12.7 C
Kocaeli
Pazar, Ekim 5, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1092

Dindarların Sınavı ve Aldanma Günü

0

Dindarların Kürt Sorunu’na yaklaşımı üzerine yapılan bir mülakât gündeme düştü. Söyleşi bir anıyla başlamaktadır. Fakat sunulan diyalog, anının eski fakat inşa ediliş biçiminin yeni olduğunu gösteriyor. Çünkü seçilen kelimeler ‘anının anlatıldığı’ dönemde kullanılan kelimeler değil.

Dindarların iyi sınav vermediğini temellendirmek için bağlı bulunduğu Cemaat’in öncüsü Said Nursi’ye atıf yapıyor: ” …Lisan-ı Arabî vacip, Kürdî caiz, Türkî lazım kılmak” (Münâzarat 1977: 71) Said-i Nursi bu sözü Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbakır’da Medresetüzehra adıyla bir üniversite talebi bağlamında 1911’de söylüyor. İfadenin tarihî bağlamı ve gerekçesi çok farklı, kaldı ki bu talebine şu hususu da ekliyor: “…Emin olunuz ki biz Kürtler, başkalarına benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.” (s. 71) Muhafazakâr kesimin önde gelen ismi, alıntı yaparken tarihî durumu dikkate almıyor. Bu sözün söylendiği dönem (a) Milletler Sistemi’nin devam ettiği dönemdir. (b) O dönemin telakkisine uygun eğitime yönelik bir öneridir. (c) Lafzî anlam kastedilmiş olsa bile ‘İçtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden neşet eder.’ ifadesi makaslanıyor. ‘Fikr-i milliyet, hürriyetin pederidir.’ sözü hatırlanmıyor. Keza ‘dâhilde fitne fesat çıkaran ve kendi insanını öldüren eşkıyayı’ tanımlama biçimine hiç atıf yapmıyor.

Burada esas sorun, yorum mantığı açısından şudur: Muhafazakâr kesimin önde gelen isminin bağlı bulunduğunu ifade ettiği cemaat, Kur’ân’ın Hıristiyan ve Yahudilerle ilgili olarak itikadî konularda yaptığı tanımlamaların ve uyarıların tarihsel olduğunu ileri sürer. Dinler Arası Diyalog masalını bu yorumun üzerine bina eder. Allah’ın gönderdiği İlahî Kelam’ın tarihsel olduğunu savunan bir anlayışın, tarihî bir şahsiyet olan Said-i Nursi’nin sözlerini zaman-mekân üstü bir dille ve anlayışla yorumlaması hangi İslâm anlayışına uyar? Siz isterseniz, her türlü anlam sınırını aşan bu çelişkiyi bir kez daha düşünün.

Peki, niçin dindarlar Kürt meselesi ilgili iyi bir sınav veremediler?

Bu soruya verilen cevabı dinleyelim: “Dindarlar üzerinde hegemonya sürdüren bir resmi söylem vardı… Milliyetçi resmi söyleme katılınca, benim camiamda Kürtlerin varlığını kabul etse de vicdanî gerekliliğini yapamamıştı.” Bu ifadeleri kavim ve kabile mantığını aşamamış, beşeri / tarihi tecrübenin ürünü olan millet sistemini kavrayamamış bir anlayışın ürünü olarak görmek gerekir. Ayrıca işin gerçeği şudur: Resmi söylem, sizleri her zaman korumuş ve kollamıştır. Bu ülkede acı çekenlerin fakat edebinden ve irfanından dolayı susanlar kimler olduğunu tarih resmî olarak kayıt etmiştir. Resmî söylem madem sizin üzerinizde baskı kurdu, neden 12 Eylül 1980 darbesini Niğbolu zaferi olarak ilan ettiniz? Neden, çok ince ve teknik mesaj gönderme adına derginizde ‘Son Karakol’ yazısını yazdınız ve başyazı yaptınız?

Zulmü meşrulaştırmak küfürdür:

Muhafazakârların önde gelen ismi ‘milliyetçiler ve biz dindarlar’ ifadesini kullanarak dini kendisine tahsis ediyor. Adama sorarlar, bu hakkı nereden alıyorsunuz? Dindarlığın bayiliğini size kim verdi? Dindarlık sizin tekelinizde mi? Dindarlık eğer görüntü vermek, şekil yapmak ise dediğin doğrudur. Fakat şunu hiç unutmayınız: İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Ebu Mansûr el-Matûridî, büyük günah işleyen kişiyi mümin görür. Buna karşın zulmü meşru gören ve meşrulaştıranın İslâm’ın dışına çıktığını kabul ederler. Batılı merkezî güçlerin İslâm coğrafyasında yaptığı işgali ve katliamı demokratikleşme adı altında meşrulaştıran bir kişi veya toplum, her gün namaz kılsa, oruç tutsa, Allah’ı tespih ve takdis etse işlediği cürümü ebediyen temizleyemez. ‘Çin zulmü altında anadilini konuşmaktan men edilen insana sahip çıkmak’ zulme isyanın gereğidir. ABD’nin jeo-politik düzenleme adı altında işgale ve yaptığı katliama karşı çıkmak da zulme karşı olmanın, imanın ve ahlakın gereğidir. Bu sürecin parçası olanların elleri ve dilleri kana bulaşmıştır. Elleri ve dilleri kana bulaşanlar İslâm’dan, insaniyetten ve ahlaktan bahsedemez. Sadece elde ettiği otoriteyi kullanarak insanların üzerinde baskı kurar.

Farklı bir amaç için kullandığınız geleneğinizin, değişim sürecinde farklı tercihleri olabilir. Fakat bu gelenek, zulmü onaylamaz. “Eğer bir zalim, seni ayakların altına alır ezer, sen de onun ayağını öpersen hem bedenin hem ruhun ölür. Fakat aşağıdan yukarı yüzüne tükürürsen bedenin ölse de ruhun diri kalır, ” sözleri Said-i Nursi’ye aittir. Milliyetçileri, milletin birliğini savundukları için; Milli Görüşçüleri İslâm kardeşliğini savundukları için eleştiriyor, dar görüşlükle suçluyorsun. Necmeddin Erbakan, emperyalizmin ne parçası ne de seçeneği oldu. Hayatının sonuna kadar direndi ve anlının akıyla Allah’ın rahmetine kavuştu. Milliyetçi geleneğin liderleri ve mensupları hayatları boyunca tarihsizliğe, kültürsüzlüğe, dinsizliğe, müfsitlere, vassallara, emperyalist güçlerin ortaklarına karşı mücadele verdiler. Ağır bedel ödediler. Şimdi bu bahtiyarlara sesleniyorum: İslam dünyasını baştanbaşa ateşe verenlerin, Türk Dünyası’nda her türlü ve baskıyı reva görenlerin, tükürün yüzüne! Bedeniniz ölse bile ruhunuz diri kalsın!

Geri dönülmez değişim ve aldanma günü:

Geri dönülmez değişimden bahseden muhafazakârların önde gelen ismi, geri dönülmez değişimin başladığını dini azınlıkların liderleriyle buluşmak üzerinden açıklıyor. İşin garibi Kürt kökenli vatandaşlarımızı da ‘mağdur olduğunu düşündüğü bütün azınlıkların’ içinde veriyor. Böyle bir izah biçimi hangi anlayışın ve hangi İslâmî duyarlılığın eseri olabilir? Ve hızını alamıyor: “Kürt sorunu önemli ölçüde Kürt dili ve kimliğinin özgürlüğü sorunudur… Kendine mümin diyen kişiler farklı dillerin ve kimliklerin özgürlüğünü kabul etmeli ve özgürlüğün temini için elinden geleni yapmalıdır.” Peki dil özgürlüğü nasıl olacak? Eğitimin her safhasında Kürtçe eğitimin yolu açılacaktır. Böyle bir anlayışı beşerî ve tarihî tecrübenin son şekli olan millet gerçekliğiyle bağdaşmaz. Belirtilen mantığa ve kankasına göre ‘zaten Kur’ân kavimden’ bahsediyor. Sosyolojik bir olgu olan millet, Kur’ân’a aykırı. Bu mantığa göre Türkiye Cumhuriyeti’nin kavimlerden mürekkep bir sisteme geçmesi gerekir. Bunun adı, kelimenin tam anlamıyla ırkçılıktır. Kur’ân’ın tanımladığı cehaletle birebir örtüşür.

Dinî azınlıkların temsilcileriyle buluşma ve diyaloga gelince, fazla yorum yapmadan Zaman Gazetesi’nin bazı manşetlerinin tarihine atıf yapmakla yetineceğim. ‘Papa yine sahnede -22 Nisan 1990’, ‘Vatikan ve İngiltere Tarsus’u ABD Patrikhane’yi merkez yapmak istiyor-17 Haziran 1990’, ‘Patrikhane entrika peşinde…-18 Haziran 1991’, ‘Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takip ediliyor. İslâm dünyasında Hıristiyanlık atağı-31 Ekim 1991’, ‘PKK Hıristiyan işbirliği- 25 Şubat 1992’. Bu minval üzere, manşetler ve açıklamalar 1996’ya kadar devam ediyor. ‘Vatikan’dan sıcak mesaj-17 Nisan 1996’, ‘Patrik ve Fethullah Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar.-1 Ekim 1996’, ‘Ehl-i Kitap iftarda- 24 Aralık 1998.’ Değişim sonrası açıklamalar ve manşetler ise bu minval üzere dozunu artırarak devam ediyor. Bu değişim, bir paradigma içinde giderilmesi gereken bir fikrî eksikliğin eseri değildir. Ünlü İslâm düşünürü Şehristânî’nin ifadesiyle ‘Birbiriyle tamemen çatışan iki yorumdan birisi, gerçek dışıdır.’ Şimdi söyleyin hangi görüşünüz doğru? Hangisi yalan, hangisi gerçek? Dünya hayatında şekil yapmak ve değiştim demek, haklı olduğunu ilan etmek mümkündür. Fakat kimin iyi, kimin kötü olduğu Kur’ân’ın ‘aldanma günü’ olarak adlandırdığı mahşer gününde açıkça ortaya çıkacaktır.

 

Almanya Gezilerim – 2

Almanya’da bir çok yerde şato görebiliyorsunuz. Şatolarda krallar ve büyük kişiler yaşamış.  Bulunduğumuz nehir kıyısı, arkaya doğru kilometrelerce ormana sahip. Trenle 1200-1300 lü yıllarda kralın yaşamış olduğu Drahofoles kalesine çıkıyoruz. Kaleyi inceliyoruz; kalenin büyük bir bölümü yıkılmış.  1200-1300 lü yıllarda güvenli diye daha yüksek yerlerde yaşarlarmış. İnsanlar turizm amaçlı gezi yapıyorlar, alabildiğine ormanlık alanlarla kaplı bir yer Almanya’da özel ormanlara sahip olma imkanı da varmış.

 Kale gezimizin ardından Almanya’nın önemli şehirlerinden birisi olan Köln’e gidiyoruz. Köln, epey büyük bir şehir. Yaklaşık 50 bin civarında Türk yaşadığı söyleniyor, şehrin ortasında çok büyük bir kilise var ve bu kilisenin adı DON.  Meşhur bir kilise 16-17. yüzyılda yapılmış şehrin simgesi haline geldiği söylenmekte.  Gerçekten de çok büyük ve özel bir yapı. Öyle zannediyorum ki Avrupa da böyle yapılar az bulunur. Taştan yapılmış, taşlar yontulmuş.  İçerisine baktığımızda ses ve hoparlör sistemi de mevcut. Kilisenin içerisinde, yapımına katkı sağlayanların  maket mezarları mevcut.  Kilise incelememiz ve şehir içi gezimizin ardından eve dönüyoruz. Yolda benzin alıyoruz. Almanya’da benzin fiyatları az da olsa değişik fiyatlar arz ediyor . Süper benzin alıyoruz .Litre  fiyatı  1,530 Euro.

