ABD Başkanı Donald Trump, 24 Nisan 2025 tarihinde yayımladığı bir başkanlık kararnamesiyle, ABD’li özel şirketlerin derin deniz madenciliği yapmalarının önünü açmayı ve bu alanda devlet desteğiyle daha etkin olmalarını sağlamayı amaçlamaktadır. Bu kararla birlikte, okyanusların birkaç bin metre derinliğinde, özellikle deniz tabanında bulunan ve elektrikli araç bataryaları, yenilenebilir enerji teknolojileri ile elektronik cihazlar için kritik öneme sahip olan kobalt, nikel, lityum ve nadir toprak elementleri gibi değerli madenlerin çıkarılması hedeflenmektedir. Böylece ABD’nin yerli tedarik zincirinin güçlendirilmesi planlanmaktadır.
Kararnamenin özel sektörün teşviki, yerli üretimin artırılması ve stratejik bağımsızlığın sağlanması gibi hedefleri bulunmakla birlikte; çevresel etkiler ve uluslararası hukuk açısından önemli tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Çevresel açıdan bakıldığında, deniz tabanındaki mercanlar, süngerler ve binlerce yıl boyunca gelişmiş olan hassas ekosistemlerin kazı makineleriyle yok edilme riski bulunmaktadır. Ayrıca madencilik sırasında oluşan tortu bulutları, suda yaşayan filtrasyonla beslenen canlılar üzerinde yıkıcı etkilere yol açabilir ve fotosentez süreçlerini engelleyebilir. Madencilik sırasında serbest kalan ağır metaller ve toksik bileşikler, deniz canlılarının sağlığını tehdit etmekte ve besin zincirini bozabilmektedir. Ayrıca bu süreç, okyanus kimyasını etkileyerek asidifikasyon riskini artırmaktadır.
Uluslararası boyutta ise, ABD veya herhangi bir ülkenin uluslararası sularda bağımsız şekilde derin deniz madenciliği yapması, mevcut uluslararası hukuk düzenlemelerine göre mümkün değildir. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS), uluslararası sular altındaki deniz tabanı ve kaynakları tüm insanlığın ortak mirası olarak kabul eder. Bu alanlardaki madencilik faaliyetleri, Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi (ISA) tarafından düzenlenmekte olup, şirketlerin veya devletlerin ISA’dan ruhsat almaları gerekmektedir. ABD bu sözleşmeyi imzalamış ancak henüz onaylamamıştır; bu nedenle hukuki olarak bağlayıcı bir taraf konumunda değildir. Buna rağmen ABD’nin tek taraflı olarak uluslararası sularda madencilik faaliyeti yürütmesi meşruiyet sorunu yaratabilir ve uluslararası toplumla diplomatik gerilimlere yol açabilir. Bu durum, aynı zamanda ticari yaptırımlar ya da çevresel protestolar gibi sonuçlar doğurabilir.
ABD’nin derin deniz madenciliğine yönelimi, ekonomik bağımsızlık arayışı kadar çevresel riskler ve hukuki tartışmaları da beraberinde getireceği görülmektedir. Okyanusların derinliklerinde kaynak ararken, insanlık belki de telafisi olmayan bir ekolojik ve diplomatik maliyetle karşı karşıya kalabilecektir. Kaynak: Trump Moves to Allow Seabed Mining in International Waters – Eos
Şirket, spor kulübü, arkadaş grubu, dernek, siyasi parti, köy, devlet… İnsanların oluşturduğu bütün gruplaşmalarda “biz” duygusu yakalanmaya çalışılır. Buna mensubiyet şuuru, ait olma bilinci de diyebilirsiniz. İsterseniz “kimlik” deyiniz. Bu toplulukların yöneticilerinin birinci işi “biz”i yaratmak, bunu yaratırken de topluluğun daha küçük “biz”lere bölünmesini önlemektir.
Aslında “biz” olmak, insanların fıtratında var. Genler keşfedildikten sonra toplum içinde yaşamak insanın genlerinde var diyoruz: İnsan bir toplum yaratığı. Genlerimize kazınmış, çünkü en eski çağlardan beri insanın hayatta kalabilmesi için toplum gerekmiş. Derek Bickerton’un Adem’in Dili kitabında bu gereklilik pek güzel anlatılır. Tek insan veya sadece birkaç insan, mesela bir aile, yırtıcılara karşı savunmasızdır. Ne aslan veya kaplan gibi pençeleri ne de dişleri vardır. Bir veya birkaç insan böyledir ama sahaya bir insan toplumu çıkınca dengeler değişir. Yazar, baltalar fırlatıp bağırarak hep birlikte kaplanın veya aslanın üzerine koşan onlarca insan karşısında yırtıcının kaçmak zorunda kaldığını anlatır. Bickerton, en eskilerde, avlarda önce yırtıcıların pençe ve diş izlerinin, onların üstünde insanların balta izlerinin görüldüğünü fakat geçmişi on binlerce yıl ileri sardığımızda sıranın değiştiğini anlatır. Başlangıçta insanlar yırtıcılardan kalanla beslenirken daha sonraki devirlerde, yırtıcılar insanların artıklarıyla yetinmek zorunda kalıyor. Değişen ne? Değişen dil ve dil sayesinde toplumun mümkün hâle gelmesi.
Milyon yıllık ziyafet
Bu en eski “biz”in bir yararı da büyük avların paylaşılmasında. Taş devrinde buzdolabı, derin dondurucu yok. Fakat “biz” var. Ben büyük bir av avlarsam toplulukla paylaşıyorum, yarın başkası avını benimle ve ailemle paylaşıyor. Hâlâ en sık yaptığımız sosyal faaliyetin birlikte yemek yemek olması yüzbinlerce, belki milyonlarca yıl eskilerden gelen bir alışkanlık!
Bickerton insanın “biz”i sağlayabilmek için lisanı icat ettiğini söylüyor. Kitabın tam ismi şöyle: Adem’in Dili- İnsan Dili Nasıl Yarattı ve Dil İnsanı Nasıl Yarattı. (Hill and Wang, 2009; Türkçesi 2017’de Boğaziçi Yayınları’ndan çıkmış.)
