Kırım: Sürgünde Yeşeren Vatan

172

KIRIM, “Kemal Çapraz”ın Kırım’la ilgili eserine de
ismini verdiği gibi; “SÜRGÜNDE YEŞEREN VATAN” dır. Milattan çok  öncelerinden
itibaren Türk vatanı olan Kırım MS. 1736’da Rus ordularının Bahçesaray’a girip
binlerce evi ve Han Sarayı yaktıkları günden bugüne “yangın yeri” olmuştur.
1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım Hanlığı Osmanlı Devletinden
koparılmıştır. 1783’de Rus işgaline uğramış ve Kırım Türklerinin esaret yılları
başlamıştır. Rusların Kırımlılara yaptıkları zulüm ve baskı yüzyıllarca göçlere
sebep olmuştur. En büyük göç dalgaları, 1792, 1860-1863, 1874-1875, 1891-1892
yılları arasında Osmanlı topraklarına yaşanmıştır.  1783’de Kırım’daki
Türk nüfusu % 98 iken, 1897 Türk nüfusu % 35’e düşmüştür. Rus Çarlığı 1917
Bolşevik ihtilâli ile yıkılınca Kırım Türkleri, Numan Çelebi Cihan
başkanlığında 13 Aralık 1917’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Fakat 1918’de
Rus orduları Kırım’ı  istila ettiler. Devlet başkanı Numan Çelebi Cihan
kurşuna dizildi. 11 Kasım 1920’de Kırım’da tamamen Rus hakimiyeti sağlandı. 18
Ekim 1921’de Kırım Muhtar Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat bu
cumhuriyetin merkez icra komite başkanı Veli İbrahim’de 1927’de idam edildi.
Kırım Türk aydınları katledildi. 1920-1941 yıllarında Kırım’da sunî kıtlık
meydana getirildi. Binlerce Kırım Türkü açlıktan hayatını kaybetti. 1941
yılında Alman orduları Kırım’ı işgal etti.  8 Nisan 1944’de Kırım’a Rus
hücumu başladı.

İnsanlığın yüz karası Josef Stalin, İkinci Dünyâ Harbi bi­tince
18 Mayıs 1944 günü, Kırım’da kalmış olan bütün Türkleri, (genç erkekler askerde
idi; kadınları, çocukları, yaşlı ve hastaları) 15 dakika içinde hayvan
vagonlarına doldurarak Sovyetler Birli­ğinin çeşitli yerlerine sürdü. Aç, susuz
olarak bir bölümü 22 gün boyunca giden bu insanların yarısı yolda öldü.
Gittikleri yerlerde de ‘kaçkınlar geliyor’ diye aleyhlerinde yapılmış olan Rus
pro­pagandasının sonucu olarak, çok sıkıntı çektiler, meramlarını an­latmaları
uzun zaman aldı.(2) Kırımlı tarihçi Elvan Kazas’ın anneannesi Lütfiye Bulat
şöyle anlatmaktadır: “Öyle idi ki, bu vagonlar seyyar bir zehirli gaz odasından
farksızdı. Hava almak için yeterli penceresi dahi olmadığı gibi vagonlarda
çömelmek bile imkansız­dı. Ancak sımsıkı ayakta durabiliyorduk. Çoğu ailenin
fertleri başka vagonlara sıkıştırılmışlardı. Ölüm, ihti­yarlar, çocuklar ve
zayıflar arasında kol geziyordu. Su­suzluktan, açlıktan ve havasızlıktan boğularak
öldü­ler… Yazın sıcaktan dolayı pek çabuk kokmaya başla­yan cesetleri Rus
askerler istasyonlarda dışarı atıyor­lardı. Beyim Bilal Bulat Alman ordularına
karşı sava­şıyordu. Ama bizi yine de 6 çocukla birlikte sürgüne gönderdiler. 4
hafta süren yolculuktan sonra 6 çocuk­tan sadece 3’ü sağ kalabildi”.
Sürgüne gönderilen Türklerin, bulunduğu yerle­rin dışına çıkması yasaklanmış,
teşebbüs edenler 25 yıl  ağır çalışma kampı cezasıyla
cezalandırılmışlardır.” (1)