Diğer bir gün Süleyman Bey ve Raife Hanım, eşim ve ben yaklaşık 150-160 km mesafede bulunan Frankfurt’a akrabamız Bahattin Çelik’i ziyaret edip  bir gün misafir oluyoruz. Frankfurt Almanya’nın büyük şehirlerinden biri. Şehrin girişinde çok büyük Titanic gemisini andıran iş merkezi yapılmış. Çok büyük bir yapı içerisinde her türlü mağazalar varmış.  Franfurk’ta önümüze gelen büyük mağazaları geziyoruz. Tekstil, giyim, ayakkabı, elektronik eşyalar buraya göre bilmem ama TL ye vurduğunuzda çok pahalı olduğunu gözlemliyorum. Burada indirimler oluyormuş.  O indirimlerde uygun olabiliyormuş. Almanya’nın yazı pek olmadığından yazlıklar genelde ucuz oluyor. Caddelerini gezerken Türk bankalarından İş Bankası, Vakıfbank, Akbank  tabelalarını görüyoruz. Ayrıca burada Garanti Bankası ve Şekerbank’ ta mevcutmuş. Burada şehir nüfusunun bir milyona yakın olduğu 40-50 bin Türk olduğu söyleniyor. Bir gün Bahattin beylerde kalıyoruz ve misafirperverliklerinden ötürü Bahattin bey ve eşi Mürvet hanıma teşekkür ediyoruz.

Frankfurt’tan Konikwinter’e gelinceye kadar coğrafi olarak orman alanlarıyla kaplı tarıma uygun olmadığı için meyve ve sebze alanlarına rastlayamıyoruz.

Başka bir gün Bonn’a gidiyoruz. Bonn şehri, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra Başkentin Berlin’e taşınmasıyla eski canlılığını kaybetmiş. Dolayısıyla fazla bir özelliği kalmamış. Bonn’dan tarihi bir ilçe  olan Linz’e geçiyoruz. Burada binalar taşlarla yapılmış, belirli yerlerine ağaç oturtulmuş. Yan taraflarında ise ağaçtan oyma figürler var. Burada tarihi alana kesinlikle dokunamıyorsunuz. Ancak binaların onarımı için uygun kredi veriliyor. Galiba bir kısmını da devlet karşılıyormuş. Burasının çok eski yerleşim birimi olduğu anlaşılıyor. Bazı dükkanlar kapanmış eski hareketliliği kalmamış . İlçenin içerisinde caddeler her tarafı taş döşeli gezi sırasında turistlerin ağırlıkta gezdiğini görüyoruz. İlçede bulunan cafe ve restoranların fiyatlarına bakıyorum. Menüler, Türkiye’ye göre çok pahalı.  İyi bir yemek yeseniz burada 15 Euro.  Bu fiyatları görünce ister istemez  turistlerin ülkemize gelip de her şey dahil otellerde ne kadar ucuz bir tatil yaptıkları aklıma geliyor ve o kadar nimetten faydalanıyorlar. Kendi ülkemizde bile onlara sağlanan imkanla tatil yapma şansına sahip değiliz. İnşallah bu anlayış değişir ve Türk Milleti daha refah seviyelere gelir ve bizim insanlarımız da rahat tatillerini yapabilirler.

Kolesterolsüz Anayasa Yapmak

Habertürk TV’de Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta ile Pakize Suda’nın sunduğu programda misafir olan “Prof. Dr. Canan Karatay, beslenme konusunda ezberleri bozdu, tabuları yıktı.” Dinlemeyenler için Karatay’ın anlattıklarından birkaç hususu aktaralım:

“Kolesterol diye bir hastalık yoktur. Bu hastalık ilaç üreticisi dev firmalar tarafından icat edilmiş sanal bir hastalıktır. Kolesterol vücut için çok faydalı ve lüzumlu bir maddedir. Kolesterol için kullanılan ilaçların hiçbir faydası olmadığı gibi zararlıdırlar. Kolesterol ölçtürmek gereksizdir. Tereyağı ve yumurta zararlı değildir. Yumurta bir canlının oluşması için gerekli bütün maddeleri ihtiva eden mucizevî bir gıdadır. Günde en az iki yumurta yiyin.”

Bakın kolesterol ne işe yararmış: “Kolesterol hayati bir madde ve o olmadan yaşamamız mümkün değil. Eğer kolesterol olmasaydı insan türü yok olurdu. Kolesterol olmadan ne erkeklik hormonu testosteronu, ne de kadınlık hormonu östrojeni yapamazsınız. Neticede yeni nesilleri de üretemezsiniz. Kolesterol olmazsa, safra yapımınız bozulur, besinleri bağırsaklardan emmeniz imkânsız hale gelir. Hücre duvarınızın bütünlüğü ortadan kalkar. Bazı vitaminleri, örneğin D vitaminini yapamazsınız.”

******

Demek ki uluslararası sermayenin ilaç sektöründeki temsilcileri önce bazı maddelerin kolesterolü düşürücü etki yaptığını fark ediyor. Bu maddeleri kullanarak bir ürün geliştiriyor. Ürünün pazarlanması için lazım gelen piyasayı oluşturmak maksadıyla kolesterol “tehlikeli” ilan ediliyor. Çok sayıda güdümlü araştırmalarla dünya sağlık kuruluşları etkileniyor. Bu firmaların pazarladığı cihazlarla ve maddelerle düzenli kolesterol ölçümleri yapılması teşvik ediliyor. Ömür boyu kullanılması gerektiği bildirilen ilaçlarla sürekli müşteri kazanılıyor.

Böylece ilaç firmaları kendilerine bağımlı bir müşteri kitlesi kazanırken, bu bağımlı kitle ilaç firmalarına aktardıkları büyük paralar karşılığı sağlıklarını bozuyorlar. Aynı oyun sentetik vitaminler ve organik olduğu söylenen reçetesiz ilaçlarda da oynanıyor.

*******

Yeni Anayasa için bir toplumsal mutabakatın olduğu söylenmekte. Peki, kimler, neden mevcut Anayasa’ya karşı?

Sivillerin yaptığı, daha özgürlükçü bir Anayasa” istendiği ifade edilmekte. Bu soyut talep acaba ne kadar gerçekçi?

  • Ø Önce mevcut 1982 Anayasasının yüzde doksanbir oyla kabul edilmiş olduğunu hatırlayalım. Bu oranın “olağanüstü şartların eseri olduğu” itirazını kabul ederek devam edelim.
  • Ø Mevcut Anayasa (yürürlük maddesi dâhil) 177 maddeden ibaret. 17 değişiklik paketi ile bu 177 maddenin tam 144 maddesi değiştirilmiş. Yani yüzde 81’i zaten siviller tarafından yapılmış.
  • Ø “Yürürlükteki Anayasanın, demokrasi, insan hakları, özgürlükler hususunda vatandaşı rahatsız eden, kısıtlayan, onun huzur ve güven içinde yaşamasına, kanunlardan ve her türlü imkândan istifade etmesine engel olan” maddeleri var mı, bunlar hangi maddelerdir?
  • Ø Böyle maddeler varsa bunlarda değişiklik yapmaya mani olan bir husus var mıdır?
  • Ø “Daha fazla demokrasi ve özgürlük” istediğini söyleyen siyasi partiler, neden parti liderlerini “seçilmiş krallar” haline getiren; milletvekillerinin, belediye başkanlarının, hatta belediye meclis üyeleri ve parti teşkilatlarının seçimini “tek adamın” iradesine bırakan “Siyasi Partiler Kanunu’nu” değiştirme iradesini göstermezler? Seçim Kanunu’nu daha demokratik hale getirmek için gayret göstermezler?
  • Ø Basılmamış kitap sebebiyle yazar tutuklanması; “parasız eğitim” pankartı açanların 16 ay tutuklu yargılanması; herkesin dinlendiği ve izlendiği paranoyasına kapılmasına sebep olan kanun dışı dinleme ve kayıtların yapılması gibi uygulamaların düzeltilmesine mani olan hangi Anayasa maddesidir? Anayasamızın 90. Maddesi ile iç hukukun bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerine uyulmasına engel olan bir Anayasa maddesi var mıdır?
  • Ø Kurallar kadar, hatta kurallardan daha önemlisi uygulamalardır. Trafikte hiçbir ışıkta durmayan kişiler/toplumlar için “kırmızı ışıkta durulur” yerine, “sarı ışıkta durulur” kuralı getirseniz, ne fark eder ki?

******

“Yeni Anayasa” konusunda en çok tartışma ilk üç maddede yoğunlaşıyor. Devletimizin kurucu iradesinin tecelli ettiği “Cumhuriyetimizin değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” vasıflarının sayıldığı hükümleri değiştirmek bazı grupların esas hedefi. “Yeni Anayasa” olmadan bu maddelerin değişmesi mümkün değil. O halde bunların “Yeni Anayasa” ısrarı kendi hedefleri açısından tutarlı ve anlamlıdır.

İlk üç maddeyi olduğu gibi koruyup, diğer bütün maddeleri bir yazım ve anlayış bütünlüğü içine almak için tamamen yeniden yazsak bile bu “Yeni Anayasa” sayılmaz, Anayasa değişikliği sayılır.

İktidarın ve BDP’nin “Terör/Kürt Sorunu” olarak adlandırılan çok önemli meseleyi “Yeni Anayasa” yaparak çözmek gibi bir düşüncesi var. Elbette AKP ile BDP’nin varmak istediği hedef aynı değil. Ancak her ikisinin de mevcut Anayasanın izin vermediği bir yapılanmaya gitmek olduğu anlaşılıyor.

BDP/PKK’ nın hedeflediği bir Anayasayı bu Meclis’in kabul edeceğine inanmıyorum. ABD ve AB’nin baskılarının da tesiriyle (ve de bu meselenin çözümünü zamana yaymak düşüncesiyle) AKP’nin ara çözümlere yönelmesi muhtemel görünüyor. Yerel yönetimlerin yetkilerini artıran, AY nın 66. Maddesindeki “Türklük” kavramının yerine “yurttaşlık” kavramını koyan değişikliklere CHP’nin de sıcak bakacağı Prof. Dr. Süheyl Batum’un açıklamalarından anlaşılmakta.

Anayasa içindeki “devletin yapısını açıklayan ilk üç madde” ve “Türklük” kavramının yer aldığı maddeler (vücudumuzdaki kolesterol gibi) hayatiyetimizi sağlayan önemli maddelerdir.Yeni Anayasa” pazarlamacıları öncelikle bu kavramların kötü olduğuna bizi inandırmakta. Sonra da sağlığımızı bozacak maddeleri (maliyetini de bize yükleyerek) Anayasa içine koymaya çalışmakta.

******

Kolesterol üzerine bize öğretilen yanlışlarla sağlığımızı, ağız tadımızı ve paramızı kaybettik. Türk milletinin adının Anayasadan çıkarılması ve kurucu iradenin ilkelerinin kaldırılmasıyla devletimizin bütünlüğünü, huzurumuzu ve özgürlüğümüzü kaybedebiliriz. Aman dışarıdan pazarlanan ilaçları/ fikirleri/ projeleri alırken tekrar tekrar düşünelim.

Bir Millet, ON İki Devlet

Hatırlayacaksınız, yıllar önce Azerbaycan Cumhurbaşkanı söyledi sonra hep benimsedik;
B İ R   M İ L L E T   İ K İ   D E V L E T  !..

