18.8 C
Kocaeli
Perşembe, Ekim 2, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1136

Protesto Yap, Yumurta At; Balık Bilmezse Bakan Bilir

Abdullah Cevdet; doktor ama düşünürlük yapıyor. Her salataya fikir adı altında reform doğruyor. “Neslimizi ıslah etmek için Avrupa’dan ve Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir” dediğinde 56 yaşındaydı. 1925‘teki tarım reformuyla ilgili söyledi ama affedilmedi.

Nimet Çubukçu; avukat ama bakanlık yapıyor. İki de bir şeyler ortaya atıp geri çekiyor. “Yurtdışından ithal İngilizce öğretmeni getirilecek” dendiğinde 46 yaşındaydı. Üniversite gençliği de onu affetmeyecek.

  • Her yıl 10 bin alınacakmış.. Her sene üniversitelerimiz onbinlerce

mezun veriyor.

  • 4 yılda 40 bin alım planlanıyor.. 350 bin Eğitim ve Teknik Eğitim

Fakültesi atama bekliyor.

  • “Hans’a var da Hasan’a niye yok” demişti Başbakan.. Ha Hasan’a,

ha sana (Hanso).

  • Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu niye var ve niye eylem

koyuyor? Çiçekleri sulayın diye mi!

  • İşsizlikten intihar eden öğretmen adayının vebali hangi Bakanlıkta

evrak kayda girer?

  • Üniversitelerin eğitim fakültelerini de kapasak Millî Eğitim Bakanlığı

daha mı güzel edilir ne!

  • Kendi yetişmiş elemanı iş beklerken başka bir ülkeden personel

getirecek kadar enayi ikinci bir ülke var mıdır?

  • İthal öğretmenden sonra ithal imama, ithal hâkime ve ithal askere

ne zaman sıra gelecek?

  • Siyasetçilerimiz bu kadar ithal fikri nereden ve nasıl buluyorlar?
  • “3 kuruşa çalışacak ecnebi öğretmenler ancak misyonerlerdir” diye

vecize sallasak misyoner karşıtlığı suçundan bizi sallandırırlar mı?

  • Bu yabanıl operasyon üniversite gençliğinin attığı yumurtaların geri

dönüşüm kutusundan kendilerine iadesi midir?

A. Cevdet ilk pozitivistimizdi, intihar etti. Nimet Hanım ilk kadın Millî

Eğitim Bakanımızdı, içine etti.

Benim anlamadığım; Nimet Çubukçu’nun hizbi Adüvvullah Cevdet’in ölümüne karşısındadır. Bu ne damızlık turşusu, bu ne ithal öğretmen!

Gençler, attığınız yumurtalar isabet etti.

 

Farklılıklarımız Zenginliğimiz mi ?

Ne farklılığı? Farksız bir şey var mı ki?

Oğul babadan, kız anadan çok defa tercihlerinde, beğendiklerinde, meyillerinde, sevdiklerinde, nefretlerinde, düşüncelerinde, hayal ve tasavvurlarında farklı değil mi?

Birbirine çok benzeyen hayvanların ve hatta bitkilerin bile, yine de birbirinden farklı yanları yok mu?

Çünkü bütün bu farklı görünüş ve oluşlarda, Allahın Ehadiyet damgası / Zatının Bir Oluş keyfiyeti kendisini apaçık gösteriyor. Evet yaratışta tekrar olmayış; Yaratanın bütün yarattıklarını bildiğini, bu sebeple aynı şeyi ikinci defa yaratmadığını ispat ettiği gibi, aynı zamanda O’nun bir olduğuna da işaret ediyor.

Nev’ ve cinsler genelde ve görünüşte birbirinin aynısıdır. Yani bütün atlar, tüm koyunlar, sayısız insanlar; dış görünüşleri itibariyle, yüzeysel olarak birbirine benzer. Nerde görsek koyunu tanır, atı seçer, insanı biliriz.

Çünkü bu biliş; Allahın Vahdaniyetinin sikke ve damgasını taşıyor. Türlerin her birindeki müşterek / ortak sıfatlar ve görünümlerindeki aynılık; dikkatimizi çekiyor.

Onların türlerindeki benzerlik ve topunun ayniliği, hepsinin bir elden çıktığını gösteriyor. Hepsinin Bir’in ilmi, Bir’in kudreti ve yine o Bir’in iradesiyle yaratıldığını bizlere fehmettiriyor.

Fakat o türlerin her bir ferdi, her bir bireyi, bir diğerinde olmayan özel nitelik ve işaretler de taşıyor. Bu hususiyetler umumi benzerlik içinde, ilk nazarda göze çarpmayacak şekilde varlıklarda yer alıyor. Özellikle, batın /iç ve gayb noktasından varlıklar; birbirinden tamamen farklı bir mahiyet arzediyor. Allahın Ehadiyetini gösteriyor. Yani her varlık, o varlığın nev’-i şahsına münhasır / salt kendi şahsına ait, maddi – manevi farklılıkları ihtiva edip içeriyor.

Allahın Ehadiyet / Birlik / Bir oluş tecelli ve görüntüsünden ibaret olan farklılıklara rağmen tüm canlılar; aynı zamanda Vahdaniyet tecellisine de mazhardır. Bu suretle, yine Allahın birliğini gösteren müşterek yönlerinden ötürü bir arada bulunur, beraberce yaşar, birlikte göçer, birlik halinde oldukları takdirde ancak, varlık ve hayatiyetlerini sürdürebilir.

Demek ki, birlik ve beraberlik; farklılıkların değil müşterekliklerin bir gereği, bir icabı, bir elzemi olarak karşımıza çıkmakta; ancak bu şekilde dikkatimizi çekmektedir.

Bu izah ve açıklamalar çerçevesinde düşününce; Resmiyetin ve kimi resmi zevatın / devlet adamlarının iyi niyetle fakat yanlış bir ifadeyle ikide bir: “Farklılıklarımız zenginliğimizdir!” diye beyanda bulunmaları; doğru sanılan yanlış söylemden başka bir şey değildir.

           Birlik; farklılıklardan sanılmasın ki, gelir ileri

          Bilinsin, asıl olarak, müşterekliklerin değeri

 

          Farklıyım bugün ben, diyen, derse yarın, istiyorum ayrılmak

          Onun hakkı olmaz mı bu; çünkü, sen verdin elinle dayanak

 

          Farklılıklar zenginliğimizdir diyenler, düşünsün bir yol

          Ayrılıklara, zemin hazırlamış olmuyorlar mı, kol kol ?

 

          Ayrılıklar; getirmez insanları, hiçbir zaman, hep bir araya

          Sonra, bulamazsın birlik ve beraberliği, araya araya

 

          İstersen birlik eğer, şaşma sakın, ayniliklerle buluşmaktan

          Birlik mirlik çıkmaz asla, farklılıklarla iğreti oluşmaktan

Eğer biriyle yakınlaşıp onunla konuşuyorsak; onda gördüğümüz veya farkına vardığımız ortak yönlerimiz olduğu içindir.

Nitekim aynı millet oluşumuz, ayniliklerimize dayanmıyor mu? Halbuki aramızda nice farklılıklar var.

Üstelik farklılıklarımız, nicelik bakımından / sayıca çoktur. Ortak taraflarımız epeyce azdır. Buna rağmen keyfiyet ve nitelik ağır basar. Çünkü keyfiyet kemiyetten, nitelik nicelikten üstündür. Bundan ötürüdür ki, birliği temin ediyor. Beraberliği sağlıyor. Milletin ortaya çıkmasına vesile ve sebep oluyor.

Nitekim aynı vatanda yaşamak, aynı dili konuşmak, aynı dine inanmak; aynı millet olmanın üç saçayağı.. Bu üç birlik vesilesi; keyfiyet, içerik ve manen o kadar önemlidir ki, farklılıklarımız; kemiyet ve sayıca ne kadar fazla olursa olsun, en ufak bir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira ayniliklerimiz olan aynı vatan, aynı dil ve aynı din; Uhut dağı hükmündedir. Farklılıklarımız olan şeyler ise, çakıl taşları mesabesinde / yerindedir. Takdir edersiniz ki, Uhut dağı; çakıl taşlarıyla değişilmez.

Çünkü farklılıklarımız bedenin aza ve uzuvları gibidir. O üç ortak yanımız ise, ruh makamındadır. Oysa bedene ruh hakimdir. Zaten ruh varsa bedende birlik, dirlik ve hayatiyet vardır. Ruhsuz beden, dağılmaya mahkumdur.

Öyle de, insanları millet yapan, ancak ruh hükmündeki ortak vatan, ortak dil ve ortak dine sahip oluşlarıdır. Çünkü bunlar harç sayılır. Millet binasını meydana getirecek olan farklı taş ve tuğlaları birbirinden artık kopmayacak şekilde birbirine bağlar.

Ruhun, bütün beden hücrelerini aynı anda ve birden sarması, kaplaması ve onlara dirilik bahşetmesi neyse; müşterek vatan, dil ve dinden mürekkep ruhun da, millet bedenine hayat vermesi odur.  

Demek oluyor ki, birlik; müşterek ana umdelere malik oluştan meydana geliyor. Farklılıklardan ise birlik değil, olsa olsa karışım ortaya çıkar ki, bir üflemeyle toz toprak olması, işten bile değildir.

