11.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 20, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1333

Seçime Giderken

20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın bir yıldönümünü daha geride bıraktık. Bu harekât ile Kıbrıs Türkü can ve mal güvenliğine kavuşmuş, KKTC kurulmuş, Kıbrıs Türkünün şeref ve haysiyetiyle yaşayabilme ortamı doğmuştur.

Ancak, Devlete ve egemenlik hakkına sahip olmaktan rahatsız olan bazı Kıbrıs Türkleri görülmektedir. Kıbrıs Rumu gibi hareket eden bunlara göre, Türkiye sıradan bir komşu ülkedir ve Türk askeri Kıbrıs’ta misafirdir. Mevcut siyasi iktidar da bu çizgidedir. Türkiye’de iktidarda olanların da Kıbrıs’taki yönetimi desteklediği düşünülürse; mevcut olumsuz gelişmelerden Türkiye’deki yönetim sorumludur diyebiliriz. Zaman zaman KKTC bize yük oluyor denmiştir. Oysa 1982’den beri KKTC’ye giden para Türkiye’de bankaların içinin boşaltıldığı miktar kadardır. Yine Kıbrıs’ın stratejik öneminin kalmadığı soğuk savaş malzemesi olarak ileri sürülebilmiştir. Annan Plânını kabul ettirebilmek için Türkiye’den milletvekilleri gönderilmiştir. Türkler boş hayallerle kandırılmış, spora kadar ambargolar sürdürülmüştür. Kıbrıs politikasında yanlış üzerine yanlış yapılmış, Annan Plânına evet denilerek KKTC’nin varlığı ve egemenlik haklarından fedakârlık yapacağımız mesajı verilmiştir. Şimdi bizden istenen, KKTC’nin ortadan kaldırılması ve Kıbrıslı Türklerin Adada azınlık durumuna düşürülmesidir. Dört senenin sonunda Kıbrıs’ta bu noktaya geldik. Hayali AB üyeliği yolunda bazıları KKTC’yi engel gördü. Oysa bu yolda KKTC’yi engel görenler, Türkiye’nin ve KKTC’nin önündeki gerçek engellerdir. Kurduğumuz devleti koruyabilme ve yaşatabilme şeref ve haysiyetini yeterince gösteremedik.

Kıbrıs’ı bu noktaya getirdik de; Irak’ta başarı mı sağladık? Hayır. “Ortadoğu ve Irak’taki ABD’nin başarısı bizim de başarımızdır, Irak’a Türkmen gözlüğüyle bakmıyoruz, ABD haklı mücadele veriyor” diyerek ve ABD askerlerine methiyeler düzerek bir takım beyanlarda bulunursanız; sonucuna da katlanırsınız. Son 4,5 senedir Irak’ta ve Irak’ın kuzeyindeki gelişmeler, Türkiye için çok düşündürücüdür. Hatta Irak’ın kuzeyinde onun bunun ticari menfaati, ülke menfaatlerinin önüne geçirilmiştir. Askerin önünü açmak ve pazarlık gücünü arttırmak yerine tersi yapılmıştır.

Seçim tartışmaları ve kısır kavgaların arasından sıyrılıp bu Pazar günü gerçeklerin üzerindeki örtüyü ve sisi biraz kaldıralım dedik. Seçim dönemi birçok gerçeği gizledi. Türk Cumhuriyetlerine gittin gitmedin tartışmaları yapıldı. Gagavuzya’da Üniversitedeki Türkçe bölümünün ilgisizlik dolayısıyla kapatılmış olmasından kaç kişi haberdardır? Bu ilgisizlik acaba bizden mi kaynaklanmaktadır? Gagavuzlar din adamı ihtiyacını karşılamak için Ortodoks Yunanistan’a öğrenci göndermektedirler. Türk asıllı olan bu insanlar Yunanistan’da birer Türkiye düşmanı olarak yetiştirilmekte ve ülkelerine gönderilmektedir. İlahiyat Fakültelerimizde Hıristiyan Türk toplulukları için din adamı yetiştirme işi ele alınmalıdır. Gücümüzü birbirimize karşı kullanmak yerine ve bu gibi haklı talepleri şövenistlik ve Turancılık alışılmış ezberine sokup suçlamadan artık gerçekleri görelim.

Bazı sözde İslâmi ve İslâm’ı sulandırıcı yayın organlarında yabancılaştırma şekline dönen özelleştirmelere yöneltilen haklı tepkiler, iktisadi ırkçılık olarak takdim edilmektedir. Bu şekilde konuya yaklaşanların, dışarıdan komisyon alıp almadıklarını merak ediyoruz. Bazıları artık yükselen milliyetçiliği fark etsinler. Vatanını, ülkesini ve mili menfaatlerini korumadan sağlam Müslüman da olunamıyor. Eğer olunabilir deniyorsa; bunun bir çeşidi de, İslâm’ı diyalog adı altında sulandırmak ve Müslüman’ı tanınmaz hale getirmektir. Üç dinli ve üç peygamberli Müslüman olur mu? Allah indinde hak din İslâm değil mi? Bizimle savaşıp öldürülen Hıristiyanlar da şehit sayılabilir mi?

Bugün sandık başındayız. Türk Milletinin vereceği kararın ülkemize, Türklük âlemine, İslâm Dünyasına hayırlara vesile olmasını dileriz. Türkiye’deki gelişmeler birçok ülke tarafından örnek alınmakta ve örnek gösterilmektedir. Vatandaşın basın yoluyla olup bitenleri fark ettiği inancında değiliz. Anti-demokratik dayatmalar ve gerçekleri karartmalar, baskılar, yolsuzluklar yıllardır sürüyor. Bazı menfaat hesapları gerçekleri bazılarına yazdıramıyor. 2007 Genel Seçimleri önemli bir kararı ortaya çıkaracak: Sevr yolunda yol alan bir Türkiye mi, yoksa eksik de olsa Lozan’ı koruyan bir Türkiye mi? Ankara hattı mı, yoksa Brüksel veya Washington hattı mı? Oyumuzu mutlaka kullanalım.