Gerçekten o ilk yılların da heyecanı ile bu deyim çok ilgi uyandırmıştı.   AZERBAYCAN ve TÜRKİYE gerçekten iki kardeş Ülke idi…. İki Kardeş Milletti… 

Buna bu gün de itirazımız yok… Ama giderek başka şeyler oldu.

Kardeşler bazen uzaklaştı.. Araya her iki taraftan da fırsatçılar girdi.. Kötü niyetliler girdi. Menfaat ve Hırs girdi.. Değişen ve gelişen düzen içinde kardeşlerin sevgisi ve sempatisi de değişti.

Gene kardeşiz, gene et ve tırnak gibiyiz.

Ama bizi bize bırakmıyorlar. Bırakmayacaklar da… 

Düşünsenize, bazen KARDEŞLER bile birbirine düşmüyorlar mı?

Azerbaycan’da İKİ YIL Şirket Başkanlığı Yaptım. Ve çok yakın ilişkileri içinde oldum, dostlarım oldu, KİRVE oldum. Bu gün hala saygın bir dost olarak kabullendiğimiz ve bizi böyle kabullenen isimler var. Görüşüyoruz.

Köprülerin altından çok su akıyor.  Daha düşünme fırsat ve imkanları çıkıyor.

Şimdi kısa bir süre Azerbaycan’ı bir tarafa bırakalım. Yunanistan’a geçelim..  Ben o Ülkedeyken de kendi Ülkemde evimde gibi hissettim.  Yanlış anlaşılmasın Rumlarla hiç ilgim ve bağım yok.. Ama öylesine kaynaşmışız ki…

Yemeklerimiz aynı, rakımız baklavamız aynı.

Türkülerimiz aynı, aşk hikayelerimiz aynı..  Efsanelerimiz aynı, masallarımız aynı…

İnsanımız aynı,

Bun u daha çok, ÇOK ULUSLU Birliktelilerde fark dersiniz..

TEKEL Adına katıldığımız; “DÜNYA TUZ ÜRETİCİLERİ BİRLİĞİ BAŞKANLAR KURULU” toplantılarında ve yine Uluslararası  bir kuruluş olan “CORESTA, Dünya Tütün Üreticileri Birliği” Yönetim Kurulu Toplantılarında, hemen  ÜÇ DEVLETİN TEMSİLCİLERİ Bir araya gelirdik; TÜRKİYE, YUNANİSTAN ve BULGARİSTAN… Sonra Amerika bize katılırdı, İngiliz ve Fransız Delegeler ise; YEMEKTE, KAHVE ARALLARINDA bile bizlerin masum yakınlığımızdan gerçekten rahatsız olurlardı.      

İşte bir Başbakan, daha göreve geleli BİR GÜN oldu… Yurt Dışı gezisine Türkiye’ye geliyor.  Eski bir dostunun mezarını ziyaret ediyor… Oysa babası, -başkalarının da etkisiyle-  sanki pek dostane bakmazdı, bizimkilere…

Diyoruz ya, kardeş kardeşe bazen ters düşebiliyor.. Ama et kemikten ayrılmıyor.

Suriye’ye bakar mısınız, her vesileyle kardeşçe sarılmak için fırsat kolluyor.  Soğuk savaş döneminde yaratılmış düşmanlığın izlerini bir an evvel silip atmaya çalışıyor.

İran’ bakınız… Ermenistan’a Bakınız… Hatta Irak’a  -özenti Kürdistan’a bakınız, aklıselim galip gelmeye başladığında hepsinde aynı temayül;

B İ Z   K A R D E Ş İ Z !…..

Ee, o zaman; BİR MİLLET İKİ DEVLET Yerine, SURİYE, YUNANİSTAN; İRAN, IRAK  ve  ERMENİSTAN’ı da alarak;

“BİR MİLLET ALTI DEVLET” de diyebiliriz, gibi geliyor bana…

Size öyle gelmiyor mu? 

BENİM MİLLETİM dediğiniz insanlar arasında onlarla kıyaslanmayacak nice sizden ve insanlıktan bile uzak olanlar yok mu?   

Kayınpederimizin vefatında, cenaze daha kaldırılmadan, bir Ermeni Dost geldi, bütün evlatları ve damatları da bir odaya topladı ve çantasından çıkarttığı önemli bir miktar -bu günkü ölçülerle bir ev satın alabilecek bir meblağı- uzattı ve dedi ki; 

“BU BİZİM BABANIZA OLAN BORCUMUZDU, BUYURUN”   

Bu alacağı aile fertleri pek bilmiyordu, senet sepet yoktu..  Ama O Ermeni dost kalktı geldi ve borcunu o anda ödedi. Oysa benim Babam vefat ettiğinde, O paranın 20 katı bir alacak listesi vardı ve de bunların bazıları;

“BİZ BUNU BABANIZA ÖDEMİŞTİK, BU DEFTERDE UNUTULMUŞ” dediler.

Buyurun, Onlar Ermeniydi, berikiler Türk.

Yani işin Türk,  Ermeni, Kürt, Çerkez, Laz tarafı yok.. İNSAN tarafı var, İnsanlık tarafı var.  Kendi topluluklarını yakından tanıyanlar ve kendi insanını -tarafsızca- tahlil edebilenler, biraz düşüneceklerdir.

Bu gün Millet dediğiniz,

ÖYLE SERT ÇİZGİLERLERLE BİRBİRİNDEN AYRILAN TOPLULUKLAR MIDIR? 

Bu iletişim ve ulaşım imkânlarında, herkes biraz daha birbirine benzemedi mi?

Durun, durun, daha gerilere gidin OSMANLI İşte bu millet değil miydi?

Madem Osmanlıya kadar gittik,  BOSNA, MAKEDONYA, BULGARİSTAN, GÜRCİSTAN, ROMANYA ve MOLDOVYA’ya da gidelim.. MACARİSTAN dışarıda mı kalacak? … Eeee, O zaman

“BİR MİLLET ON İKİ DEVLET”… Diyelim mi?

Oldu olacak ON SEKİZE KADAR yolu var.

Sakın ola ki kimse;  OSMANLI RÜYALARI GÖRDÜĞÜMÜZ FİLAN SANMASIN… 

Ya da; BÜYÜK ORTADOĞU HAYALLERİNDE Bize biçilen ROLÜN gerçekten bu büyüklükte olduğunu da DÜŞÜNMESİN.

Biz bunları savunmuyoruz.. Bunları savunmak için böyle bir kurgu yapmadık.

Emperyalist hayaller peşinde filan da değiliz.

Biz, bu yakın çevremizle, aynı kültürü, benzer kültürleri paylaşıyoruz.

Öte yandan gidiyorsunuz, Kazakistan’a, Kırgızistan’a, Türkmenistan’a hatta Özbekistan ve Tacikistan’a, Tataristan’a, Uygur’a… Gördüğünüz nedir.. ?

Aynı kültür, benzer KÜLTÜR değil mi?

Neye hayıflanıyorum, biliyor musunuz? Daha dün gözümüzün önünde bir Rusya Federasyonu DAĞILDI..  Zannedildi ki; olay bitmiştir. Ama Hayır… Çok kısa bir süre içinde dağılan o Devletler BAŞKA BİR YAPIDA;            

“RUSYA DEVLETLER TOPLULUĞU” adı altında yine  bir araya geldiler.. 

Ama biz neden, Onlardan çok daha yakın, çok daha müşterek değerlere sahip olduğumuz, OSMANLI TOPLULUKLARI  ile, BALKANLAR ve ASYA ile ORTA DOĞU ile bir türlü bir araya gelemedik.

Nasıl onlar bunu birkaç yılda başardılar ama biz, neredeyse bir asırda başaramadık.

Evet başaramadık. Bunun sebeplerinden biri, iletişim kopukluğudur. Onlar ayrıldıklarında hala bir RUSÇA Televizyonları vardı ve en önemli iletişim araçlarıydı.

Biz bundan  da mahrum kaldık.. Bizim ne Arapçamız vardı, ne de onların TÜRKÇESİ,  Bırakınız daha gerilere gitmeyi,  AKBANK’ın Doğu Anadolu Bölge Müdürlü yaptığım yıllarda, Erzurum Horasan’ı geçince bizim Türk radyoları  susardı, Televizyon zaten hiç yoktu ve biz başka radyolardan müzik dilerdik, bazen bizim ezgilerimiz AZERİ Lehçesinde çıkardı. Bayılırdık. Hele de Haberler!… Kırık dökük TÜRKÇE ile..

Daha vahimi, bütün sınır boylarında Doğuda ve Güneydoğuda; Azerice, Ermenice Arapça, yayınların Ülkemizdeki yıkıcı etkilerini yetkililerimizin fark edemediklerine hayıflanırdık.     

Biz ne Rumca biliyorduk, ne de Bulgarca…  

Azeri Lehçesini arada bir Doğu illerimizde Radyodan filan duyunca tebessümle karşılıyorduk;

SEHERİNEN YELLER ESECEK İSİLİK YEDDİ DERECE… .  

Deyince, keyfimize diyecek kalmazdı.  İşin fenası bunun Azeri Yayını ve Asıl Türkçe olduğunu da düşünmezdik ve Rusların Propaganda için bölge lehçelerinde yayın yaptıklarını düşünürdük.  

Ve biz gülüyoruz.  Oysa o bizim ÖZ dilimiz… Ama haberdar değiliz..  Güneyde Kilis’te yine aynı komedi, Bizde televizyon yok,  orada açıyorsun ve bir Arap ekranda;

ESSELEMAÜNALEYKÜM YA EFENDİ, MİNEL KAHİRE.. 

Ve bizde yine tebessüm.. İşte böyle böyle  ATI ALAN ÜSKÜDAR’I GEÇTİ…

Azerbaycan’da Başbakan Birinci Yardımcısı; KAMİL SEYİDOVİÇ’in odasında konuşuyoruz.. Bir başka konuk bizi büyük bir dikkatle dinliyor..

Bir ara Seyidoviç Sordu;

“BAŞA DÜŞTÜ MÜ?    ( Anladın mı? Diyor)

Ve cevap,  “YÜZ FAİZ PAŞA TÜŞMÜŞTÜR.”   (Uygur Türkü Konuğumuz; Yüzde Yüz ANLADIĞINI söylüyor.            

Bunlardan kimin haberi vardı.

Medeni Avrupa kadar, Komünist Sistem de en azından Propaganda amaçlı olarak iletişim ve yayına çok önem vermiş ve bu da onlara işte bu gün ki; SİYASİ OLAMASA DA  EKONOMİK Birlik ve beraberliği ADETA HEDİYE ETMİŞTİR:

Daha birkaç yıl önce; Genel Müdürlüğünü Yaptığımız AIDO’da Japon JAIDO’nun temsilcisi MAKİMURA Bey, dert yanıyordu;

“ARAP ÜLKELERİNDEKİ YATIRIMLARI İÇİN İKİNCİ ADAM BULAMIYORMUŞ”

Neden? Diyecek oldum.. Türkiye’de eğitim seviyesi çok çok iyi yetişmiş nice insan varken nasıl olur bulamazsın.. ,,

MAKİMURA San güldü;  Evet Dogan, gençleriniz çok iyi eğitim almışlar, İngilizceleri de çok çok iyi, ama ASLA ARAPÇA BİLMİYORLAR..   Ve işte bu nedenle daha az eğitimli, daha az liyakatli, ama ARAPÇA da bilen SURİYELİ GENÇLERİ işe almak zorundayım… Anladın mı? 

Anladım MAKİMURA San Anladım.. ÇOK ÇOK İYİ ANLADIM…

Şimdi sizler de anladınız mı?

Neyse ki iletişim imkanları arttı ve şimdi daha yakınız..

