18.8 C
Kocaeli
Cumartesi, Eylül 20, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1320

Kurban Düşünceleri

0

-Üstadım, bugün bayram, elinizi öpmeye geldim.

-El öpenlerin çok olsun, berhudar olasın. Senin için bayram olmayan gün var mı Kertenkele?

-Üstadım, bugün olsun bir şey demeyin, bayram sevincimi yok etmeyin. Her günü bayram olana deli dendiğini ben de biliyorum.

– Beni yanlış anladın Kertenkele. Bu bayramımızın adı, Kurban.
“Kurban” ne demek? Bu kelime, bayrama niçin isim olmuş? Bunları hiç
düşündün mü? Ben kelimenin içeriğini düşünerek “Senin için bayram
olmayan gün var mı?” dedim.

-Yani hem nalına hem mıhına vurdunuz, kinayeli söyleyiş yaptınız. Üstadım, tam bir söz mimarısınız.

-Türünün gereği olarak Kurban’da neler yapmayı düşünüyorsun Kertenkele?

– Üstadım, en büyük zevkim, kesilen kurbanın başında bulunmak, sonra
taze taze et yemek. Sizin de vurguladığınız gibi, türdeşlerimi ziyaret
edeceğim. Dargınlarımla barışacağım.

– Kertenkele dikkat ettim, Kurban’ın anlamı üzerinde düşüneceğim,
demedin. Kurban; nedir, niçin vardır, ne zamandan beri vardır? Bunlar
seni ilgilendirmiyor mu? Sen her hareketini bilinçli bir eylem, yani
ibadet haline ne zaman getireceksin? Ye, iç, gül, oyna; yaşasın hayat,
gerisi bayat… Öyle mi?

– Üstadım, bayram bayram beni yine haşladınız. Haklısınız, bir
kurban gibi başımı eğiyorum, ne olur bana bilmem gerekenleri anlatın.

– “Kurban”, Arapça bir sözcük, yakınlaşma anlamına geliyor. “Akraba”
da aynı kökten türemiş. Kurban olarak kesilen hayvan, bir semboldür.
Kestiğimiz kurban ile, insan olarak, bizi bizden ve bizi Allah’tan
uzaklaştıran her şeyi öldürmüş, yok etmiş, hayatımızdan çıkarmış
oluruz. Nefis, mal, makam, dünyalık diğer değerler bir bıçak darbesi
ile hayatımızdan atılmış olur.

-Üstadım, hiç düşünmediğim şeyler duyuyorum sizden. Söylediklerinizle kurban arasında ilgi kurmakta zorlanıyorum.

– Kurban kesmek, imkânı olanlar için, dini bir ritüeldir, ibadettir.
İbadetlerin kaynağı, ya Kur’an ya da Sünnet’tir. Rabbimiz kutsal
kitabında şöyle söyler: “Hayvanların kurban edilmesine gelince; Biz onu
sizin için içerisinde nice hayırlar barındıran Allah’ın simgelerinden
biri olarak (ibadet) kıldık: … Bu böyledir; zira Biz onları sizin
emrinize amade kılmışızdır; umulur ki şükredersiniz.“Onların ne etleri
ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat sizden O’na ulaşan, yalnızca O’na
karşı gösterdiğiniz derin sorumluluk bilincidir.” Allah, kurban
kesmekte hayırlar olduğunu söylüyor. Bu ne demektir, bunda nasıl bir
hayır olabilir? İşin toplumsal boyutunu, dayanışmayı desteklemesini,
ete muhtaçların sevindirilmesini bir tarafa bırakıyorum. Bireysel
anlamda kurban, beni nasıl eğitmeli? Allah, kendi ifadesi ile, bize şah
damarından daha yakın; fakat biz ona ne kadar yakınız? Hz. İbrahim’i
düşünelim bir an. O, oğlu İsmail’i her şeyin üstünde seviyordu; çünkü
zor elde etmişti onu. Allah, Hz. İbrahim’den, oğlu İsmail’i kendisi
için kurban etmesini istedi. İsmail, Hz. İbrahim ile Allah arasında bir
set idi. Kurban kesen kişi hikâyeyi düşünmeli, Allah ile kendi
arasındaki bütün setleri yıktığını, yaşamında yaptığı her işi Allah’ın
emri ve rızası doğrultusunda yaptığını haykırmalıdır. Yoksa kesilen
kurban, kişiye ibadet anlamında bir ayrıcalık sağlamamış olacaktır.
Kurban, bu yönüyle, kişinin kendi varlığını Allah’a adamasıdır, şah
damarında kendisini keşfetmesidir.