Biz ve edebiyat
Akla hemen Robin Dunbar’ın “arkadaşlık bağları” geliyor. Dunbar’a göre insan beyni, fiziki özellikleri elde etmek için gelişmedi; toplum için, “biz” duygusu için gelişti. Dunbar’ın bu varsayımını ispat ederken kullandığı bir grafik var. Primatların beyin hacmi ile topluluklarının, arkadaş gruplarının sayısını karşılaştırıyor ve her birinin grafiğin tam da bulunması gereken yerine düştüğünü gösteriyor. Ne kadar beyin, o kadar arkadaş… Bu grafikte insanın mensup olabileceği en büyük grup 150 kişilik. Dunbar’ın beyin-arkadaş sayısı grafiğini çizmeden önce bulduğu ve buluşuyla meşhur olduğu sihirli Dunbar sayısı, isterseniz Dunbar tavanı deyin, işte bu 150 rakamı idi. Bu tavanı delip daha büyük gruplara ulaşabilmek için edebiyat gerekiyor. Hani post modernlerin “anlatı” dedikleri şey var ya, işte insanı primatlardan kökten ayıran şey de o anlatı. Anlatı olmasa insan olmayacak veya çok ilkel bir varlık olarak devam edecek. Masallar, destanlar, hikâyeler, tarih… Bunların gelişmesini sağlayan, edebiyatı insanlara veren de lisan!
Bir not olarak söyleyip geçeyim: Sosyolojideki millet teorilerinde Ernest Gellner’in “ortak yüksek kültür”, Anthony Smith’in “etnosembolizm”, Benedict Anderson’un “basın kapitalizmi” dediği şeyler Dunbarın “edebiyat”ı ile birleşiveriyor. Bu sentez galiba bana ait. Başka yerde görmedim.
Bizi biz yapan
İnsana kimliğini veren de mensup olduğu toplum. Dunbar’ın ve az önce saydığım sosyologların, geçmişten geleceğe uzanan “arkadaşlık” bağları. Var Olmanın Tahammül Edilmez Hafifliği ile meşhur olan ve 2023’te vefat eden Milan Kundera’nın Kimlik (Harper Collins, 1997) eserinde, dostluğun insanı insan yaptığı pek güzel anlatılır:
İnsanın hafızasının düzgün çalışması için dostluk vazgeçilmezdir. Geçmişimizi hatırlamak, onu her zaman yanımızda taşımak, deyim yerindeyse, benliğimizin bütünlüğünü koruyabilmenin zorunlu şartıdır. Benliğin buruşup küçülmemesi, hacmini koruyabilmesi için anıların saksıdaki çiçekleri gibi sulanması, bu sulamanın da geçmişin tanıklarıyla, yani dostlarla düzenli temas halinde gerçekleşmesi gerekir. Dostlar bizim aynamızdır; hafızamızdır. Biz onlardan sadece ara sıra aynayı parlatmalarını istiyoruz ki o aynada kendimizi görebilelim. (Sayfa 45-46)
Kimlik üstünden devam edeceğim.
______________
Not: Kundera’nın kitabını, Var Olmanın “Dayanılmaz” Hafifliği diye çevirmeyi doğru bulmuyorum. İsmin aslında hafiflikle taşınılmazlık arasındaki çelişki sanatı var. Türkçede bunun karşılığı, “Tahammül Edilmez Hafifliği”dir. Tabii tahammül kelimesiyle hamil, hamal veya hamile- taşıyan, kelimelerinin kardeşliğini biliyorsanız. Kundera’nın bu pasajına dikkatimi çeken Prof. Yuli Tamir’in Why Nationalism? (Princeton University Press, 2019, s. 66-67) eseridir.
Bir vesîle ile öğretmen, öğrencileri şaşırttı. Büyük bir ciddiyet ve kendinden emin bir kişilik sergileyerek talebelere hitaben:
“Çocuklar! Var mısınız? Sizlerin en büyük birer HİLEKÂR olmanızı istiyorum!” dedi.
Öğrenciler hiç beklemedikleri bu nahoş istek karşısında apışıp kaldılar. Ne söyleyeceklerini bilemediler. Sınıftan bazıları:
“Hocam! Ne biçim lâf ettiğinizin farkında mısınız?”
“Bu nasıl bir öğüt?”
“Gerçekten, bizlerin en büyük birer HİLEKÂR olmamızı mı istiyorsunuz?”
Öğretmen, büyük bir ciddiyetle ve kendinden emîn bir tavırla:
“Evet sevgili çocuklar! Ben hepinizin, en büyük HİLEKÂR / en büyük HİLECİ olmanızı, tüm kalbimle arzu ediyor! Bu isteğimi onaylıyor! Bunu severek kabul edeceğinize, bütün kalbimle inanıyorum!” diyerek, âdeta sözlerini perçinledi!
Öğrencilerin şaşkın bakışları karşısında öğretmen; yine kendinden emîn bir şekilde:
“Çocuklar! Büyük bir şok geçirdiğinizin farkındayım. Ama kendinize gelin ve bu isteğimi iyice bir düşünün ve bu soruma olumlu bir cevap / yanıt verin.”
Öğretmen, öğrencilerin panik hâlindeki hâlleri karşısında, yine ciddî ve kararlı bir şekilde sınıfa hitaben, bu sefer şöyle bir soru yöneltti:
“Sevgili çocuklar! Söyler misiniz bana: ‘En büyük hilekârlık / en büyük hile nedir?’ ”
Öğrencilerin, çeşitli abuk sabuk cevap ve yanıtları öğretmeni bir türlü tatmin etmedi.
“Hayır, hayır çocuklar; cevaplarınızın hiçbiri, en büyük hile değil.”
Bu durum karşısında öğrenciler:
“Peki, en büyük hile nedir be hocam?” diyerek, merakla bir cevap bekleyişine geçtiler.
Öğretmen sâkin, fakat ciddî bir ses tonuyla, ağır ağır konuşmaya başladı.
“Sevgili çocuklar! dedi. EN BÜYÜK HİLE, HİLESİZLİKTİR.
Olduğun gibi görünmek, göründüğün gibi olmaktır.
Bu durumda, başınız hiç ağrımaz. Müşkül ve zor bir vaziyette, hiçbir zaman kalmazsınız.
Unutmayın ki, Hak bir dâvâya, Bâtıl bir metod ve usûlle hizmet edilmez ve ulaşılmaz.
Dâvânız da Hak, metodunuz da Hak olmalı.