Bu nedenle işte şimdi  OSMANLI’dan geriye kalan, hatta Osmanlıya da dahil olamamış diğer ASYA, ORTA DOĞU ve BALKAN Toplulukları ile;

“BAŞKA BİR BİRLİĞİN ÇATISINI OLUŞTURABİLİRİZ.”

Bunu yapmak zorundayız. Ve yapabilme imkanımız da var…

BİR MİLLET İKİ DEVLET dedik,

BİR MİLLET ON İKİ DEVLET OLDUK,

HATTA BİR MİLLET YİRMİ İKİ DEVLET de olabiliriz.  

Bir hususun altını tekrar tekrar çizmek isteriz.. Yanlış anlaşılmasın, emperyalist emellerimiz yok…  Dikkat ediniz RUSYA bile bundan vazgeçti..

Herkesin DEVLETİ Kendine,, Ama bizler; BİR BİRLİK OLUŞTURABİLİRİZ.

Daha önce de çeşitli vesilelerle söyledik, böyle bir birlik oluşturabilme imkan ve potansiyelimiz vardır.  Ve bunu kullanırsak, hatta kullanmaya niyetlenirsek bile tablo çok çabuk değişir.  

AVRUPA hemen ayıkır. Ve inanınız onlar yalvarır, entrikalar yaparlar; İLLA Kİ AVRUPA BİRLİĞİNE GİRELİM DİYE…

Onlar bizim peşimizde koşarlar.

Bizim yolumuz,  Orta Doğu ve Asya’yı kapsayacak olan;

 “AVRASYA EKONOMİK BİRLİĞİ”   olmalıdır.

İşte böyle bakıldığı zaman;

BİR MİLLET ON İKİ DEVLET, HATTA YİRMİ İKİ DEVLET de diyebiliriz.

Ve bu mümkündür.

Biz, saydığımız yirmi küsur devlet,  Rusya Devletler Topluluğu gibi, Avrupa Birliği benzeri bir BİRLİKTELİK içinde olabiliriz.  Bu mümkündür.

Herkese selam sevgi ve saygılar sunuyorum.

Gıda Terörü ve Sağlığımız

Terör ve teröristlerden  söz ederiz.  PKK terörü, trafik terörü ve sağlık terörü deriz.  Gıda terörü hiç bir zaman gündeme girmez. Her gün  sayısız  insanımızı  direkt  ve dolaylı  olarak kurban  verdiğimiz  gıda  terörünü tartışmalıyız ve  gıda teröristleri ile mücadele etmeliyiz.  
Her gün şu soruyu kendimize sorarak  güne  başlamalıyız . Bugün ne yiyip ne  içeceğiz ? Yediğimiz ve içtiğimiz  zehir mi olacak ?  Şifa mı   bulacağız ?  Haram mı, yoksa helal mi yiyip içiyoruz? Yiyip içtiklerimiz nasıl ve nerede hazırlanıyor?  Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ancak sağlığımız için  bu  kadar önemli olan bu sorulara cevap aramak şöyle dursun aklımıza bile gelmiyor ?
Dünya’nın 65 den fazla ülkesini gezdim. Gıda konusunda  İsrail kadar titizlik yapan bir ülke yok. İsrail’e  girecek her gıda  sadece sağlık açısından değil dini açıdan da kontrol  edilmekte. Hahamların   onaylamadığı hiç bir gıda ürününün  İsrail’e girmesi yasaktır. Yahudi sermayesi  olan  ünlü gıda ve içeceklerle sigaralar bile  İsrail için özel üretildiğini acaba kaç kişi biliyor.
Yahudi  İsrail ve Hıristiyan  Batı  ülkeleri gıda konusunu çok önem verirken, Türkiye’de  hormonlu ürünler ve sağlığı zararlı içek ve  gıda maddeleri rahatlıkla satılabiliyor. Helal gıda konusu  Türkiye’de yeni gündeme gelmeye başladı. Türk Standartları Enstitüsü TSE yeni  helal gıda sertifikaları vermeye başladı.
Bu hafta  Türkiye’de ikincisi düzenlenen ikinci Uluslarası  Helal Gıda   Fuarına davetli olarak katılıp  belgesel çekme imkanım oldu. Helal  gıda konusu gelecekte  çok daha ilgili  çekecek ve   Türk insanı da  bilinçlenerek  yiyip içtiğinin  sağlığına ve inancına ne kadar  uygun olup olmadığını sorgulayacaktır.
Bugün  hastalıklar  artıyorsa, kanser   insanlarımızı öldürüyorsa. Genç insanlar hayatlarının baharında  sağlıkları kaybedip  ilaca mahkum oluyorlarsa  insanlarımız  her alanda sağlıklarını kaybediyorsa  Öncelikle yiyip içtiklerimiz sorgulamalıyız. Sağlıklı bir toplum  için öncelikle gıda  teröristleri ile mücadele etmeliyiz.
Devlet  anayasaya toplumun sağlını korumak için   madde bile koymuş. Yeni  hazırlanacak Anayasa’da  gıda konusunda çok özel maddeler konmalı. Yiyip içtiklerimiz  her bakımdan çok önemli. Önceki gün Çayırova’da açılan  Arden-Ferpa marketler Zinciri’nin açılışında  sağılıklı ve helal gıda Ürünleri’nin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha   anladım.
  
*Vali’nin  gıda uyarısı

Çayırova’da Arden Ferpa Hipermarketler zincirinin beşinci mağazasının açılışına katıldım. Sağanak yağmura rağmen Vatandaşların yoğun ilgi gösterdiği açılışa Vali Ercan Topaca, belediye başkanlarımız, kaymakamlarımız, Emniyet müdürlerimiz ve protokol mensuplarımız yoğun ilgi gösterdi. Çayırova’da ticaret hayatına yeni bir renk getirecek Arden Ferpa hipermarkete başarılar dinlerken, açılışta konuşma yapan Vali Ercan Topaca’nın konuşmasına dikkat çekmek istiyorum.
Vali bey açılışta gıda konusunda vatandaşlara önemli mesajlar verdi. Vatandaşların sağlığa dikkat etmelerini isteyen Vali Topaca bunun için yenilen ve içilen gıdalara önem verilmesini istedi. vatandaşların güvenilir olmayan yerlerden alışveriş yapmalarını istemeyen Topaca, herkesin güvenilir olduğunu bildiği yerlerden alışveriş yapmalarını istedi. halkımızın her ürünü yiyip içmemelerini, sağlıklı ürünleri tercih etmelerini isteyen Vali bey, Gıda konusunda yaptıkları çalışmalara da değindi. Valilik olarak gıda ve besin konusuna önem verip, kimseye müsamaha göstermediklerini dile getiren Vali bey, bu konuda titiz çalışmalar yaptıklarını ve halkın sağlığıyla oynayanlara müsaade etmeyeceklerini kaydetti.
Evet Vali beyin bu açıklamaları büyük önem taşıyor. Sağlık her şeyin başıdır. Sağlığın iyi olması da yediğimiz, içtiğimiz besinlerden geçiyor.  İyi olmamız da, hasta olmamamız da yediğimiz ürünlere bağlı. Aldığımız ürünleri de temin ettiğimiz yerler en az yediklerimiz kadar büyük önem taşıyor. Ben elimden geldiğince bilmediğim yerlerden alışveriş yapmamaya, sağlıksız besinleri tüketmemeye çalışıyorum. Ne olduğu belli olmayan yerlerden ve ne olduğu belli olmayan ürünlerden kaçınmaya çalışıyorum. Vali beyin bu açıklamalarını da bu yüzden önemsiyorum.

*Cihan’da Bir Nefes Sıhhat

Sağlık bizim toplumumuzda o kadar önemli bir yer tutuyor ki, Halkın ekmeği ile  oynayanların  çok ağır  cezalara çaptırıldığı  ve  idam   edildiğini tarih kitapları yazmakta.  Şairlerimiz bunu mısralarına bile taşımışlar. Hatta büyük cihan padişahı, Osmanlı’ya altın devrini yaşatan, Avrupalıların Muhteşem dedikleri Kanuni Sultan Süleyman o meşhur menkıbesinde şöyle demiştir:

“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”

Kanuni’nin bu veciz sözlerinden anlaşılacağı gibi biz bir ferdin sağlığını devlete bile tercih eden bir toplumuz. Böyle bir anlayışın nesilleri olarak bize düşen yediğimiz ve içtiklerimize azami önem göstermektir. Zira giden gençlik ve kaybedilen sağlık geri gelmez. Bu yüzden sağlımızın kıymetini bilmeliyiz. Özellikle bizim gibi dört mevsim, sabah akşam her koşul altında koşturan insanlar sağlıklarına daha da dikkat etmeliler. 30 yıllık gazetecilik hayatımda mevsim yaz olsun, kış olsun, kar altında da sağanak yağmurda da görevimi ifa etmeye çalıştım. Sağlığıma azami derece de önem gösterdiğim için bu koşuşturmalarda rahatlıkla işimi yaptım. Kış mevsimlerinde bol bol C vitamini alarak, ıhlamur çayı tüketerek ve ne olduğu belirsiz ürünlerden uzak durarak bir çok hastalıktan korundum. Sizlerin de bu noktalarda önem göstermesini istiyorum.
Evet Kanuni’nin dediği gibi “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…” sağlığımıza önem gösterelim, yürüyüşler yapalım, sağlıklı gıdalar tüketelim, halkın sağlığıyla oynayanları ihbar edelim ve geçmişte olduğu gibi yine sağlıklı bir toplum halini alalım. 16 Ekim Dünya günü ve Gıda haftasını kutladığımız şu günlerde bu konuya biraz daha önem verelim ve gerekli önlemleri alalım. Gıda denetimlerini de ara vermeden sürdüren Zabıta ve tarım müdürlüğü ekiplerini de kutluyor ve kimseye müsamaha göstermemelerini diliyorum. Her gün kendi kendimize   şu soruyu  sorarak güne başlayalım ” Bugün  sağlığımız için ne yiyip içeceğiz ?

 

 

Türkiye Kağıttan Kaplandır

Uzun zamandır kafamızda kutsallaştırılmış ve yahut büyük güçler vehmedilmiş kavram ve kurumların aslında içinin bomboş olduğunu görüyorum.

Bu yüzden her daim kendimizle yüzleşmek gereğini ve bundan kaçışımızın da,  bize zarar verdiğini söylüyorum.

Gerçekte bazı kavram ve kurumlar elbette vardır. Örneğin;  millet,  devlet,  ordu ya da milleti millet yapan değerler ve inançlar gibi.  Ama ya bunların içi boşsa?

Osmanlı – Türk İmparatorluğunun duraklama,  gerileme ve çöküşünü bir düşünün.  Özellikle gerileme ve çöküş dönemlerinde, dış baskılar sonucu yapılan reformlara bir bakın. Hangisi kurtuluşa vesile olmuş?  O dönem koca bir devlet ve büyük bir millet, bir oradan bir buraya sürüklenip durmuş.

Birinci Dünya Savaşı’na bile galip devletlerle birlikte girmeyi arzulamış ve buna çabalamışız ama mecburen Almanya tarafında yer almak zorunda kalmışız. Yani savaşa girerken başımıza gelecekleri bilmemize rağmen sonuçtan kendimizi kurtaramamışız.

Ya Balkan Savaşlarına ne demeli?  Küçük devletlerin minik orduları karşısında yaşanan tam bir dramdır.  Adama sormazlar mı hiç, büyük devletin büyük ordusu böyle bir bozgun yaşar mı diye? Sormamışlar velhasıl…

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ise tam bir muamma. Dünyayı yönetme planlarını 1000’er yıllık zaman dilimleri için yapan haçlı batının, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dair verdiği ruhsatın nedenleri halen Türk halkınca öğrenilememiş ve anlaşılamamıştır.