Ben Bu Sıcakları Sevdim

0

Herkes tedirginlik içinde. Son yetmiş sekiz yılın en sıcak yaz mevsimini yaşayacakmışız. Afrika çöl sıcakları ortalığı kasıp kavuracakmış. Yaşlılar, çocuklar, zorunlu işi olmayanlar gölgeden dışarıya çıkmamalılarmış. Az hareket etmeliymişiz, bol su ve tuzlu ayran içmeliymişiz. Bir araya gelen insanların birinci gündem maddesi sıcak hava. Eyvah, yanmışız ölmüşüz de haberimiz yok. Barajlarda su kalmamış, susuzluk her an başlayabilirmiş. Klima satışları artmış, serin hava Kaf Dağı’nın arkasında kalmış…

Bir bayan telefonda kaygılarını benimle paylaşmak istiyor: “Hocam, yarın kavurucu sıcaklar başlıyormuş, üç gün sürecekmiş. Ne yapacağız?” Verdiğim cevap, beklediği gibi değil; ama itiraz da edemiyor: “Ne kadar güzel. Sıcaktan kavrulan, suya hasret Afrika insanını anlayabilmek için olağanüstü bir fırsat. Afrika’da yaşayanları anlayabilmek için buralara gitmeye gerek kalmayacak.

Sıcaklar geldi. Bu havada, bulunduğumuz mekânlarda terledik, halsiz kaldık. Hafif şeyler yeme ihtiyacı duyduk, serin mekânları tercih ettik. Şimdilik, mevsim normallerine döndük. Bir süre sonra aşırı sıcakların tekrar başlayacağı söyleniyor. Ne güzel, hoşumuza gitmese de, bilmek işimize gelmese de, böyle iklimlerde yaşayanları anlayabilmek için güzel bir fırsat doğacak. Bana kimse kızmasın.

Terbiyeyi terbiyesizden öğrenmek yanlış bir yöntem midir? Fakirlik diye bir şey olmasa, zenginler haline nasıl şükredecek? Hastalık olmasa, sağlığımızın kıymetini nasıl bileceğiz? Belki, dikeni olmasa gül bu kadar kıymetli olmayacaktı! Şükrü, şükürsüzden öğrenmek; sağlığın kıymetini, hastadan öğrenmek; zenginliğin kıymetini, fakirden öğrenmek, ılıman iklimin değerini, soğuk ya da sıcak iklimden öğrenmek; dostların kıymetini, yalnızlıktan öğrenmek; inançlı olmanın ayrıcalığını, inançsızdan öğrenmek; aydınlıkların kıymetini, karanlıkta kavramak… bir öğrenim yöntemi değil midir? Musibetin, nasihat yani eğitim değeri olduğunu kim inkâr edebilir? Edebiyatta buna “tariz” sanatı diyorlar. Tariz, bir gerçeğin değerini tersi bir durumla, sözle kavratmak. Böyle durumlara halk arasında “kinaye” dendiğini de görüyoruz. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” atasözünü, tariz sanatı açısından değerlendirip devlet malı yiyenleri kınama anlamıyla düşünmek, bir doğrunun güçlü vurgulanması bakımından daha doğru olacaktır. “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” atasözü için de aynı yöntem kullanılabilir.

Adı ne olursa olsun, kimse ıstırap çekmek istemez. Ancak, adına “aşk” denen ıstırap olmasaydı Mevlana, Yunus Emre, Mecnun olur muydu? Onlar yanarak yüceldiler. Hiçbir element ateşe girmeden cevherleşemez. Güneş görmeyen elmanın, üzümün tadı olur mu? Tarihin parlak sayfalarını güneş ya da yıldız misali aydınlatan insanlardan hangisi, hak ettiği unvana herhangi bir konuda ıstırap çekmeden gelmiştir? Istırap, başarmak ya da başkalarını anlamak için ciddi bir öğrenim yoludur. Ağaçtan düşen Nasrettin Hoca’mızın kendisine akıl danelik yapanlara “Bana ağaçtan düşen bir adam bulun.” demesi ne kadar yerinde bir istektir.

Kriz, kimine göre bir çöküş, kimine göre bir fırsat sebebidir. Krize teslim olanlar, kendi idam fermanını imzalamış olurlar. Kriz içinde olanlar, başkalarını anlarlar, krizden çıkmak için çözüm üretirlerse büyük bir fırsat yakalamış olurlar. Bu anlamda, çok korktuğumuz küresel ısınma bir fırsat nedeni olabilir. Ozon delinmekten, ormanlar baltalanmaktan kurtulabilir. Emperyalist güçler, yoksul ülkelere karşı duyarsız kalmaktan, hidrojen bombası yapmaktan, çevreye zarar veren sanayiden vazgeçebilirler.

Davranışlarımızda pozitif yönde değişiklikler için okumak, duymak, görmek yetmeyebiliyor. Bazen bizzat yaşamak gerekiyor. Bu da en pahalı öğrenme yolu. Ben son zamanlardaki susuzluk ve kavurucu sıcaklar sebebiyle, en azından, elimizdeki konforun kıymetini ve bu konfordan yoksun insanların ıstırabını anlayabildim, öğrenebildim. Siz ne öğrendiniz? Yoksa hala yakınanlardan mısınız?

Düşmanlık Makinaları

Bazı insanlar vardır. Dostlukları hiç hazmedemezler. Mutlulukları ve huzuru kıskanırlar. Onlar hep felaketçidirler. Bir makine gibi daima düşmanlık üretirler. Her öküzün altında buzağı ararlar. Bütün hayatları varsayımlar üzerine kuruludur. Felaket senaryolarını çok severler. Ortalıkta bir senaryo bulamazlarsa hemen kendileri bir senaryo üretiverirler. Onlar için istikrar ve sükun dehşet verici bir düşmandır. Karışıklık ve bulanıklık ise müthiş bir dosttur. Bu gibi insanlar zaman içinde her türlü kılığa girerler. Bir zamanlar savundukları ilkelere, şayet gerçekleştiremezlerse ihanet ederler. Sütlaç gibidirler. Bulundukları kaba göre şekillenirler. Kendileri taklitçi ve takiyyeci oldukları halde, kendi vasıflarını hep karşılarındakilere yapıştırırlar. İnandırıcı olamadıklarından kendileri de başkalarına inanmazlar. Ülkelerini sevdiklerini sık sık söyledikleri halde, ülke menfaatine yönelik hiçbir icraatları da yoktur.

