11.6 C
Kocaeli
Cuma, Kasım 7, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1350

Bankacılıkta neler oluyor?

Cumhuriyetimizin kurucuları ilk yıllardan itibaren ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlığın olamayacağını gördüler.

Bir yandan Duyun-u Umumiye idaresini tasfiye ederken, yabancıların kontrolündeki kurum ve şirketleri devletleştirerek milli bir sanayi ve milli ekonomi meydana getirmeye çalıştılar. Diğer yandan özellikle 1950 den sonra artan şekilde bir Türk özel sektörü oluşturmak için gerekli çaba gösterildi.

Osmanlının son dönemlerinde İngilizlerin kontrolündeki Osmanlı Bankası’nın oynadığı olumsuz rol dikkate alınarak bizzat Atatürk’ün şahsi servetiyle de desteklediği İş Bankası’nın kurulması, Ziraat Bankası ve diğer devlet bankalarının yanı sıra özel bankacılığın gelişmesi için ciddi gayret ve fedakârlıklar gösterildi.

Gerek devlet bankalarımızın ve gerekse özel bankalarımızın kötü yönetilmeleri sonucu ilk grupta görev zararı, ikinci grupta ise hortumlama adıyla tarihe geçen, sonuçta zararın tamamını Türk halkının ödediği ciddi yolsuzluklar yaşandı. 22 banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredildi.

Son yıllarda Bankalar Yasası on defa kişilere, kurumlara ve olaylara özgü biçimde değiştirildi.

Getirilen yeni kurallarla, Türkler kolay kolay bankacılık yapamaz hale getirildi. Sonunda, kamu ve özel bankalarımız el değiştirmeye ve yabancılara satılmaya başladı.

Biz sarsıntıdan bankacılık müessesesini sağlam kurallarla yönetilir bir duruma geldik diye sevinirken bir de ne görelim? Bankalarımız teker teker yabancıların eline geçmeye başladı.

Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcımız, Yabancıların sektördeki payının önce % 15, sonra % 25 ve nihai olarak da % 50 olabileceğini, “endişeye mahal” olmadığını açıkladı.

Bazı uzmanlar Ziraat Bankası haricinde hiçbir bankamızın direnemeyeceğini ve yabancıların eline geçeceğini iddia ediyor. Muhtemelen Ziraat Bankası da özelleşme kapsamına alınacak ve Türkiye önümüzdeki beş on yıl içinde bütün bankalarını yabancılara devretmiş olacak.

Yeni düzenlemelerde getirilen hükümlere göre herhangi bir yabancı bankada kriz öncesi bazı bankalarda yaşadığımız hortumlama olaylarının benzeri olursa, bu bankaların “hâkim ortağı”nın ülkesine gidip gözaltına alamayacak, “hortumcu” ilan edemeyeceğimiz gibi, yurtdışına çıkışı engellenemeyecek ve Bankalar Yasası’nın “müsadereye ilişkin hükümleri” uygulanamayacaktır.

Demek ki, bu konulardaki bütün hükümler sadece milli sermaye için konulmuştur.

Yani milli bankalar ve yabancı bankalar için ayrı hukuk icat edildi. Buna TMSF’ye devredilen bankalar için icat edilen hukuku da eklersek bankacılık alanında 3 ayrı hukuk uygulanmaktadır ki, böyle bir uygulamanın Dünyada benzeri yoktur.

Milli bankanın gittikçe azaldığı bir ortamda iki Türk bankasını Yunanlıların alması da milli reflekslerimizi uyandırmaya yetmedi. Komşumuzun bu istekliliğini coşku ile karşılayanlarımız oldu. (Bir Türk müteşebbisi de Yunan Bankası almaya kalksa Yunan halkı ve devleti nasıl karşılar acaba?)

“Yüksek faiz düşük kur politikası” ile ithalatı da kolaylaştırıp dev adımlarla artırarak, milli ekonominin yok olması için her şey yapıldı.

Oysa bilmeliydik ki Tasarruf-yatırım dengesizliğini ve sermaye yetersizliği sorununu aşmanın yabancı bankalarla sağlanamayacağı açık bir gerçekliktir.

Bankacılık alanındaki gelişmeler ekonomik bağımsızlığımızı yok etme yolunda dev adımlarla ilerlediğimizi gösteriyor.

Cumhuriyetin kurucularının koyduğu milli ekonomi ve tam bağımsızlık anlayışı, “biz kendi kendimizi yönetmeye ehil bir millet değiliz, bizi gelişmiş ve yönetme yeteneği olan bir millet/devlet idare etsin” diyen mandacı zihniyete karşı yenilmek üzere.

Acaba dökülen onca kan, gözyaşı ve verilen bağımsızlık mücadelesi boşuna mıydı?

Yine yabancılar ağa, yine bizler maraba (hizmetkâr) olacak idiysek seksen küsur senedir neyin mücadelesini verdik?

Not: Bankacılık alanındaki düzenlemelerle ilgili bilgiler Yaman Törüner’ den alınmıştır.

Çanakkale Destanı

Türk tarihininin geçmişine bakıldığında destan özelliğini kazanan pek çok mücadele görülür. Ancak yakın dönem Türk tarihinin destanlaşmış en önemli mücadelesi şüphesiz ki “Çanakkale Savaşı”dır. Çanakkale Destanı’nın yıl dönümünün kutlandığı şu günlerde ben de sizlere bu hafta Türk insanın milli müdafaa gayretinin en üst noktada seyrettiği bu destandan bahsetmek istiyorum.

Çanakkale Muharebelerinde Türk kuvvetlerinin 57.000’i şehit, 100.000’i yaralı, 10.000’i kayıp, 21.000’i hastalıktan vefat, 64.000’i hasta olmak üzere toplam 252.000 zayiatı vardır. 1.Dünya Savaşı esnasında en çok can kaybı olan cephe Çanakkale cephesidir.

Çanakkale Cephesinde bu kadar çok zayiat verilmesinin en önemli sebebi büyük vatan şairi Mehmet Akif’in Çanakkale Destanı adlı şiirinde

Şu Boğaz Harbi Nedir?

Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi

şeklinde belirttiği gibi, bu cephenin coğrafyasından kaynaklanan stratejik önemine binaen dönemin güçlü devletlerinin tüm güçleri ile bu cepheye saldırmalarıdır.

Karşı tarafın bu gücüne karşılık,Türklerin hem askeri teknik ve donanım, hem de insan gücü olarak yetersiz olması zayiatımızın artmasına neden olmuştur.

Sevgili okuyucular, gözümüzde Çanakkale Muharebesini canlandırdığımız zaman ecdadın ne büyük bir iş başardığını anlayabiliriz. Karşınızda devrinizin en güçlü kara ve deniz ordusu, bunun yanında sizde ise sınırlı imkanlar…bu şartlar altında bir çok ordunun böyle bir durum karşısında morali bozulur ve savaşma gücünü kaybeder.

Buna mukabil ecdadımız sahip olduğu “vatan sevgisi ve şehitlik mertebesine olan inanç” sayesinde insan üstü bir gayretle savaşmış ve sonuçta zafere ulaşmıştır. Çanakkale Savaşı’nın kazanılması halka moral kazandırmış nitekim daha sonra yapılan milli mücadelenin temelleri de bu savaştan sonra atılmaya başlamıştır.

Tarihimizde bu muharebe “subaylar savaşı” olarak da anılmaktadır. Çünkü bu muharebede kayıtları tam belli olmamakla beraber yüzbinden fazla öğretmen, mülkiyeli, tıbbıyeli ve Türk Ocaklarında yetişmiş kalifiye insan gücü kaybedilmiştir. Kalifiye insan gücü kaybı ülke ekonomisini de zarara uğratmıştır.

Bu durumun etkileri Türkiye Cumhuriyeti kurulunca dahi devam etmiş, neticede Cumhuriyet inkilaplarının halka inmesi zaman almıştır. Nitekim Cumhuriyet’in kuruluşunun 10.yılında bestelenen marşta yer alan “10 yılda 15 miyon genç yarattık her yaştan” sözü bu eksikliğe binaen yazılmıştır.

Türk ordusunda varolan maneviyat yüksekliği ve şehitlik inancı cephede mucizevi olayların yaşanmasına vesile olmuştur: Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün savaş sırasında göğsüne gelen şaraplen parçasının saatine isabet etmesi, 257 kiloluk mermiyi Seyit Ali Onbaşı’nın “Ulu ve Yüce ALLAH’tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur!” duasıyla bir hamlede kaldırıp, topa koyup ateşlemesiyle Queen Elizabeth gemisini batırması; Yahya Çavuş ve 15 kişilik askerinin düşmanı püskürtmesi….

Çanakkalede en çok anlatılan mucizevi olay ise şudur:

“Conkbayırı’ nda kara savaşları sırasında 57 tümen her gün çamaşır değiştirir. Kirlilerini yıkar çalılara asar ve ertesi gün için kuruturmuş. Sebebi ise eğer şehit olurlarsa Allah’a temiz kıyafetlerle varma gayesiymiş. Savaşa çıkmadan önce namazlarını kılar ve ibadet ettikten sonra savaşa başlarlarmış. Maneviyatı kuvvetli bu insanlar Conkbayırı’nda düşman tarafından kıstırıldıkları anda gökten beyaz-gri bir bulut kümesi 57. Tümenin üzerine inmiş ve bulut yok olduğunda düşman askerleri ne olup bittiğini anlayamamışlar. Zira ortada tek bir Türk askeri bile yokmuş.” Gemiden bu olayı seyreden İngiliz Amirali Hamilton daha sonra savaş anılarında da bu olayı anlatmaktadır.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığım milletimizde varolan milli mücadele gücü daha sonra bir çok millete de örnek teşkil etmiştir. Nitekim Mısır Devlet Başkanı, Atatürk’ü ziyaret ettiği bir gün, milli mücadelemizi takdir ettiklerini aynı bağımsızlığa kendilerinin de kavuşmak istediklerini ve bu konu hakkında Atatürk’ün ne tafsiye edebileceğini sorar. Atatürk “Vatanı için canını verebilecek 1.5 milyon Mısırlı genciniz varsa bağımsızlığınıza kavuşursunuz”der.

Mısır Devlet Başkanı “Maalesef yok” diye cevap verince, Atatürk’te “O zaman sizin bağımsızlık ve istiklale kavuşmaya hakkınız yok” diye cevap verir.

Bir milletin istiklali o milleti oluşturan gençlerin milli ve manevi değerlere sahip çıkmalarında ve bu değerler uğruna mücadeleye hazır olmalarında yatmaktadır. Ecdadımız bu vazifesini en iyi şekilde yerine getirmiştir.

Umarım bizler de, bugün varolan tek tip insan yetiştirme modelinden sıyrılır, özellikle şu günlerde fevkalede ihtiyaç duyulan milli ve manevi değerlere bağlı, ayrıca “duyarlı” gençler yetiştirebiliriz…

93 Harbi

Geçen haftaki yazımda “Tarihle Yüzleşenler” başlığı altında tarihle yüzleşenlerin kimlerden meydana geldiğini ve yüzleşme tabirinin çift taraflı bir anlam ifade ettiğini belirtmiştim. Tarihle yüzleşmenin diğer tarafının da günümüzde Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda yaşanan ve Türk milletini derinden etkileyen olaylar olduğunu ifade ederek, 93 Harbi, 1912 Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşında yaşanan Türk göçlerinin öneminden bahsetmiştim.

Bu hafta sizlere 19. yüzyılda yaşanan ve Türk göçlerinin başlangıcı sayılan 93 Harbinden bahsetmek istiyorum.

19. yüzyıla genel olarak bakıldığında görülecektir ki bu yüz yıl Türk ırkının kıyıma uğradığı, siyasal ve sosyal tarih açısından dönüşüm yaşadığı bir yüzyıldır.