Ancak batının, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna gösterdiği rıza; bir kısım Türklerce verilen İstiklal Mücadelesi’nin zorlayıcı etkisinin yanında, bu kadar büyük bir coğrafya da Türklere dayalı bir devlet olmaması halinde, batıya çıkacak güçlüklerin tam olarak hesap edilememesi ve öngörülen zorluklardan batının kaçınmasından dolayıdır.

Onun için Türkiye’ye ve Türklere bir 100 yıllık avans verildiğinden hep söz edilip durulur.

Türkler;  Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, Sovyet Rusya’nın Kars,  Ardahan,  Iğdır bölgelerini ve Boğazların kontrolünün kendisine bırakılmasını talep edinceye kadar, devlet olmanın gereğini yerine getirmeye çalıştı. Ancak bu tarihten sonra ABD, Avrupa ve NATO’ya teslim olundu.  Çünkü Türkiye’nin ve ordusunun Sovyet Rusya’ya karşı ne yazık ki direnecek gücü yoktu…

Bu süreçten sonra, özellikle ABD ve onu kontrol eden güçler; zaten zayıf temeller üzerine oturmuş bir Türkiye ve Türk milleti ile onun haklı olarak kutsallaştırdığı devlet ve ordu gibi kurum ve kavramları ile istediği gibi oynamaya başladı.

Türkiye’nin çok partili demokratik hayata geçtiği 1946 yılından bu yana, Türk halkının iradesine belirli yönlendirmelerle ipotek konulduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Hatırlarsanız, Türkiye’nin önemli kurumlarının başına seçtiği isimlerle ilgili her zaman çok büyük tartışmalar yaşanmıştır. Örneğin Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Genelkurmay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı, Yargıtay Başkanı, MİT Müsteşarı, Rektör, TRT Genel Müdürü vs. gibi kurumların başına getirilecek kişilerle ilgili kapalı kapılar ardında büyük mücadeleler olur. Aslında bu mücadelenin kimler arasında olduğu çok karanlıktır. Bunlar kamuoyuna yansımaz ve yansısa da bir dedikodudan ibaret kalır. Örneğin ABD’den icazet almayanın başbakan olamayacağı gibi.

Türk ordusunun, 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980’de yaptığı darbelerin, ABD’den icazetli ya da en azından ABD’nin ses çıkarmaması yüzünden yapıldığı bu gün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü o günlerde ABD, dünya konjoktürüne  göre Türkiye üzerindeki etkisini yitirmek ve Türkiye’yi kaybetmek istemiyordu. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya da ortadan kalkması ve ya bölünmesi bu gün hangi ağır sonuçlara yol açacak ise bu dün de böyleydi. Bu gün ABD, Türkiye üzerinde o günlerden çok daha fazla etkilidir. Günümüzde Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk Milleti bir beka sorunu ile karşı karşıyadır ama Türk Ordusu ABD istemediği için kılını bile kıpırdatamamakta ve aksine bir çok dava eliyle üst düzey komutanlar tutuklu olarak bulunmaktadır.

Geçtiğimiz günlerde ismi bende mahfuz olan Columbia Üniversitesi’nden bir öğretim üyesi ile yaptığım sohbette, Türk Ordusu’nun uçak ve tanklarını ABD’nin izin vermediği bir kuvvete karşı, elektronik engelleme sebebiyle, kullanamayacağı iddiası aslında Türk Ordusu’nun kağıttan kaplan olduğuna dair söylemleri haklı çıkaran bir vurgudur.

ABD ve dış destekli PKK mücadelesine karşı Türk Ordusunun ve devletin haysiyetli bürokratlarının düşürüldüğü durum hem insani hem de vicdani açıdan çok rencide edicidir. Türk Milleti ve Türk Devleti adına toprağa düşmüş şehitlerin daha kanı kurumadan medya eliyle pompalanan “barış” kelimesi ve buna karşı hissedilen tepkisizlik bile bir çok şeyin kağıttan olduğunu göstermeye yetmiyor mu?

Yine Anayasa Mahkemesi, irticanın odağı olarak gösterdiği iktidar partisini kapatamamıştır. O zaman kapatmaya muktedir olmadığın bir siyasal partiyi niçin irticanın odağı olarak gösterirsin diye sormak gerekmiyor mu?

Bu gün uzmanlar dünyanın 100 yılda bir görülebilecek bir ekonomik buhranın içinden geçtiğini söylüyor. Peki kırılgan ve sermayesi yetersiz, üretimi sınırlı Türk ekonomisi buna nasıl etkilenmeden dayanıyor diye düşünmeden edemiyorum. Sakın istediklerini elde edinceye kadar, ekonomimize sağladıkları sübvansiyon bize ölüm öncesi iyiliği yaşatıyor olmasın?

27 Mayıs ve 12 Eylül’ün, ABD’nin desteğinde ya da en azından sessiz kalışı ile yapıldığını kabul ediyorsak bu ihtilallerden sonra yapılan anayasalarda da ABD etkisinden söz etmemek haksızlık olur. Demek ki bu toprakların gördüğü Anayasaların biri hariç (1921) tamamı dayatma ile yapılmıştır diye söylemek gerekir. İşte şimdi bize dayatılan “Yeni Anayasa”da, Türkiye üzerindeki en büyük etkili güç olan ABD ve onun yandaşlarının isteği ile hazırlanmaktadır.

ABD’nin bu kez istediği, yapılacak anayasa değişikliği ile Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerinde, Türk Milletinin adı silinmek suretiyle Türk Milletinin yasal hükümranlığına son vermektir.

Bunu da Türk ordusunu “kağıttan kaplan” olmakla niteleyerek dikkat çeken CHP milletvekili Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Süheyl Batum “Türklük yerine yurttaşlık gelsin” diye formüle ediyor ve Taraf Gazetesi  de bunu sekiz sütuna manşet yapıyor.

Evet, bana göre Süheyl Batum haklıdır. Türk Ordusu’nun kağıttan kaplanlığına ben bir çok kurumu ve kutsalı da ekliyorum. Hakikaten içi boş bir kağıttan kaplan olma durumu mevcuttur. Çünkü bu kutsallar ve kurumlar ancak bana ve benim gibilere aslan kesilip diklenebiliyor. Esas diklenilmesi gerekenlere ise ne yapıyor, bilemiyorum. Onun için “Arap Baharı”nı bir kenara koyun da “Türk Baharı”na bakalım diyorum.

Ancak meraklısına bir notla bitirelim; bu ülkede kutsallaştırılmış bütün kavramlar ve bunların dayandığı kurumlar kağıttan kaplan olabilir, fakat Türk Milletinin öyle bir asli cevheri vardır ki; o bir gün yeniden ve yeni bir Mustafa Kemal’le ortaya çıkar ve her şeyi ters yüz eder. Söylemedi demeyin.

‘Nasıl Bir Anayasa?’

Oğuz Çetinoğlu: Türkiye Sanayici İşverenler Derneği (TÜSİAD) Anayasa taslağı hazırlattı. Taslakta, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ‘Değiştirilmesinin teklif bile edilemeyeceği’ belirtilenler dâhil, her maddesinin değiştirilebileceği iddia ediliyor.
Söz konusu maddelerin değiştirilip değiştirilemeyeceği konusundaki görüşlerinizi, gerekçeleriyle birlikte lütfeder misiniz?