Cumhuriyetin temel ilkelerinden bahsederken bir zamanlar bu ilkelere karşı mücadele içinde olduklarını unutturmaya çalışırlar. Moskova’nın bozkırlarından, Pekin’in steplerinden size selam getirdim. diye başlayan konuşmalarından, Komünist liderlerin peşlerinden koştukları ve onların rejimlerini kurtuluş reçeteleri olarak sundukları günlerden hiç söz etmezler. Kendilerine bu ateşli serüvenleri anlatıldığında o hallerinin mazide kaldığından ve değiştiklerinden bahsederler. Başkalarının ise değişebileceğine asla inanmazlar. Çünkü bu insanlar daima başkalarını kendileri gibi zanneder de ondan. Kendinin değişmediğine inanmayan başkasının da değişebileceğine inanmaz.

Her şey aslına döner diye bir genel kural vardır. Bu gibi insanlarında aslı bellidir. Kendi iç dünyalarında anarşizm vardır. Ömürleri boyunca kavga edecek birilerini, bulamazlarsa kendileri ile kavga ederler. Kendilerine yakıştırdıkları isim aydındır ama beyinleri daima karanlıktır. Ülkenin söz sahibi sanki onlardır. Karşı olduklarının geçmişlerini didiklemekten çekinmezler. Kendi geçmişlerine azıcık dokunulduğunda özel hayat kavramına sığınıverirler. Kendilerine hep güzel vasıflar yakıştırırlar. Onlar hep İlericidirler, fakat bir tek ileri adımları yoktur. Atabildikleri tek adım kendi fikirleri dışındakilere çamur atmaktan ibarettir. Sayıları az olduğu halde bulundukları mevkileri iyi kullanırlar. Sayıları çok olan müspet insanları sindirmeyi başarırlar. İşleri güçleri korku yaymaktır. Demokrasiye asla inanmazlar. Kurallar kendilerine menfaat sağladığı zaman o kuralları överler. Aksi olduğunda kuralların anti demokratik olduğundan söz ederler. Kendi zihniyetleri dışında hiç kimseyi içlerine sindiremezler. Bu saydığım vasıflara sahip insanlar maalesef bu ülkenin insanlarıdır. Bir başka deyişle bu ülkenin safralarıdır. Bu Ülke kurtuluş savaşından bu yana hızlı mesafe alamamışsa bu insanlar yüzünden alamamıştır. Becerisi olmayan, rejime inanmayan, fırsatlardan istifade ederek bir yerlere çöreklenen ve bulunduğu yerde, karnını doyurduğu vatan toprağının altını oyan bu insanlar yüzünden Ülke geri kalmıştır. Yıllarca sefalet yaşanmıştır.

Şu anda da Ülke insanı ekonomik sıkıntıdadır. Halbuki hükümetin İstatistiklerine göre enflasyon düşüktür. Döviz yükselmemektedir. Borsa normaldir. İhracat yüksektir. Ama esnaf dardadır. Hükümetin Ekonomik göstergelerine çarşının ekonomik göstergeleri uymamaktadır. Buna rağmen Ülkede istikrar vardır. Üretimin önü grevlerle kesilmemektedir. Bu çelişkiyi düzeltmek için çaba sarf edilmesi gerekirken kavga ortamı hazırlamak vatana ihanettir.

Şükürler olsun ki artık bu millet hainleri tanıyor.

Din ve Bilim

0

Allah (cc) canlılar alemi içerisinde kendisine insanı muhatap seçmiş, insanlar içerisinde de akıllı olanları sorumlu tutmuştur. Çünkü akıl diğer canlılarda olmayan insanı, diğerlerinden ayırıp yaratılmışların en şereflisi yapan özelliktir.

Aklın bir diğer özelliği de ayırt edici ve seçici olmasıdır. İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, doğruyu yanlıştan ayırt eder.

Dinin hükümlerini Allah belirlemiştir. Yani bütün ilahi dinlerde hüküm koyucu Allah’tır. İnsanlar bu kuralları ya kabul ederler ya da etmezler. Fakat Allah’ın yetkilerini kullanıp dinin kurallarını kendileri belirleyemezler. Hükümlerde pazarlık hakkına da sahip değillerdir.

Dinin kurallarını koyan Allah’tır da evrenin kurallarını koyan başkası mıdır? Evren de bizim gibi sonradan yaratılmış bir takım kurallar çerçevesinde varlığını devam ettirir. Onu yaratan onun kurallarını koyandır.

Dünyada ki yer çekim kanunu dünyanın elips şeklinde olması ( 23 derece 27 dakika eğik olması) bu sayede günlerin ve gecelerin uzayıp kısalması dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesiyle gece ve gündüzün meydana gelmesi, güneşin ekseni etrafında dönmesiyle de mevsimlerin oluşması kurallarını koyan Allah’tır.

Bu kurallar öylesine muazzam işler ki milyarlarca yıldır aşınma, bozulma olmaz; tamir, bakım, yedek parça ve servis gerektirmez. Gece saat 00:02 de dünya yörüngesinden çıksa kim, nasıl dünyayı yörüngesine koyup aydınlatılmasını sağlayabilir?

Şimdi bakınız dinin ve bilimin kurallarını koyan Allah olduğuna göre din ile bilim niçin birbirine ters düşsün, çelişsin. Bunu hangi akıl sahibi insan düşünebilir.

Dinin bilimle yada bilimin din ile bir ilişkisinin olmadığını söylemek esas olanın bilim olduğunu iddia etmek ya art niyetten, ya da cehaletten kaynaklanmaktadır. Gerçek manada hiçbir bilimsel sonuç dinin belirttiği kurallarla belirlenmez.

Evrim teorisi de ideolojik değil de bilimsel olarak incelenirse inanç eksenine uygun sonuç vereceği görülür. İşin kökeninde ateistlik olunca haliyle durum farklı oluyor.

Din ile bilimin birbiriyle çelişebileceğini söylemek, buna inanmak şu üç hususu akla getirir.

  1. bunların kurallarını koyan ilahların ayrı ayrı olduğuna ve birbirinden habersiz hareket ettiğine inanmak demektir ki bu aklen de ilmen de imkansızdır.
  2. İkisinin kurallarını koyan aynı varlıktır da koyduğu kurallar arasında bir tutarsızlık vardır görüşü akla gelir. Birinde ak dediğine diğerinde kara demiştir. Bu da alken de ilmen de dinen de mümkün değildir.
  3. Yaratıcı denen bir ilah yoktur. Dinler insanların kendi düşünceleridir. Dünya tesadüfen meydana gelmiştir. Evrendeki tüm kanun ve kurallar tesadüfen oluyor demektir.