Türk tarihi açısından 19. yüzyılın en önemli olaylarından biri 1877 – 78 Osmanlı-Rus Harbi ve akabinde yaşanan göç hareketidir. 1820’li yıllardan itibaren Kafkaslar ve Balkanlar’da artan Rus gücüne binaen Müslüman-Türk nüfusu göçe zorlanmış, 93 Harbinden itibaren ise yaşanan göç hareketinin hızı artmıştır.

93 Harbinden önce Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayanların savaşa dair tutumları, ülkede yaşayan dönemin yabancı seyyahlarının eserlerinde görüldüğü üzere, halkın savaşı kazanma ümidi içerisinde, topyekun tüm halkın savaşa gitme gayretinde ve imkansızlıklara rağmen maneviyatlarının verdiği güçle zoru başarma azminde olmaları şeklindedir. Nitekim o dönemin savaşla ilgili eserlerine bakıldığında Türk askerinin mertçe ve şerefle vatanını koruduğu izleniminin hakim olduğu görülür.

Savaşın sonunda ise ülkede erkek nüfusunda büyük bir azalma görülmüştür. Mesela Amasya Sancağı’nda 15.000 kişi askere gitmiş ancak %10’u savaştan geri dönebilmiştir. Aslında ülke genelinde de savaşa gidenlerin ancak %10’u geri dönmüştür.

Bu savaş sırasında ülkenin beşte biri oranında toprak kaybedilmiş, bu durum halkın psikolojisini olumsuz noktada etkilemiştir. En son, belki de en önemli, vakıa ise Kafkaslar ve Balkanlar’dan Anadolu’ya yoğun göç hareketinin başlamasıdır. Göçe, tam rakam belli olmamakla beraber, 1 milyon 243 bin kişi başlamış; ancak yolda yaşanan Rus ve Bulgar kıyımları sebebiyle ancak %70’i İstanbul’a ulaşabilmiştir. Hatta o döneme dair halk arasında Tuna nehrinin bir ara kan ve bebek cesedi ile aktığı ifade edilmektedir.

Ülke içerisinde erkek nüfusun çok azalması sanayi ve üretimi de etkileyerek zaten darda olan ekonomiyi daha da dara düşürmüştür. Bu duruma bir de göçle gelenler eklenince halkın sefaleti artmıştır. Ülkenin tahıl ambarı olan, et ve süt ihtiyacının birçoğunun karşılandığı Balkanlar ve Kafkasların harple beraber elden çıkmasıyla ise gıda yönünden kıtlık da meydana gelmiştir.

Değerli okuyucular, bu hafta sizlere 1877-78 Osmanlı –Rus Savaşından bahsetmemin en önemli sebebi, malumunuz her zaman önümüze konan Ermeni göçü meselesine karşılık Türk göçünü anlatarak hafızalarımızı tazelemek, neyin ne olduğunu daha iyi kavrayabilmektir. Bu noktada en iyi yanıtı ünlü Amerikalı tarihçi Justin McCarthy şu değerlendirmeyi yaparak vermektedir: “Bulgarların, Ermenilerin, Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders kitapları, tarih kitapları, Türklerin uğradığı aynı tür kıyımları anmazlar. Çünkü böyle bir yaklaşım tedirgin edici bir tarih yaklaşımıdır. Çünkü bu yaklaşım, Türkleri kurban olarak göstererek öyküyü anlatmaktadır. Oysa, emperyalizmin tarih anlayışında Türklere biçilen rol bu değildir. Emperyalizmin Türklere biçtiği rol barbarlıktır, çağdışılıktır. Belki de günümüzde uluslararası barışın önündeki en büyük engel Batı’nın, Doğu halklarına bakışındaki bu çarpıklıktır.” Saygılarımla!…

Doğal Gaz

0

GAZ YAKIT ÇEŞİTLERİNDEN DOĞALGAZ

Milyonlarca yıl önce yaşamış, bitki ve hayvan artıklarının yer katmanları arasında basınç ve sıcaklığın etkisiyle kimyasal değişimlere uğraması sonucu meydana gelmiş, fosil kaynaklı bir yakıttır.

Doğalgaz esas olarak metan, etan, propan, bütan ve az miktarda karbondioksit gazlarının bileşiminden oluşmuştur.

Doğalgaz; Renksiz, Kokusuz, Zehirsiz ve Havadan hafif bir gazdır. Sonradan sarımsak kokusuna benzeyen bir kimyevi madde katılmaktadır. Kimyevi maddenin görevi, kullanım aşamasında bir gaz kaçağı olup olmadığını tespit etmek ve gerekli önlemleri almaktır.

Doğalgaz; yer altındaki boşluklarda, mağaralarda, terkedilmiş petrol kuyu- larında ve tuz yataklarında depolanmaktadır. 1 metre küp doğalgaz’ın en alt ısıl değeri 8.250 kcal/h olarak kabul edilmiştir.

DOĞALGAZ’IN AVANTAJLARI:

  • Doğalgaz; zehirsiz, külsüz ve dumansız bir yakıttır.Çevre kirliliğinin önlenmesi konusunda çok ciddi avantajlar sağlamaktadır.

  • Doğalgaz’ın depolama sorunu olmadığı için bağımsız dairelerde kullanılabilir. Ayrıca, depolamak gerekmediğinden yer tasarrufu sağlamaktadır.

  • Doğalgaz; verimli ve ekonomik bir yakıttır.

  • Doğalgaz; çok amaçlı kullanıma sahip bir yakıttır. Konutlarda, işyerlerinde v.s. ısıtma, pişirme ve sıcak su kullanımı amacıyla tercih edilmektedir.

  • Doğalgaz; yüksek verimli ve ekonomik bir yakıttır.

  • Doğalgaz; temiz bir yakıttır. Dolayısıyla cihazların arıza ihtimali, bakımı ve işletme giderleri çok düşüktür.

Ülkemizde doğalgazın sanayide kullanımını etkileyen faktörler, doğalgazın alternatif yakıtlara özellikle kömür ve fuel-oil ‘e göre getirdiği avantajlardır.Bu karşılaştırma da depolama, yakıt temini, verim ve çevre kirliliği açısından önemli bir etkendir.