– Üstadım, “Senin için her gün bayram değil mi?” dediğinizde size
fena haksızlık etmişim. Siz istiyorsunuz ki, ben kendimi her gün
sorgulayayım, ayette belirtildiği gibi, “derin sorumluluk bilinci”ne
sahip olayım. Çevremde bu kadar beni benden alan, şah damarımı
keşfetmeme engel olan meşguliyet varken bunu nasıl başarabileceğim?

– Kertenkele, bilincine varırsan her ritüel, bir yüceliştir.
Hastalıklarımız ve ölüm bile bir yüceliş sebebidir. Evrenin, varlığın
sihri, bu bakış noktasındadır. Maddeye, manaya bu bakış noktasından
bakanlar için hiçbir yerde sıkıntı yoktur.

– Üstadım, bu bayram, zihnim ve kalbim için kâbus olacak.
Türdeşlerimle hafif bir bayram geçirmek istiyordum. Vur patlasın gül
oynasın, demek istiyordum yaşıtlarımla. Derinlik içeren cümleleriniz,
midemde şimdiden kasılmalara yol açtı. Yemeyi özlemle beklediğim etten
de tat alamayacağım. Yine iz bıraktınız bu bayram günü bende.

-Kertenkele, derdin etse, siz onu her gün dedikodu yaparak zaten yiyorsunuz. Hem de ölü insanın etini yiyorsunuz.

-Üstadım, bana gene bir yerden vurmak istediniz, kafam iyice karıştı. Verin elinizi öpeyim.

-Haydi, bayramın bayram, seni senden alan her değer kurbanla yok olsun!

İnancı Yaşama Hakkı

Çok yakın bir arkadaşım anlattı. İlimizin beş yıldızlı oteli Grand
Yükseliş’te hafta sonu sabahtan akşama kadar süren, iki günlük eğitim
programına iştirak etmiş ve öğle namazı kılmak için görevlilerden yer
gösterilmesini istemiş. Otel görevlileri önce bütün oda ve salonların
dolu olduğunu söylemişler ve daha sonra arkadaşımın ısrarı üzerine bir
yemek salonunun köşesinde namaz kılma imkânı yaratılmış. Ertesi gün de
namaz kılmak için boş bir oda tahsis etmişler.

Arkadaşımın “neden bir odanın sürekli namaz kılma yeri olarak ayrılmadığını”
sorması üzerine yetkili şahıs, böyle bir oda tahsisi yok, ancak oda ve
salonlar dolu iken kendi çalışma odalarını dahi böyle talep edenlere
verdikleri cevabını vermiş. İlaveten, son senelerde “namaz kılanların
sayısında çok hızlı bir artış olduğunu gözlediklerini ve bunların
hepsine namaz için çalışma odalarını verdikleri taktirde kendi
işlerinin aksayacağını” söylemiş.

Grand Yükseliş otelinde kalan misafirler için bütün odalarda Kur’an,
İncil ve Tevrat ile seccade bulundurulduğu ve çeşitli toplantı ve
törenler için günübirlik gelip, namaz kılmak isteyenler için boş olan
salonlarına seccade sererek yardımcı olmaya çalıştıklarını ben de
defalarca gözlemledim. Bu konuda diğer otellerin çoğundan daha duyarlı
olduğu kanaatindeyim.

Bu olaydan sonra Milliyet’in geçtiğimiz günlerde yayımladığı ve geçen haftanın Türk basınının en çok tartışılan konusu olan “Gündelik hayatta din, laiklik ve türban”
başlıklı araştırma dizisi ve dizi hakkındaki yorumları hatırladım.
Tarhan Erdem’in yönetimindeki KONDA araştırma şirketinin Milliyet için
yaptığı bu çalışma hakkında Türkiye’de yayımlanan gazetelerde yüzün
üzerinde köşe yazısı yayımlandı. Dizi hakkında onlarca haber yapıldı,
televizyon kanallarında da pek çok tartışma yapıldı.

Bu anketin gösterdiği en tartışmasız konuların başında şu tespit geliyor: Anket “toplumun büyük çoğunluğunun (yüzde 96,8 ‘inin) “dindar”, en azından “inançlı” olduğunu gösteriyor. İnançsızlık, ateistlikle birlikte yüzde 3 civarında kalıyor.

Tarhan Erdem, toplumumuzda iki aşırı uçtan bahsediyor, bunlardan biri “yobaz sayılabilecek” kesimdir, öbür aşırı uçta ise “bunların tam tersi tarafta bulunanlar” yer alıyor. Erdem, ikisinin toplamının “yüzde 10’u bulmadığını” da belirtiyor. (Milliyet, 9 Aralık 2007) Demek ki, “yobazlarla” “aşırı laikçilerin” toplamı yüzde onu bulmuyor!