Yine unutmayınız ki, ‘Kem âletle kemalât olmaz.’ / Bozuk âletle, bir şey yapılmaz.
Bozuk vasıta ve araçla bir yere varılmaz.”
Gece Vakti
Gece vakti; hem kış, hem kabir, hem de berzah / kabir âleminden haber verir. Bu şekilde insan rûhunun; Allah’ın rahmetine ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır. Hele geceleyin kılınan teheccüd / gece namazı ise, kabir gecesinde ve berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirerek insanı ikaz eder, gafletten uyandırır. Bütün bu inkılaplar içinde, hakîkî nimet verici olan Allah’ın; nihayetsiz nimetlerini hatırlatır. Ne derece övülmeyi hak ettiğini ilân eder.
Nefis
Ey nefis! Acaba ömrün ebedî midir? Hiç kat’î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana namazdan usanç veren, ebedî yaşayacağın zannıdır. Keyif için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun! Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır. Hem faydasız bir şekilde gidiyor! Elbette onun yirmi dörtten birisini, hakîkî ebedî bir hayatın, saadet ve mutluluğuna vesîle olacak; güzel, hoş, rahat ve rahmet olan bir namaza sarf etmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve arzuya, hoş bir zevki harekete geçirmeye sebep olur.
Acz ve Şikâyet
Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde sızlanmaya sığınmamak gerekir.
Daha önceleri Sürekli yazdım yine yazıyorum. Amerika Birleşik Devletlerinin 26 Ocak 2005 – 20 Ocak 2009 tarihleri arasında Dışişleri Bakanlığı yapmış Condoleezza Rice’nin ABD güvenlik danışmanı olduğu 2003 yılında yazdığı bir makalede Ortadoğu’da Türkiye dâhil 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini yazdığı günden bu güne 22 sene geçti. Maalesef bölgede gelişen olaylardan halâ bir ders çıkarmış değiliz.
Bu 22 sene içerisinde: 2003 yılında Irak işgal edildi, Mısır, Sudan, Tunus, işgal edilip liderleri değiştirildi. 2011 yılında Libya işgal edildi ve lideri Kaddafi linç edildi. 7 Aralık 2024 te Suriye dağıtıldı ve şimdi hedefteki devlet İran.
Şu sıralar Türkiye’nin etrafında inanılmaz gelişmeler oluyor. İsrail katliamlarında öldürülen 51 bin Filistin vatandaşından geriye kalanlarının da ABD/İsrail işbirliği ile Gazze’den dışarıya atılması bekleniyor ve şimdiden bunun adına da İslami bir sıfat eklenerek Hicret ile adlandırılıyor! Muhtemeldir ki neye niyet neye kısmet kabilinden Türkiye’nin Kuzey Suriye’de inşa ettiği briket evlere yerleştirilecekler. Tıpkı bir 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında şehit kanlarıyla sulanmış Türk topraklarından geçirilerek Suriye’nin kuzeyine yerleştirilen Kuzey Irak’tan gelen Peşmergenin, ABD askerlerince eğitilerek bugünkü PYD/YPG terör örgütünün yapılandırılmasında olduğu gibi. Dedim ya neye niyet, neye kısmet. Acaba bu gibi olayların bu şekilde neticeleneceğini bilmiş olsalardı Türk devleti bu vahim hatalara gene de düşer miydi bilemiyorum.
Suriye’de Esat devrildikten sonra ABD, Türkiye ve Avrupa da terör örgütü sayılan HTŞ’nin Suriye lideri Ahmed El-Şara, devlet başkanlığı görevine getirildi. Sanırsınız 2011 den bu yana Suriye’de yaşanan olayların ve Esat’ın devrilmesinin sebebinin emperyalist devletlerle birlikte bir parçası da biz değilmişiz gibi sütten çıkmış ak kaşık misali oradaki havayı lehimize çevirme gayretkeşliğine büründük. ABD başkanı Trump’un gazına gelen Erdoğan ve Türkiye dışişleri bakanı, Ahmed Al-Şara ile boy boy resim vermesine rağmen Suriye’de Türkiye’nin hayal ettiklerinin hiç birisi gerçekleşmedi. PYD/YPG güya silah bırakacaktı ama olmadı, silahlarıyla birlikte milli orduya katıldılar. Ayrıca Suriye meclisine adam verdiler. Türkmenlerin nüfusu Suriye Kürtlerinden daha fazla olmalarına, Esat güçlerine karşı Özgür Suriye Ordusuna 1500 kişiyle katılmalarına rağmen, Türkmenlerden meclise giren olmadı.
Ege Adaları, Mavi Vatan ve Kıbrıs
Yunanistan, 2004 yılından bugüne kadar İzmir, Aydın ve Muğla vilayetlerimize bağlı Ege Denizinde 22 ada ve bir kayalığımızı işgal etti ve işgal ettiği adalara gelip cumhurbaşkanlarından bakanlarına kadar Türk Milletine nispet yaparcasına göstere göstere kuzu çeviriyorlar. Bunlara karşı yetkililerimizin: “Bir gece ansızın gelebiliriz” sözünden başka bir tepkilerini duymadık.
Bir zamanlar Akdeniz’de MAVİ VATAN sevdamız vardı, o sevda üzerine Güney Kore’den 2 adet sondaj gemisi aldık. AB, ABD, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum yönetiminden gelen tepkiler üzerine gemilerimizin birisini Somali’ye, diğerini Antalya Limanına çektik.
Kıbrıs, Türkiye için çok önemli adeta uçak gemisi görevi yapıyor. Hindistan’dan başlayıp, Ortadoğu ülkelerinden geçerek Avrupa’ya ulaşacak olan enerji koridorunun Güney Kıbrıs üzerinden geçirilmesi planlanıyor. Biz sadece bu olayların seyrine bakıyoruz.
Ayrıca Kıbrıs adasında Türkiye’nin garantörlük hakları var. Garantör ülkenin, siyasi, ekonomik, diplomasi ve askeri müdahale hakları var. Biz bu garantörlük hakkımızı 1974 yılında Kıbrıs adasına askeri müdahaleyle kullandık. Orasının önemini bizden önce kavrayan ABD ve İngiltere GKRC ’ne üsler kurdu. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden üç tanesi Avrupa Birliğinin baskılarıyla GKRC ‘ne Büyükelçilik açtı. Bu üç Türk devletinin orada Büyükelçilik açması; “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tanımıyorum, orada bulunan Türk askeri, işgalcidir” manasını taşımaktadır. Yetkililerimizden nasıl bir tepki gelecek merakla bekliyoruz.