KULLANICI OLARAK BİLMEMİZ GEREKEN PRATİK BİLGİLER:

Enerji Tasarrufu açısından;

Artan yakıt fiyatları karşısında enerji tasarrufunun önemi bir kat daha artmaktadır. Bir ısıtma sisteminin yatırım maliyeti sonrası işletme maliyetini de dikkate alınması zorunludur. Son yıllarda yakıt fiyatları önemli oranlarda artmaktadır. Enerji tasarrufu için yapılan yatırımlar yakıt tüketimini azaltmaktadır. Kullanıcı olarak önce aile bütçesine sonra da ülke bütçesine katkı da bulunmaktadır.

Kullanıcı olarak ek alacağımız önlemler sayesinde ciddi enerji tasarrufu elde edilmektedir. Bunlar;

  • Doğru Havalandırma; Pencereler çok kısa süre için tamamen açılmalı ve bu sırada termostatik vanalar kapatılmalıdır.

  • Aşırı Isıtmama; Oda sıcaklığının 20°C’nin üzerine çıkarmamaya gayret gösterilmelidir. Oda sıcaklığının bir derece düşük tutulması ile ısıtma masraflarında % 6 – 7 tasarruf sağlamaktadır.

  • Özellikle, radyatörlerin ve termostatik vanaların önü kapatılmamalıdır.

  • Kontrol panelinin teknik özelliklerinden faydalanarak cihazlar zaman programına göre çalıştırılmalıdır.

Termostatik Vana Kullanımının Avantajları:

  • Ekonomi açısından; Radyatörlere takılan termostatik vanalar odaların güneşten veya başka bir ısı kaynağından ısınması halinde radyatörleri otomatik olarak kapatır. Isıtma tesisatınız ısı kazançlarını dikkate alarak kontrollü bir yakıt tüketimi sağlar.

  • Sağlık açısından; Termostatik vana odaların fazla ısınmasını engeller ve havanın nem dengesini korur. Böylece insanlarda ağız ve burun içi kuruma sonucu enfeksiyon kapma tehlikesini azaltır. Aynı zamanda dengeli ısınma ile evin içinde terleme ve ani soğuğa çıkış nedeniyle oluşan soğuk algınlıklarının da önüne geçilir.

  • Konfor açısından; Her bir oda sıcaklığı sabit tutulduğu için aşırı ısınma olmaz. Evin her yeri aynı seviyede sıcak kalır.

  • Temizlik açısından; Fazla ısınan radyatörler toz kaldırarak perdeleri ve duvarları karartır. Termostatik vana kullanımı ile bu sorun da azaltılmaktadır.

BİR GAZ KAÇAĞI HİSSETİLDİĞİNDE ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLER:

  1. Gaz giriş vanası kapatılır.

  2. Ortamın havalandırılması için tüm kapı ve pencereler açılır.

  3. Elektrik düğmeleri ile oynanmaz. Kapalı ise açmayın, açıksa kapatmayınız.

  4. Kibrit, çakmak gibi kıvılcım çıkartan maddeler kullanılmamalı ve sigara içilmemelidir.

  5. Doğalgaz arızası ile ilgili 187 nolu telefonu arayınız.

Kullanıcı olarak, kurallara uyduğumuzda Doğalgaz güvenli bir yakıttır.

Ekonomik Durum

Türkiye ekonomisi ile ilgili bazı parametreleri dikkatinize sunuyorum. Çoğunlukla basınımızın tanınmış ekonomi köşe yazarlarından derlediğim bilgilerle ekonomimizin içinde bulunduğu şartlarda taşıdığı risklere dikkat çekmek istiyorum:

  • Türk Lirası son 4 yılda %55 oranında değer kazandı.

  • Dışa açık bir ekonomiye sahibiz. Ekonomi büyüdükçe ithalat ve ihracat rakamlarımız da büyüyor. Ancak ithalat rakamlarımızın büyümesi ihracat rakamlarının çok üzerinde gerçekleşiyor.

  • İmalat sanayimiz tabii olarak yerli girdi yanında ithal girdi de kullanıyor. Ama bunun bir ölçüsü var. İmalat sanayii ve özellikle ihracata dönük imalat sanayii giderek daha çok ithal girdi kullanır hale gelir ise, ekonomik yapı bozulur. İşte şimdi o süreç içindeyiz.

    İthalatımızın yüzde 75’ini hammadde ve parça gibi üretimin içine giren “ara mallar” oluşturuyor.

  • Bu tablonun temelinde “ucuz döviz” sorunu var. Ucuz döviz, Türk sanayisinin özellikle ihracata dönük sanayinin giderek daha fazla ithal malı kullanmasına, ithalata bağımlı hale gelmesine yol açıyor.

  • Piyasada rekabet edebilmek isteyen firmalar daha pahalı olan yerli ara malı yerine ithalata yöneliyor. İhracatımız arttıkça ara mal ithalatımız daha çok artıyor.

  • Ara malı üreten yerli fabrikalar ve işletmeler kapanıyor, işsizlik artıyor.

  • Ara malı ithalat oranı çok yükseldiği için ihracatımız artmasına rağmen (ve hatta ihracat arttıkça) cari açık büyüyor.

  • Bu ortamda sabit sermaye yatırımı yapacak yabancı sermaye gelmiyor, vur kaççı sıcak para ile rantçı ya da kurulu fabrikaları ve işletmeleri satın almaya gelen yabancı sermaye geliyor.

  • Bu gelişmeler üretim ve istihdam yapısında kısa zamanda telafi edilemeyecek kalıcı tahribat yapıyor.

  • Başka ülkelerde reel faiz (enflasyondan arındırılmış faiz oranı) yüzde 2 veya 3, bilemediğiniz 5 dolayında… Bizde yüzde 11 ile 15 dolayında.