 

Çelişkiler

Mustafa Balbay; yazdı soluğu içerde aldı,
Tuncay Özkan; yazdı, ileri demokrasinin bulunduğu ülkede; demokratik hakkını kullanarak mitingler organize etti diye içeri atıldı,
Soner Yalçın;  yazdı  içeride,
Nedim Şener,  Ahmet  Şık; yazdı  sonları malumunuz…

Peki iyide kalemlerinden başka silahı olmayan insanlar hep içeri atılırken birde dönüp madalyonun tersine bakalım.

Otuz beş bin kişinin katili Öcalan adeta devlet içinde devletmiş gibi kulübesini değiştittiriyor, İçerden örgüt yönetiyor, devletle müzakere masasına oturuyor ve şimdide kendisine ev hapsinden bahsediliyor.

Bir belediye başkanı devletin başbakanına hastir çekiyor hala görevinin başında.

En son olarak bir vekil polis tokatlıyor gene çıt yok (pardon sayın Başbakanımız! Onu; densizlikle suçladı).

TÜSİAD yöneticileri bu milletin hassasiyetlerinden o derece bi haberler ki kişinin mutluluğunun devletin bölünmesinden daha önemli olduğunu söyleyebiliyorlar ve hatta anayasanın değiştirilemez ilk üç maddesinin de değiştirilebilirliğinden söz ediliyor, açıkçası sözde demokrasi adına demokrasiyi katlediyorlar.

Peki her söyleyen, söylediğiyle kalacaksa ve yaptığı eylemlerde yanına kâr kalacaksa soruyorum size daha basılmayan kitabın yazarını içeri atmak ve kitabın basılması muhtemel matbaalara  dahi baskınlar düzenleyip; bilgi sayarlarını tahrip etmek,

hangi akla,

hangi vicdana,

hangi hukuk‘a sığıyor?

PKK lı itirafçıların yalancı şahitlikleriyle yüzlerce emekli ve muvazzaf subayı Silivri’ye doldurup; 16,17 yaşındaki taş atan teröristleri; çocuk yasasından faydalandırıp, tekrar sokağa ve dağa militan kazandırmak; sadece bizim hukukumuzda olsa gerek ….

Bunun böyle gitmeyeceğini, devranın bir gün mazlumlar  tarafına da döneceğini pekâla sende biliyorsun ama gene de ihtiraslarının ve cehaletinin kurbanı olduğunu bilmem ki biliyor musun?

Burada not düşüyorum  ve diyorum ki; TARİH BİR GÜN SENİ’DE YAZACAK EY ADALET!

Siyasette Reklâm ve Propagandanın Ölçüsü

Kocaeli Büyükşehir ve İzmit Belediyelerinin büyük panolarda yer alan reklâmlarını ve üst geçitleri kaplayan afişlerini propaganda açısından başarılı buluyorum. Her köşe başında renkli, çarpıcı sloganlar ve resimler eşliğinde, yapılan hizmetler veya verilmek istenen mesajlar şuuraltımıza kazınmakta.

Bu reklâmlara harcanan paranın çok fazla olması (hatta bazen başarılı öğrencilere verilen bisikletleri anlatan reklâmlar gibi, verilen hizmetin bedelini bile aşabildiği için) israf gibi görünüyor. Ancak bu reklâmların, şehrin görmediğimiz bölgelerinde yapılan çok önemli işlerden haberdar olmamıza yardımcı olduğu için “kentlilik bilinci” açısından faydalı olduğunu inkâr edemeyiz.

AKP’li belediyeler, eski dönemlerde “çok hizmet yapıyoruz ama halka bunları anlatamadık” diyen siyasilerin mazeretine sığınmaktansa, reklâmın kudretli elinden istifade ederek, yapılanları ve mesajlarını en kuvvetli bir şekilde anlatmayı başarıyorlar.

Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin meslek günleri kutlaması kapsamında tanınmış sanatçıları getirterek Tıp Bayramı, Avukatlar Günü, Muhasebeci ve Mali Müşavirler Günü gibi etkinlikler düzenlemesi de hizmet ve propagandanın bileşkesi faaliyetler. KBB Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu bu etkinliklerde kısa konuşmalar yapıyor. Kıvamı ve dozu çok iyi ayarlanmış, hafif parfüm ölçeğinde reklâm kokan konuşmalarında, Başkan hizmetlerinin propagandasını gayet ustalıkla yapıyor.

İzmit Belediyesi’nin Çanakkale Şehitlerini Anma Haftasında Yunus Emre Kültür Merkezine (Dolphin) getirttiği seyyar müze çok iyi bir hizmetti. Müzeyi gezerken, 250 bin şehit verdiğimiz savaşın kalıntısı eşyaları gören, savaşa dair etkileyici hikâyeciklerin anlatıldığı duvar panolarını okuyanlar gözyaşlarını tutmakta zorlandılar. Fakat İzmit Belediye Başkanı Nevzat Doğan’ın, (duvarın birini tamamen kaplayan, Çanakkale kahramanlarının resimlerinden çok daha büyük ebattaki) devasa resmi ve isminin yer aldığı afiş çok yanlış olmuştu. Yapılan hizmeti gölgeleyen, dozu ayarlanmamış, itici, propaganda maksatlı icraat izlenimi verdiren bir reklâm örneği idi. Manevi bir atmosfere girmiş insanlarda olumsuz bir tepkiye yol açtığını gözledim. Aynı pano mütevazı ölçekte olsaydı, propaganda açısından daha faydalı olurdu kanaatindeyim.

Milletvekili seçimleri yaklaşıyor. Gittikçe artan ve artacak olan propaganda çalışmalarında adayların ve partilerin reklâm dozunu ayarlaması önemli. Bazı aday adayları belki aday olmaya katkısı olabileceğini düşünerek veya aday olamasa bile bu arada ismini kamuoyuna tanıtmaya vesile olması için duvar ve el afişleri, gazete ve internet medyasında reklâmları ile ciddi masraflar etmeye başladı. Buna haber kılıklı gizli reklâmları da eklemek lazım. Seçilme ümidi olan adayların harcayacakları reklâm masraflarının, bölge ekonomisine ciddi katkı sağlayacağı ama adayların bütçesini sarsacağı anlaşılıyor.

Bütün bu olanları gördükçe 30 sene kadar önce Süleymaniye Kütüphanesini gezerken, Kütüphanenin Müdür Yardımcısı olan çok değerli zatın anlattıklarını hatırlıyorum. Kütüphaneyi gezerken bize mihmandarlık yapan bu zat, Süleymaniye Külliyesinin tamamını gösteren şematik bir resmin önünde durarak şunları anlatmıştı:

Eskiden yazarlar yazdıkları eserin kapağında ve cildinin sırt kısmında, kitabın adını büyük ölçekte harflerle yazdırırken, eserin müellifi (yazarı) olarak kendi adını kitabın kapağının bir köşesine, küçücük harflerle yazdırırlarmış. Önsözde ise kendinden “naçizane, fakir, hakir-i pür taksir” gibi ön sıfatlarla bahsedermiş. Bu o dönemin bütün sanatçılarında ve bilim adamlarında ortak bir davranış şekli imiş.

Duvardaki Süleymaniye Külliyesinin şematik resmini gösteren mihmandarımız (rehberimiz) şöyle devam etmişti: İşte Camisi, hastanesi, aşevi, kütüphanesi ile bu muhteşem yapılar dizisinin içinde, büyük usta Mimar Sinan kendisine mezar yeri olarak şu noktayı, şu küçücük mütevazı alanı seçti. Tıpkı dönemin yazarlarının devasa ilim ve sanat eseri olan kitaplarının kapağına attıkları küçücük imza gibi. Padişahtan isteseydi Cami avlusunda Padişahın türbesine yakın bir yere türbe yaptırma imkânı varken, Mimar Sinan bu küçücük imza görüntülü yeri kendisine mezar olarak seçmişti.

Süleymaniye Kütüphanesinin büyük bir salonunda duyduklarım da bugünkü zihniyetin anlayamayacağı cinsten bilgilerdi. Bu salonda, ortada camekânlar içinde çok değerli el yazması kitaplar, duvarlarında hat şaheserlerimizin bugün kıymet biçilemeyen örnekleri vardı. Mihmandarımız bir camekânın önünde durdu ve dedi ki, “bu camekânın içinde üç tane el yazması eser var. Bu üç eserin sahibi bu eserleri satsa idi, İstanbul Boğaziçi’nde bir yalısı, kapısında bir Mercedes’i, şoförü ve hizmetkârları olurdu.”

Ve devam etti: “Sadece bu üç kitabı değil, bu salonda bulunan yüzlerce eserin tamamını Süleymaniye Kütüphanesine bağışlayan bir kişidir. Ve bu kişi son derece mütevazı bir hayat yaşayan, sabahları bizi ziyarete geldiğinde simit çayla kahvaltı ettiğimiz bir gönül adamıdır. Bütün ömrü boyunca topladığı bu paha biçilmez serveti hiçbir karşılık almaksızın Kütüphanemize bağışladı.”

Bu tür gönül adamlarının günümüzde benzerlerini bulmak çok zor. Hele siyasetçilerden böyle davranışları beklemek, günümüz şartlarında mümkün değil, ayrıca gerçekçi de değil. Çünkü sistem reklâm ve propaganda araçlarını iyi kullanmayanlara seçilme ve hizmet imkânı vermiyor.

Ancak eski kültürümüzün ruhumuzda bıraktığı asil duyguların kalıntısı bile, reklâm ve propaganda da dozu aşanları hoş karşılamamıza izin vermiyor.

Şahıs ve parti reklâmı devlet imkânlarıyla yapılırsa ahlaki olmaz. Adayların kendi imkânlarıyla fakat aşırı bir harcamayla yaptığı reklâmlar da, bu masrafların seçildikleri takdirde milletin sırtından çıkarılacağı kanaatinin uyanmasına sebep olur.