“Almanlarla işbirliği” yapmakla suç­lanan bu zavallı
insanların çocuklarının bir kısmını, Kırım’ı işgal eden Almanlar zorla (gönüllü
olmayanları kurşuna dizerek) askere almışlardı. Kırımlıların çocuklarının bir
kısmı da Ruslar ta­rafından askere alınmıştı. İki kardeşten birinin
orak-çekiçli, öbü­rünün gamalı-haçlı bayrak altında çarpıştığı olmuştu.
‘Almanlarla işbirliği’ boş lâftan ibaretti. Hâlâ hayatta olan Kırım
Tatarlarında, Rus ordusunda gösterdikleri yararlıktan dolayı almış oldukları
madalyalar vardır. 1944 sürgünü sırasında, Arabatski-Strelka geçidi üzerinde bu­lunan
bir Tatar köyü, unutularak kalmış. Yetkililer, durumu İçişleri Bakanı Beria’ya
bildirmişler. O da, durumdan Stalin haberdar ol­masın diye, Arabat geçidindeki
Seyit-Cuğut köyünde kalan Tatarların derhâl öldürülmeleri için emir verdi.
Sovyet askerleri, köyün kadın, çocuk ve ihtiyarlarını, süngülerle dürterek
bekleyen vapura bindirdiler. Sonra da vapuru, Azak denizinin iç kesimine doğru
açılarak ba­tırdılar. Yüzerek karaya çıkmak isteyenleri de, kıyıya
yerleştirdikleri keskin nişancılar vurdu. 2001 yılında vefat eden Mihail
Blohin, öl­meden önce, komşusu, Karasubazar rayonu Argın köyünde yaşa­makta
olan İbrahim Kurtosman’a anlatmış, olay, Kırım’da çıkan “Yanı Dünya”
gazetesinin 30 Hazran 2001 günü, 7. sayfasında ya­yınlanmıştır. Komşunun acı
hikâyesi adı altında kaleme alınan, 57 yıl önce yaşadığı olayı, Mihail şöyle
anlatmıştır:

“Şimdi sana anlatacağım olayı, bütün ömrüm boyu
yüreğimde saklayıp geldim, fakat artık dayanamayacağım. O zaman biz
komsomollara (genç komünistler) gördüklerimizi hiçbir kimseye söyle­mememiz
için yemin ettirdiler. Bizler de Azak denizi kıyısında ge­çen bu facialı olayı
hiç kimseye söylememek için söz verdik. Yemin ettik ve yarım asırdan beri
yeminimi bozmadım, fakat artık gücüm kalmadı, çünkü bir ömür vicdanım
sızlayarak bu olayı içimde sak­ladım. 1944 senesinin yazı idi. Bizim ailemiz
Azak denizi boyunda bulunan Seyit-Cuğut köyünde yaşıyordu, köyümüz ise, bir
liman ile ikiye bölünmüş Kırımtatar Seyit-Cuğut’u ve Rus Seyit-Cuğut’undan
ibaretti. Tatarlar sürgün edildikten sonra, Tatar Seyit-Cuğut’una adeta ölüm
sessizliği çöktü. Akşam üzeri köyün bütün komsomollarını köy idaresi binasının
önüne topladılar ve ertesi günü kazadan gele­cek yetkililerin bizimle bir
toplantı yapacaklarını ilan ettiler. Sabahtan ilan edilen yerde bütün
komsomollar toplandık. Orada bir üni­formalı yetkili, biz gençlere bir konuşma
yaparak, gençlerin devlete sadakat göstermeleri ve bunun bir borç ve görev
olarak kabul edil­mesi gerektiğini söyledi.

Devletin idaresine karşı gelip devleti çirkefleştirmeye
gayret edenlerle mücadele etmemizi söyleyerek, Almanlarla işbirliği ya­pan
Tatarlara karşı nefret beslememiz gerektiğini söyledi. Sonra bizleri kamyonlara
doldurup Azak denizinin kıyısına getirdiler. Biraz ileride buldozerler
çalışıyor ve hendekler kazıyordu. Sa­hile biraz daha yaklaşınca, gördüğümüz
dehşet verici manzara­dan hepimiz irkildik. Sahil ölülerle doluydu, yere
basacak bir yer yok, sahile yakın kesiminde ise su üstündeki cesetler, hafif
dalga­larla sallanıyorlardı. Bize bu ölüleri ikişer olarak hendeklere ta­şımamızı
emir ettiler, biz pek çok çalıştık. Bütün vücudumuzu korku sarıp aldı ve bu
dehşet karşısında ağzımızı açmaya meca­limiz bile kalmadı. Bir bebeği bağrına
basan anne, çocuğuyla öyle bir katıp kalmış ki, adeta granitleşmiş, onları
birbirinden ayıramadan bir hendeğe gömdük. Bu acı manzarayı son nefesime dek
unutamam… Ölüler; ihtiyarlar, kadınlar ve çocuklardan ibaretti. Erkekleri ise
cephede olan bu zavallılara reva gördüler. Bu biçare yüzlerce insanı hendeklere
gömdükten sonra, vilayetten gelen yet­kililer, bizlere bu gördüğümüz vahşetin
nedenlerini anlatmaya ça­lıştılar. Meğer, Arabat geçidinden çok şiddetli
dalgalar geçmiş ve o azgın sular birkaç köyü yerle bir etmiş, evleri yıkmış ve
insanları da boğmuşmuş. Buna pek inanan olmadı ama kimse de se­sini
çıkartamadı, zira hepimiz korktuk.