Prof. Dr. Sacit Adalı: 1982 Anayasası’nın kayıtlayıcılığı daha ilk maddeden başlıyor.
Ne denilebilir ki?
‘Evi size kiraladım ama; çocuk yok, misafir yok, gürültü hiç yok…’ Böyle anlamsız bir zorlama olur mu?
Ne kadar yasak getirirseniz, tabiat kanunudur, o kadar suiistimâl edilir, o kadar istismara uğrarsınız. Esnek olma, söylediğiniz sözlerin tutulması bakımından daha akılcı değil midir? ‘Durumun Kanunu’ diye bir ilke vardır. Öyle şartlar zuhur eder ki koyduğunuz prensiplerden rücu etme mecburiyetinde kalırsınız. Bu da en azından imajınızı zedeler. Buna meydan vermemenin yolu, durum ne icâbettiriyorsa onu yapmak, lakin makûl ve âdil olanın arkasında durmak, eşit, dengeli, ölçülü davranmaktır.
Bugün sert bir fiilî durumla karşı karşıya kaldığımızdan mânâsız, mantıksız, münâsebetsiz bir akıl tutulması içindeyiz.
Toplumları harekete geçirmenin en tesirli iki yolu, komünist jargondaki ezenler-ezilenler yâhut sömürenler-sömürülenler tâbirleri müstesnâ, din-mezhep ve milliyet kışkırtmasıdır.
Türkiye’de bu güne kadar bilhassa son ikisi de kullanıldı. Millî Güvenlik Konsepti’ndeki ‘irticâ-bölücülük’ iddiaları ara sıra yer değiştirerek hep iki ana tehlike olarak vâzedildi. İttihatçıların yürüttüğü 31 Mart Harekâtı ‘irtica geliyor’ üzerine kurulmuş, İsmet İnönü 10 yıllık Menderes hükümetleri zamanında sık sık ‘irtica hortladı’ tâbirini kullanmış, en son 28 Şubat döneminde irtica bölücülükten önde gösterilmiştir. İrticadan senede ortalama birkaç, bölücülükten günde birkaç kişi ölmesine rağmen…
Maksat üzüm yemekse ve yeni şartlar ortaya çıkmışsa ve her şeye rağmen hepimiz berâber yaşamaya mecbur hatta mahkûmsak, Anayasa’nın tâbiriyle ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün’ isek, bunun gereğini yerine getirmeliyiz.
4. maddedeki ‘değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez’ hükmünü diğer kurallar gibi 1980 İhtilali’ni yapan güç koydu. ‘Bölünmesin’ diye konulan yasakçı kaideler döndü dolaştı, bizzat kendisi bölünmenin yolunu açtı.
İşte, zorlama veya esnek davranma arasındaki fark böyle ince zamanlarda ortaya çıkıyor.
Kimsenin Devletiyle, Devletin Cumhuriyet oluşuyla bir meselesi yok. Kimsenin huzûra, millî dayanışmaya, adâlete, insan haklarına, demokratik-lâik-sosyal hukuk devletine bir itirâzı yok. Türkçeyle de, bayrakla da İstiklâl Marşı’yla da, Ankara’yla da bir problemi yok. Devletin kurucusuna, bekası için taş üstüne taş koyanlara karşı da bir saygısızlığı yok.
Dâvâ, bâzı şeylere kutsallık izâfe etmekte yatıyor.
Devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bizim için çok kıymetli, saygın, büyük bir insan.
Ama ‘kutsal’, ‘ulu’, ‘erişilmez’ değil. Tıpkı Alparslan gibi, Osman Gazi, Orhan Gazi, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman gibi. Severiz, anarız, ararız, lâkin tapmayız. Örnek alırız fakat onların yaptıklarından daha üstün şeyler yapmaya çalışırız. Zâten bir insanın büyüklüğü, yetiştirdiklerinin kendini geçmesinden belli olmaz mı?
Onların bıraktığı yerde mi kalsaydık? Biz onları geçtiğimiz nispette onlar büyüyeceklerdir. Bir vatan elde edilmiş, bir devlet kurulmuş, artık oradaki millet medenî hizmetler bekliyor, kendisinin insan yerine konulmasını, varlığına saygı gösterilmesini, Türk-Kürt-Abaza- Çerkez-Arnavut, milliyetine; Müslüman-Hıristiyan-Mûsevî, inancına; ateist, ateistliğine halel getirilmemesini, örf, âdet ve geleneklerinin engellenmemesini istiyor. Ve biliyor ki, bu beklenti ve istekleri karşılandığı zaman mutlu, huzurlu, güvenli olacak. Ve görülüyor ki, bunlara özen gösterilmesi hâlinde ancak ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olunacak.
Bastırmakla, sindirmekle yol alınıyor görülse de, küçük dertler zamanla kangrenleşmiş yaraya dönüşüyor. Bugünün geçici, tutarsız, yanlış çözümleri yarının büyük problemi oluyor.
Bırakın, su mecrâsını bulsun. Bırakın, tabiat hükmünü icrâ etsin. Bırakın, sevildiğini, sayıldığını, güvenildiğini hisseden insan serbest kalsın.
İnsan korkutmakla değil, önüne eşit fırsat ve imkân vermekle gelişir; kendisine hatâ yapma hakkı tanındığı zaman onlardan arınır; potansiyel suçlu olarak görülmediği vakit özgüveni artar.
Bir gücün, milletin iç barış anlaşması demek olan anayasayı kendine göre dizayn etmesinin kabul edilmezliği bugün bütün taraflarca anlaşılmıştır. Mesele, bu üç maddenin içindekilerden ziyâde onlara niçin dokunulmuyor olmasında yatmaktadır.
6. maddeye göre egemenlik kayıtsız şartsız milletin ise, ortadaki tek aslî unsur milletse, son karar merciinin de kendisi olduğunu, gücün değil ancak seçimle gelen vekilliğin meşrû görüldüğünü anlamanın zamanı çoktan gelmiştir.
‘Hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.’ Kullanırsa, bu Devlet yetkisi değil, gayrimeşrû bir yetki olur.
Devlet denen aygıt yasama, yürütme, yargı diye üçe bölünmüş ve bunlar da kendi aralarında alt bölünmeye gitmiş, işbölümü yapmışlardır. Bunların içinden hiçbir kimse veya organ tek başına Devlet değildir. Hepsinin toplamı devlettir. Dolayısıyla, 5. maddedeki ‘Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak sûrette sınırlayan siyasî, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak’ gibi Devletin temel amaç ve görevleri tek başına TSK’ya ait değildir. Onun kadar Hükümete, valiye, belediyeye, RTÜK’e, DSİ’ye, velhâsıl Devleti teşkil eden bütün kişi ve kuruluşların tamâmına düşmektedir.
‘Devlet benim’ sözü, 16. Louis’de son bulmuştur.
Devlet o çarkın içindeki herkestir.
O herkes de milletin efendisi değil, hizmetkârıdır.
Çetinoğlu: Pek çok maddesi değiştirilmiş olmakla birlikte yürürlükteki 1982 Anayasası’nın gereğinden çok otoriter olduğunu belirtiyorsunuz…
Adalı: 1982 Anayasası bir kere Başlangıç’ından itibâren kalıbı dar tutmuştur. Serbestiyeti değil, otoriterliği tercih etmiştir.
Evrensel hukuk kuralları daha başta mikro milliyetçilik anlayışı, bir kısım ilke ve inkılaplar, demokratik olmayan Cumhuriyet ve özellikle bu güne kadar çok yanlış yorumlanan lâiklik uygulaması yüzünden ikinci planda kalmış, 90. Maddedeki, ‘Usûlüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası anlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz’ ifâdesiyle de bu anlaşmalar Anayasa altı mevzuat hükmü olarak görülmüş, böylece metin içe dönük, baskıcı, vesâyetçi bir niteliğe bürünmüştür.
Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması başta ilgili her maddesinde kamu yararı, kamu güvenliği, millî güvenlik, kamu düzeni, genel ahlâk, genel sağlık gibi hayli muğlak ve yoruma müsâit sebeblerle yapılırken, 2001 yılındaki değişiklikle yumuşamaya gidilmiş, 13. maddeyle keyfîliğe ve genişliğe müsâitlik kısmen azaltılarak ‘Bu sınırlamalar Anayasamızın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.’ hükmü getirilmiştir. Ne var ki, 2. maddede vurgulanan Türkiye Cumhuriyeti’nin aynı zamanda demokratik ve sosyal olma vasfı göz ardı edilerek sınırlamanın sınırlanması yalnızca lâikliğe bağlanmış, insanlar dar bir atmosferde yaşamaya mecbur bırakılmışlardır.
66. maddedeki Türk babanın veya Türk annenin çocuğunun Türk sayılması, mefhûmu muhâlifinden, Türk olmayan babanın veya Türk olmayan ananın çocuğunun Türk olmayacağını, binaenaleyh, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür hükmünün de boşta kaldığını göstermektedir.
Demek ki, Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olanlar arasında kendisini Boşnak, Roman, Laz, Çeçen, Gürcü, Fransız, İngiliz, Alman, Fars yâhut Arap gören, sayan veya hisseden varsa, hâlâ niçin bütün vatandaşların sâdece ve yalnızca Türk ana-babadan doğduğu iddia edilmekte, Türk’ün dışında ‘başka ana-babadan doğdum’ deme hakkı neden zorla elinden alınmaktadır? vs…

Çetinoğlu: Yeni bir Anayasa’ya ihtiyaç olduğunu belirtiyorsunuz. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onayına sunulacak taslağı, hangi şartlara sâhip ve kaç kişiden oluşan bir heyet hazırlamalı? Bu heyet nasıl teşkil edilmeli?

Adalı: Evet, Yeni bir Anayasaya ihtiyaç, zarûret ve hattâ mecburiyet vardır. Artık bu elbise bu bedene uymamaktadır.
Bu güne kadar yeni Anayasa yapma hakkı sâdece kuvvet kullanıp darbe yapanlara âit görülmüş, aynı şartlarda seçime girdiği halde bir türlü milletin gözüne girmeyi becerememiş bâzı çevreler haksız rekabeti tercih ederek arkasını silahlı bir güce dayamak suretiyle iktidar olmanın meşru kaynağını milletin tercihinin dışında aramışlardır.
Yapılacak iş, özellikle sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, çeşitli meslek teşekkülleri gibi milletin sesini duyuranlarca hazırlanan taslakların, her kesimce söylenen, yazılan fikirlerin geniş bir Meclis komisyonunda müzâkere edilmesi, demokrasinin menfaatlerin çatıştığı, lâkin neticede uyum sağlandığı bir rejim olduğu gerçeği karşısında, çoğunluğa ve azınlıklara âit çıkarların olabildiğince korunduğu, herkesin kendisini içinde bulduğu bir Anayasanın TBMM’nce karara bağlanmasıdır.
İşte o zaman ortaya gereksiz aracılar girmez, 6. maddedeki ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ hükmünden meşrûiyetin tek kaynağının millet olduğu gerçeğine ulaşılmış olur.

Çetinoğlu: Başkanlık sistemi üzerine yapılan tartışmalar daima ‘İyidir-Kötüdür’ kısır döngüsünde gelişiyor. Uygun görürseniz, konuya farklı yaklaşalım:
Başkanlık sisteminin içerdiği fırsatları ve tehlikeleri 5’er veya 10’ar madde hâlinde sıralar mısınız?

Adalı: a) Başkanlık sisteminin Türkiye için içerdiği fırsatlardan bâzıları şunlar olabilir:
-Bu konuyu aydınlatabilmek için ilk soru, altmış küsur yıldır işleyen bir parlamentarizmde Türkiye sosyo-ekonomik olarak iyi bir noktaya geldi, önemli dertlerini çözdü, bilhassa berâber yaşama azim ve iradesini güçlendirdi mi?
Bugün eğer iç barışın temin edilememiş olmasında mutâbıksak, parlamentarizm üzerinde bu kadar ısrar etmenin mânâsızlığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
‘Yapılacak şey, ya parlamentarizmin aksayan yönlerini tâmir etmeli veya bunu beceremiyorsak, Başkanlık sistemini denemeliyiz’ diyenler çoğalmaktadır. Çünkü sistemin özünden kaynaklanan bir takım güçlükler var. Kuvvetler ayrılığı kâğıt üzerinde duruyor. Asıl ayrım yürütme ve yargı arasında. Aşırı parti disiplini, baskısı, sultası sebebiyle yasama, Hükûmetin güdümüne girebilir, bir milletvekili Hükümeti veya bir Bakanı kolay kolay tenkid edemez, bir işâretle parmak kaldırıp indiren hâlini alır. Zîrâ, aykırı davranma tekrar seçilememeyi garanti (!) eder.
Başkanlık sisteminde parti hegemonyası fazla olmayacağından milletvekili etkili bir yasama faaliyeti gösterebilecektir.
-Parlamenter sistemde milletvekili seçilebilmenin mâliyeti hayli yüksektir. Bunun telâfisi için salt yasama işi yerine, çoğu zaman iş tâkipçiliği yapılmaktadır. Başkanlık sisteminin vekili ise kendini Meclis görevlerine daha çok verecektir.
-Başkanlık sisteminde Bakanlar Meclis dışından seçildiklerinden daha teknokrat, daha tarafsız ve daha faal olacaklardır. Bakan olan milletvekilinin vekilliği düşecektir.
-Parlamenter sistemde seçmen partiye oy verdiğinden, kim olursa olsun, aday seçilmiş olacaktır. Başkanlık sisteminde seçim tarzı değişecek, oylar yerini bulacak, çünkü seçmen doğrudan tanıdığı adaya oy verecek ve istediği kişiyi seçmiş olacaktır.
-Başkanlık sistemi milletin vekillerine, parlamentoya, millî irâdeye önem verir; istikrarlı hükûmetler kurulmasına ve belli zaman sonra görevden ayrılmaya, dolayısıyla verimli hizmet görülmesine yol açar, belirsizlikleri azaltır.
-Nüfusumuzun homojen olmayışı, mezhep, ırk ve dünya görüşü farklılıkları toplumda çalkantı ve çekişmeler meydana getirmekte, bunlar parlamentodaki görüşmeleri kavgaya dönüştürmekte, kanun yapımı sürecinde her türlü legal-illegal engellemeleri ortaya çıkarmaktadır. Başkanlık sistemi ise bizim gibi ülkelerde daha birleştirici olabilmekte, milletvekilleri noter durumundan çıkmakta, hükümetleri daha güçlü ve tesirli denetleyen mekanizmanın bağımsız parçaları olabilmektedir.
-Parlamenter sistemde koalisyonlar devri çoğu zaman kaybedilen yıllar mânâsına gelmekte, Başkanlık sistemde bu tip dönemler hemen hemen hiç olmamaktadır.
b) Başkanlık sisteminin Türkiye için getirebileceği tehlikelerden bâzıları şunlar olabilir:
-En çok yapılan tenkit, Başkanın ileri yetkilerle donatılmış olmasının kendisini lâyüselliğe, oradan
diktatörlüğe geçirecek yetkilerle donatılabilecek olmasına dâir vehimdir. Halk tarafından seçilecek Başkanın icrâ anlamındaki yetkilerini hükûmete danışmadan kendi başına kullanabileceği endişesi, bilhassa muhalefet cephesinde derin bir korku oluşturmaktadır. Parlamenter sistemde mutlak güce erişemeyecek iktidarın Başkanlık sisteminde buna kolayca ulaşabileceği zannedilmektedir.
-Sistem her zaman başkan lehine değildir. Parlamentoyla dengeli ilişki kuramazsa yürütme organı ve kendi imajı zedelenecektir. Aksine, kendine yakın bir parlamento teşekkül ederse, yürütme diğer iki organın üstüne çıkabilir. Sistemin iyi işleyebilmesi bağımsız ve tarafsız bir yargıyı, güçlü bir muhalefeti, kuvvetli bir sivil toplum teşkilatlanmasını, doğru haber veren, vicdanî yorum yapan, etik kurallara uygun bir medyayı, Amerikan tarzı siyasî ve idarî yapılanmayı, yeni bir seçim sistemini gerektirir.
-Tek adama dayalı idâre merkeziyetçiliği körükleyebilecek, ademimerkeziyetçiliği zayıflatabilecektir.
-Denenmemişi denemek bir mâceraya atılmak demektir. Tam anlamıyla ve bütün kurumlarıyla yerleştirilmezse Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olunabilir.
-Toplumumuzda güçlüden yana olma, hatta güce tapma olgusu uzun zamandan beri kuvvet kazanmaya başlamıştır. Bu psikolojik eğilim dolayısıyla kudretli ve karizmatik Başkana yakınlaşmalar daha çok artabilecek, onun çevresinde olma daha çok rant ve menfaate tahvil edilebilecektir. Bunun bir diğer mahzûru, daha fazla suskunlaşma, söz dinleme, eleştirisizliktir; kudretli kişi görevden ayrılınca saf değiştirmenin, ikiyüzlülüğün, çifte standardın ortaya çıkması ihtimalidir. Türk insanı demokrasinin en önemli göstergelerinden olan kendini ifade edebilmeyi, düşündüğünü söyleyebilmeyi daha yeni yeni tatmaya başlamıştır. Kakafoniye de dönüşse, bütün sakıncalarına rağmen, olgun bir adaba ve seviyeye ulaşana kadar insanımız konuşabilmelidir. Bunun, Başkanlık sistemine nazaran güçlü bir parlamenter düzen içinde daha rahat gerçekleşebileceğine inanıyorum.