Seçimler öncesinde milletvekili adaylarına ve parti yöneticilerine hatırlatmak istedim.

 

Arap İhtilallarına Oryantalist Gömlek

0

Immanuel Wallerstein, Tunus ve Mısırda gerçekleşen halk devrimlerini, İkinci Arap İsyanı olarak değerlendirdi. Wallerstein’e göre, birinci Arap İsyanı, 1916 yılında Şerif Hüseyin’in Osmanlı Devleti’ne karşı başlattığı isyandır. Konuyla ilgili yazısında, Arapların Osmanlı Devletini yendiğini, bağımsızlıklarını sürece bağlı olarak İngiltere, Fransa ve ABD’nin himayesinde kısmen de olsa elde ettiklerini iddia etmektedir. Arapların Osmanlılardan dolayı Türkiye’ye ihtiyatla baktıklarını da yazısında dile getirmektedir. Bu yazıda İkinci Arap Halk İsyanı tanımlamasının şarkiyatçı, oryantalist ve batı merkezcil yüklemeler, önyargılar ve anlamlandırmalarla olan ilgisi üstünde duracağım. 

Türkiye’de kendini anti oryantalist olarak gören yazarların, eserlerini hayranlıkla tercüme ettiği ve sunduğu bir sosyologdur,  Wallerstein. Görüşleri ve makaleleri Türkiye gazetelerinde, internet sitelerinde sıklıkla tefrika edilir. Düşünürün kendi adıyla yayın yapan (www.iwallerstein.com) sitesinde 1 Şubat 2011 de İngilizce olarak yayınladığı yazısı “İkinci Arap İsyanı: Kazananlar ve Kaybedenler” adıyla Türkçeye tercüme edilerek yayınlandı. Yazısında her ne kadar Tunus ve Mısır halk isyanlarını temel alıyorsa da aslında şimdilerde başta Libya olmak üzere, diğer Arap ülkelerinde başlayan isyanlara da teşmil edilecek bir değerlendirme söz konusudur.

Dünya sistemi teorisiyle ünlenen Wallerstein, toplumların, ülkelerin ve dünyanın kültürel, siyasi ve ekonomik geleceği hakkında yorumlar yapan bir gelecek bilimcidir aynı zamanda, yani fütürüst olarak da bilinmektedir. Bundan dolayı ülkelerin ve bölgesel güç dengelerinin geleceği hakkında sosyolojik öngörülerde veya bilimsel kehanetlerde bulunmaktan da geri durmaz.

Mesela 1 Kasım 2004 yılında, “Ortadoğu Kazanı-gelecek Beş Yıl” başlıklı yazısında, Ortadoğu’nun temel açmazlarının gelecekte yine Irak, İran İsrail ve Filistin olacağını, bütün çekişmelerin bu dört ülkenin durumu ile ilgili olacağını iddia etmektedir.

İran, Irak, Filistin ve İsrail’le ilgili sorunlar ve çatışmalar altı yıl önce, yani yazarın yazı yazdığı zaman ne idiyseler, şimdide öyledirler. Ne bir iyileşme ne de beklenmeyen bir çatışma sözü edilen dört ülkede ortaya çıkmıştır. Ama onun tahmin etmediği ülkelerde ve bölgelerde olağan üstü halk devrimleri gerçekleşmiştir ve gerçekleşmeye devam etmektedir. Arap halklarının isyanı dünya sistemi teorisinin mucidini yanlışlamıştır. Yazar böyle bir yanılgısını söz konusu etmeden son isyanlara anlam yüklemektedir.

Wallerstein’in İkinci Arap İsyanı olarak adlandırdığı ve son dört ay içerisinde başlayıp hızlıca yayılan halk gösterileri hakkındaki yorumu ise gelecek kurgusuyla ilgili değildir, geçmişin kurgulanmasıyla ilgilidir. Ortadoğu hakkında çok sık yazı yazan bir kuramcının, geçmiş yazılarındaki beklentilerinin ve öngörülerinin niçin gerçekleşmediğini öncelikle açıklaması gerekirdi. Bu gün geriye dönüp bakıldığında onun tahmin etmediği gelişmelerin Arap Dünyası’nda ortaya çıktığı açıktır.

Yukarıda belirtmiştik, Wallerstein, son iki aydır gerçekleşen Arap devrimlerini, İkinci Arap İsyanı olarak adlandırmaktadır. Ona göre ilk Arap İsyanı, Osmanlı devletine karşı başlamıştır.  Şimdi ise Araplar, otoriter ve baskıcı rejimlere karşı isyan etmektedir.

Arap halkının şimdiki isyanının baskıcı rejimlere karşı olduğundan kimsenin şüphesi yoktur. Ancak Arap halklarının 1916’da yani Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Devleti’ne karşı kısmen de olsa isyan ettikleri doğru olmakla birlikte, bu isyanların bir ihtilal olarak değerlendirilmesi doğru değildir. Çünkü Arapların ülkesi savaş öncesi ve savaş sonrası dönemde emperyalist Batı ülkeleri tarafından işgal edilmişti. Hiçbir Arap isyanı bağımsız ve egemen bir Arap devletinin kurulmasıyla neticelenmemiştir. Arapların ülkesi Emperyalist devletler tarafından işgal edilmiştir. Uzun süre Arap halkları sömürge yönetimleri ve boyundurukları altında kalmışlardır. Sömürge yönetimine girmeye Birinci Arap Devrimi anlamının yüklenmesi izah edilebilir değildir.

İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından gerçekleştirilen bu işgal bilindiği gibi bölge ülkelerinde halen etkilidir. Şekli bir bağımsızlık vardır. İhtilalcı halk, ülkelerini yöneten tiranları işgalci Batı ülkelerinin temsilcisi olarak görmektedir. Mücadele ederken İslami motifleri gündeme getirmektedir. Osmanlı geleneğinin uzantısı olma imajlarını kullanmaktadır.

İsyancı Arap halkları, Baas ideolojisine ve kadrolarına karşı mücadele ettiklerini söylemektedirler.  Wallerstein, ise Araplar nezdindeki Osmanlı ve Türk imajı konusunda Baasçı Araplar gibi düşünmektedir. Ancak İsyancı halkın Türkiye hakkında hiç de Baasçılar gibi düşünmediği açıktır. Buna rağmen Wallerstein’in isyanları Basçı ideolojiyle temellendirmeye çalışması ilginçtir. Ünlü yazar, 15 Haziran 2004 tarihli yazsında da, Arap devletlerinin ve halklarının Osmanlı hâkimiyetinin varisi olma sıfatıyla, Türkiye’ye bağımsızlıklarından bu yana kuşkuyla yaklaştıklarını iddia etmektedir. Bu iddiasını son yazısında da tekrarlamaktadır.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim; ünlü düşünür oryantalist bir bakış açısıyla devrimlerin söylemlerini çarpıtmaya çalışmaktadır.  Arap ihtilallerini özgün bağlamlarından koparmaya çalışmaktadır.  İhtilalcı Arap halklarının Türkiye’yi örnek almalarını, hangi mantıkla Türkiye karşıtı bir tarihi temele indirgemektedir? Doğrusu anlamak zordur.

Çocuk Suçluluğu -2

Aile yapısının çocuğun kişiliği üzerindeki etkileri çok önemlidir ve buna pek çok örnek verebiliriz. Neşeli ve coşkulu ailelerin çocuklarında da, yaşama aynı şekilde yaklaşma ve olayları iyi yönüyle değerlendirme davranışlarının geliştiği, zenginliğe çok önem veren ailelerin çocuklarında yine aynı tutumun devam ettiği, insanları sınıflandıran ailelerin çocuklarının da arkadaşlarını sınıflandırdığı saptanmıştır. Çocuğun kişiliğine etki eden bu tutumlar, çocuğa bilerek ve özellikle öğretilmez.

Ancak çocuk o kadar iyi ve mükemmel bir ”alıcıdır” ki, anne-babasının gerek davranışlarını, gerek sözlerini, gerekse yaşama bakış açılarını ve çevreyle ilişkilerini kaydeder. Her çocuk için anne-babasının yaptığı değişmez doğrudur. Çocuklar aile yapısının niteliğini olduğu gibi alırlar çünkü orada yaşarlar ve kişilik gelişimlerini yine bu yapı içerisinde geliştirirler. Aile yapısının çocuğun kişiliği üzerindeki etkisine bir başka örnek,”ailedeki duyarsızlığın çocuğa yansıması”dır. Bazı aileler, olaylara ve kişilere karşı aşırı ölçüde duyarsız davranırlar. Ailelerinin dışındaki hiçbir şeyi önemsemez ve hiçbir şey ile ilgilenmezler. Toplumsal olaylar karşısında tepkisiz kalırlar. Aile dışındaki sosyal ilişkileri zayıftır. Bu tip ailelerde büyüyen çocukların da, çevrelerindeki olaylara duyarsız kaldığı, bir çok şeyi umursamadığı, sosyal ilişkilerinde zayıflık gösterdiği, gerçek dost ve arkadaş edinmekte güçlük çektiği saptanmıştır.