    Yüzde 10 oranında reel faiz, ana borcu (veya serveti) 7 yılda 2’ye katlar. Yüksek reel faiz, halkın çoğunun perişan olmasına, çok az kişinin ise servetinin artmasına yol açıyor.

    Kredi kartı borcu 100 lira iken, yüksek reel faiz nedeniyle borcu 400’lere tırmanan, bankanın yüzde 400 borca da faiz bindirmesi sonucu 10 lira borcu için 700 lira ödemek zorunda kalan insanımızın bunları daha iyi anlaması beklenir.

  • Kurlardaki gerileme, enflasyon oranındaki ciddi bir yükseliş trendini gözlerden saklamış bulunuyor. Eğer TL’nin şu anda yüzde 55 kadar aşırı değerli olduğunu düşünürsek… Ve eğer bu aşırı değerlenme de mesela önümüzdeki 5 ayda yarı yarıya ortadan kalkacaksa, o zaman enflasyon oranı da önümüzdeki dönemde şu anda beklenenden en az 20 puan daha yüksek gerçekleşecek demektir. Elbette eğer kurlardaki gidiş bu şekilde devam eder ve TL daha da aşırı değerli hale gelirse, enflasyondaki bu artış da geciktirilmiş olur. Ancak ileride bir gün yine gerçekleşir.

  • Hazine, cumhuriyet tarihinin en yüksek reel faizli borçlanmasını yapıyor.

  • Doğrudan yatırımla, özelleştirmeyle gelen paralar, faize yatırılıyor.

  • Üstelik faiz dışı fazla vermek için, yatırımlar iyice azaltılmış durumda. Döviz fiyatı-piyasa faizi-enflasyon hedefi dengesindeki bozukluk apaçık ortada.

  • 2007 yılında ne olacak? Hem Türk lirası hem de döviz açığını kapatmak için borçlanacağız. Borçlarımız büyümeye devam edecek.

2008 yılında ne olacak? (l) Ya üretimi artıracağız, (2) Ya bir lokma – bir hırka yaşamak için kemerleri daha da sıkacağız.

Seçimden sonra başımıza gelecekler hakkında bilgimiz olsun.

Liderlik

Liderlik doğuştan gelen bir özellik midir, yoksa lider olmak öğrenilebilir mi, sonradan lider olunabilir mi? Bu tartışmaları hepimiz çok duymuşuzdur. Her iki tezi de destekleyen bir çok makul gerekçe vardır. Çünkü liderliğin gerçekten tanımlanması zordur ve liderlik içinde kısmen bilimi, kısmen sanatı, kısmen doğuştan gelen yeteneği ve kısmen de şansı içinde barındıran bir kavramdır.

Yönetici ile lideri birbirinden ayıran çok çeşitli tarifler yapılmış. Benim en çok beğendiğim tariflerden ikisi şöyle:

Yönetici işi doğru yapana, lider ise doğru işi yapana denir.”

Yönetici duvara dayanmış merdiven vasıtasıyla binanın çatısına çıkacak ekibi, en güvenli ve en hızlı bir biçimde çatıya çıkaran kişidir. Lider ise merdivenin doğru duvara dayanmasını sağlayan kişidir.”

Genel kabul görmüş olan görüşe göre liderlik vasıflarının içinde genetik olanlar vardır. Ancak birçok liderlik özellikleri geliştirilebilir. Liderde bulunması gerekli ilk üç vasıf olarak Karakter (Güven sağlar), Bilgi (anlamayı sağlar), İkna gücü (iletişim ve anlaşılmayı sağlar) sayılabilir.

Liderden beklenenlerden en başta geleni değerlerin ve önceliklerin seçimi olsa gerektir. Seçtiği değerlerin ışığında belirlenmiş hedeflere yöneltmesi ve sonuçlara odaklanması liderlik özelliklerinin olmazsa olmazlarıdır.

Hadis-i şerifte “İki kişi bir yola gidecek olsanız birinizi lider seçiniz” diye özetlenebilecek bir tavsiyede bulunulmuş. Bu tavsiye modern yönetim bilimine de oldukça uygun. Zaten genellikle lidersiz topluluklarda veya kurumlarda kaos yaşanır ve çoğunlukla sonunda bir lider çıkar.

Yani ister iki kişilik, isterse milyonlarca kişilik toplulukları yönetsin, ister dernek başkanı, ister şirkette bir ekip başı veya genel müdür olsun veya ülkeyi yöneten başbakan, cumhurbaşkanı olsun her bir yönetici lider olabilmelidir ki o kurumlar daha iyiye ve mükemmele doğru gelişebilsin.

Lider olmak kadar, lider kalmak da önemlidir. Liderin karizması ve kitleleri sürükleme kabiliyetinin devamlılığı, kendisine duyulan güvene bağlıdır. Güvenin devamı ise inandığı/inandırdığı değerlere sadakati ve bu değerlere varmak için duyduğu heyecanını kaybetmemesi ile mümkün olabilir.

Belirli makamlara gelen ve lider kabul edilen kişilerin zaman içinde dile getirdikleri değerlere uygun yaşamadıkları, toplumsal/kurumsal hedeflerinin yerini şahsi ve maddi hedeflere bırakmasıyla kitleleri elektriklendiren heyecanlarını kaybettikleri görülmüyor mu?

Bu değerlerin yerine bazı şahsi ve maddi hedeflere ulaşmak yerleşmişse, insanların kulaklarına ve gözlerine hitap edip, gönüllerine hitap edemez hale gelmişseniz lider olmanız artık mümkün değildir.

Zira insanlar çok iyi bilirler: “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” Ve pusulasının yönünü, değişmez hakikatler değil, süfli emellerin mıknatısı ile belirlenenler lider olamazlar.

Toplumsal Refleks

Pek çok yazımızda, dinin hayatımızı şekillendirici özelliklerine temas ettik. Söz konusu şekillendirmenin çeşitli boyutlarına değindik.

Bilhassa İslam söz konusu olduğunda, şekillendirme dediğimiz zaman hem bireysel hem de toplumsal açıdan pek çok hususun bulunduğunu göz önüne almamız gerektiğine de çeşitli vesilelerle temas ettik.