Dünyada yer çekimi kanunu olması ayda olmaması tamamen tesadüfidir. Ayın ve güneşin dünyaya uzaklıkları da tesadüfidir. Gecenin gündüzün ve mevsimlerin oluşması da tesadüfidir. Gezegenler arasında ki çekme itme kanunları da tesadüfidir.

Evrende her şey tesadüfidir ama muazzam bir düzen milyarlarca yıldır arızasız mükemmelce bir şekilde devam ediyor. Bir insanın böyle düşünmesi onun aklından zoru olduğunu gösterir.

Oysaki bu mükemmeliyet din ile bilimin aynı kaynaktan geldiğinin göstergesidir.

Sesli Düşünüyorum

Bugün siyaset üzerine sesli düşünmek ve düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim.

Kocaeli hepimizin bildiği gibi nüfus yapısı itibariyle Türkiye mozaiğidir. Sanayisinden dolayı ülkenin hemen hemen her yöresinden göç almış. Burada yapılacak bir anket ülke genelini yansıtır. Tabi ki yerel teşkilat yapısı ile adayların kimliklerinin katkısını da +/_ %5 kabul etmek gerekir.

AKP, mevcut adaylarına eklediği 2 farklı isimle seçim yarışına başladı. Bu farklı adayların da partinin alacağı oylara yerelde bir katkısı yok. İktidar olmanın avantajları ile seçim çalışmalarına devam etmektedirler. Şimdiye kadar farklı bir mesaj alamadık. Genelde işlenen konu Cumhurbaşkanlığı mağduriyetidir. İktidar avantajının oyları etkileyeceğini düşünüyorum. CHP yerelde ses getirici bir faaliyet içinde değil. Sivil toplum örgütlerini ayağına çağırıyor. Bence bu bir stratejik hatadır. Oy istemek için onların mekânlarına gitmek gerekir. Sayın Deniz Baykal Cumhurbaşkanlığı muhalefetini salt başörtüsü üzerine oturtmamalıydı. “Millet tarafsız Cumhurbaşkanı seçemez” dememeliydi. Cumhurbaşkanı seçimi bir Cumhuriyet sorunu haline getirilmemeliydi. CHP ye sol seçmenin dışından da oy geldiği göz önüne alınarak, daha geniş bir kitle kucaklanmalıydı. Bütün bu stratejik hataların CHP oylarını etkileyeceğini düşünüyorum.

MHP yine aynı söylemlerle tabanına sesleniyor. Ortak olarak bir hükümette yer aldıkları dönemde pek varlık gösterememelerine ve çok yara almalarına rağmen seçmeni yine MHP’den vazgeçmiş değil. Adayların mahalli bir katkısı yok. Anlaşılan oylar sadece MHP kimliğine ve ideolojisine verilecek.

DP son olarak meclise girip girmeme olayına kadar süreci iyi kullandı. Aday belirleme de teşkilat tepkisi var ise de yaraların gelecek günlerde sarılacağını, baraj problemlerinin olmayacağını düşünüyorum.

SP mevcut tabanının büyük bir bölümünü aynen koruyor. Sayın Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın taban üzerinde ciddi bir etkisi var. Geniş katılımlı temsil gücü açısından mecliste olmaları gerektiğini düşünüyorum.

GP’de anlayamadığım bir oy potansiyeli var. Ailesi hakkında bir çok polisiye takibatın yapılmasına, bu yüzden babası ve kardeşi yurt dışında olmasına rağmen meydanlara çıkabilen Sayın Cem Uzan’a karşı bu sempatiyi anlamakta zorlanıyorum. Üstelik söylemlerinin de altı dolu değil. Demek ki halka cazip geliyor. Yine de baraj problemleri olacağını düşünüyorum.

Diğerlerine gelince, onlar her zamanki gibi kendi kulvarında icrai – faaliyetlerine devam edeceklerdir. Her zamanki gibi iktidara geleceklerini söyleyecekler, fakat 23 Temmuz sabahı değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü kendileri değişmemektedirler. Sonuç olarak; Ülkenin en yetkili ve etkili organı olan TBMM’ye en az dört partinin girmesi gerekir. Böylece nispeten geniş tabanlı bir temsil sağlanacağını düşünüyorum.

Peki, bu dağılım halka mutluluk getirecek midir? Bunu söylemek çok zor. Zira Cumhurbaşkanlığı seçimi ülkede yeni bir seçimi gündeme getirebilir. Her ne kadar yeni seçilen ve ciddi masraf yapmış olan milletvekillerinin koltuklarından bu kadar çabuk vazgeçmeleri zor olsa da, siyasi inatlaşma böyle bir tabloyu ortaya çıkarabilir.

İşler normal gittiğinde en kısa zamanda sivil bir Anayasa hazırlıklarına başlanmalı, Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu yeniden ele alınmalıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi halka götürülmelidir. Halkın kanaatinden uzaklaşmak ülkenin menfaatine değildir. Demokrasi halk iktidarı ise, halkın dışlandığı yerde demokrasi aramak hayal olur.

Not: Türk Kızılayı siyaseten tarafsızdır ama üyeleri oy kullanacaktır. Kızılaya değer veren ve İzmit şubesinin sorunlarını dinleyerek verdiği değeri fiili olarak gösteren akıllı hareket etmiş olur.

Adaylara duyurulur.

İtalya Seyahati Notları – 2

0

İtalya seyahatimizin 3. gününde Napoli, Siena ve Pompei bölgesine yapmış olduğumuz geziyle devam ettik.

Napoli Campanai bölgesinin başşehri. Napoli deyince akla mafya, hırsızlık, fakirlik, kaos geliyor. Şimdi şu soru aklınıza gelebilir. Koskoca AB ülkesinde böyle bir tezat nasıl olur? Ben de bu soruyu Napoli sokaklarında gezerken düşündüm.