Yönetilemeyen Türkiye
Türkiye’ye nereden nasıl bakarsanız bakın iyi yönetilmiyor. Özellikle son yıllardaki uygulamalara demokrasi ile yönetilen hiçbir ülkede rastlayamazsınız. Türkiye adeta kapalı bir hapishane durumunu andırıyor. Gün geçmiyor ki, şafak operasyonlarıyla 40 kişi, elli kişi gözaltına alınmasın. Gösteri ve yürüyüş haklarını kullanan geleceğimizin garantisi gençlerimiz, coplanarak yerlerde sürüklenerek gözaltına alınmasın.
İstanbul Belediyesi ve diğer Kayyum atanan belediyelerde vatandaşa hizmetler adeta durmuş vaziyette. Yetkili kişilerin birçoğu, ya gözetim altında ya da tutuklu olarak yargılanmaktalar.
Türkiye ekonomisiyle, hukuk yapısı ile milli eğitim ve sağlık dâhil birçok alanda yerlerde sürünüyor. Acilen mecliste gurubu bulunan partiler, ülke yönetimi için bir masa etrafında toplanıp çözüm aramak zorundadırlar. Çok kırılgan bir ekonomiye sahibiz. Bir belediye başkanının tutuklanması dâhi Türkiye’nin 60 milyar dolar kaybına neden oluyor.
Milletin hâkimiyet ve egemenliğini; efkâr-ı umumiye / kamuoyu temin eder ve sağlar. Bunun amansız düşmanı ise, istibdattır. Ancak istibdadı devam ettirmek ve sürekli kılmakla, bu hâkimiyet son bulur! İhtilâfı ilka / fikir ayrılıklarını telkîn edip aşılamak sûretiyle, bu millet hâkimiyet ve egemenliği yara alır. Efkâr-ı umumiyeyi / kamuoyu ve umumun düşüncelerini; tefrika ve bölünmelere uğratmakla, bu hâkimiyet kararmaya başlar!
Ayrıca, efkâr-ı umumiyeyi aydınlatan maarifi sona erdirmek, cahillik ve bilgisizliğin yayılmasına yardım etmekle; millet hâkimiyeti sönmeye yüz tutar!
Milletin toplumsal hayatının kefili ve hukukunu muhafaza edip koruyan ise efkâr-ı umumiyedir.
Bunu temin edecek olan da, ittihad / birlik beraberlik içindeki efkâr-ı umumiyenin keskin kılıcı, yol gösterici rehberi / kılavuzu olan maarifi / eğitim ve öğretimi sağlayacak olan kurumlardır. Ancak, bu tesis ve kurumlarla, hâkimiyeti devam ettirmek ve başarı göstermek mümkün ve olasıdır.
Saat Ne Diyor?
Öğretmen bir vesîle ile öğrencilere, duvardaki saati göstererek sordu:
– Çocuklar! Saat durup usanmadan, devamlı olarak ne diyor?
Öğrenciler, bu soru karşısında tuhaf tuhaf birbirlerine baktılar! Şaşkınlık gösterdiler! Tabii ki, bu soruya bir anlam veremediler. Acaba ne demek istemişti öğretmen?
Öğrencilerden biri, çekine çekine:
– Hocam bu ne biçim soru?
Başka biri:
– Hocam! Saat hiç konuşur mu?
Diğer biri:
– Hocam, ne demek istiyorsunuz?
Bir başkası:
– Cevabı verilemeyecek soru sorulur mu?
Öğretmen, bu sorulmaz soruyla herkesi şaşırtmış, düşünmelerine yol açmış! Fakat, istediği cevabı alamamıştı! Öğrencilerin meraklı bakışları, heyecanlı bekleyişleri karşısında, yavaş yavaş konuşmaya başladı:
– Sevgili çocuklar! Elbette saat konuşmaz. Fakat bir de hâl dili vardır. İşte duvardaki saat, hâl diliyle konuşuyor ve “İnsan! İnsan!” diyor! Çünkü saat, saat oluşunun farkında değildir. Niçin yapıldığını ve işlevini bilmez. Yine de “Tik Tak, Tik Tak!” sesleriyle, insana zamanı bildirmekte. Lâkin bu yaptığının farkında olmayışı; görevini yapmaya engel olmaz.
– Evet çocuklar! Saati, zamanı bildirsin diye İNSAN yapmış, İNSAN kurmuş ve çalışmasını İNSAN sağlamıştır. Saatin bütün bunlardan gafil oluşu; vazîfesini yapmasına mani’ ve engel değil. Demek ki ne diyormuş saat?
“Bana soruyorlar ne olacak bu Kıbrıs’ın hali diye oysa ki ben bu yazıyı Aralık 2015’te yazmışım. Dikkatli okursanız değişen bir şey yok!
Türk düşmanları her zaman ve her yerde olduğu gibi yine ayağımızı kaydırmaya çalışıyorlar… İçeride tribünlere uluslararası arenada ise aleyhimize çalışan bir dış politika anlayışımız var… Türk devletlerinin Kıbrıs’ın Güneyinde elçilik açmasını herkes kendine göre değerlendiriyor ama Türk’ün lehine pek yorum yapan yok gibi! Ne ise tam 10 sene önce yazdıklarıma dönelim… Bizim cenahta bu konuda da bir değişiklik yok!”
“Şimdi küresel güçler (bugünde öyle) Kıbrıs’ı yine masaya yatırttı. Bizimkilerin eli çok zayıf. Olmayan bir Kıbrıs sorunumuzdan kurtulmaya çalışıyorlar. Tıpkı 100 küsur sene önce Balkan sorunundan kurtulmaya çalışan Osmanlının yöneticileri gibi! Tarih yine tekerrür mü, edecek? Ona siz karar vereceksiniz!