Kimi aileler sorunlarını kavga eder tarzda çözerler. Dışarıdan onları izlediğinizde kavga ettiklerini zannedersiniz. Oysa bu davranış şekli onların doğal tutumlarıdır ve aile yapılarına işlemiştir. Bu ailelerin çocukları da, arkadaşlarıyla sorunlarını aynı tarzda çözerler. Evlendiklerinde eşlerine karşı yine aynı davranışı sürdürürler. Tabiî ki günümüzde kendisini yetiştirmeye, geliştirmeye çalışan, ailelerinde gördükleri yanlışları sürdürmemeye gayret gösteren bireylerde vardır ancak yetişme çağlarında içimize işleyen özellikler bazen çabalasak da, istemesek de bizi bırakmayabilmektedir.

Toplumumuzda en çok gösterilen Anne-Baba tutumlarının çocuklar üzerinde ki etkilerine birkaç örnek vermek istiyorum:

Birbirlerine Karşı Aşırı Kıskançlık Gösteren Anne-Babalar

Kıskançlığı evrensel bir duygu olarak kabul ettiğimiz zaman, birbirini seven insanların, birbirlerini kıskanmalarını da ‘doğal ‘kabul ediyoruz. Ancak kıskançlık için, flört döneminde keyifli, evliliğin ilk yıllarında gerekli dememize rağmen aşırısının bir işkence olduğunu görmezlikten gelemeyiz. Kıskançlık; cinsiyete, toplumsal konuma, ekonomik düzeye ya da yaşa bakmadan, kadın-erkek, çocuk-yetişkin, zengin-fakir herkes kıskançlığı yaşamaktadır. Aşırı duyumsanmadıkça ve aşırı tepkilere yol açmadıkça ”patolojik’ bir durum sayılmaz. Ancak insanın yaşam düzenini, çevresiyle ilişkilerini zedeliyorsa, bu duyumsamanın sonuçlarındaki davranışlarda bir uyumsuzluk söz konusudur diyebiliriz.

Birbirlerini davranış bozukluğu derecesinde kıskanan eşler için, çoğu zaman sorun, kıskanan ve kıskanılan kişinin duygusal karmaşasıdır. Ancak o kişiler, bir çocuk sahibi olduktan sonra, sorun sadece kadın ya da erkeği etkilemekle kalmaz, sorun çocuğa da yansır. Çocuk anne-babasından ‘kıskanılan kişi hırpalanır’ davranışını gördüğü ve öğrendiği için, kıskandığı arkadaşlarına yada kardeşine ”zarar verme”davranışını geliştirir.

Aşırı Titiz Anneler

Yaşadıkları çevreyi, kendilerini, eşlerini ve çocuklarını aşırı temizliğe zorlayan annelere rastlıyoruz. Evlerini sürekli temiz tutmak için anormal bir çaba sarf ederler. Ev kirlenecek diye misafir gelmesinden kaygı duyarlar ve kimsenin evine gitmek istemezler. Çocuklarını sık sık yıkarlar. Temizlik konusunda aşırı bir baskı uygularlar. Bu annelerin çocukları, kendi kendilerine yemek yiyemez. Çünkü üstleri ve etraf kirlenir. Kocaman çocuk olurlar ama hala anneleri tarafından yemek yedirilirler. Böyle annelerin çocukları, özgürce ve içlerinden geldiği gibi de oyun oynayamazlar. Çünkü ev dağılır ve kirlenir. Sosyal olamazlar, çünkü ne arkadaşlarını eve çağırabilirler, ne de arkadaşlarının evine gitmelerine izin verilir. Böyle ailelerde eşler arasında da çoğu zaman görünmeyen ama bazen de açık bir çatışma vardır. ”Oraya oturma”, “Oraya sakın basma, yeni sildim”, ”Mutfağa girme, yeni temizledim”, ”Salona çocukları sokma,bütün gün temizledim”  gibi davranış bozukluklarının sözel yansımasıyla, er geç eşler birbirlerine girerler. Bazen de çok sessiz-sedasız ilişki biter. Kadın temizlik nevrozuyla baş başa kalır.

Kavgacılık-Saldırganlık(Agresiflik)

Anne veya babanın veya her ikisinin birden kavgacı tutumları, çocuk üzerinde olumsuz etkiler yaratır. Olaylara yapıcı çözümlerle değil de, yıkıcılıkla yaklaşmak ve bunu bir alışkanlık haline getirmek, yetişkin insanın davranış bozukluluğudur. Böyle insanlar çok çabuk öfkelenirler, karşılarındaki insana kırıcı sözler söylerler, bazen dayak ve küfür etme davranışlarını da gerçekleştirirler. Kişinin öfke duygularını kontrol edememesi ve çevresine zarar vermesi, o insanın duygusal bir takım güçlükler yaşadığını gösterir. Anne ya da babalarının karşısında korkudan titreyen çocuklar vardır. Bu çocuklar özgüvenlerini geliştiremezler. Karşılaştığımız en büyük sorunlardan biri de, eşler arasındaki kavgaların şiddetinden, çocukların oldukça fazla etkilenmeleridir. Yaşları küçük çocuklar, anne-babalarının kavgalarından korkarak, bir köşeye çekilir ve gizli gizli ağlar. Yaşları büyük çocuklar ise (sekiz yaş ve üstü)anne babalarını ayırmaya, kavgayı önlemeye çalışırlar,  yaşı ister küçük isterse büyük olsun her çocuk anne ve babasının kavgasından büyük oranda etkilenir. Anne ve babanın davranış bozukluğu, çocukta da davranış ve uyum bozukluklarına yol açar.

Aşırı Koruyuculuk

Genellikle annelerde görülen bu davranış bozukluğu,seyrek olarak babalarda da görülebilir. Aşırı koruyucu davranan kadınlar sadece çocuklarına değil, eşlerine ve kendilerine de aynı şekilde davranırlar. En ufak bir fiziksel rahatsızlıklarında doktorlara koşarlar. Eşlerini ve gereksiz ilgiyle, baskıyla bunaltırlar. Çocuklarına sevgiyle karışık bir baskı uygularlar. Çocuklarının büyüdüğü ve ”birey” olduğu gerçeğini görmek istemezler. Bu kadınlar, davranış bozukluğuna sahip olduklarını kabullenmezler. Çocuklarını ve eşlerini çok sevdiklerini için, böyle davrandıklarını savunurlar. Ancak aile içince aşırı koruyuculuk, çocuğun kişiliğinde bazı yetersizliklerin oluşmasına neden olur. Çocuk kendi başına alması gereken kararları annesi onun adına aldığı için kendisi alamaz. Çocuk dilediğince sosyal olamaz, çünkü annesinin kaygıları bunu engeller. Çocuk özgüvenini geliştiremez. Katı ön yargılara sahip olur. Yaşama ve yaşamdaki olaylara ”esnek” bir bakış açısıyla bakamaz.

Alkolizm

Çoğunlukla erkeklerde görülen bu bağımlılık ve davranış bozukluğu, son yıllarda kadınlar arasında da yayılmaya başlamıştır. Ancak yine de toplumumuzun aile yapısı içinde genellikle erkeklerde görülmektedir. Erkek çocuğunun babasını, kız çocuğunun da annesini model aldığı çerçevesinde düşünürsek, sürekli içki içen bir babanın oğlu da ileride aynı davranış bozukluğunu geliştirebilir. Kız çocuğu da, alkolik bir babadan doğal olarak etkilenir. Babaları alkol ile barışık olan kız çocuklarının, yetişkin olduklarında, erkeklerden nefret etme, karşı cinse güvensizlik, iletişim kurmada güçlük, mükemmel erkeği arama, mutsuzluk sendromu geliştirdikleri görülmüştür. Evlerinde sürekli içki içilen çocukların, psikolojik gelişimlerinde aksamalar ve davranış bozuklukları görülmektedir.

Alkolizm tedavisi için, kliniklere başvuran erkeklerin aile yapılarının incelenmesinde, çoğunluğunun babalarının da alkolle barışık olduğu görülmüştür. İçki içen ve içkinin etkisi ile davranış bozuklukları gösteren bir baba (kavga çıkaran, şüpheci, döven, anlamsız ve gereksiz öğütler veren) ile pasif, olayları örtmeye çalışan, yaşama motivasyonunu yitirmiş, çocuklarına acıyan ve kollayan bir anne modeli, gerek toplumumuzda, gerekse tüm dünya da sıkça rastlanan tablolar arasındadır. Erkek çocuğunun babasını model alması, her zaman onunla özdeşleşmesi demek değildir.

Yine yapılan araştırmaların sonuçlarına göre, alkole bağımlı babaların oğullarında içkiden nefret etme, babadan nefret etme, anneye sığınma, anneye ve kendine acıma ve babadan öç alma duyguları gelişir. Bu çocuklar, yetişkin bireyler olduklarında, annelerine aşırı bağımlı olurlar. Eşleri ile ilişkilerinde, ”anne” bağımlılığı sürekli sorun yaratır. Hatta bazı erkeklerin, uzun yıllar anneleri ile aynı evde oturdukları, annelerine baktıkları ve evlenmedikleri de gözlemlenir.

Her ailenin kendine özgü kuralları o kuralların işleyişi ve düzeni vardır. Her aile için tehlike çanlarını çaldıran dört tehlikeli yaşantı vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:

  • Şiddetin oldu aileler
  • Çocukta cinsiyet ayrımı yapan aileler
  • Eşler arasında ”güven”duygusunun olmadığı aileler.
  • Bir barışıp bir ayrılan aileler

”Her şeyin anahtarı

sevgi, emek ve sabırdır.

Civcivi;

Yumurtaları

Kuluçkaya yatırarak

Elde edersiniz,

Yumurtaları kırarak değil”.