Sophia Loren filmlerinde gördüğümüz sardunyalı, panjurlu, sıvaları dökülmüş evler binaların arasına asılmış çamaşırlar, bağıra çağıra konuşan insanlar, siyahlar giymiş yaşlı şişman kadınlar, dar uzun merdivenler, yokuşlar görülüyor.

Trafik kuralları tamamen Napoli’de dumura uğramış. Sağlı sollu park etmiş, her tarafı vurulmuş arabalar bu kuralsız kenttedir. Trafik ışıkları var, bakan yok. Kırmızı ışık, yeşil ışık kavramı unutulmuş.

Kap – kaç olaylarının en yoğun olduğu bir kent. Çantanıza sahip olmalısınız. Tramvay durağında İtalyanca ve İngilizce 10 saniyede bir anons yapılıyor. “Lütfen değerli eşyalarınıza sahip çıkın.”

Napoli’nin dar sokaklarında dolaşırken İstanbullu bir dostumuzun “Burası bizim Tarlabaşı, Sulu kule biz ne biçim bir yere geldik?” sorusu kahkahalara neden oldu.

Buradan ayrıldıktan sonra, yolumuz tarihte Allah’ın gazabına uğramış, Vezüv yanardağının eteklerinde bulunan Pompei bölgesine geçtik.

Günümüzden 1928 yıl önce yani M.S.79 yılında “İbret Dağı” denilen Vezüv Dağının patlaması sonucu o bölgenin insanları tamamen yok olmuş.

Pompei eski Roma’da ahlaki dejenerasyonun sembolüydü. Bütün sapkınlıkların yaşandığı, köleliğin, vahşiliğin aklımıza gelebilecek her türlü kötülüğün hayata tatbik edildiği bir kavimmiş.

Hz.Lut (a.s.) kavmi olan Sodom ve Gomorre halkının hayat tarzlarının aynısı bu kavimde de geçerliydi. Livata dediğimiz erkek erkeğe cinsel ilişki, zina bu toplumun en kötü sapkınlığıydı. 16 bin nüfuslu Pompei’de kaynaklara göre 55 adet genelev bulunuyormuş. Allah’ı inkar ederek ortak koşmanın, O’nun yasaklarına uymamanın, O’na karşı meydan okumanın mutlaka felaketle sonuçlanacağını gösteren ibret tablosu Pompei’de yaşanmış.

“Onlara yalnızca bir tek çığlık yetti. Anında sönüverdiler” (Yasin Suresi-29) Ayetinin azameti bu topluma gösterilmişti. Vezüv’ün gürlemesiyle Pompei halkı kaçışmaya başladı. Ama ne kader bu felaketten kaçmak imkânsızdı. Üzerlerine dökülen lavların sertleşmesiyle hepsi taş olmuşlardı.

Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv’ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçamamış adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmalarıydı.

Yemek yiyen, uyuyan, alışveriş yapan bağda tarlada çalışan, erkek erkeğe sapık ilişkide bulunan birçok Pompei halkı ne olduğunu anlamadan, adeta kendilerini ölümün yakalamasını beklemişlerdi.

Antik Pompei sokaklarında gezerken camekânların içine konulmuş taşlaşmış insan cesetlerini görürken, adeta şok olmuştuk. Bazılarının yüzü hiç bozulmamıştı. Ayağına giydikleri sandaletlerin izleri bile hala belliydi. Yüz ifadeleri şaşkınlıktı.

Bu felaketten 17 asır sonra yapılan kazılar sırasında ortaya çıkartılan Pompei şehrinin kalıntılarını görmek gerçekten ilginçti. Tapınaklar, Amfi tiyatrolar, caddeler, hamamlar bugün bile fark ediliyor. Tarihi kalıntılar, bize bu felaketlerden mutlaka dersler çıkarmamızı adeta haykırıyor.

Bu gezimiz bize birçok güzellikleri vermesi yanında, ibret almamıza da vesile oldu. Zaten bir gezinin bana göre en büyük kazancı bu olmalı.

“Seyahat edin, sıhhat bulun. “Hadisine mutlaka riayet edilmeli, hayatımızda ele geçen seyahat fırsatlarını değerlendirmeliyiz. Bu belki de memleketimizin kıymetini daha iyi anlamamıza vesile olur temennisiyle…

Sandığa Giderken

Vatandaş seçim sandığına giderken neden dükkanını kapatmak zorunda kaldığının, neden işsiz ve yoksullaştırıldığının farkında olabilecek mi? Acaba bunları vatandaş dört buçuk senedir uygulanan iktisadi ve siyasi politikalara bağlamıyor mu? Bunun altında siyasi iktidar gerçeği yok mu? Sandığa giderken seçmen işsizliğinin ve yoksullaştırılmasının farkında olmadan mı rey kullanacak?

Ülkeyi yönetenlerin ve onların yakınlarının sebep olduğu yolsuzlukların kendisini fakirleştirdiğini düşünmeyecek mi? Yoksa bunları yapanları becerikli görüp tebrik mi edecektir? Yolsuzluklara yeni yolsuzlukların katılmasının, yağmanın artmasının teşvikçisi mi olacaktır?

Ahlâki değerlerdeki bozulmanın sebebini hayali bir AB sürecinde meselâ zina yasasının değiştirilmesine bağlamayacak mıdır? Anadolu’ya yönelen haçlı saldırısının sebebini, kilise evlerinin açılmasına sebep olan yasa ve yönetmenlik değişikliklerinde görmeyecek midir? Kıbrıs’ta ülkesinin ve menfaatlerinin misafir konuma düşürüldüğünü, Irak politikasının iflas ettiğini, kırmızı çizgilerinin uçup gittiğini düşünmeyecek midir? “ABD’nin Orta Doğu’daki başarısı Türkiye’nin de başarısıdır” diyecek kadar gaflet içinde olan iktidar mensuplarını ödüllendirecek midir? Artan bölücü terörün ve azalan can ve mal güvenliğinin sebeplerini iktidarda aramayacak mıdır? Hırsızlık, gasp, kapkaç ve tehditle ilgili suçlarda %100’lere varan artışın sebebi muhalefet midir? Vatandaş Barzani’yi bu kadar niye şımarttın demeyecek midir? O’nun şirketlerine ve ekonomik çıkarlarına niye mani olmuyorsun diye sormayacak mıdır? Irak’ın Kuzeyine müdahale etmeni engelleyecek neler yaptın demeyecek mi? “Anadolu sadece bizim değildir”, “Türkiye sadece Türklerin değildir”, “Türk değil Türkiyeliyiz” saçmalamaları ve milli kimlik inkarına insanları sürükleyecek ölçüde bir ötekileştirme bu ülkenin vatandaşını hiç etkilememiş midir? Malûm petrol yasasını, bankaların ve bir daha yerine konması mümkün olmayan dev sanayi kuruluşlarının yabancılara peşkeş çekilmesine dur demeyecek midir? KOBİ’lerin geleceği ne olacak? Hrant Dink’in cenazesinin Ermeni militanlığına dönüşmesine neden müsaade ettin demeyecek midir?