Bugün bu boyutlardan birini daha ele almak istiyorum ki kanaatimce toplumsal refleks tabirinin bizim için ne anlama geldiğini ifade etmede önemli bir prensip olması hasebiyle dikkatle vurgulanması gereken bir husustur: İyiyi emretmek, tavsiye etmek, kötüden sakındırmak.

Bireysel olduğu kadar toplumsal anlamda da pek çok hadise ile karşı karşıya kaldığımız muhakkaktır ki bugün gündemimizi oluşturan pek çok olay bunu ortaya koymaktadır.

Toplumsal anlamda karşı karşıya kaldığımız hadiselere karşı geliştireceğimiz tutum da haliyle toplumsal bir nitelik taşıyacak ve hadiseleri doğru değerlendirip değerlendiremeyişimizi, toplumsal yapımızın sağlıklı bir biçimde devam edip edemeyeceğini belirleyecektir.

Öyle ki, hem bireysel hem de toplumsal anlamda kötü olana karşı gereken tepkiyi göstermek, toplumsal dokumuzun hem ahlaki hem de fiziki manada çözülmesine mani olacağı gibi, bahsettiğimiz anlamlarda iyinin vurgulanması, teşvik edilmesi de bu dokuyu yine hem ahlaki hem de fiziki anlamda güçlendirecektir.  

İşte bu noktada yukarıda bahsettiğimiz prensip önem kazanmaktadır.

Zira İslam dini açısından müslüman bir toplumun niteliği “iyiliği emir ve tavsiye etmeleri, kötülükten sakındırmaları” prensibiyle formüle edilmiştir: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı elbette bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Al-i İmran, 110)

Yani müslüman bir toplum, hem kendi içindeki problemlere hem de dünya problemlerine kulaklarını tıkayıp, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deme lüksüne sahip değildir. Kötü olana karşı hem düşünce hem de fiil alanında aktif olmak zorundadır.

Bahsettiğimiz hususun, Türkiye’de yaşanan şiddet, hakların ihlali, ahlaki zaafiyet gibi sıkıntılar gözönüne alındığında neden önemli olduğu daha da açık ortaya çıkmaktadır. Zira bu prensip vesilesiyle geliştirilecek toplumsal refleksler, tıpkı vücudun dışarıdan gelen tehlikelere karşı gösterdiği tepkiler ve hamleler gibi, topluma yönelik tehlikelere karşı da otokontrol mekanizması oluşturacaktır.

Nitekim bugün hayati önem taşıyan konularda dahi toplumsal reflekslerimizin nasıl kırılmaya, bunu gerçekleştirmek yolunda, kültürümüzü şekillendirmede önemli bir yeri olan dinimize ait kavramların içinin nasıl boşaltılmaya çalışıldığı gözönüne alınırsa, toplumsal otokontrol mekanizmasının oluşmasına vesile olacak unsurların neler olduğunu doğru anlayıp yaşamanın ve doğru aktarmanın önemi de anlaşılacaktır.

Bu sebeple, bireyselliğin yüksek oranda vurgulandığı günümüzde, birlikte yaşama problemlerinin hızla artmasına binaen ortaya çıkan çeşitli sorunların hallinde, kültürümüz içinde bulunan bu ve benzeri prensiplerin hatırlanması, yaşanması ve doğru aktarılmasının, geleceğimizin doğru şekillenmesi açısından elzem olduğu unutulmamalıdır.

Bu doğrultuda gerek bireysel gerek toplumsal manada gereken tedbirler alınmalı, özellikle eğitim vesilesiyle eksiklikler hızla giderilmelidir ki geleceğe güvenle bakabilmek mümkün olsun…

Bilgi ve İnanç

Bir belgesel filmde bütün ömrü bir saat olan bir böcek türünden bahsedilmişti. Bu bilgi üzerine düşündüm ki bu canlıların dünyayı algılaması ve yeni nesillere bilgi aktarımı acaba nasıl olur?

Gündüz gün ışığının bol olduğu bir yerde sabah saat 09 da doğan ve yaşadığı bir saatlik ömür dolunca ölen bu böcek dünya hakkında nasıl bir bilgiye sahiptir?

Büyük ihtimalle dünyayı sürekli aydınlık içinde olan yeşili, mavisi, kahverengisi ve diğer renkleri ile algılanmış bir mekândır dünya. Belki birkaç nesil önceden bilgi aktarımı söz konusu olabilir. Atalarının çok uzun zaman önce karanlık çağ diye adlandırılabilecek bir tarih yaşamış olduklarını nesilden nesile aktarmış olabilirler.

Saat 09-10 arası yaşayan böceğin yavrularına aktaracağı bilgi, dünyanın kendi algıladığı aydınlık ve renkli hali olsa gerektir. Oysa aynı böcek türünün gece 22-23 saatleri arasında yaşayanın dünya algılaması ise karanlık, tek renkli, görünmeyen engebelerle dolu bir mekan olduğudur.

İnsan nesli olarak bütün yaratılmışlar içinde en seçkini olduğumuza inanıyoruz. Dünya veya kainatın ömrü yanında ortalama 70-80 yıllık bir ömür de, böceğin bizim ömrümüze kıyaslandığı gibi, çok kısa bir ömür değil midir? Bizim de bir ömür boyunca edindiğimiz bilgilerin -hele hele sadece beş duyumuzla elde edilenden ibaretse- çok kısıtlı ve kâinatı bırakın dünyayı bile bütünüyle algılamaktan çok uzak olduğu anlamına gelmiş olamaz mı?

İnsanoğlunun diğer yaratıklardan farklı olarak yazı sayesinde nesiller arası bilgi aktarımı yapabilmekte. Bu bakımdan sadece sözlü aktarım yapan yaratıklardan daha şanslı olduğu muhakkaktır. Ancak yine de dünyayı algılama araçlarımız ve ömrümüz çok kısıtlıdır.