                          A.Glasow

Dönüştürücü-İnovasyon

Tüm yazılarımda da belirtmeye çaba gösterdiğim bir kavram var değişim.( 2023’ten 2050 ‘ye http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1383) Değişim ya dip dalga olarak gelir üst yönetim değişir. Ya da Yönetim değişimin öncüsü olur. ABD’de ki 11 Eylül hadiselerini dünyanın değişimini tetikleyen bir olay olarak bakabiliriz. Obama’nın gelişi ile birlikte yepyeni bir dünya düzenine geçiş başlamış oldu. Bu kırılganlıklar, geçişkenlikler eskiden olduğu gibi kalın çizgilerle ayrılmıyor artık. Gecişkenlikler arasında değişime uğruyor.

Dünya Emek-Sermaye eksenli sanayi aşamasından, dönüştürücü-inovasyon eksenli Bilgi Toplumu aşamasına geçti. Bu farkı görebilen şirketler değere dönüştürebildiler göremeyen şirketler ne olduklarını bile anlamadan ellerindeki her türlü gücün kaydığını yeni yeni görmeye başladılar.

İnsanın kol gücüne dayalı kurduğu Fordist Birikim Sistemi (Amerikan otomobil sanayi öncüsü Henry Ford (1863-1947) tarafından ortaya atılan ve pratiğe geçirilen kuram) çöküyor. Yerine insanın akıl gücüne dayalı kurduğu başka bir sisteme geçiyor. Akıl katkısı yapamayan iş gücü hızla üretim dışına itilirken başarısız olurken, tam aksine insan odaklı, zihin gücüne dayalı yaklaşımlar, başarılı oluyor, ön plana çıkıyor.

Bundan böyle “yeni” “yepyeni” kelimelerini çok duyacaksınız. Makalelerde, Gazetelerde, TV ve değişik medyalarda. “Yeni birikim sistemi” diye bir kavramdan hareketle bu yeni değişimin bileşenlerini, bağlarını bilmemiz gerekiyor ki  önümüzdeki dünyadaki değişimi ve ülkemize etkilerini kavramalıyız.

Üretim şekilleri, yerleri, anlayışı değiştiği gibi pazarlama yöntemleri de değişiyor. Üretimin talep koşulları, farklı faktör koşullarındaki değişiklik Dünya ekonomisinde güç merkezlerinde bir eksen kaymasına doğru gidiyor. Ekonomide güç merkezleri Atlantik’ten Pasifik ve Hint tarafına kayıyor.

Toplumun daha özgür ve daha refah bir hayat tarzını istemesi kentlere göçü hızlandırıyor. Dolayısı ile eğer kentleri yönetemeseniz bir çok sorunlarla karşı karşıya kalırsınız.

Tarım toplumlarında çevresel faktör çok önemli idi. Şanslı olan bölgeler daha zengin toplulukları meydana getirdiler. Sanayi devriminde ise sanayi toplumları ile sanayi toplumu olmayan topluluklar arsında da ciddi ekonomik farklılar oluşmuştu. Şimdi ise emek yoğun değil bilgi yoğun bir dönem olan Bilgi toplumundan bahsediyoruz. Uzaklık kavramları ile çalışanların mekan sorunlarının azaldığı, iş yapış şekillerinin tamamen değiştiği bir dönemdeyiz. Eğer iyi yönetilemezse topluluklarda zenginlik fakirlik uçurumunun artacağı gözlenmektedir.

Bilgi toplumunda öne çıkan en önemli faktör insan faktörüdür. Dolayısı ile daha çok nüfusa sahip ülkelerin sanayi toplumunun aksine nüfus çokluğu avantaja dönüşüyor Önümüzdeki süreçte Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Malezya, Türkiye v. b ülkelerin avantajlı konuma geçeceği gözleniyor. Özellikle Türkiye’nin yetişmiş insan gücü, coğrafik durumu ciddi fırsatları çağırmaktadır.

Kısaca bütün dünyada üretimin emek sermaye ekseninden Dönüştürücü-inavasyon eksenine kayması, değişimi tetikliyor. Bu değişimi karşılayacak yönetecek değişim liderlerine ve yöneticilerine ihtiyaç var. Yeni dünyada bu değişime uygun Liderler değiştiriliyor. Liderlere de değişim liderliği konusunda bilgilendirmeler veriliyor.

Dönüştürücü-İnovasyonun ana felsefesi ; Aynı ürünü daha iyi, daha ucuz, daha kısa yapmayı hedeflemesi ve bu hedefe insan beyninin temel yeteneklerini kullanarak risksiz, güvenli, büyümeye açık süreçleri ortaya koymasından geçer.

Bu yeni değişimi göremeyen kendini değiştiremeyen liderlerde aynı değişimi yakalayamayan işyerleri gibi tasfiye olacaklar yerlerine yeni, hatta yepyeni değişim liderleri ve yöneticileri gelecek.

Şunu hiç unutmayalım İş süreçleri, İş yapış şekilleri, işgücü profilleri değişirken, İş insanı profilleri direnemezler.

 

Vatandaş Türkçe Konuş -2

Türk Milletinin varlık meseli olarak kabul etiğimiz güzel Türkçemizin nasıl ve kimler tarafından yozlaştırıldığını araştırıp sizlere bu konuda bilgi sunmak istedim. Öztürkçe diye uydurukça kelimeleri dilimize yerleştirmeye çalışanlar kimlermiş biliyor musunuz? Türkiye’de yıllarca beynelmilelci geçinen solcu komünist yazarlar, üniversite hocaları ve onların hempaları…

Bunu iki sebepten yapıyorlardı, birincisi güzel Türkçemizi bozmak ve bu sayede eski ile yeni arasındaki bağları koparmak, yani milleti birbirinin dilinden anlamaz hale getirmek. İkinci sebepte dinimiz, inancımız sebebiyle dilimize yerleştirilmiş Arapça kelimeleri atarak onların yerine Frenkçe kelimeler koymak. 

Bir millet dilini kaybederse, kültürünü, tarihini kaybeder. Onun için solcu komünistler bu gayret içerisindeydiler. Bu araştırmayı yaparken YAĞMUR ATSIZIN Meçhul Genç Gazeteciye mektupları, kitabı elime geçmişti. Kitabı TÜRK EDEBİYATI VAKFI yayınlaşmıştır. 

Yağmur ATSIZ’I hiç tanımam ancak babası Nihal Atsız’ın eserlerini okuyarak fikri yapımı geliştirdim. Kendisini basından tanıdığım kadarı ile solcu bir yazardır. Ancak değişen dünyada vatanseverliğin, milliyetçiliğin, devletin bölünmez bütünlüğünün ve Cumhuriyetin temel ilkelerine sahip çıkmanın solcusu, sağcısı olmayacağını da öğrendim. Vatan ve millet sevgisi bir ideoloji değildir. Vatan sevgisi imandandır.  

Yağmur Atsız da Türk Milletine böyle bir eser kazandığı için kendisini kutluyorum.  

Yağmur Atsız diyor ki;

Anadilini bilmeyen hiç kimse yabancı dili de öğrenemez. Zira o şahıs her dilin yabancısıdır. Bundan ötürü ben hep yabancı dilde eğitim veren okulların aleyhinde olmuşumdur. Hazırlayıcı sınıflar diye uygulamaya önce onbir yaşlarında ki yavruların zihinlerini iğdiş ederler. Daha sonrada Türkçeyi el yordamıyla konuşan körpe dimağlara beş altı yüz İngilizce, Fransızca, Almanca “kalıp” zerk ederler ve ondan sonrada “Asıl tedrisat başlar” . 

Böylece daha kendi ana dilini öğrenmeksizin bir ecnebi dilin, girdisi çıktısı bilinmez caddelerine, meydanlarına ve ara sokaklarına fırlatılıp atılan on, oniki yaşlarındaki çocuklarımız aradan sekiz on yıl daha geçince hiç değilse kısmen ne oluyorlar bilir misiniz?

İri kıyım gazetelerinizin dış haberler servislerine mütercim. 

Bunlar genellikle makaslama servisleridir. O servislere Batı Ülkelerinden gazete ve dergi gelir, onlarda oradan beğendiklerini makaslayıp genellikle mahreç göstermeksizin dercederler. İşte ahlaki felaketin yanı sıra zihni ve fikri felakette o zaman başlar. Zira o bahsettiğimiz genç arkadaşlar, Türkçe bilmediği için ellerine verilen metinleri çevirmekten acizdirler. Biz bu çocuklara ne verdik ki ne bekliyoruz?

Bir memlekette klasik lise eğitiminin canına okunursa kendimize ait  ne varsa hepsi hakir görülürse, Edebiyat hocası olarak odun kafalılar öğrencilerine ilk derste Nihat Sami’nin kitaplarını (tıpkı Hitler gibi ama ilericilik namına) yaktırıp kafanızı ölmüş şeylerle dolduramam derlerse bir dil bir takım mektep kaçkını haytaların elinde kalırsa siz artık o gençlerden ne bekleyebilirsiniz.

Sorabilirsiziniz ki kırk elli yıl sonra seksen milyon Türk nereye gidecek? Güzel Türkçemiz ne olacak? Sümerler nerede? Hititler nerede? Frigler, Asurlar, Elamlılar, Mayalar nerede? Romalılar nerede? O her karış toprağı şehit kanıyla sulanmış mukaddes Anadolu ise hiç merak etmeyiniz oda yeni sahipler bulur. Parselleme çalışmaları çoktandır sürüyor. Zaten taptaze bir umursamazlık ve dipdiri bir ilgisizlik içinde tarih sahnesinden kayıp gidiyoruz. Hem de göbek atarak.  

