik ve de teknolojik olarak ne kadar güçlü olursanız olun bitmeye ve çökmeye mahkumsunuz.,

Tüketim olmayınca üretim bir mana ifade etmez.

Bu birliktelik;

1 – İslam dünyasının ekonomik açıdan güçlenmesini sağlar.

2 –  Mazlum durumdan kurtulmasını sağlar.

3 – Saygın olmasını sağlar.

Tek kutuplu dünyada en sadık dost bile olsanız,

Kullanılma süreniz bitince yem olmaktan kurtulamazsınız.

Üç kutuplu dünya bu zulme son verecek olan sistemdir.

Bu hayal midir? 

Hiçbir şey düşünmeden var olmaz.

İslam dünyası bugün bunun alt yapısını oluşturmalı oluşturmaya başlamalı.

Bu anlayış zamanla kesretten vahdete dönüşebilmelidir.

Bunun için;

a) Siyasi iş birlik

b) Ekonomik iş birlik

c) Askeri iş birlik

d) Bilimsel ve teknolojik iş birliği

e) Ortak dil Türkçe ve Arapça

f)  Sivil toplum teşkilatları(STK) iş birliği

g) Medya, kültür ve tarih işbirliği

Bu birliktelikler hem yöneticileri, hem de halkı yakınlaştırır.

Tutturmuşuz bir sömürge dili,

İngilizce, Fransızca,

Yıllardan beri okuyup okuttukta kim ne öğrendi

Kime ne hayrı dokundu?

Sen bir güç birliği oluştur bakayım

Onlar senin dilini öğrenmek için yarışa giriyor mu, girmiyor mu?

Arap halkı belki 80 sene sonra Lawrence’nin oyunlarının farkına vardı

Geçte olsa farkına varmak güzel değil midir?

Bizde hale bu kirli senaryonun farkına varamayanlar var.

Şöyle bir düşünün 22 milyon m2 alan 2 milyara yakın nüfus

Bizden birisi yaramazlık yaparsa kulağını biz çekeriz.

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar fikri çok güzel,

Alt yapısını oluşturamazsanız hayal,

Oluşturabilirseniz gerçek olur.

Gerekirse biz cezalandırırız.

Elin keferesinin cezalandırmasına seyirci kalmayız.

Petrol, doğalgaz, envai çeşit yer altı yer üstü zenginlikler genç nüfus bizde

Aşağılanan biz,

Sömürülen biz,

Bombalanan işgale uğrayan biz.

Sizce de bunda bir terslik yok mu?

Şimdi size bir soru?

Amerika Birleşik devletleri oluyor da

Neden Osmanlı Devletler Topluluğu olmasın ki?

Lütfen şöyle bir 360 derece düşünün.

 

                                                                                    

Ayrılıkçı Kürtler Ne İstiyor? -1

Dünyanın herhangi bir yerinde, bütün vatandaşlarına eşit davranan, fırsat eşitliğini eksiksiz sunan Türkiye’den başka bir ülke kaldı mı bilemiyorum.

Başta ABD olmak üzere en ileri demokrasilere sahip olduğunu iddia eden ülkelerin hemen hepsinde, sudan bahanelerle, din-dil ve ırk ayrımı yapılıyor.

Türk Milletinin genetik hafızasında yer etmiş olan adalet, hakkaniyet ve eşitlik duygusunun bir yansıması olan bu hoşgörü ortamının devlet yönetimine doğal bir yaşam biçimi olarak yansıyarak Anayasa ve yasalarla da güvence altına alındığını görüyoruz.

Türk insanı: “Acemin Araba, Arabın Aceme bir üstünlüğü olmadığına, bütün insanların Allah indinde eşit olduğuna inanır. İnanan insanı kardeşi, inanmayanı Allah emaneti olarak görmeyi özümsemiş kültürün ürünüdür.