Bizlere bu gördüğümüz feci manzaraları ebediyen unutmamız ve
kimselere söylemememiz için, tam üç kez yemin ettirdiler. Ondan sonra geçen
ömrüm, korku ve dehşet içinde geçti ve geceleri bana uyku vermedi. Vücuduma
ağrı ve sızılar girdi. Bu vahşeti yarım asır hiçbir kimseye anlatmadım Sürgüne
uğrayıp da Kırım’a dönenlerden 1920 doğumlu Pakize Hanım’ın, 1994 yılının
Ramazan ayında görevle Kırım’a giden Tür­kiye Diyanet Vakfı Dış ilişkiler
Uzmanı Abdurrahman Kaya’ya, Albat köyünde anlattıklarını nakledelim:

“18 Mayıs 1944, gece saat 02.00-03.00 arası silah
sesleriyle uyandık, kapılarımız, pencerelerimiz Rus askerleri tarafından
parçalanırcasına dipçiklerle ve tekmelerle dövülüyordu. Ne olduğunu
anlayamamıştık. Kapıyı açtığımızda Rus askerleri: ‘Size 15 dakika müsade
ediyoruz. Bu süre içinde kendinize gerekli olan eşyaları alın ve evi terkedin.
Eğer 15 dakika sonra kapı önünde hazır olmazsanız, kurşuna dizilirsiniz!’ dedi.
Tam bir şaşkınlık içindeydik. Neye uğradığımızı anlıyamadık. Allah’ım başımıza
bu da mı gelecekti? Ev içinde çoluk-çocuk bir birimize sarılarak ağlamaya
başladık. Ağlayan sadece biz değildik. Bütün evlerden, sokaklardan ağlamalar,
inlemeler, canhıraş vaveylalar işitiliyordu. Kırım’ın üstüne çöken bu korkunç
kâbusu sadece bizler değil hayvanlar dahi hissetmiş olacaklar ki, ahırlardaki koyunlarımız
meleşiyor, atlanınız kişniyor, kümesteki tavuklarımız, kapı önündeki
köpeklerimiz adeta kıyametin koptuğunu haber veriyordu. Evden ayrılırken
ahırların, kümeslerin kapılarını açıp tüm hayvanları serbest bıraktık. Bütün
halkı bir yerde toplayıp kamyonlara doldurmaya başladılar. İşlemler bitinceye
kadar gün ağardı. Ahırlardan boşalan hayvanların harman yerlerindeki bağrışları
yeri-göğü inletiyor, Usan-ı halleriyle arkamızdan ağlaşıyorlardı. Ne derece
doğrudur bilmiyorum ama yıllar sonra karşılaştığımız bir Rus: ‘Siz Kırım’dan
ayrılırken mezarlarınızdaki ölülerin dahi ağladığını duyanlar olmuş’ demişti.
İşte böyle bir ortamda anavatanımız Kırım’ı terketmek zorunda kaldık.

Ne olduğunu, nereye gittiğimizi bilmiyorduk. Kamyonlarla
istasyona getirilip yük vagonlarına tıka basa doldurulduk. Bırakın oturmayı,
ayakta dahi duracak yer yoktu. Tam bir korku ve şaşkınlık içinde sonu
bilinmeyen bir yola çıktık. Pek çok kardeşimizi yollarda kaybederek, iki
haftalık bir yolculuktan sonra sürgün mahalli olan Tacikistan’a ulaştık. Gerek
yolculuğu, gerekse Tacikistan’da çok bü­yük sıkıntılar içinde geçirdiğimiz ilk
yıllan, anlatmak istemiyorum. Kırım sürgününü yaşayan başka insanlardan aynı olayı
değişik bi­çimde dinlemiş olabilirsiniz. Sürgün olayı başlı basma bir
destandır. Bu destanın kahramanlarından çoğu şu anda hayattadır. Gelecek
nesillere ibret olması açısından canlı şahitlerin ağzından destanımız
yazılmalıdır.