Bu rezillik bu pespayelik elbette bir anda başlamadı. ” MESELA” kelimesi Arapçadır, aman öztürkçeleştirelim diye yerine “ÖRNEĞİN” kelimesini alanlara soruyorum. İyi ama oda Ermenice “ORİNAG” kelimesinden geliyor. Yani Arapçasının atıp yerine Ermenicesini alarak öztürkçeleştiriyorsunuz öylemi? Türk Milleti nesiller ve asırlar boyu incelterek, yontarak öbür dillere teatide bulunarak Türkçeyi dünyanın en güzel, en renkli dillerinden biri haline getirmiştir. Esasen çok sağlam ve inanılmaz derecede ifade zenginliğine sahip bu yapıyı büyük Türk bilgini ve Türkolog Max Mülller’in deyişiyle bu sanki bir dil bilginleri heyeti tarafından icat edilmiş muhteşem kavramlar ve sıygılar anıtını getirmiş o 1939’ların şahikasına ulaştırmıştır. Arkadan gelenler ise elli senede bir tilcik leşleri toplu mezarına dönüştürdüler.  

Zaman kiplerinin zenginliği yönünden Türkçe Dünya şampiyonudur. Bu alanda bütün dillere fark atar. Türkçenin ilim dili olamayacağını söyleyen zavallılar 1890 basımı Türkçe-İngilizce Redhouse sözlüğünde 93000 Türkçe kelimenin İngilizce karşılığı olduğunu bilirler mi? 

Öztürkçe diye yutturmaya kalkıştıkları kelimelerin çoğu uydurukça ve Ermenice, Fenikece ve eski Cermen dillerinden uydurulmuş kelimelerdir. Böyle diyor Yağmur Atsız.

Bir milletin dilini bozmaya ve eskidir diye hiç kimsenin uydurukça kelime üretmeye hakkı yoktur.  

Türkiye’deki bütün edebiyatçıları, dil uzmanlarını göreve çağırıyorum. Türk Milletinin dilini bozmak isteyenlerle mücadeleye çağırıyorum. Bir milletin önce dilini bozmaya çalışırlar, sonra kavram kargaşası yaratırlar. Dedenin dilinden anlamaz torun, isterler ki bölünsün dün ile bugün.

Büyük düşünür rahmetli Gaspıralı İsmail bütün Türk Dünyası için dilde, fikirde, işte birlik çağrısı yaparken biz Türkiye Cumhuriyeti içerisinde bir birimizin dilinden anlamaz hale getirilmek isteniyoruz. 

 

Peres mi Teres mi!?

Haber “uydurma” değilse, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’i 9-13 Mayıs 2011 tarihlerinde İstanbul’da yapılacak olan Birleşmiş Milletler Toplantısı’na davet etmiş. Bunun için bir ay öncesinden özel davetiye göndermiş.

İlk bakışta;
–         Ne var bunda? Diplomatik bir ilişki, diyebilirsiniz.

Elbette öyle.

Ben de bu görüşteyim.

İyi ama bu Peres, iki yıl önce Davos toplantısında Başbakanımızın, “One minute” dedikten sonra;  “Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz!” diye fırçaladığı adam değil mi?

Evet, ta kendisi!

Bu ülkenin bir vatandaşı çıkıp şu soruyu sorsa;

“Peki, şimdi aynı adamı Başbakanımızın en yakın yol arkadaşı, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, neden hem de bir ay öncesi davet ediyor?” dese, ne yanıt vereceksiniz?

Uluslar arası ilişkilerde “Sürekli dostluk ve sürekli düşmanlık olamaz!” bu bir!

İkincisi; “Uluslar arası ilişkiler, ULUSAL GÜÇ ölçüsünde sürdürülür!”

Ulusal Güç; ülkenin ekonomik, teknolojik, askeri gücü ile ölçülür.

Peki, 57 İslam ülkesinin toplam üretimi ve ulusal gelirinden daha büyük bir ekonomik, teknolojik ve silah gücüne sahip olan İsrail’e yönelik bu cesaretin kaynağı nedir?

ABD çıkarlarına hizmet eden BOP-Büyük Ortadoğu ve GOP- Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesinin  “eşbaşkanı” olmak mı?

Yoksa, böyle bir “ROL” mü biçildi?

İsrail’in eli kanlı da; ABD’nin elleri temiz mi?

Afganistan’ı ve Irak’ı kana bulayan ABD değil mi?

Felluce’de, hem de camilerde, ibadet eden masum sivilleri katleden ABD için neden tavır koyamıyorsun?

NATO Genel Sekreterliği’ne aday olan Rasmussen’e de posta koyduk, seçilmesi için koşullar öne sürdük!

Ne oldu?

Ne Müslümanlardan özür diledi ne de Roj TV. Yayınına son verdi!

NATO’nun İstanbul toplantısında adama oy verdik!

Ezcümle; Uluslar arası ilişkiler tıpkı satranç oyununa benzer; Şah’lar vardır, At’lar vardır, Piyonlar vardır!

Bu satranç oyununda bizim yerimiz ve kimliğimiz nedir?

Hiç tereddüt etmeden yanıt verebilir misiniz?

Şah mıyız, At mıyız, Piyon mu?

 

 

 

Yrd. Doç. Dr. Erol ÜLGEN Şeyh’ül-Muharririn / Muharrirlerin Şeyhi Merhum ve Muhterem Ahmet KABAKLI Hocamızı anlattı

GİRİŞ:
Ahmet Kabaklı, milletimizin son dönemlerde yetiştirdiği, üstün vasıflı, geniş ufuklu, yüksek kabiliyetlere sâhip mümtaz bir şahsiyettir. ‘Benlik’ zaafının zerresini şahsiyetine bulaştırmamış kâmil bir insandır. İnsanlık âbidesidir.
Devrimci olmadan yenilikçi, fanatik olmadan vatan ve millet sevgisi ile dopdolu, bağnaz olmadan iyi bir Müslüman, tabuları olmayan muhafazakâr, küresel kültür bağımlısı olmayan aydınlıklar yolcusu bir meş’ale idi. Arkasında tarikatlar, cemaat ve partiler yoktu. Siyâsî bir lider, şeyh, emrinde ordusu bulunan bir komutan, milyarlara hükmeden işadamı, milyonları peşinden sürükleyen pop yıldızı, sinema oyuncusu değildi. Buna rağmen çok seviliyordu. Hayranlar kütlesi, pek çok kişinin gıpta ettiği sayıda idi.
Sıcaktı, candandı, mütevazı idi, samimiydi. Âlim ölçüsünde bilgiliydi. Fakat hiç kimseye asla tepeden bakmamış, büyüklük taslamamıştır. Harput’tan şâhin gibi uçtu, alperen oldu, gönüllere kondu, vakit-saat gelince ilahî dâvete uydu ve cennete göçtü.
Milletimizin, Ahmet Kabaklı’lara çooook ihtiyacı var. Yetişmelerine vesile olması niyazı ile…
Oğuz Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı Hocamız ile ilgili engin ve derin çalışmalarınızla tanınıyorsunuz. Rahmete vesile olur niyazı ile çalışmalarınızın bir bölümünü okuyucularımızla paylaşır mısınız? Uygun görürseniz hayatından başlayalım…
Yrd. Doç. Dr. Erol Ülgen: Ahmet Kabaklı, Harput Sarayhatun Camii’nde müezzinlik yapan Kabaklılardan Ömer Efendi ile Pertekli Bölükbaşılardan Münire Hanım’ın oğlu olarak 24 Mayıs 1924 tarihinde Harput’ta dünyaya geldi. Babasını 1926 yılında daha iki buçuk yaşında iken kaybetti. Babasıyla ilgili hiçbir hâtırâsı olmayan Kabaklı’nın fakir bir çocukluk ve gençlik devresi başladı. 1931 yılında girdiği Elazığ Numune Mektebi’nde ilk ve orta öğrenimini tamamladı. Elazığ Lisesi’nden, 1944 yılında mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunun parasız yatılı imtihanını kazanarak girdiği Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1948 yılında bitirdi.
Mezun olduğu yıl Diyarbakır’da öğretmenliğe başladı. Burada görev yaptığı sırada Diyarbakırlılardan çok ilgi ve itibar gördü. O Diyarbakır’ın verimkâr bir kültür muhiti olduğunu biliyordu. Kendisine Halkevi’nin çıkarttığı Karacadağ Dergisi’nin yöneticiliği verildi. Başta Ziya Gökalp olmak üzere Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı gibi Diyarbakır’ın fikir ve edebiyat sahasında yetiştirdiği evlâtlarını hatırlatan toplantılar yaptı. Divan Edebiyatı geceleri düzenledi. Görevi sırasında öğrencileri ve velileri olmak üzere geniş bir Diyarbakırlı kitlesini kendisine bağladı. Böylece orada ciddî bir milliyetçilik havasının esmesini sağladı.