“Türkiye’nin başı, Güneydoğu’da yoğun bir çatışma süreci yaşanan PKK ile dertte…”(Günümüzde de PKK ile müzakere edilmeye çalışılıyor)
Türk Milleti de haliyle buraya odaklanmış durumda ama etrafında en az bunlar kadar önemli gelişmeler oluyor. (Bugün Türk Milletinin nereye odaklandığı belli değil)
Bunlardan ikisi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden vazgeçilmeye çalışılması ile Ege Denizindeki Türkiye’ye ait adaların Yunanistan tarafından işgaline göz yumulmasıdır. Yazımızın konusu olmayan ama dikkatinizi çekmek istediğim üçüncü bir konu ise Bulgaristan’daki Türk siyasetinin (HÖH), düşürülen Rus uçağı bahane edilerek parçalanmak istenmesidir.
Benim çocukluğum, Kıbrıs için söylenilen “Ya taksim, ya ölüm” ya da “Kıbrıs’ı satanı bizde satarız” sloganlarını dinlemekle geçti.
Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında; günlerce yapılan karartmayı ve evimizin pencerelerini defter kaplama kâğıdı ile kapatışımı asla unutmam.
Rahmetli Turan Güneş’in, “kızı Ayşe’yi tatile çıkartışı”da hafızamdan hiç silinmez.
Yine rahmetli olan “Büyük Türk” Rauf Denktaş’ın mücadelesi, bizim Kıbrıs için düşündüklerimizin rehberidir. Keza diğer Kıbrıslı Türkler içinde aynı şeyleri düşünür ve hissederim.
Kıbrıs ve Kıbrıslı Türkler, Türk Milleti için çok önemlidir ama esas olan Kıbrıs’ın kesbettiği stratejik önem Türkiye için daha da çok önemlidir.
Kıbrıs’ı kaybederseniz, Doğu Akdeniz’e çıkamazsınız. O bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarında hak iddia edemezsiniz. Dahası Türkiye’de evinizde rahat oturamazsınız! Bu o kadar önemli mi derseniz, size yediğiniz ekmek ve içtiğiniz su kadar önemlidir cevabını veririm.
Ve bu önemde bir Kıbrıs, malum güç ve kişilerce Rumlara verilmek üzeredir (Bugünde öyle mi acaba demeden edemiyorum) Hem de Denktaş’ın; Mehmetçiklerin ve Lala Mustafa Paşa’nın leventlerinin kemiklerini sızlatırcasına!
Ege’deki adaları teslim edişimiz, Girit’ten bu yana günümüze kadar olan süreçte politikalarımızın değişmeden devam ettiğini gösteriyor… (Yani hep veriyoruz bakalım nereye kadar!)
Bu nasıl bir ihanettir ki, Türk vatanı Anadolu’ya yapışık Sakız, Rodos, İstanköy, Meis, Simi, Midilli gibi adalar Yunanistan’a peşkeş çekilip durdu…
Şimdi bunlara 18 ada daha eklendi. Türkiye tarafında, medya ve siyasette “çıt” yok… Sen git bakalım Yunan hükümranlığında olan adaları işgal et, dünyanın nasıl ayağa kalktığını gör!
Bu adaların işgal edilmesi önemli mi? Hem de çok önemli… Birincisi Ege Denizi bir Yunan Denizi haline geliyor. İkincisi tartışmalı olan kıta sahanlığı meselesi nedeni ile Yunanlılar topraklarımız üzerinde hükümranlık iddia etme hakkına kavuşuyor. Üçüncüsü yeraltı ve yerüstü zenginlikler Yunanlıların eline geçiyor.
Ege’deki adaların Yunanlılara terki ile KKTC’den vazgeçilmesi, Akdeniz ile Ege Denizi’ni Türkiye’ye kapatıyor. Ve böylece üç tarafı denizle çevrili olan bir Türkiye kara devletine dönüşüyor.
Yani Türk Milletinin varlığı ve istikbali açısından çok önemli bir konu!
Yeterince tartışıyor muyuz? Gündem oluşturuyor muyuz? Siyasal tepki veriyor muyuz? Güvenliğimizi sağlamakla görevli Türk Silahlı Kuvvetleri ne yapıyor? Bu ve benzeri sorulara ne yazık ki, müspet cevaplar veremiyoruz.
Keşke 40 yıl önce olduğu gibi “Kıbrıs’ı ve Adaları, Rumlara (küreselcilere) satanı biz de satarız” diye haykırabilecek durumda olsaydık. Ama görüyoruz ki, çoğunluğun böyle bir sorunu yok. Biz anlattık belki sizin bundan sonra olur!”
Bunları ön yıl önce yazdım ama bizim cephede bir değişiklik yok! Bir avuç Türk direniyor o kadar!
Milliyetçilik duyguları yüksek bir arkadaşım, memleketimiz siyasilerinin, eğitimcilerinin söylem ve uygulamada, kendisine göre, yaptıkları yanlışlıklar üzerine atıp tutuyor, ahkâm kesiyor. Ben de onu dinliyorum. Benden istediği sert desteği alamayınca “Benim için fark etmez kardeşim, benim gideceğim yer var, Batum’a giderim.” deyiverdi. Ben de “Benim de var, Azrail’in geldiği o son dakikada, bu toprakların bağrına gideceğim.” diye cevap verdim.
Yorum sizin.
Bu ülkede güzel işler de yapılıyor, çünkü güzelliği yayan güzel insanlar da var. Kötümserlik adına birbirimizi doldurmayalım.
Kocaeli Büyükşehir Belediyesi, Sağlık ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığı bünyesinde bir kulüp kurulmuş. Adı, “Saygınlar Kulübü”. Bu Kulüp’e altmış yaş üstü herkes üye olabiliyor ve kulübün etkinliklerine aktif ya da pasif olarak katılabiliyormuş. İzmit’in en gözde lokasyonunda kaliteli bir mekân inşa edilmiş. Ziyaretçilere çay, kahve ücretsizmiş.
Geçtiğimiz hafta kulübün açılışı ve tanıtımı yapıldı. Belediye adına, başkan Doç. Dr. Tahir Büyükakın konuştu, saygınlar adına da benden bir konuşma istendi. Başkan, Kulüp’ün gereğinden ve muhtevasından söz etti. Verilen bilgiye göre, Kulüp bünyesinde “Akademi Topluluğu”, “Yeşil Sevenler Topluluğu”, “Kültür Sanat Topluluğu”, “Dede-Nine Torun Topluluğu”, “Beş Çayı Topluluğu”, “Sağlıklı Yaşam Topluluğu” adlarıyla birimler oluşturulmuş. Bu toplulukların altında başka başlıklarla çok sayıda üniteler belirlenmiş. Her birim, karşılık bulsun istenmiş, kişilerin bireysel ve sosyal ihtiyaçları düşünülerek tespit edilmiş.