Ben burada destanın sadece bir bölümünü anlatacağım. Bildiği­niz
gibi sürgünden sonra bizim turistik amaçlarla da olsa anavatan Kırım’a gitmemiz
yasaklanmıştı. Hatta ikamet mahallinden 5 km. uzağa gideceksek izin almamız
gerekiyordu. Yetkililerden izin almak kaydıyla Rusya’nın her tarafına
gidebilirdik. Fakat Kırım’a asla. Bizi en çok kahreden de buydu. Vatanımızı
ziyaret etmeyi dahi çok görmüşlerdi. Sürgün yıllarında Kırım’dan elimizde kalan
resimlerle avunduk. Kırım’a ait tek tük eşyamızı mukaddes bir emanet gibi sakla­dık.
Bir fırsatını bulup ta Kırım’a gidip gelen kardeşimizi hacca gi­dip gelmiş gibi
hürmetledik. Kırım’ı hiç ama hiç unutmadık. Hasılı Kırım’la yatıp, Kırım’la
kalktık. Kalbimizdeki Kırım sevgisi bütün şiddetiyle artarak devam etti ve
aradan tam 40 yıl geçti. 1984 yılı da bizi sevince boğan bir düğün davetiyesi
aldık. Daha önce Kı­rım Türklerine, anavatanlarına dönme imkânı tanıyan, ancak
çok az kişinin yararlandığı kanundan istifade ederek Kırım’a yerleşen bir
akrabamız, bizi düğüne davet ediyordu. Eğer bu fırsatı değerlendirebilirsek
Kırım’ı görebilecektik. Allah’ım bu ne büyük fırsattı. 24 yaşında ayrıldığım
Kırım’ı 40 yıllık ayrılıktan sonra 64 yaşında tek­rar görebilecektim.

Gelen davetiye ile gerekli mercilere başvurarak Kırım’a gidiş
vi­zesini aldık. Eşim, ben ve torunumla birlikte yıllardır hasretini çekti­ğimiz
Kırım’a kavuştuk. İlk iş olarak Albat’taki evimizi görmeye git­tik. Çok merak
ediyorduk. Acaba evimiz yerinde duruyor muydu? Yoksa yıkılıp yeni ev mi
yapılmışta? Ana cadde üzerinde otobüsten inip, evimize giden sokağa girdik.
Özen ırmağı üzerindeki köprü­den geçip, evimize yaklaştık. Bir de baktık ki
evimiz olduğu gibi du­ruyor. Ne evde ne de bahçede en ufak bir tadilat
yapılmamıştı. Ta­biri caizse bir çivi bile çakılmamıştı.

Büyük bir heyecanla nefes nefese bahçe kapısının önüne
geldik. Gözlerimiz dolu dolu oldu. Büyük bir teessürle ve içimiz kan ağla­yarak
baba ocağını seyrediyorduk. O sırada, bizim bu halimizi gö­ren bir Rus evden
çıkarak, ne istediğimizi sordu. Biz de, 1944 yılında bu evden sürgün edildiğimizi,
şimdi ise davetli olarak Kırım’a geldi­ğimizi, eğer mümkün olursa evi şöyle bir
görmek istediğimizi ifade ettik. Rus anlayışlı insanmış. Bize: ‘Hay hay, buyrun
görebilirsiniz’ dedi. Büyük bir sevinçle bahçe kapısını açıp içeri daldık. Eşim
ve to­runum evi görmeye giderken, ben evin önünden akıp giden Özen su­yuna
doğru koştum. Bahçedeki meyve ağaçlarının arasından geçerek Özen’e ulaştım.
Önce abdest almak ve o şekilde evime girmek istedim. Özen’in, Aypetri dağından
akıp gelen buz gibi temiz ve berrak suyu ile abdestimi aldım. Evime giderek
yaşlı gözlerle ve içimden, evimin-yurdumun iadesi için Allah’a dua etmeye
başladım. Eşimle Rus ko­nuşurlarken ben de bir taraftan dualarımı tekrarladım.