Din kaynaklarında yaratılış, ruh, ahiret, melek, şeytan, cin vb konularda verilen bilgileri gözlemleme ve doğruluğunu denetleme yeteneğimiz bulunmamakta. Bu bakımdan bazı insanlar algılayamadığı bu kavramları topyekûn reddetmekte ve yok olduğunu iddia edebilmektedir.

Oysa yine din kaynaklarında Allah, cennet, melek gibi kavramların var olduğu ancak bu varlıkların insanoğlu tarafından tasavvurunun dahi mümkün olmadığı bildiriliyor.

Ben bu durumu bilgisayar programları ile mantığı ile kavramaya çalışıyorum.

Diyelim ki bilgisayarınızda sadece word programı yüklü ise o programla yazı yazıp, okuyabilir fakat resimlerinizi göremez, film seyredemez, müzik dinleyemezsiniz. Bu eylemleri yapabilmek için bilgisayarınızda uygun programların (Picture manager,  media player gibi) yüklü olması gerekir.

İnsanoğlunun programında olmadığı için Allah, cennet, melek vd kavramları algılayamıyor. Ancak öyle anlaşılıyor ki, programcı (yaratıcı) bizim bu kavramların varlığı hakkında kısıtlı da olsa bir bilgiye sahip olmamızı istiyor.

Bunun için diyelim ki bilgisayarına bu belgeleri açabilecek uygun programları yüklediği bazı seçtiği kişilere (peygamberlere) bu kavramları öğrenme imkânı veriyor. Onların vasıtasıyla bizim bilgisayarlarımızın açabileceği (word) program formatına çevirterek bize bu bilgilerin bir kısmını gönderiyor.

Yani peygamberler kendilerine gösterilen melek, cennet vb. varlıklar ve diğer kavramları kendilerine bahşedilen özellikleri taşımayan bizlere göstermek imkânına sahip değillerdi. Bu bilgileri sadece sözlü olarak veya bizlere aktarmak üzere kendilerine verilen yazılı metinler halinde bilgi aktarıyorlardı.
Ben böyle açıklayabiliyorum. Teşbihte hata olduysa affola…

Tarihle Yüzleşenler

Türkiye’de, tarihimizle alakalı konularda, son dönemlerin moda terimi haline gelen “tarihle yüzleşmek” ibaresini kullananlara dikkat edildiğinde, sözü kullananların en önemli noktalarının “demokratik kimlik” adı altında Türk tarihini karalamak olduğu görülmektedir.

Çünkü bu tabiri daha ziyade kimlik bunalımı içerisinde olan entellektüeller ve Türkiye’yi tarihi konularda sıkıştırmak isteyen batılı bürokratlar kullanmaktadır.

Batılı bürokrat ve entellektüellerin bu sözü maksatlı olarak kullanmaları ülke menfaatleri açısından son derece normaldir. Ülke menfaatleri için bu tarz beyanat vermeleri aslında kendi tarihlerine ne kadar bağlı olduklarının bir göstergesidir.

Fakat bu memleketin havasını ve suyunu kullanarak bu memleketin yetiştirdiği entellektüelerin, meşruluğunu dış kaynaklardan arayarak tarihle yüzleşmek adı altında milletini ve ülkesini töhmet altında bırakması hepimiz için son derece acı bir gerçektir.

Kanaatimce hayatta en acı olan şey hiçbir yere ait olamamaktır ki yukarıda anlattığım aydın tipi bu kategoriye girmektedir.

Aslen Türk olmasına rağmen meşruiyetini Batı’da aradığı için Türk değil, Batılı olarak doğmadığı için ise Batı’nın gözünde Batılı değil! Kısaca ârafta kalan insan tipi!

Demokrat kimlik adı altında milletine hakaret ederek Batılılar tarafından ödüllendirilse de kendi ülkesinde korumayla, herşeyden tedirgin bir şekilde yaşamak!…

Son günlerde hepimizin basın yayın organlarında izlediği bazı aydın tipleri bu kategoriye girmektedir.

Değerli okuyucular, hayat ve yaşananlar insanı daima bir olay karşısında taraf olmaya zorlar. Hele milli ve manevi konularda insanın taraf olmaması mümkün değildir. Bunun içindir ki Batılılar gibi tarih bilinci yerinde olan toplumlar, kendi milli meselerinde  yanlış bile yapsalar kendi yanlışlarını haklı gösterecek bahaneler bulmaktadırlar.

Bizim gibi tarih bilinci daha oturmamış toplumlarda ise herhangi bir milli meselede yanlış yapılmasa ve yanlış yapılmadığı tarihi vesikalarla belgelenmiş olsa da, tarihle yüzleşmek adı altında kendimizi haksız çıkartma gayreti içerisinde olanlar çıkmaktadır.

Bunun yanında “yüzleşme” kelime anlamı itibarıyla karşılıklı yapılan bir eylemi ifade eder. Bu husus ise bizlere, tarihle yüzleşmenin başka bir yanı daha olduğunu göstermektedir ki Türk tarihi açısından bu, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da geçmişte yaşanan ve bugün de yaşanmaya devam eden olaylardır.

1877-78 Osmanlı-Rus Harbi ile Kafkaslarda başlayan Türk göçü ve bunu akabinde yaşanan izdiham, 1912 Balkan Savaşı ile devam etmiş, 1.Dünya Savaşında hızlanmıştır. Bu göçler sırasında Türk milletinin yaşadığı zorluklar ve kayıplar bugün çoğumuz tarafından bilinmemektedir. Bu noktalar tarihimizde yüzleşilmesi gereken konulardır.

Ayrıca dün ecdadın sahip olduğu yerlerde bugün Orta Doğu projesi adı altında Türk- İslam coğrafyasının sınırları yeniden çizilmek istenip Türk milleti bundan zarar görüyorsa, bu durum da tarihle yüzleşilmesi gereken konuların en başında gelir.