Bir tarafta Saygınlar niteliğiyle 60 yaş üstündekiler ve diğer tarafta yöneticiler olduğu için hitabetimi bu çerçevede belirledim. Yapılan yatırımın küçümsenmeyeceğini, oldukça nitelikli, taktire ve teşekküre değer olduğunu vurguladım. Özellikle yöneticilere hitaben “istiridye avcılarına ihtiyaç var” diyerek istiridyelerin hayatını anlattım:
“Bilindiği gibi istiridye denizin diplerinde yaşar, Besin almak ve teneffüs etmek için kabuklarını açmaları sırasında içlerine deniz kumu girer ve kumlar istiridyeye acı verir. İstiridye, salgıladığı sedef sıvısıyla bu acıyı hafifletmek ister. Sedefle sıvanan kumlar inciye dönüşür. İstiridyeyi değerli kılan işte bu incidir. İstiridye avcıları, istiridyenin canını acıtan değersiz sert kumun inci olan tanelerini istiridyenin kabukları arasından alarak hem hayvanı rahatlatırlar hem de paha biçilmez değerdeki inciye sahip olurlar. Yaşlıların birikimleri, yaşadıkları, hayatta yedikleri kazıklar, gözyaşları, akıttıkları terler, her biri, kumun inciye dönüşmüş halidir, istiridyenin kanatları altında keşfedilip değerlendirilmeyi beklemektedir. Değerlendirme görevi de yetkinlik makamında bulunan kişilerindir.”,
Teklifsiz tenkit, samimiyetsizliktir. Konuşmamın son kısmında şu tenkidi yaptım: “Biz zamanın emanet, aldığımız her nefesin hesabı olduğuna, kıyametin koptuğunu görsek ağaç dikmek gerektiğine inanırız. Kendimizi gerçekleştiremediğimiz hiçbir eylem bizim neslimize mutluluk vermez. Faaliyet başlıklarına baktığımda daha çok hobileri gerçekleştirmeye, zamanımızı mutlu geçirmeye yönelik içerikler görmekteyim. Biz hoşça vakit geçirme peşinde, gülücük saçarak ölme arzusunda olan insanlar değiliz. Biz bir şey üretmek isteriz, rol model olmak isteriz, biz ağaran saçlarımızla, derinleşen yüz hatlarımızla, kamburlaşan omuzlarımızla memleketimizin geleceği olan gençlere örnek olmak, yol açmak, rehberlik yapmak, eser vermek, kalıcı ürünler ortaya koymak isteriz. Yaşlılar dezavantajlı grup değildir, her biri peşinden gidilecek kılavuzdur, istikamet bulunacak kutup yıldızıdır. Bu içerikte yeni başlıklarla yeni etkinlik alanları oluşturulması talebimizdir.”
Kaş yapayım derken göz çıkarmamak lazım. İyi niyet çok önemli, ancak yetkinlik de önemli. Çocuklara ve dezavantajlı diye nitelenen insanlara yönelik yapılan iyi niyetli çalışmalarda da zaman zaman bu tür eksiklikler yaşanıyor. Proje sahiplerinin, iyi niyetinden hiç şüphem yok. İş yapılan yerde hata da olur, eleştiri de olur. Marifet iltifata tabidir. Bize düşen, yetkinlik makamında bulanan kişileri, iyi niyetle ortaya koydukları projeler dolayısıyla alkışlamaktır, marifetlerinin devamı amacıyla onlara iltifat etmek, değerbilir olmaktır.
Memleketim adını taş taş üstüne koyan herkes, adı bilinsin veya bilinmesin, birer kahramandır, takdire ve teşekküre layıktır, kendisine dua edilmeyi hak etmiştir. Bizim gidecek yerimiz yok, “Kimse yok mu?” dendiğinde bile iyilerle beraber “Biz buradayız.” diyenlerden olmak ne güzel.
İki haftadır ABD’deyim. Baktım, buraya son gelişimden bugüne otuz yıl geçmiş. Az vakit değil. O halde şu soruları sorabilirim: 1) Otuz yıl önceki ABD ile şimdiki arasında ne gibi farklar var? 2) Otuz yılda unutup şimdi yeniden hatırladıklarım, özellikle Türkiye ile Amerika arasında ne farklar var?
Tesadüf bu ya, otuz yıl önce de bu bölgeye, Atlanta’ya gelmiştim. O zaman bizim eğitim şirketimiz SEBİT adına IBM ile görüşecektik. Başkan yardımcısı ile görüşmüş ve “CD üzerinde içerik çıkarmayın, CD devri geçti, her şeyi internet üzerinden yapın.” nasihatini almıştık. Bir de IBM’in binasından içeri girerken güvenlikte oturan kızcağızın, “Vatandaş mısınız?” sorusuna, “Evet ama bu ülkenin değil.” cevabını verdiğimi hatırlıyorum. Kızcağız “Evet/ Hayır” beklerken bu karşılıkla, kafasının içindeki çarklarda dişli atladığını görür gibi olmuştum.
Değişiklik var mı? 1995’te, bir alışveriş için belirli bir dükkânı sorduğumda otelin konsiyerjinin yeri tarif ettiğini ve “Fakat o semte gitmek tehlikelidir. Orası siyah mahallesi.” dediğini hatırlıyorum. Bugün olsa: 1) Google varken konsiyerje sormam tabii ve 2) Asıl değişiklik şu: Böyle bir tehlikenin artık bulunmadığını hissettim. Tek tük çirkin olaylar hâlâ yaşanıyor ama öğrenci olarak bu ülkeye geldiğim 1966’dan 2025’e, neredeyse 60 sene içinde ABD’de siyah – beyaz gerginliğinin sürekli azaldığını gördüm. Bugün de en aza inmiş gibiydi. Bu izlenimini naklettiğimde beni uyardılar: “Atlanta’nın içinde değil zengin bir semttesin. İşler sandığın kadar tıkırında değil. Hele Trump ile birlikte ırk gerginliği tekrar yükselişe geçti.” Gerçekten haberlerde Trump’ın DEAI denilen mevzuatı tersine çevirme peşinde olduğu tartışılıyordu. Bu, çeşitlilik, hakkaniyet ve kapsayıcılık kelimelerinin İngilizcedeki baş harfleri, yani bizdeki pozitif ayrımcılığın karşılığı.