O sırada bitişik odadan sarhoş bir adam çıkageldi. Leş gibi
içki kokuyordu. Ev sahibi: ‘Benim damadımdır.’ diye tanıttı. Bizim de kim
olduğumuzu söyledi. Bunun üzerine sarhoş damat, kayınpederine: ‘Bu vatan
hainlerini niye eve alıyorsun? Derhal bunları defet. Yoksa ben tekme-tokat kapı
dışarı atarım.’ diyerek bağırmaya başladı. Bir tatsızlığa sebebiyet vermemek
için hemen evden ayrıldık. Bahçe ka­pısına gelince, kapının bitişiğindeki kuyu
gözümüze takıldı. Kuyuyu görünce, o anda Tacikistan’da hasta yatağında yatmakta
olan ve 85 yaşında bulunan annemin ricası aklımıza geldi. Annem, Kırım’a gi­deceğimizi
öğrenince: ‘Aman kızım, Kırım’a gittiğinizde evimizin önündeki kuyunun suyundan
bana bir şişe su getirmeyi unutma!’ demişti. Belki de bu hasta annemin son
arzusuydu. Yerine getiremez-sem ömür boyu vicdan azabı çekerdim. Bir an kuyunun
yarımda do­nup kaldık. Çünkü su koyacak şişemiz veya başka bir kabımız yoktu.
Etrafta tanıdık biri de yoktu. Ne yapsak acaba? diye düşünüp du­rurken,
evimizin sahibi Rus tekrar çıktı. ‘Ne oldu? bir problem mi var?’ diye sordu.
Biz de kendisine annemin isteğini anlattık. Derhal eve giderek boş bir şişe
getirdi. Kuyudan su çekerek şişeyi doldur­duk. Annemin isteğini yerine
getirmekten mutlu olduk.

Kırım’da günler göz açıp kapayıncaya kadar çabuk geçti.
Ayrılık günü geldi ve Tacikistan’a döndük. Anacığıma Kırım suyunu takdim ettik.
Bir çocuk sevinci içinde, şişedeki suyun yansını içti ve şişenin ağ­zını itina
ile kapatarak şöyle dedi: ‘Bu şişeyi ve içinde kalan suyu iyi saklayın. Ben
ölürken bu Kırım suyunu ağzıma damlatmanızı size vasiyet ediyorum.’ Kısa bir
süre sonra annem, Kırım hasretiyle aramızdan ay­rılıp, Allah’ın rahmetine
kavuştu ve vasiyeti yerine getirildi.

Nihayet 1989 yılma geldik. Bildiğiniz gibi Rusya’da
değişiklikler oldu. Kırım’a dönüş başladı. Biz de diğer soydaşlarımız gibi
anava­tana dönme hazırlıklarına başladık. Büyük oğlumu Kırım’a gönde­rerek
evimizi satın almasını istedik. Kırım’a hem de kendi evimize dönmek istiyorduk.
Evimizde oturan Rus’la görüşüldü, konuşuldu. Rus evi satmak istemedi. Büyük
oğlum ne pahasına olursa olsun evi alacağımızı, eğer satmazlarsa evle birlikte
kendisini yakacağım söy­leyince Rus razı oldu ve evimizi bize sattı. 46 yıllık
ayrılıktan sonra tekrar evimize gelip yerleştik. Allah Teala dualarımızı kabul
etti. Şu anda çok mutluyuz. Artık anavatanda yaşayacak ve öldüğümüzde Kırım’ın
sıcak toprağına gömüleceğiz. Allah, kimseyi vatansız bırak­masın evladım dedi
ve Pakize hanım sözünü tamamladı.”(2)

Kırımlılar, insan kasabı Stalin tarafından, Ahıska Türkleri
gibi, ‘Batı ile işbirliği içindeki Türkiye’ye karşı Sovyet sınırla­rını güven
altına almak’ için sürüldüler. Kendilerine ‘Nohçu’ diyen, ‘Çeçen’ olarak
bilinen, dünyanın en yürekli ve yiğit kavminin Şeyh Şâmil’in torunlarının
sürülmesinin de Ruslar açısından stratejik sebepleri vardır, haklarındaki
suçlamalar, bahaneler uydurmadır. Kırım, Ekim 1921 de Kırım Muhtar Sosyalist
Sovyet Cumhuriyeti olarak Sovyet Rusya’nın bir parçası yapılmıştı. Bu Muhtar
Cumhuriyet, 1954 yılı Şubat ayında Rusya Federasyonu’nun bir oblast ‘ı hâline
getirildi ve Kırım, Rus-Ukrayna Birliğinin 300. yıldönümü dolayı­sıyla, Ukrayna
Sosyalist Sovyet Cumhuriyetine hediye edildi.'” Bu ‘hediye’yi lütfeden de
o tarihte Sovyetlerin başında bulunan Uk­rayna asıllı Khruşçov (Kruşçev)
idi.(2)