Çetinoğlu: Başkanlık sistemi Türkiye’nin bünyesine uyar mı, hangi sebeplerle?

Adalı: Başkanlık sisteminin Türkiye’nin bünyesine uyup uymayacağını bu merhalede söyleyebilmenin zor olacağını zannediyorum. Sosyo-politik ve sosyo-ekonomik şartların belirleyiciliği önem arzediyor. Öncelikle Başkanlık sisteminin geçerli olduğu ülkelerin olumlu ve olumsuz tarafları mukayeseli olarak incelenmeli, onların sâdece işimize gelen taraflarını alıp kendi içinde bir bütün olan sistemi kuşa çevirmemeliyiz. Türkiye bu konuda önemli bir adım atmış, 31.06.2007 tarih ve 5678 sayılı kanunla Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi usulünü benimsemiştir.

Çetinoğlu: Bu açıklamaları yeterli bulmayanlar için hükmünüzü bir cümle ile ifade etmeniz mümkün mü?

Adalı: Aynı hükümet sistemi farklı ülkelerde farklı uygulanmakta ve farklı neticeler vermektedir. Hangi ülke sisteminden veya karmasından nasıl yararlanılacağını anlamak için epey bir zaman geçmesi gerekmektedir.
Konu, siyaset ve akademi çevrelerinde ve tam anlamıyla kamuoyu nezdinde daha çok tartışılmaya müsaittir.

Çetinoğlu: Denilebilir ki Türkiye’de aynı seçim kanunu ile arka arkaya iki seçim yapılmadı. Sık sık Seçim Sistemi’nde değişiklik yapılıyor. Değişiklikleri millet ve devlet menfaatleri mi gerektiriyor, başka sebepler var ise, neler olabilir?

Adalı: Dediğiniz gibi, Oğuz Bey, uzun yıllar boyunca iktidarlar, eğer çoğunluk bulabiliyorlarsa, seçim kanunlarında kendi lehlerine olarak istedikleri zaman istedikleri değişiklikleri yapma temâyülü gösterebiliyorlardı. Bunun mahzurlu olduğuna ve her siyasî aktöre zaman içinde zararı dokunduğuna müştereken kanaat getiren devrin iktidarı 3.10.2001 tarihli 4709 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 67. maddeye eklediği, ‘seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz’ hükmüyle keyfiliği bir miktar ortadan kaldırmış, lâkin aynı Kanunun Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na işlenemeyen geçici maddesiyle de ‘bu kanunun 24. maddesi ile Anayasanın 67. maddesine son fıkra olarak eklenen hüküm bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra yapılacak ilk genel seçimlerde uygulanmaz’ demek suretiyle istisna getirmiş, legal bir el çabukluğuyla eskisi gibi yine kendisine yontmuş, lâkin 2002 Kasım’ında yapılan genel seçimi kaybetmekten kurtulamamıştır.
Ama yine de, 67. maddeye eklenen son fıkra tutarlı ve faydalı olmuştur. Bundan sonra artık seçim sisteminde sıkça değişiklik yapma eğilimi herhalde görülmeyecek, bu yola ancak zarûrî hallerde gidilebilecektir.

Çetinoğlu: Türkiye genelinde uygulanan seçim barajının kaldırılmasının gerekçesi ve sonuçları konusundaki görüşlerinizi lütfeder misiniz?

Adalı: Türkiye genelinde uygulanan % 10’luk barajın kaldırılması değil de indirilmesi daha makûl olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nin 2000’li yılların şartları içinde verdiği bir kararla iptal istemi ‘yönetimde istikrar, temsilde adâlet’ ilkesine uygun düştüğü gerekçesiyle reddedilmişken, bugün konunun yeniden tartışılması ülkenin menfaatine olmuştur.
Yukarıda sözü edilen ilke herhalde % 5-6’lık bir barajla da bu gün temin edilebilecektir.
Rakamın yukarıda tutulması temsildeki adâleti, aşağıda tutulması ise yönetimdeki istikrarı zedeleyecektir. Ne var ki, bu konu her zaman tartışılmaya da devam edecektir. Her parti meseleye kendi menfaati açısından bakmakta herhâlde haklıdır.

Çetinoğlu: Çok partili parlamenter sistemlerde çoğunluğun oylarını almış iktidarların ve onunla birlikte hükümeti denetleyen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetlerini kaybetmesi söz konusu olabilir mi? Olabilirse, kim-kimler, neler yapma hakkına sahiptir?

Adalı: Olamaz. Yürürlükteki Anayasaya ve kanunlara uygun olarak yapılmış seçimlerle iktidarı elde edenler meşrû Meclis ve meşrû Hükûmetlerdir. Demokratik rejimin en bâriz vasfı, iktidarın seçimle belirlenmesinden çok seçimle gitmesinin teminat altına alınmasıdır. Seçimle gelen iktidar seçim dışı yolla gidiyorsa orada demokrasi tam işlemiyor demektir. Tersine, seçim dışı yolla gelen bir iktidarın seçim yoluyla gitmesi hâlinde orada bile demokrasinin işlerliğinden söz edilebilir.
İktidarı belirlemek veya sona erdirmek serbest, hür, genel seçimler dışında kimsenin hakkı değildir. Vesâyet yetkisi üstlenmek Anayasayı zorla değiştirmek demektir ve ağır cezâyı müstelzimdir.
Millete ve onun Meclisine tam demokrasilerde vasî tâyin etme kuralı yoktur.

Çetinoğlu: Konumuz dışında olmakla birlikte, gündemde tutulan bir konu hakkındaki görüşlerinizi istirham edebilir miyim? Abdullah Öcalan’ın muhakeme sürecinde hukuken eksik kalmış bir taraf var mı? Varsa nedir? Yoksa hüküm giymiş, hukukî süreci tamamlanmış bir mahkûmun, avukatlarıyla görüşme hakkına sâhip olması ve ‘şartlarının iyileştirilmesi’ istekleri hangi gerekçeye dayandırılabilir?

Adalı: Öcalan’ın muhakeme sürecinde hukûken eksik kalmış bir taraf yoktur. Hüküm giymiş, mahkûm olmuştur. Avukatlarıyla görüşmesi ve şartlarının iyileştirilmesi olağan dışı fiilî durumdan kaynaklanmaktadır.
Konu siyâsete bulaşmış hukukî bir süreçtir. İç ve dış baskı gruplarının meseleyi her an tâze tutma arzusundan doğan bir güncellik ve güvenlik söz konusudur.

Prof. Dr. SÂCİT ADALI

5 Mart 1945 tarihinde Isparta’nın Eğirdir İlçesi’nde doğdu. İlköğrenimini İstanbul Saraçhanebaşı İlkokulunda, ortaöğrenimini Vefa Lisesi’nde, yükseköğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladı.
6 Temmuz 1966’da başladığı İçişleri Bakanlığı İstanbul Maiyet Memurluğu’ndan 21 Nisan 1967’de ayrılarak Millî Eğitim Bakanlığı (MEB) hesabına doktora yapmak üzere Fransa’ya gitti. Rennes Üniversitesi’nde 16 Ocak 1971’de Yönetim Bilimleri Dalı’nda, ‘Kamu Personelinin Verimliliğinin İyileştirilmesi’ konulu ihtisas doktorasını bitirerek yurda döndü. Kısa bir müddet MEB-Yükseköğrenim Genel Müdürlüğü’nde uzman olarak çalıştı. 30 Kasım 1971’de Erzurum Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyeliğine intisâb etti.
1978 Haziranında Sakarya Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi İşletme Mühendisliği Bölümü’ne, 1981 Eylülünde Kocaeli Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi Endüstri Mühendisliği Bölümü’ne, 1985 Eylülünde de Marmara Üniversitesi – İktisadî İdarî Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü – Yönetim Bilimleri Anabilim Dalı’na geçti.
30 Aralık 1976’da ‘Doğuda Hizmet Gören Mülkî İdâre Amirleri’ konulu tezi ile Doçent, 23 Temmuz 1983’te ‘Katılmalı Yönetim’ konulu tezi ile Profesör oldu. Üniversite-Sanâyi-Kamu Kuruluşları İşbirliği çerçevesinde Devlet Planlama Teşkilatı, Devlet Bakanlığı ve çeşitli kamu kurumları ile ilgili bir çok proje çalışması ve hizmet-içi eğitim programını yürüttü; bâzı belediyelerde ve Kamu İktisadî Teşebbüslerinde reorganizasyon faaliyetlerine katıldı; DPT Mahallî İdâreler ve Spor Yönetimi Özel İhtisas Komisyonları ile Spor Şûrâsı üyeliklerinde bulundu.
150 civârında yüksek lisans-doktora-yardımcı doçentlik-doçentlik-profesörlük imtihanında jüri üyeliği yaptı; 13 doktora, 22 yüksek lisans tezi yönetti. Kamu Yönetimi – Personel Yönetimi – Yönetim ve Organizasyon – Spor Yönetimi – İdare Hukuku – Mahallî İdâreler – Ergonomi derslerini üstlendi; bu sâhalarda 6 kitabı, 120’nin üzerinde makaalesi yayımlandı.
Azerbaycan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu ile merkezi İstanbul’da bulunan Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı beraberliğinde Bakü’de açılan Türk Dünyası İşletme Fakültesi Dekanlığı vazifesini 1 Kasım 1992’de üstlendi. Bu işi yürütmekte iken Yüksek Öğretim Kurulu’nu temsilen Cumhurbaşkanınca seçildiği Anayasa Mahkemesi Üyeliği görevine 9 Mart 1993’te başladı.
Bu görevi, yaş haddinden emekli olduğu 5 Mart 2010 tarihine kadar devam etti. 4 Kasım 2010 tarihinde Yüksek Öğretim Kurumu tarafından Turgut Özal Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanlığı onandı.