Dış borç ve artan cari açığın dış politika dahil her şeye koyduğu ipoteği sormayacak mıdır? Yüksek yargı kuruluşları, milli kurumlar ve Ordunla neden kavgalısın demeyecek midir? Şehidine son görevini yapan vatandaşının haklı isyanına neden engel oluyorsun sorusunu sormayacak mıdır? Oyu benden, emri dışarıdan alıyorsun sorusunu yönetmeyecek midir? Dış ilişkilerde milli gurur ve haysiyetimi geri ver demeyecek midir? Yabancılara toprak satışı ve Yeni Vakıflar Yasası nedir diye sormayacak mıdır? Brüksel’e bu ölçüde sadakatin sebebini araştırmayacak mıdır? Ülke çıkarlarını korumak ne zamandan beri dünyadan kopma, statükoculuk ve Baasçılık oldu demeyecek midir? Ders kitaplarından yapılan çıkarmaların sebebini öğrenmek istemeyecek midir?

Yoksa, pehlivan tefrikasına dönen kısır bir Cumhurbaşkanlığı seçimi ve iktidarın TBMM’deki çoğunluğuna rağmen çözmek istemediği türban tartışmaları ile mazot fiyatına kilitlenmiş sözde seçim propagandasına mı esir olacaktır?

Türkiye’nin gündemi ne ise onlar tartışılmalıdır. Bu çizgiye siyaseti çekmek aslında muhalefetin işidir. Ancak, muhalefet partilerinden bazıları daha liberal mi, yoksa muhafazakar mı olduklarına karar verememişlerdir. Milletvekili aday listelerinin tepelerine yerleşen bazıları, sayısal loto zengini gibi şaşkın ve partilerine yabancıdırlar. Dahası kendilerini o partiden görmemektedirler.

Muhalefet partilerimizin bir kısmının AB ve ABD ile olan ilişkileri de açık ve belirli değildir. Anlaşılan sadece Barzani’den diğer bütün dış güçlere kadar iktidarı destekleyenlere bazı muhalefeti de ilâve edebiliriz.

AB’de ilgi çekici gelişmeler oluyor. İki yıl önce Fransa ve Hollanda’da yapılan halk oylamaları ile AB Anayasası reddedilmişti. Yeni AB Antlaşması eskisine benziyor. Üye ülkelerde birçok konunun referanduma götürülmeden milli hükümetlere bırakılması isteniyor. Polonya, Hollanda, Çek Cumhuriyeti, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler milli çıkarlarını Avrupa çıkarlarının önüne koymaktadırlar. Bazıları ise, tersini düşünerek her şeyi Brüksel’e bırakmak niyetindedirler. Biz ise; gözü kapalı bir AB yolculuğuna devam ediyoruz. Mili çıkarlarımız bizi fazla ilgilendirmiyor. Yeter ki bizi bir an evvel içeri alıversinler.

Ekonomide Çıkmaz Sokak

Az gelişmiş ülkelerin çoğu sık sık ekonomik krizler yaşamakta, gelişmemişlik çemberini kıracak atılımları yapamamaktadır. Bunun sebebi genellikle hep yanlış işler yapmaları değil, artık geçerliliği kalmamış, miadı dolmuş doğruları tekrar edip durmalarıdır.

Bu ülkelerin vatandaşları için yeterli zenginliği yaratamamış olmalarının sebepleri üzerinde düşünmemiz gerekir. Az gelişmiş ülkeler genellikle tabii kaynaklarını ucuz fiyatlarla gelişmiş ülkelere satmak veya ucuz işgücünü bir rekabet avantajı olarak kullanıp, herkesin üretebileceği harcıâlem malzemeleri ucuza üreterek satmak suretiyle bir rekabet gücü elde etmeye çalışırlar.

Zaman içinde rekabet şartlarında değişiklikler görülür. Bu ülkeler yeni rekabet şartlarına ayak uyduramaz hale gelir. Sürekli olarak ucuz işgücüne ve doğal kaynaklara dayanarak rekabet etmeye çalışan bu ülkelerin sağladığı ekonomik canlılık geçici olmakta, rekabet gücü ise sürdürülebilir olmaktan uzak bulunmaktadır.

Araştırmalar, ülkelerin milli gelirleri içindeki doğal kaynak ihracatı oranı yükseldikçe gelişmişlik seviyelerinin düştüğünü ortaya koymaktadır. Turgut Özal’ın “Türkiye’nin iyi ki petrolü veya diğer zengin tabii kaynakları yok. Aksi taktirde bugünkü kadar dahi gelişmiş olamazdık” anlamındaki sözü bu gerçeği ifade ediyordu.

Türkiye’nin doğal kaynakları kısıtlı olduğu için şimdiye kadar edindiği önemli ekonomik değerleri, Cumhuriyet tarihi boyunca kurduğu önemli şirket ve kurumları yabancılara satmak suretiyle yaşadığımız ekonomik darboğazdan çıkma politikalarını da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür.

Geçtiğimiz hafta içinde ülkemizin tek Petrokimya Kompleksinin yabancılara satıldığı ihale yapıldı. Ayrıca Mersin ve İzmir limanlarının yabancılara devri gerçekleşti.

Özelleştirme politikalarının yabancılaştırma politikalarına döndüğünün son örnekleri bunlar. Ayrıca Oyakbank’ın bir Avrupalı dev bankaya satılması da bazılarınca sevinçle karşılandı. Bu gelişmeler üzerine yüzde 72’si yabancıların elinde olan Borsamız (!) rekor üstüne rekor kırıyor.