Bu insani değerler üzerine kurulan Cumhuriyet’in bütün vatandaşları; Laz, Çerkez, Gürcü, Kürt, Türk olduğuna bakılmaksızın kanun önünde eşit muamele görür, ayrımcılık yasaktır. Tam bir fırsat eşitliği vardır ve devlet fırsat eşitliğini oluşturan araçlarını her gün biraz daha geliştirerek vatandaşların hizmetine sunmaktadır.

Etnik kökenine bakılmaksızın bir çiftçi çocuğunun; tüccar, memur, subay, hâkim, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı olmasına engel yoktur ve genç cumhuriyet bunun örnekleriyle doludur.  

Türk devlet ve millet geleneğinin bir parçası olan bu olgun tavır, son senelerde özellikle devlet katında Kürt kökenli vatandaşlara karşı pozitif bir ayrımcılığa, oradan kamusal bir zaafa ve diğer taraftan ‘şunu da vermezsen bende isyan ederim ha’ noktasına gelindiğini gözlüyoruz.

Buna rağmen, bir kısım Kürt kökenli vatandaşların mızmızlanmaları tarihten beri devam eden alışkanlıklarından olsa gerek. Bu başkaldıranların, isyanların, ölçüsüz taleplerin, nimet-i küfran olmanın altında yatan gerçek sebeplerin; başka ülkelerin Anadolu üstündeki emellerine alet olmak yatıyor ve maalesef; Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar bölgesinin huzur adası Türkiye’ye kastediliyor.

Önce bir grup Kürt vatandaşı sonra Türk devleti, müthiş bir kumpasa düşürüldü. Otuz yıldır debelenip duruyoruz. İşin içine kan, gözyaşı ve evlat acısı karıştı. İş isyan eşiğine geldi dayandı.

Ortadoğudaki olaylar, ayrılıkçıların ayranını kabarttı. Ahmet Türk, ağzından baklayı çıkardı; “bizim sesimiz Tunus’tan, Mısır’dan, Libya’dan daha gür çıkar” deyiverdi.

Bu bir deli cesareti! Kim kime kafa tutuyor? Türkiye’deki Kürt nüfusun genel nüfusun içindeki payı belli. Kaldı ki Ahmet Türk ve avenesi, Kürtleri temsil etmiyor ve Kürtlerin %86’sı kendisini Türk vatandaşı olarak tanımlıyor.

Ayrılıkçı Kürtler, isteklerini kültürel haklar olarak tanımlıyor, ‘ana dilde eğitim ve demokratik özerklik’ istiyoruz diyorlar.

Bu istek karşılanabilir ve uygulanabilir mi diye düşünmek lazım.

Kürtler 1960 öncesinde olduğu gibi Anadolu’nun bir bölgesinde değiller. 1960’larda başlayan 1980’lerde yoğunlaşan ve 2000’li yıllarda zirve yapan şehirleşme ve göçler sebebiyle Kürtler Trakya, Marmara, Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Orta Anadolu’ya dağıldılar yani Türkiye’nin her yerindeler. Güneydoğuda kalan Kürtler, Kürt nüfusunun %25’i kadar ve bilim adamları Zazaları Kürt kabul etmiyor.

Haydi, buyurun ‘demokratik özerklik ve ana dilde eğitim’ uygulayın! Türkiye gerçeğinde bu mümkün mü?

Evet diyorsanız, bu şu anlama gelir; Türkiye Cumhuriyeti de, Selçuklu ve Osmanlı gibi ömrünü tamamlamıştır, yerine yeni bir devlet kurulmalıdır!

Yok, efendim, Anayasanın Cumhuriyet hariç bütün maddeleri değişirmiş falan filan müptezellikleriyle kafa karıştırmayın!

Ayrılıkçı Kürtlerin, daha demokrat Türkiye taleplerinin altında yatan hakikat; Türkiye Cumhuriyetinin nitelik değiştirmesi değil, yıkılmasıdır ve yerine kurulmak istenen devlet, kaç parçalı bir yapı olur orasını bilemem, bildiğim tek gerçek; bunun daha demokrat bir Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmayacağıdır. (devam edecek)