Kırım Türkleri’nin sürgünüyle ilgili sessizlik za­lim
Stalin’in ölümüne kadar sürmüştür. Stalin’den sonra başa geçen Kruşçev’in,
Stalin dönemini karala­ma kampanyası başlamıştır. Kruşçev, Komünist Partisi’nin
1956’daki 20. Kongresi’nin gizli oturumunda yaptığı konuşmasında sürgün
hadiselerine de temas etmiştir. Bu tarihten itibaren sürgüne gönderilen bazı
Kafkas Türklerinin bir kısım hakları iade edilirken, Kırım’ın stratejik önemi
bakımından Türklerin geri dö­nüşüne müsaade edilmemiştir. Kırım Türkleri’nin de
“Özel Yerleştirme Rejimi” kaldırılmış, Kırım hariç Sov­yetler
Birligi’nin herhangi bir yerinde oturma izni veril­miştir. Ayrıca bu tarihte
Kırım Türklerinin Taşkent’te “Lenin Bayrağı” isimli gazetelerini
yayınlamaya müsa­ade edilmiştir. “Kaytarma Ansambi” isimli folklor
ekibi de kurulmuştur. Ama Kırım Türkleri bu tarihlerde başlattıkları mücadele
ile insanca yaşama haklarını is­temeye” başladılar. Yine bu tarihlerde
tutuklamalara, hapis cezalarına rağmen Kırım Türkleri’nin binlerce imzalı
dilekçeleri Moskova’ya ulaştırılıyordu. 1962 yılında “Kırım Tatarları
Gençlik Birliği”, 1965’ten itibaren de Kırım Türklerinin bulunduğu bütün
yerleşme merkezlerinde “Kırım Halkının Milli Meselelerini Hal­letme
Yolunda Parti ve Hükümete Yardımcı Faaliyet Gruplan” kurulmaya
başlamıştır. Daha sonra Kırım davası ile ismi özdeşleşecek olan Mustafa
Cemiloğlu’nun adı ilk defa “Kırım Tatarları Gençlik Birliği”nin
oluşması sırasında duyulmuştur. Cemiloğlu, bu teşki­latta yer aldığı için,
okulundan atılmış, dövülmüş ve tevkif edilmiştir. 1966-67 yıllarında Kırım
Türkleri Sovyet rejimine karşı büyük bir mücadeleye girişmiş­lerdir. Bu
tarihlerde baskı ve şiddet hareketlerine ma­ruz kalan Kırımlı Türklerin
sayısında büyük bir artış görülmektedir. Sonunda 5 Eylül 1967 tarihinde Yük­sek
Sovyet Prezidyumu Başkam N. Podgomi ve Genel Sekreter Georgadze imzasını
taşıyan, Kırım Türkleri’nin sosyal, siyasi, medeni ve kültürel haklarının ia­de
edildiğini bildiren bir kararname yayınlanmıştır. Bu kararname, Kırım
Türklerinin vatana dönüş mücade­lesini daha da kamçılayacaktır ama bunun da
göster­melik olduğunun öğrenilmesi uzun sürmemiştir. Bu kararnameye inanarak
Kırım’a dönen Türkler yine po­lis zoruyla Yeşilada’dan çıkartılmış, bir kısmı
tutuk­lanmıştır.(1)1960-1980 arası yıllarda Kırım’a geri dönen aileler tekrar
sürgün ediliyordu, bazıları ise hapis cezasına çarpılıyordu. Kırım
Türklerinin itibarının iadesi 14 Kasım 1989 yılında bir kararname ile
gerçekleşti. Bu kararname SSCB Mec­lisi tarafından onaylanmıştır.

Kaynaklar:

1-
Çapraz Kemal,  Sürgünde yetişen Vatan:
Kırım. Turan yayıncılık. İstanbul 1995.

2-
Maksudoğlu Mehmet, Kırım Türkleri. Ensar yayınları. İstanbul.2009.