Bütün ekonomik değerlerimizin yabancılara satılması metodunun kalıcı ve sürekli bir ekonomik iyileştirme sağlayacağına, hiçbir aklı başında insanın inanması beklenemez.

Bırakın az gelişmiş ülkeleri, ABD, Almanya, Fransa gibi gelişmiş ülke devletleri bile önemli ekonomik varlıklarının (bunlar özel şirket olsa bile) yabancıların eline geçmemesi için özel yasal düzenlemeler yapıyor. Hatta yasal düzenleme olmasa bile toplum içinde yabancılara satış konusunda öyle ciddi tepkiler ortaya çıkıyor ki Çin ABD’den, Almanya Fransa’dan önemli bir şirket satın alamıyor.

Özellikle az gelişmiş ülkelerin liderleri, küresel ekonomi içinde rekabet edebilmek için yeni metotlar bulmak ve uygulamak zorundadır. Türkiye’nin borcu borçla döndürme anlayışı ve buna ilaveten ekonomik varlıklarımızı yabancılara satma politikasının sonu çıkmaz sokaktır.

Bütün topluma yayılmış bir ekonomik ve sosyal başarı hedeflenmeli, bunun için devlet ve özel sektör liderleri mevcut gidişatı değiştirmek için sorumluluk almalıdır. Bu değişiklik bir strateji üzerine kurulmalıdır.

Çoğu uygulama genellikle bir önceki uygulamaların sonuçlarının yarattığı baskı ve olumsuzluklara reaksiyon olarak yapılır. Bu defa uygulamamız doğru tercihlerin ve doğru stratejinin sonucu olmalıdır. Doğru strateji ise bilinçli seçimlerin zamanında uygulamaya konulmasıdır.

Bu defa Türkiye seçimini bu esasa uygun olarak yapmak zorunda. Zira “seçim yapmamak, seçim yapmaktır.”

Biz Niye Hayvanat Bahçesindeyiz?

0

Yavru deve, anne deveye, sırtlarında niçin iri iri yumrular(hörgüç) olduğunu sorar. Anne deve: “Biz çöl hayvanıyız; günlerce, aylarca su bulamadığımız olur. Oraya depoladığımız suyu kullanırız.” der. Yavru deve bu defa, ayaklarının diğer hayvanlardan niçin daha enli olduğunu sorar. Anne deve: “Biz çöl hayvanıyız; kuma batmamak için ayaklarımız enli ve geniş yaratılmıştır.” der. Yavru deve tekrar, kirpiklerinin niçin iki katlı olduğunu sorar anne deveye. Anne deve: “Biz çöl hayvanıyız; kum bulutlarının ve tozlarının gözlerimize girmemesi için kirpiklerimiz iki katlıdır.” der. Bu cevaplara dayanamayan yavru deve: “Peki anne, biz niçin hayvanat bahçesindeyiz?” demekten kendini alamaz.

Yavru deveyi hayrete düşüren fizyolojik ve biyolojik yapısındaki farklılık değil, bu özelliklerine göre olması gereken yerde olamamaktır. Her canlı farklı nedenlerden dolayı, farklı biyolojik ve fiziksel donanımla yaratılmıştır. Farklılıklar, doğada dengenin kurulması ve sürekliliği için gereklidir. Kurulan dengede canlıları konumları dışında kullanmak hem doğa dengesi hem fıtrata uygunluk açısından sorunlar oluşturmaktadır. Bekir Sıtkı Erdoğan, muhteşem ahengi bir dörtlükle ne güzel ifade etmiş: “Her canlıya Hak layık olan cevheri verdi / Tırtıl iki diş bulsa eğer, ormanı yerdi / Şayet kediler haftada bir gün uçabilse / Dünyada bütün serçelerin nesli biterdi.” Küresel bozulmayı bir de bu yönüyle değerlendirmek gerekir. İnsan, fıtratının dışında konumlandırıldığı için, halk ifadesi ile söylersek, “at izi, it izine karış”mıştır. Çiçeğin işlevi bellidir, otun işlevi bellidir, hayvanın işlevi bellidir, insanın varlık nedeni bellidir. Bu türler içinde yer alan diğer canlıların işlevleri de bellidir. İnek, inek olduğu için; koyun, koyun olduğu için; at, at olduğu için; köpek, köpek olduğu için; ayı, ayı olduğu için değerlidir. Canlılar, konumlarına göre evrende yer alır ve denge unsuru olurlar.

Bu bakış açısını, insan türü üzerinde özelleştirebiliriz. İnsan, evren bütünlüğü içinde denge unsuru aynı zamanda kendi türü içinde bir yapı taşıdır. İhtiyaçlarımız sonsuzdur. Bu sonsuzluğu bütünleme görevi herkesin omuzlarındadır. El, beş parmakla anlam kazanır. Farklı yetenekteki, liyakatteki insan, bu nitelikleriyle insanlık denen yapının tuğlası olur. Önemli olan, tuğlaları yerine, statiğine uygun şekilde koymaktır. Statik hesaplamasında kişinin cinsiyeti, aldığı kültür, yetişme ortamı, beklentileri, yetenekleri, ihtiyaçları temel etkenlerdir. Edebiyat fakültesini bitirip köftecilik yapan, hukuk fakültesini bitirip tekstil işiyle uğraşan kişileri tanıyorum. Yine üniversitenin fizik bölümünü üçüncü sınıfta bırakan, işletme fakültesini ikinci sınıfta bırakan öğrencilerimi hatırlıyorum. Hele, tıp fakültesini altıncı senenin sonunda terk edenleri biliyorum. Seçtiği meslekte başarılı olamayanlara ve bir süre sonra mesleklerini terk ettiklerine, yavru deve misali “Bizim burada ne işimiz var?” dediklerine şahidizdir.

Hitler’in güzel sanatlar okuluna gidemediği için asker olduğu bilinir. Kendi yeteneği doğrultusunda eğitim alsaydı belki iyi bir ressam olacaktı. Fıtratı dışındaki mesleği onu canavar yapar, insanlığın başına bela eder. Bunun benzerlerini, “Ben niçin olmam gereken yerde değilim?” diyenleri çevremizde görürüz. Bu, bir insan israfıdır. İnsanı kuşatan zamanın, mekânın israfıdır. Hayallerin yıkılması, ümitlerin sönmesidir, mutluluk kaynaklarının kurutulmasıdır. İnsanın, insana zulmüdür.