ABD – Türkiye
Türkiye ile farklar?
İyi farklar da var, kötü farklar da tuhaf farklar da.
Tuhaftan başlayayım: Otoyollarda reklamlar var. Eh bizde de vardır. Ama bizdekiler ülke çapında iş yapan şirketlerin reklamlarıdır. Burada çoğunluk yerel mal ve hizmetlere ait. Mesela tesisat ustası falanca otoyolda koca bir panoya reklamını koymuş. Fakat en şaşırtanı avukatların reklamları. Toplam reklamların yarıdan fazlası avukatlara ait. Bizde yasaktır. Burada otoyollar avukat reklamı dolu. Çoğu da otoyolla yakın ilişkili: “Kaza mı yaptınız? Büyük bir tazminat almanız için falan avukat.”, “İçkiliyken direksiyonda mı yakalandınız? Filan avukat.” Başka konular da var: “Eşinizi çekmeğe mecbur değilsiniz. Boşanın. Filanca avukat.” Bizde neden yasak olması gerektiğini anlar gibi oluyor insan.
Yukardaki paragrafı yazdıktan sonra her şeyi bilen yapay zekâya sordum. Yasakmış üstelik Türkiye Barolar Birliği Reklam Yasağı Yönetmeliği bile varmış. Tevekkeli değil bizde sık sık avukatlarımızın kanunlar hakkında analizleri çıkar internette. Bunlar tabiatıyla reklam değil kamu hizmetidir. Hekimlerin tercihan televizyonlarda verdikleri kamu hizmeti gibi.
İyi günler, Nasılsınız?
İyi farklar… İnsanlar güler yüzlü ve olağanüstü saygılı. Tek tek veya grup hâlinde belli bir mesafeye yaklaşırsanız mutlaka önce tebessüm, duruma göre de “Nasılsınız?” veya “İyi günler.” İle karşılanıyorsunuz. Aynı saygı ve düşüncelilik trafiğe de yansıyor. Sağ şeritten sola, sol şeritten sağa dönemezsiniz. Aklınızdan bile geçiremezsiniz. Dur, yol ver levhalarında yavaşlanmıyor; tamamen duruluyor. İngiltere’de de direksiyon sınavında bu levhalarda el freni çektirildiğini duymuştum. Otuz yıl önce araba kullanırken ışık olmayan bir kavşakta, önümdeki arabanın hemen ardından kavşağı geçtiğimde, yanımdaki Amerikan arkadaşımın uyarısını hatırlıyorum. Bir araba geçince, arkadan gelen, diğer yoldaki bir arabanın geçmesini beklemeli. Bu kurallara insanlar kendiliğinden uyuyor. Polis veya kamera korkusuyla değil. Trafikte açıkgözlük yapılamayınca açıkgözler dâhil herkes, gideceği yere daha çabuk varıyor. Ve temizlik: bırakın şehri, kırlık alanda bile tek kola tenekesi veya çöp yok.
Bir kayıt: Her yer böyle değildir. Atlanta çevresindeki bu güler yüz ve saygıyı mesela New York veya Los Angeles’ta bulamazsınız.
Sağlık hizmetine erişmek zor
Kötü farklar? Sağlık hizmetine ulaşmak çok zor. Hastaneler, dev sağlık sigortası şirketleri ve uluslararası ilaç firmaları piyasayı sıkı sıkı tutuyor. Bu yapı, başka seçeneklerin nüfuz edemeyeceği bir tekel oluşturmuş. Ciddî bir vaka için on saat beklenip sonunda bir pratisyen hekime ulaşıldığının şahidiyim. Asıl yapılması gereken tetkik için önce bir hemşireden- evet hemşirenin sizi görüp muayene etmesi için- sonra da o sevk ederse bir uzman hekimden randevu alıp tetkikiniz 1,5- 2 ay sonraya zamanlanıyor. Bizde hem daha çabuk hem daha ucuz ama arayı kapatmak için de elimizden geleni yapıyor gibiyiz. Son on- yirmi yılda hasta açısından işler kolaylaşmadı, zorlaştı. ABD’de hastanede rastladığınız doktorların hemen hepsi taze Amerikan vatandaşı. Gittikçe daha çok Türk doktora da rastlayacağız gibi.
Tabii hem burada hem de Türkiye’de ve dünyada bugünlerde Trump konuşuluyor. Belki ben de yazarım ama bu konu özel gözlemlerimin kapsama alanının dışında.
Anayasa Mahkemesi’nin (AYM’nin) kuruluş yıldönümü töreninde, AYM Başkanı Kadir Özkaya CB Erdoğan’ın huzurunda bir konuşma yaptı. Özkaya konuşmasında Kur’an’dan ve diğer kadim kaynaklardan da alıntılar yaparak, “Mahşer ortamındaki yargılanma”yı hatırlattı.
“Hiçbirimiz ebedî değiliz. Gün gelecek hepimiz için ortaya bir terazi konulacaktır… Bir gün mutlaka mizan kurulacak, hesabı bizlerden sorulacak. Yapılan iyilik veya kötülüğün hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, bir gün mutlaka karşımıza çıkacağı ve bizden bunun hesabının sorulacağı unutulmamalıdır” dedi.
Yargıya güven iyice azaldı. Hemen her güne, yargı eliyle yapılan siyasi sonuçlu operasyonlarla uyanıyoruz.
Bu ortamda Anayasa Mahkemesi Başkanının “Hakkın ayakta tutulması ve adaletin sağlanması bakımından en önemli sorumluluk hâkimlere düşmektedir.Hâkimler daima hak ve haklının yanında olmalıdır.Hiçbir neden, onları hakkı ayakta tutmaktan alıkoymamalı, adaletsiz davranmaya yöneltmemelidir.Herhangi bir dışsal etki altında kalmadan tarafsız bir tutumla özgürce karar vermelidirler” demesi önemlidir.
Ancak AYM Başkanının mahşer ortamına gelmeden de “hukuk devletinde” hiçbir hukuksuzluğun ve kötülüğün cezasız kalmayacağını, kanunlar karşısında herkesin eşit olduğu ve yargılamaya müdahale eden “dışsal etki” yaratanların da yargılanmaktan muaf olmayacağını vurgulaması yeterli olmalı idi.