Tarihi hafızası zayıf olan bir millet olmamız bizi bir çok konuda kindar olmayan bir millet haline getirmiştir. Ancak şu husus unutulmamalıdır: Bizler millet olarak kindar olmamamıza rağmen yurt savunmasına sıra gelince destan yazan bir millet olma özelliğimizi tüm dünyaya en son Çanakkale ve İstiklal Savaşı sırasında göstermiş bulunmaktayız. Bu noktayı demokratik kimlik adı altında tarihle yüzleşenlerin ve diğerlerinin unutmamasını önemle rica eder saygılar sunarım!…

Din ve Yaşama Hakkı

0

Her hukuk sisteminin ilk kabul ettiği doğal haklardan biri “yaşama hakkıdır.” Yani varlığını devam ettirebilme, başkalarının hakkına tecavüz etmeden kendi hayatını idame ettirebilme hakkı.

Hayat hakkı insanlar için olduğu kadar insanların meydana getirdiği bir yapılanma olan toplumlar ve nihayetinde milletler için de söz konusudur. Yani her millet varlığını devam ettirebilmesi için gerekli düzenlemelere, sistemlere ve reflekslere sahip olacaktır. Bu “doğal”dır. Aksi halde başka kuvvetlerin baskısı altında devamlılığını muhafaza edebilmesi çok zordur.

Milletlerin devamlılığının hem unsurları hem de göstergeleri içinde en önemli olanlardan biri hiç şüphesiz onların kültürleridir.

Bilindiği gibi kültürün de çeşitli alt unsurları mevcuttur. Fakat bunlardan hem ona şekil veren hem de bir nevi “koruma filtreliği” yapan en temel unsur “din”dir.

Zira din kültürü değerler sisteminden mimarisine kadar maddi – manevi, teorik – pratik pek çok alanda genel prensipler çerçevesinde şekillendirmektedir. Buna binaen de kendi formatını almış kültürün “kendine ait olmayan” unsurları ayıklamasında ona en büyük desteği de yine din verir.

Buradan hareketle, özellikle İslam dikkate alınınca, kültür ve din ilişkisinin önemi daha da artmakta, bahsettiğimiz husus daha da belirgin hale gelmektedir. Çünkü kaynağı bozulmadan bu güne kadar ulaşmış bir dindir. Dolayısıyla kültürümüzü şekillendirdiği temel prensipleri de anlamlarını bu kaynak vesilesiyle kaybetmeden bugüne ulaşabildiği için kendisine ait olmayanı açıkça ortaya koyabilme gücünü hala muhafaza edebilmektedir.

Peki, bu hususun bizim için anlamı ve yukarıda sözünü ettiğimiz önemi nedir?

Bugün, hepimizin bildiği üzere, küresel değerler adı altında evrensel iddiasıyla “belirli kültürlere” ait değerlerin pompalandığı bir süreç içerisindeyiz.

Bu değerlerin tesirleri ise “aile” kavramımızdan “kimlik” anlayışımıza kadar pek çok alanda toplumumuz, kendine yabancılaşma tehlikesi altında “yaşama mücadelesi” vermeye doğru sürüklenmektedir.

İşin en kötü taraflarından biri ise, bu süreç esnasında, söz konusu tehlikeyi bertaraf etmemize vesile olacak “reflekslerimizin” kırılmasına yönelik başka bir gayretin netice almaya başladığının görülmesidir ki hatırlayacaksınız bu hususun pek çok yönüne daha önceki yazılarımızda değinmiştik.

İşte reflekslerin kırılmasına yol açacak unsurların başında yer aldığı görülen kavram kargaşası ve bunun neticesi olarak ortaya çıkacağı anlaşılan “kendinden şüpheye düşme” yani “kimlik” problemine dair elimizdeki en tesirli panzehirlerin başında “dinimiz” gelmektedir.

Nitekim bu husus fark edilmiş olacak ki, bugün varlığımızın ifadesi olan “kimliğimizin” anlam kaymasına uğraması yönünde atılan adımların başında “dinimizin koyduğu” kavramların içinin boşaltılması ve bu doğrultuda sapla samanın birbirine karıştırılması yer almaktadır.

Hatta bazen öyle bir noktaya varılmaktadır ki, yapılan yanlışlara haklı olarak hukuki ve medeni sınırlar içerisinde tepki gösterenler “hoşgörüsüzlük” kavramı ile nitelendirilebilmekte, “taviz” ile “hoşgörü” kavramının sınırlarının ihlal edilmesi adeta beklenilmektedir.

Hatta bazen öyle bir noktaya varılmaktadır ki, yapılan yanlışlara haklı olarak hukuki ve medeni sınırlar içerisinde tepki gösterenler “hoşgörüsüzlük” kavramı ile nitelendirilebilmekte, “taviz” ile “hoşgörü” kavramının sınırlarının ihlal edilmesi adeta beklenilmektedir.

Dolayısıyla, canınızı tehlikeye atacak her türlü tehdide karşı nasıl “hoşgörü” göstermeniz ve “tavizkar” olmanız mümkün değilse, aynı şekilde, millet olarak varlığımızı tehlikeye düşürecek tehditlere karşı da hoşgörülü ve tavizkar olmanız beklenemez. Bunu bekleyenlerden farklı anlamda şüphelenmek ve “gayr-i hukuki ve gayr-i medeni olmaksızın” tepki göstermek ise en doğal hakkınızdır.

Buradan hareketle, Mevlana’nın dediği gibi, bir ayağımız sağlam bastığı müddetçe diğer ayağımızla kendimiz dışındakileri anlamak ve onlarla doğru zemin üzerinde anlaşmak üzere dünyayı dolaşmak en doğrusudur.

Dolaşırken kendimizi kaybetmemek üzere bir ayağımızı sabit tutup denge bulacağımız kültür unsurlarımızdan biri olarak dinimizi doğru öğrenmek, yaşamak ve anlamak, denge bozucu unsurlara karşı ayağımızın sağlam basması için bize en büyük yardımcılardan biri olacaktır. Aksi halde, bugün örneklerini sıkça gördüğümüz üzere, en ufak bir rüzgarda savrulup düşmemiz kaçınılmazdır…