Kişinin yaşamla bağını, yetenekleri ve ilgileri belirler. İlgiler yeteneklerden kaynaklansa da ilgilerin belirlenmesinde çevre, kolaycılık, popülerlik, para kazanma tutkusu, negatif arzular etkendir. İlgiler geçici, yetenekler kalıcıdır. İnsan israfının olmaması, kısa ömrün heba edilmemesi, toplumların az zamanda çok iş yapabilmesi için eğitimciler, ellerindeki taze nesillerin önce yeteneklerini doğru tespit etmeli, sonra onları bu doğrultuda eğitmelidir. Bir obje olarak kişiler de kendilerini yetenekleri dışındaki meşguliyetlere zorlamamalıdır. Her insanın yapabileceği mutlaka bir iş vardır, yeter ki o kendini doğru keşfetsin.

Olmaması gereken yerde bulunan yavru deve, haklı olarak: “Anne, öyleyse biz niçin hayvanat bahçesindeyiz?” diyor. Peki, siz kendiniz için ne diyorsunuz?

Gruplaşma Tehlikesi, Din ve Biz

0

Bu hafta temas etmek istediğim konu, aslında hepimizin bildiği bir gerçek olmasından ötürü ele alınması tekrara yol açacak olmasına rağmen, adeta “tarih tekerrrürden ibarettir” yargısını doğrularcasına konuya dair aynı hataların yapılması sebebiyle bu tekrarı göze aldıran bir konu.

Neyi mi kastediyorum? Gruplaşma tehlikesini.

Öyle bir tehlike ki, tarihte pek çok milletin başına bela olarak yıkılıp gitmelerine sebebiyet vermiş, insanlık adına yapılmaya çalışılan her türlü iyiliğin bir anda toz olmasına yol açabilmiştir.

Daha çok az bir zaman önce ülke olarak bu süreci ve acı sonuçlarını tecrübe etmiş, bir anlamda hala da etmekte olmamıza rağmen bugün ülkemiz yeni yeni gruplaşmaların kucağına, hem de kimi zaman “hoşgörü” kavramı (toplumsal bütünleşmeyi tehdit edici bölünmelere ve farklılaşmalara karşı insan hakları adı altında gösterilen hoşgörü) altında itilmektedir.

Konu hakkında farklı görüşler söz konusu olduğu için maksadımızı daha iyi anlatabilmek adına kastettiğimiz “gruplaşma”nın mahiyetine değinmekte fayda görmekteyim:

Her birimiz hayata dair farklı görüşlere sahip olabiliriz. Hatta aynı değer yargılarını taşıyanlar da kendi aralarında farklıllaşabilirler ve farklılaşmaktadırlar da.

Kanaatimce insanoğlunun ilerlemesinin bir ayağı bu faklılaşmada yatmaktadır. Yani doğal, olması gereken ve faydalı bir süreçtir.

Ancak bu süreç, eğer doğru kullanılabilirse verimli hale gelip bizlere ufuk verme anlamında faydalı olacaktır.

Peki, bu verimliliğin elde edilebilmesi için söz konusu farklılıklar nasıl doğru kullanılabilir?

Ülkemiz üzerinden gidersek örnek bulmakta maalesef zorlanmayacağımız için konu daha açık hale gelecektir.

Mesela ülkemiz son zamanlarda kimi sağduyulu insanlarımız tarafından da endişeyle ifade edildiği gibi, “din” üzerinden gerek siyasi gerekse sosyal hayatta, “kendi gibi düşünmeyeni”, aynı değerleri paylaşsa bile, yani aynı değerlere inanıp bunları siyasi ve sosyal alanda farklı yorumlayanı “ötekileştirmek” gibi ciddi ve tamiri hiçbir meseleye benzemeyecek kadar zor bir gruplaşmaya doğru gitmekte veya götürülmektedir.

Bu gruplaşma öyle bir hale gelmeye başlamaktadır ki aslında “siyasi” olan pek çok mesele “din” adı altında tartışılmakta, “dini” olan bazı meseleler ise “siyasi” çervede ele alınmaktadır. Bunun neticesinde ise insanlar yanlış kavramlar ve haksız usullerle birbirlerinin dindarlıkları hakkında hüküm vermekte, dolayısıyla “din” üzerinden düşmanlığa dayalı bir farklılaşmaya gidilmektedir.

Dinimizin bu konuda oldukça sert ve net bir tavrı olmasına rağmen insanlarımızın içine düştükleri ciddi yanlışı anlamak hakikaten zor görünüyor. Zira Kur’an-ı Kerim’de açıkça buyrulduğu üzere: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am, 159)

Yani din üzerinden oluşturulan parçalanmanın sorumluluğu çok ağır olmaktadır. Zira İslam imanda olduğu gibi toplumsal hayatta da tevhidi, yani birliği emreder. Nitekim bu emri müslümanları birbirlerinin kardeşleri ilan ederek pekiştirmiş ve imanın bir ayrışma değil bütünleşme vesilesi olduğunu vurgulamıştır.

Bu kadar açık bir uyarıya rağmen nasıl oluyor da söz konusu gruplaşma ve parçalanma hatasına düşüyoruz?

İşte bu noktada yine “doğru din eğitimi”nin gerekliliği bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Hatta bunu sağlamak amacıyla din eğitiminin devlete verilerek, tarihi tecrübeden gelen sıkıntıların tekrarlanmasına mani olma gayreti de daha iyi anlaşılmaktadır ki zaman zaman tartışılan “din eğitimi laik devletin işi mi?” sorusunun cevabını burada aramak gerekir.

Dolayısıyla her alanda olduğu gibi din alanında da ne kadar doğru bilgi edinir, beynimizi başkalarına satmadan elde ettiğimiz bilgileri hazmedip geliştirerek ufkumuzu genişletebilirsek, bilgisizlikten kaynaklanan istismarların önüne geçmemiz, bunun neticesinde toplum olarak maddi – manevi değer ve müştereklerimizde birleşmemiz de o kadar çabuk ve kuvvetli olacaktır. Aksi halde ipleri başkalarının elinde olan kuklalardan veya “başlarındaki çobanın” komutuyla hareket edebilen sürülerden farkımız kalmayacaktır…