Diyarbakır’daki görevi iki yıl süren Kabaklı oradan askere gitti. Onu gece geç vakitte uğurlamaya meslektaşları, öğrencileri, halktan sevenleri olmak üzere büyük bir kalabalık geldi. Diyarbakırlıların kendisine karşı gösterdikleri bu saygı ve sevgi onu çok mutlu etti. Askerliğini 1 Kasım 1950-30 Eylül 1951 tarihleri arasında Manisa’da tamamlayan Ahmet Kabaklı’yı Millî Eğitim Bakanlığı 1951 yılında Aydın Ticaret Lisesine edebiyat öğretmeni olarak tâyin etti. Görev yaptığı Aydın’da 23 Ocak 1951 tarihinde Aydınlı Elbir ailesinden, Kız Lisesi matematik öğretmeni Meşkûre Hanımla tanıştı ve evlendi.
Hak ve adalet yolunda daha iyi hizmet yapabilmek için hukuk okumak istedi. 1955 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptırdı. 1 Nisan-1 Mayıs 1956 tarihleri arasında Tercüman gazetesinin açmış olduğu fıkra yarışmasına Ferhat Fırat imzası ve kendisine birincilik getiren ‘Üniversitede Münazaralar’ başlıklı yazısı dahil beş yazı ile katıldı. Yarışmayı kazanan Kabaklı, aynı zamanda Türkiye’de yarışmayla yazar olan iki kişiden birisi oldu. Bu sırada hâlen Aydın Ticaret Lisesinde Edebiyat öğretmenliğine devam etmekteydi.
1956 yılının güz döneminde Aydın Ticaret Lisesi’ndeki görevi sırasında Millî Eğitim Bakanlığı tarafından eğitim stajı için bir yıllığına Paris’e gönderildi. 1957 yılında Paris’ten dönüşünde İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsüne öğretmen olarak tâyin edildi. 1955 yılında Aydın’da öğretmen olduğu sırada başladığı Hukuk Fakültesi’ni 1959 yılında tamamladı. İstanbul barosu avukatları arasına katıldı. Kısa bir süre avukatlık yaptı. Çapa Eğitim Enstitüsündeki öğretmenliği 1969 yılına kadar sürdü. Buradaki görevine İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nda öğretim görevlisi olarak devam etti. Bu görevdeyken kendi isteğiyle 2 Haziran 1975 tarihinde emekli oldu. Daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda edebiyat dersi verdi.
Kimya Yüksek Mühendisi Taner Kabaklı isminde bir oğlu ve iki torunu olan Ahmet Kabaklı, 17 Kasım 2000 tarihinde kalbinden rahatsızlandı. Önce Türkiye Gazetesi Hastanesi Kardiyoloji Servisi’ne kaldırıldı. Burada iki gün yoğun bakımda kaldı. Daha sonra anjiyo yapılması için 20 Kasım 2000’de Florance Nightingale Hastahanesi’ne nakledildi. 23 Kasım 2000’de tekrar kontrolden geçirilen Kabaklı, hemen ameliyata alındı. Başarılı bir ameliyatla kalp damarlarından beşi değiştirildi. Ancak yoğun bakım ünitesinde enfeksiyon kaptı. Buradan üç günde çıkması gerekirken yirmi gün yatmak mecburiyetinde kaldı.

Bu arada Kadir gecesine tesadüf eden 23 Aralık 2000’de 48 yıllık hayat arkadaşı, emekli öğretmen Meşkûre Hanım vefat etti. Hastaneden taburcu edildikten sonra sevgili eşi Meşkûre Hanımın mezarını ziyarete gidebildi. Hızla iyileştiği sanıldığı bir sırada akciğer enfeksiyonundan tekrar hastaneye kaldırıldı. Ahmet Kabaklı, 8 Şubat 2001 tarihinde Perşembe günü saat 14.20’de Florance Nightingale Hastanesi’nde Hakk’ın rahmetine kavuştu.

10 Şubat 2001 tarihinde Cumartesi günü tabutuna Türk ve Doğu Türkistan bayrakları sarılı cenazesi Fatih Camii’ne getirildi. Yakınları, öğrencileri ve sevenlerinden oluşan on binlerin katılımıyla öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazı sonrası eşi Meşkûre Kabaklı’nın yattığı Eyüp Sultan-Piyer Loti’deki aile mezarlığına defnedildi.

Oğuz Çetinoğlu: Allah (cc) rahmet eylesin. Kabri nur ile dolu olsun.
Hocamızın şahsiyetinden de söz eder misiniz?

Yrd. Doç. Dr. Erol Ülgen: Ahmet Kabaklı, Cumhuriyetin ilk yıllarının yokluk ve yoksullukları içerisinde geçirdiği çocukluğundan beri hayatın zorluklarını bilen birisi olarak sâde ve abartısız yaşadı. O, memleket meselelerinde, yazılarında ve konferanslarında ciddî, özel hayatında inanılmaz derecede şakacı, cana yakın, sevimli, esprili, alçak gönüllü, şen, cömert sevgi dolu, babacan, merhametli bir insan olarak tanınırdı. Yakın çevresi O’nu Türkçe’ye, Türkiye’ye ve Türk insanına aşkla bağlı, ilim sâhibi, araştırmacı, bıkıp usanmadan çalışan, vefalı, yardımsever, merhametli, haklının ve mazlumların yanında olan, halktan kopmayan gerçek aydın, kadirşinas, yeni projeler üretme yeteneğine sâhip bir kâmil insan, kalemini menfaat için kullanmayan, çizgisinde direnen, yürüdüğü yoldan şaşmayan, dünya malına fazla değer vermeyen, bereketli bir fikir pınarı, uzun yıllar fikrini ve kalemini vatan, millet hayrına kullanan bir kahraman, bir mektep adam, haysiyet âbidesi, millete ve tarihe malolmuş bir şahsiyet… gibi daha bir çok özellikleriyle tanımakta ve anlatmaktadırlar.

Onun şahsiyeti aile çevresi ve bilhassa annesi Münire Hanımın söylediği ve okuduğu masal, efsâne ve türkülerin tesiriyle şekillendi. Annesinden sonra millî duygu ve düşüncelerle onu besleyen ve etkili olan ikinci kadın Türkçe öğretmeni Cemile Hanım’dır. Lisede ise hayatının değişmesine vesile olacak edebiyat öğretmeni Cahit Okurer, Fransızca öğretmeni Cemil Meriç, tarih öğretmeni Yahya Pehlivan, matematik öğretmeni Vehbi Güney gibi seçkin ve sahalarında iyi yetişmiş ve etkileyici öğretmenlerin tesirinde kalmıştır.

Öğrenci olarak girdiği Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Ali Nihat Tarlan, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan’dan dersler aldı. Başta kendisine yakın bulduğu, ağabey gördüğü hocası Prof. Dr. Mehmet Kaplan olmak üzere diğer hocaları onun iyi bir meslekî eğitim almasında ve milliyetçi fikirlerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır.
O, 20. ve 2l. asrın alpereni olarak kalemiyle bütün Türk dünyasında gönüller fethetmiştir. O, milleti için, birliğin sembolü olarak gördüğü ve ideallerini süsleyen bir ‘alperen’ olmak istediğini şöyle ifâde etmektedir: “Benim bugüne kadarki hasretim ve geleceklerde yapmak ve anılmak için özlediğim şey, birçok yazılarımda kendisini anlatmaya çalıştığım alperen ahlâkı, alperen yaşayışı, alperen hürriyeti, milletimin her varlığını kuşatan alperen sevgisidir. Onun için Alperenlik hasretiyle yiğitliğe sarıldım. Her güzelliğin zaferi için çalışmaktan zevk aldım. … İşte ben, Çanakkale’den Bolayır’a, Rumeli’ye sallarla geçip kırk mübarek atlı ile Üsküb’ün, Belgrad’ın kalelerini alan kahramanlarla birlikte yaşadım.”

Farsça ve Fransızca’yı edebî eserleri tetkik edecek kadar bilen Ahmet Kabaklı, hem doğu, hem batı kültürüne, yetiştiği muhitten ve aldığı meslekî eğitimden dolayı da zengin bir Türk kültürüne sâhipti. Başta Anadolu’da olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde verdiği konferanslarda, radyo ve televizyon programlarında Türkün kültürünü, sanatını anlatmak için çaba göstermiş, yanık yürekleri serinletmiş ve cesaretlendirmiştir.

Sevenleri onu, sevgi yüklü olmasından Alperen’e, eserlerinde doğruluğu ve dürüstlüğü anlatmasıyla Yusuf Has Hacib’e, Türk dilinin korunması ve geliştirilmesi için yaptığı mücadele ile Kaşgarlı Mahmud’a, bilgeliği ve otoritesi yönüyle Dede Korkut’a, dünyanın neresinde Türk varsa onların dertleriyle hemhal olmasından dolayı dervişe, gaziye, akıncı beyine, her çağrılan yere gitmesiyle Evliya Çelebi’ye benzetmişlerdir.

Oğuz Çetinoğlu: Siz, öğrencisi oldunuz mu?
Yrd. Doç. Dr. Erol Ülgen: Ben Kabaklı Hocanın klasik anlamda öğrencisi olmadım. Çevresinde bulundum. Üniversite, Türk Edebiyatı Vakfı’nda öğrencisi imişim gibi ilminden, feyzinden istifâde ettim. Yazılarını, kitaplarını, sohbetlerini ve konferanslarını dinledim.
Oğuz Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı’ya saygınızın, hayranlığınızın oluşmasındaki etkenler nelerdir?

Yrd. Doç. Dr. Erol Ülgen: Biraz önce de ifade ettiğim gibi O’na hayranlığım evimizde okunun Tercüman gazetesindeki yazıları ile başlar. O’nu, Üniversitede edebiyat öğrencisi, ardından öğretmenlik ve üniversite hocalığı sırasında daha yakından tanıma fırsatı buldum. O’na Türk kültürüne yaptığı hizmetler ve milliyetçi bir çizgi izlemesinden dolayı ortaokul öğrenciliğimden beri sevgi ve saygı beslediğimi söyleyebilirim. Bu sevgi ve saygım O’nunla ilgili yazı çalışmaları yapmaya başladığımda daha da arttı. Bana göre, Kabaklı’nın hayat hikâyesi başlı başına bir roman konusu oluşturur. Yokluklar Türkiye’sinde yokluk içinde yetişip Türkiye’nin en saygın edebiyat ve fikir adamı olmak kolay değildir.