Renga renk

Zifiri karanlığın, siyahın en derini
Hangi kızıl yırtacak ağartıp tan yerini

Dağların ardı sıra doğar o ateş önce
Saba makamı ile gün sarıya dönünce

Can bulur sonra sema, Arzın her rengi neşe
Güvercinler toplanıp yüz dönerler güneşe

Baharın resmi yeşil, ya toprak öyle kavi
Alemi resmederken cümle renkler müsavi

Kurşuni kubbelerde gezinen gül sesidir
Gurub akşamın güne elveda busesidir.

Erguvan şimdi hazan, mavi renkler mihengi
Yüreğimde turkuaz var mı dünyada dengi

Mehtap akseder suya, lacivert bir kuytuya
Tozpembe hayallerle dalıp nice uykuya

Bulut dönse griye rengi olmaz rüzgarın
Sanki gölgesi pınar dökülen yağmurların

Beyaz üstüne beyaz bereketi saklar kış
Kırmızı kardelene bahşederken bin nakış

Ve sonra yine bahar, hercai menevşeler
Mor leylak salkımında yavru ağzı heceler..

Anayasa Tuzağı ve “Emperyal Devlet”

Yeni Anayasa çalışmalarında uzlaşma komisyonu işi aceleye getirmemelidir. Belirli bir tarihe kadar bu çalışmalar bitecek diyenlerin anlaşılan ellerinde hazır ve ısmarlama bir anayasa vardır. Yeni anayasa çalışmaları “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü”nü ortadan kaldırmak ve ülkenin ve Türk Milletinin ufalanması amacı ile yapılmaz.

Devletin üniter yapısı, ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü, Türk Milleti, Türk kimliği, milliyetçilik gibi kavramları ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradeyi içlerine sindiremeyenlere teslim olunmamalıdır.

Anayasanın başlangıç kısmının tartışılacak bir tarafı yoktur. Ancak, etnik ırkçı ve etnik özürlü olanlar bundan rahatsız olabilir. Türklük ve Türk kimliği etnik bir sıfat değildir ki, etnik çağrışım yapabilsin. Türk Milleti milletleşme sürecinden geriye döndürülüp etnik ve mezhep asabiyetine, taassubuna teslim edilmemelidir.

Demokrasi ile milletleşme arasında çok yakın bir bağ vardır. Demokrasi ile ırkçılık bağdaşmaz. Etnik ırkçılığa teslim olacak bir anayasa hazırlık çalışmasını kimse demokratik diye yutturmaya kalkmasın. Farklılıklar bütünü zedelemediği ölçüde demokrasi işleyebilir.

Anayasada modası geçmiş, Batılı ülkelerin bile artık uzaklaştığı çok kültürlülüğü çağrıştıran ifadelere ve grup haklarına yer verilmemelidir. Kolektif haklar değil; her fert için eşit, geçerli hak ve hürriyetler esastır. 1982 Anayasası’nın 66. Maddesi ayrımcılığı, etnik taassubu ve etnosantrizmi reddeder.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bütünü ile milli kimlikte kucaklamak en isabetli yoldur. Türkiyelilik saçmalamaları aynı coğrafyayı paylaşmanın ötesinde kültürel bir kimlik olamaz. Anayasal vatandaşlık gibi özentiler de ismi konmamış bir çocuk veya cami avlusunda bulunmuş bir bebek gibidir.  

Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri her şeyden evvel Milli Mücadele ve onun tacı olan Cumhuriyete, Devletin temel kuruluş ve varoluş gerekçeleri ile uzlaşmak, onlara sadakatle bağlı kalmak zorundadırlar. Böyle yapılmadığı takdirde hazırlanacak yeni bir anayasa sakat bir doğum gibi olacaktır.

Bu iktidarın en büyük yanlışı genelde aldığı sağ oylarla bağdaşmayacak bir şekilde dün aşırı sol olup bugün neoliberalleşen, kendi ülkesi ile başkaları adına kavgalı bir kesimin etki alanına girmiş olmasıdır. Ortadoğu’da Müslüman kanı akıtan emperyalist gücün emrine girmiş ve onunla işbirliği yapan sözde İslamcı bazı çevreler de bu liboş takımının ortaklarıdır.

Türkiye’yi Türkiye yapan değerleri yok sayarak düzenlenecek bir Anayasanın yeri ancak çöp sepeti olabilir.

Türkiye önce bölgesinde daha sonra da Ortadoğu ve Kuzey Afrika İslam coğrafyasında izne tabii bir emperyal devlet olmaya zorlanmaktadır. Kolayca dolduruluşa gelmekteyiz. Bize “önce içeride çoğulcu ol, milli devlet ve üniter yapıdan uzaklaş, bize uymasa da çok kültürlü bir yapıya gir ve Anayasanı ona göre yap ki Ortadoğu’da ve İslam Coğrafyasında yeni imkânlar kazanasın” denmektedir.

Önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş amacını inkâr et, Milli Mücadeleyi dışla, milli kimliği göz ardı et ki, yeni Osmanlı ağabeyliği yürüyebilsin telkinleri yapılmaktadır. Bize “Dünya devleti” olacaksın. Bugün ısrarlı olduğun, pek de taviz vermediğin konularda yumuşa ve daha çok taviz ver, milli davaları unut aklı verilmektedir.

Eğer Suriye politikamız aniden değişebiliyor ise, terör örgütü ile müzakere yapılabiliyor ise, Somali ve Gazze ile daha fazla ilgileniliyor ise, Ortadoğu’daki rejimlere karşı muhaliflerin kolu kanadı oluyorsak bu sebepsiz değildir. Hatta bilinene bir gerçeğin, bir Alman Vakfının PKK’yı desteklediği açıklanması Sayın Başbakan’dan geliyorsa Türkiye’nin rotasının döndüğü yer bellidir.

Önümüze romantik ve pembe bir gelecek konulurken Irak’ın Kuzey’inde kara harekâtımız engelleniyor, TBMM’den sadece karar çıkarmakla yetiniyoruz. Ordu hedef alınıyor, itibar ve güç kaybettiriliyor. Gelişmiş yerli savunma sanayimizde yeterli değil. İnsansız istihbarata uçaklarını kafa tutar göründüğümüz İsrail’den veya ABD’den alıyoruz.

Sözde dostlarımızın anladığı manâda emperyal devlet olma anlayışı bize uymamaktadır. Türk kültüründe böyle bir anlayış yok. Osmanlı bile Batılı manâda emperyalist olamamıştır. Olmayacak şeylere özenmeyelim.

Attila İlhan Çeşitlemesi (1) -Ölümünün 6. yılı münasebetiyle

               Türk Devleti’nin doğrudan yana, güçlü cesur sesi

               Ecel gelip çatınca, kesildi yorulmaz nefesi

 

               Tarihi, kendine has gerçekçi yorumlayışı

               Oluyordu Türk Gençliğine, sanki birer aşı

 

               Olmuştu her bir yazısı, Batı’nın korkulu rüyası

               Acısı büyük, kaybetti Milli Kalemi, Türk Dünyası

 

               Bin bir kitabı tarardı, nedir diye Batı’nın iç yüzü?

               Açılsın diye, gerçeklere karşı, Türk’ün kapalı gözü

 

               Tek başına idi, sanki yenilmez, manevi bir ordu

               Yeter ki yaşasın ebediyyen, Türk Devleti, diyordu

 

               “Her ölen pişman ölür.” demiş, düşünen büyük yazar

               Çünkü arkada, nice gerçekleşmemiş hayaller var

 

                Doğru söyler üstad, herkes nice güzel hayal kurar

                Değeri bilinmeyen ömür için, boş yere yanar

 

               “An gelir Attila İlhan ölür.” demiş, yılların şairi,

                Sonu baştan görüp, akıbeti dile getirmiş, şiiri

 

               “Görünmez bir mezarlıktır zaman ‘an gelir’ Attila İlhan ölür.”

                 Diyerek anlamış ki, o ölüm gerçeğiyle, zamanı dürülür.

 

                 Şair, Yazar, Düşün Adamı gitti aramızdan, sessizce

                 Bunca uğraş, yazış ve düşünüş sonu, büyük ibret bizce

 

                 Kuşaklar boyu, izini sürecek, şüphesiz sayısız genç

                 Verdi millete yazdıklarıyla, nasıl gösterilir direnç

 

                Söz iklimine, yıllarca olan, maharetle Sultan

                Öldü söz ustası, şair ve yazar Attila İlhan

 

                Doğruların takipçisi, Şair, Yazar, Eleştirmen, Sinemacı

                Böyle bulunmaz bir yed-i tula sahibini yitirmek, ne acı

               

                Nesiller onu okudu, daha da okunacak

                Zamanla ona hep, yeni libaslar dokunacak

 

                Marksistti ama, savundu Muhteşem Osmanlıca’yı

                Biliyordu Türk diline kimlerdi, atan kancayı

 

                                                  2290

 

                Köy Enstitüleri’ne karşı çıktı, görerek dönen dolapları

                Farkındaydı ilim yuvalarında yapılan, bir çok ayıpları

 

                Türk Edebiyatı kaybetti, yeri dolmaz bir kavalye

              “Güle güle koca şair, güle güle yalnız şövalye!”

 

               “Ne şair kalmış ülkede, ne şiir”den beri

                Sen de gittin, ne kaldı, şiirden ey dost; gayri

 

                 Hayatın, zamanda iz bıraktı, desen de “Elde var hüzün!”

                 Hatırlanıp duracaksın zihinlerde, nice yıllar güzün

 

                  Bir ilanda demişler içten: “Güle güle Kaptan!”

                  Anlaşılan artık sesleneceksin bize, gayptan.

 

                  Ulusal değerleri, her şeyin üzerinde tuttu

                  Bu his, bu duygu, onun içinde yerleşmiş bir kuttu

 

                  Vatan, Millet sevgisi ile, coştu durdu yüreği

                  Ömrü boyunca, onun buydu, tek aşkı, tek ereği

 

                  Türkiye Cumhuriyeti, olsun diye Dünya’da payidar

                  Kendince, yıllarını verdi hep, bu uğurda, çok manidar

 

                  Kuva-yı Milliye ruhunu, ediyordu günümüzde temsil

                  Adamıştı hayatını yurda, olarak o ruha mümessil

 

                  Batı diye bir şey olmadığını, anladım diyordu Batı’da

                  Paris sokaklarında, tek başına yaptığım güzel kahvaltıda

 

                  Yıkıldı hülyalarım, çıktığımda, Marsilya limanına bir bir

                  Sorguladım kendimi, peşinden gittiğim Batı, acaba nedir?

 

                  Gitmeseydim bir yolunu bularak Batı’ya, eğer

                   Hayal ipine, ne boş şeyler dizecekmişim meğer

 

                   Milli Fikirler, kalpağın, kalemin, oldu elinde kılıç

                   Dalardın, vatan hainleri saflarına, hemen dalkılıç

 

                   Çağdaş Türk Şiiri, büyük ustasını kayıp verdi, dün

                   Doldurulmaz yeri artık onun, ne yarın, ne de bugün

 

                   Bir tarih felsefesi de, geliştirdi zamanla

                   Onu bir de, bu açıdan düşüne dur ve anla

 

                   Büyük kültür adamı Attila, etti bize veda

                   Haykırmak geliyor içimden, ya da hazin bir nida

 

                                                         2291

                   Türk Edebiyatı’na vurdu damgasını, şerefle

                   Anılıyor bizden ayrılışı, derin bir esefle

 

                  “Gözlemci, ciddi bir kişilik.” sahibi, Attila İlhan

                    Gerçek şahsiyetini bulmasına, Paris oldu derman

 

                    Türkiye ve Dünya Siyasetleri’ne, tutarak ışık

                    Türk insanıyla, her zaman oldu, samimi ve barışık

 

                     Hasıl-ı kelam, Büyük Söz İklimi Sultanı

                     Kaybettik fikir adamı, Attila İlhan’ı