Bunun yerine, benim de gönülden inandığım, “mahşer ortamındaki yargılamaya” atıf yapması mevcut sistem içinde yargının görevini yapamadığını görmekten kaynaklanmış olabilir.
Belki de AYM Başkanının dini referanslara başvurmasında muhataplarının başında “nas var, sana bana ne oluyor” diyen Cumhurbaşkanının orada olması etkili olmuştur.
**********************
Eski AYM Başkanı Da Mahşerdeki Hâkimi Hatırlatmıştı
Yeni AYM Başkanı Kadir Özkaya’nın bu konuşma metnini okurken bir yandan AYM’nin önceki dönem Başkanı Zühtü Arslan tarafından AYM’nin 61. Kuruluş yıldönümünde 25 Nisan 2023 tarihinde Cumhurbaşkanının huzurunda yaptığı konuşma aklıma geldi.
Zühtü Arslan bu konuşmasında Namık Kemal’i yargılayan hâkimin duruşu ve bağımsız karar vermesinde etkili olan “mahşer ortamında yargılanmaya” olan inancının etkisini anlatmıştı.
“Meşrutiyet Dönemi’nde ünlü şair ve yazar Namık Kemal yargılanmaktadır. Sanık Namık Kemal’i yargılayan İstinaf Mahkemesi Başkanı Abdüllatif Suphi Paşa’dır. Namık Kemal bu hâkime birkaç yıl önce yazdığı bir yazıda “mezar soyguncusu” demiştir.
Başta Padişah 2. Abdülhamid Han olmak üzere etkili yerlerden Namık Kemal’e ceza verilmesi yönünde telkinler yapılmaktadır.
Bunların etkisiyle, başta Namık Kemal olmak üzere hemen herkes mahkûmiyet kararı beklemektedir. Ancak beklenenin tersine, Namık Kemal’i hürriyetine kavuşturan bir karar verilmiştir.
Karar sonrası akşam, kızı Mahkeme Başkanı Suphi Paşa’ya bu kararı verirken korkup korkmadığını sorar. Suphi Paşa’nın cevabı tüm zamanların hâkimlerine unutulmaz bir ders niteliğindedir:
“Yarın Hünkârın da benim de huzuruna çıkacağımız bir hâkim vardır ki, yalnız ondan korkarım!”
Bu konuşma Sultan 2. Abdülhamid’e iletilmiş fakat hâkim Abdüllatif Suphi Paşa görevine devam etmiştir.
**********************
İktidarın Bakışı
Şimdi AYM Başkanları Cumhurbaşkanının yüzüne karşı ahireti, mahşeri, ilahi adaleti hatırlatıp uyarılar yapabilmektedir. Bu uyarılar Osmanlı padişahlarına söylenen “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” ritüeline dönüşmek üzeredir. Fakat etkisiz kaldıkları ve yargıya olan güvensizliğin artmasına çare olamadıkları görülmektedir.
Çünkü Cumhurbaşkanı aynı zamanda iktidardaki siyasi partinin genel başkanıdır. Partili CB işine gelmeyen kararlar verdiğinde AYM ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını bile uygulamamaktadır.
İktidar ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bir sene önce “Anayasa Mahkemesi artık milli güvenlik sorunudur. Mahkeme başkanı ve mahut üyeler devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, toplumsal huzur ve güvenliğin muarızı haline gelmişlerdir. Böyle gidemez, böyle bir mahkeme yapısı Türkiye’de yüksek yargı organları içinde yer alamaz, almamalıdır” demişti.
Bahçeli’nin AYM’yi kapatma niyetini garipsemedik. Çünkü “Erdoğan Anayasa uymuyorsa biz Anayasayı O’na uyduralım” diyerek Türkiye’yi tek adam yönetimine getiren bir siyasetçiden bu beklenirdi.
Bu durumda Yasama, Yürütme ve Yargı yetkilerini tek başına kullanma imkanına sahip devlet başkanına “mahşer ortamında yargılanmayı” hatırlatmak önemli ve değerlidir.Ancak bu hatırlatmaların olumlu bir etkisi olmasını beklemek, fazla iyimserlik olur sanıyorum.
**********************
AYM Başkanı İyi Niyetli Ama…
AYM Başkanı Kadir Özkaya da önceki dönem Başkanı Zühtü Arslan da iyi niyetli ve iyi birer hukukçu olduklarından şüphem yok. Ancak bu konuşmalarının olumlu bir etkisi olacağını sanmıyorum.
Çünkü Zühtü Arslan’ın hatırlatmasından bu yana hukuk devleti olmaktan daha da uzaklaştığımız açık.
Zühtü Arslan “Anayasal kimliğimizi oluşturan ilke ve değerlerin en büyük güvencelerinden biri bağımsız ve tarafsız yargıdır. Bu nedenle demokratik hukuk devleti olarakCumhuriyet bizden yargı alanında da ‘fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür’ yargı mensupları ister” demişti.
Türkiye’de bu özelliklere sahip hâkim ve savcıların sayısı hiç de az değildir. Siyasi davalarda “dışsal etkilerin” taleplerine göre karar veren az sayıdaki kötü örnek, halkın genel kanaatine çok olumsuz yansımaktadır.
İstanbul Anadolu Adliyesi Başsavcısının kendi adliyesinde yaşanan HSK’ya bildirdiği gibi yasadışı bahis çetesi lideri, gasp çetesi lideri, uyuşturucu tacirlerinin tahliye edildiği vb vakalar yaşanıyor. Siyasi davaların haricinde bu gibi haberlerin de yargıya güveni azalttığı muhakkak.
Bu yüzden Türkiye’deki Yargı sistemine/ mahkemelere güvenenlerinoranıyüzde 22,5 mertebesine indi. (Area Araştırması- Nisan 2025). 2022’de yüzde 33 olan yargıya güven oranı ileTürkiye 38 OECD ülkesi içinde 36. sırada idi. Şimdi yüzde 22,5 ile herhalde son sıraya yerleşmiştir.
“Adalet devletin temelidir” sözü doğruysa bu sonuç tam olarak bir “beka sorunumuz” olduğunu göstermektedir.