Bir de buna dürüst gazeteci kimliğini ekleyebiliriz. Onun ilk yazısından son yazısına kadar 13.500 civarındaki yazısını tespit ettim. Bu sayı Anadolu basını da taransa daha da artabilir diye düşünmekteyim. Onunla ilgili altıbuçuk ay süren çalışmadan sonra bibliyografyayı tamamladığımda uzak ve yakın dönemin önemli konuları ve resmini görme fırsatı buldum.

Bunların bazılarını konu başlıkları halinde şöyle sıralayabilirim: Türkçe, dil, edebiyat, kültür-sanat, şiir, makale, deneme, hatırat, tiyatro, eleştiri, mülakat, biyografi (Yunus Emre, Mevlana, Yahya Kemal, Rauf Denktaş, İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Kaplan, Ahmet Hamdi Tanpınar vs.), sohbet, folklor, tiyatro, mektup, tarih, musiki gibi konu ve türlerin yanı sıra kitap, dergi, gazete ve ansiklopedi tanıtımı, toplum, gençlik, siyaset, yönetim, dış ve iç politika, sağlık, İstanbul, gençlik, belediye, şehir hayatı, bayramlar, çocuklar, Almanya’daki işçiler, işçi çocukları, terkedilmiş çocuklar, ramazan eğlenceleri, TRT, okuyucu mektupları, diyanet, öğrenci olayları, çocuk vakfı, çocukların eğitimi, temaşa sanatlarımız, Karagöz okulu, basın, şehircilik, mimarî, üniversiteler, İstanbul’da asayiş, terör, İstanbul barosu, festivaller, turizm, Kıbrıs, âşıklar bayramı, ulaşım-trafik, çevre, ekonomi, ticaret, patrikhane, askerlik, kitap, kütüphane, spor, sinema, bale, opera, meslekler, esnaf ve sanatkârlar, meslekî problemler, propaganda, miting, aile hayatı, işçi hakları, sendika, anma yazıları (Abdülhak Hamid, Ziya Gökalp gibi), dernekler, eser yarışmaları, kanunlar, Atatürk, dış Türkler, avcılık-balıkçılık, devrimler, radyo programları, açık oturum, siyaset-savaş, şehit cenazeleri, güzellik yarışmaları, dinlenme tesisleri, grev-sendika, enerji, deprem, yeni ve eski edebiyat tartışmaları, hapishane, Bulgar zulmü, ortak Pazar, Avrupa topluluğu, ihtilaller, bölücülük, irtica, yolsuzluklar, af, bürokrasi, nevruz, YÖK, Göktürk abideleri, muhafazakârlık, milliyetçilik, Türkçülük, İslamcılık, öğretmenlik, öğretmenler günü, anneler günü, gazetelerin politikası, Ermeni meselesi, Gap projesi, Musul-Kerkük, başörtüsü, çarşaf ve sakala dair, PKK üzerine, insan hakları, arşiv ve muhtelif vs.

Bu tür yazılarında bilhassa yakın zamanımızda cereyan eden olaylarla ilgili önemli tespitler ve değerlendirmeler yapmıştır. Türkiye’nin yakın dönemi ile ilgili çalışma yapanların mutlaka Kabaklı Hocanın bazıları sıcağı sıcağına yazılmış objektif yazılarını okumaları gerekir diye düşünmekteyim.

Ben ayrıca kendisinin yazdığı yazılardan hareket ederek üç ayrı makale yayımladım. Bunlardan birisi ‘Ahmet Kabaklı’nın Yazılarında Mevlânâ’, diğeri ‘Ahmet Kabaklı’nın Gazete ve Dergi Yazılarında İstanbul’ ve sonuncusu da ‘Ahmet Kabaklı’nın Çocuk ve Çocuk Edebiyatı Üzerindeki Düşünceleri ve ‘Ejderha Taşı’ Adlı Eseri Üzerine Bazı Tespitler’ adlı makaledir. İnşallah bunlara yeni yazılar eklenecektir. İşte yukarıda tespit ettiğim bu kadar konu çeşitliliğine ve zengin bir kültür birikimine sahip yazarımıza nasıl hayranlık duyulmaz. Ayrıca zengin bir kütüphane oluşturacak kadar kitap biriktirmiş olması ve vakfetmesi bile kendisine saygı duyulmayı gerektirir diye düşünmekteyim.

Oğuz Çetinoğlu: Ahmet Kabaklı’yı görev yaptığı çevrelerde tanıyanlar, O’na gönül kapılarını açtılar. Kendisini tanıma imkânı bulan herkes O’nu gönül tahtına oturttu. Fakat bu insanların sayısı mahdut idi. Asıl sevgi-saygı çemberi ve hayranlar kütlesi, yazarlık hayatında oluştu ve gelişti. Merhum Hocamızın yazarlık hayatına nasıl başladığını hayat hikâyesini verirken belirttiniz. O’nun yazı hayatını da anlatır mısınız?

Yrd. Doç. Dr. Erol Ülgen: Ahmet Kabaklı’nın yazı hayatı daha 22 yaşında üniversite öğrencisi iken 20 Kasım 1946 tarihinde Son Saat Gazetesi’nde başladı. ‘Yunus Emre’mi Yalan Söylüyor. Gölpınarlı mı?’ başlıklı tenkit yazısıyla başlamıştır. 1947 yılından itibaren ‘Hareket Dergisi’nde ‘Ayın Hercümerci’ başlığıyla polemik, mizah ve hiciv yazıları yazmıştır. Diyarbakır’da öğretmenliği sırasında ‘Karacadağ Dergisi’ni yöneten Kabaklı giderek şiir ve yazılarıyla edebiyat camiasında tanınmıştır. Hareket ve Karacadağ dergilerinden başka Bizim Türkiye, Hisar, İstanbul, Çağrı, Türk Folklor Araştırmaları, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Mavera, Pınar, Kültür ve Sanat, Türk Edebiyatı gibi dergilerde de şiirler, makaleler yazmaya devam etmiştir.

Asıl ününü Türk basınında duyuran Ahmet Kabaklı, Son Saat, Tercüman, Yeni Haber ve Türkiye gibi gazetelerde idarecilerin ve geniş halk kitlelerinin dikkatlerini uyandıran kültür hayatımız ile ilgili konularda yirmi binden fazla fıkra ve makale yazmıştır. Tercüman gazetesindeki yazıları önce ‘Fıkra Müsabakamızın Birincileri’ başlığı altında yarışmayı kazanan diğer iki birinciyle birlikte aynı köşede dönüşümlü yayımlanmıştır. Eğitim stajı yapmak üzere Paris’e gitmesi sebebiyle yazılarını aralıklarla da olsa ‘Uzaktan Uzağa’ başlığı altında okuyucusuyla buluşturmuştur.

Bu ayrılık devresinde gazeteye Paris’ten ‘Paris Notları’, ‘Paris Mektupları’ başlıklarıyla yazılar yazmıştır. 1959 yılında Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuştur. Avukatlık yapmaya başlamış, tam bu sırada gazete el değiştirmiş ve yeni sâhibi Nihat Karaveli kendisinden gazeteye yazmasını istemiştir. Bu teklifi kabul eden Kabaklı Tercüman’da 1961 yılından itibaren ‘Gün Işığında’ adlı köşesinde yazmaya devam etmiştir. Tercüman Gazetesi’nin sâhiplerinin değiştiği dönemlerde milliyetçi fikirlerinden dolayı zaman zaman sıkıntılar yaşamış, aynı zamanda tam iki sene yazdığı yazılardan hiç para alamamıştır.

11 Ekim 1961 tarihinde Tercüman’ın ortakları arasına Kemal Ilıcak’ta girmiştir. Daha sonra Kemal Ilıcak’ın imtiyaz sâhibi olmasıyla birlikte diğer kalem arkadaşlarıyla ‘Memleketi onarma ve kötülerden kurtarma mücadelesi’ne girişmiştir. Gazete milliyetçi-muhafazakâr bir çizgi izlemeye başlamış ve okuyucu sayısı daha da artmıştır. Kabaklı yazılarıyla Türk milletinin bilhassa gençliğinin kalbinde yer etmiştir. Dilimizin, edebiyatımızın ve kültürümüzün önemli meselelerini köşesine taşıyan Kabaklı, fikirlerini çekinmeden yazmıştır.

1986 yılında Tercüman’daki yazılarına bir müddet ara vermiştir . 1986’nın sonu ve 1987’nin başlarında Yeni Haber gazetesinde yazmaya başlamış, ancak bu gazetenin yayın hayatı kısa sürmüştür. Daha sonra 15 ay gibi bir zaman aralığında gazete yazılarına ara veren Kabaklı, boş durmamış yakın tarihimizi yorumladığı ‘Temellerin Duruşması’ ve senaryo olan ‘Şair-i Cihan Nedim’i telif etmiştir. 1 Şubat 1988 tarihinde tekrar yazmaya başladığı Tercüman’daki yazı hayatı 2 Mart 1991 tarihinde son bulmuştur. Kabaklı, 19 Mart 1991 yılından itibaren Türkiye gazetesinde ‘Gün Işığında’ adlı köşede yazmaya başlamıştır. Bu süre 19 Kasım 2000 tarihine kadar devam etmiştir. Türkiye gazetesindeki son yazısı ‘Damda Deve Aranır mı?’ olmuştur.

(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)