Tarhan Erdem ayrıca Türkiye’de geniş muhafazakâr kesimin “kültürel değerlerine bağlı kalarak modernleşmek istediğini” vurguluyor ve şu sonuca varıyor:

“Kültürel değerler dışındaki diğer değerler tartışıldığında
başını açanlarla örtenlerin ortaya koydukları görüşler arasındaki fark
azalmakta, örtünme hali bir ayıraç olmaktan çıkmaktadır.”
(Milliyet, 3 Aralık 2007)

Yani muhafazakâr kesim de Devletin ve hukukun laik olmasını istiyor,
kadın-erkek eşitliğini savunuyor, sadece dini nikâhla yetinmiyor resmi
nikâh yaptırıyor, laik miras hukukunu, ceza hukukunu, demokrasiyi
benimsiyor… Türbanlılarda bu oranlar yüzde 90’ın üstündedir!

Buradan anladığımız şudur: Toplumumuz hızlı şehirleşme ve modernleşme etkisinde orta sınıf değerlerinin öne çıktığı bir süreci yaşıyor. Kültür ve inanç değerlerine bağlı kalarak şehirleşmenin nimetlerinden yararlanmak isteyen kitleler, “inancını yaşama hakkına”
dayanarak otellerde, alışveriş merkezlerinde namaz kılma mahalleri
talep ediyor. Bu süreçte insanımızın çoğunluğu kendisi namaz kılsa da
kılmasa da, diğer ibadetleri yapsa da yapmasa da, namaz kılanlara ve
diğer ibadetlerini yapanlara saygı duyuyor ve saygı duyulmasını istiyor.

Laik anlayış, çoğunlukta olanın da, azınlıkta olan kesimin de, ister inançlı ister dinsiz olsun, dini inanç ve kanaatlerine ve inandıklarını yaşama hakkına
saygı gösterilmesini icap ettirir. Mademki böyle bir dindar kitlenin
varlığı bir sosyal vakıadır, bu saygının duyulması modern bir davranış
biçimi değil midir?

Bu kapsamda Alışveriş Merkezlerinde müşterilerden gelen talepler dikkate alınarak mescit yapılmaktadır. Ancak Kurban Bayramlarında “İslami usullerde kurban kesimi” için çok iddialı ve özenli hizmet veren Carrefoursa’larda
bir namaz kılma yeri bulunmaması, bu şirketin “para kazandırmayan
ibadete saygı göstermediği” gibi bir kanaate sebep olmaktadır. (Kaldı
ki mescidi olmadığı için Carrefoursa’nın çok sayıda müşteri
kaybettiğine inanıyorum.)

Otellerde, alışveriş merkezlerinde müşterilerin, işyerlerinde çalışanların (hakkın kötüye kullanılmasına izin vermeden) namaz, oruç, kurban kesme gibi ibadet haklarına
saygı gösterilmesi ve gerekli kolaylığın gösterilmesi toplumsal barış
ve huzura yardımcı olacak. Müşteri ve çalışan sadakatini artıracaktır.
Ayrıca “din istismarcısı siyasal İslamcıları” da malzemesiz bıraktıracaktır.

Yüzde onluk aşırı kesimin, Türkiye’nin huzurunu bozmasına izin vermeyelim.

“Yavru Vatan” Kuşatması

İstanbul Üniversitesi Merkez Bina’nın çok yakınında bir Esnaf
Hastanemiz vardı. Derse gidip gelirken sürekli önünden geçerdim. Şimdi
yenilendi ve ihtiyaçlara daha çok cevap verir hale geldi. Ancak, bu
tarihi Hastanemizin ismi “Business Esnaf Hospital” oldu. Hastanenin
hemen yanında “Tauri Cafe” diye bir yer açıldı. Bu ismin ne anlama
geldiğini merak ettim. Gerekli açıklamayı da özenle yerleştirmişler.

Roma İmparatoru Teodosius zamanında Beyazıt Meydanı’nın ismi “Form
Tauri” Meydanıymış. Demek ki, Roma’yı yaşatabilmek için şimdilik bir
kahveye, ileri de fırsat bulurlarsa Beyazıt Meydanı’na bu isim
verilecek. Süleymaniye ve İMÇ yıkılıp turizme açılınca kimbilir daha ne
yabancılaşma örnekleriyle karşılaşacağız. İsim değişikliği bu
Hastanenin yenilenmesinde ve tekrar hizmete açılmasında maddi yardım
yapanların bir tercihi olsa gerek. Öğrendiğimize göre, İTO’nun da
katkıları olmuş. Böyle giderse Suriçi’nde tezgahlanan oyun daha net
görülebilecek. Demek ki İstanbul; 2010 Avrupa Kültür Başkenti olurken
bu değişim ve dönüştürmelere de uğrayacak.

* * *

AB Parlamentosunda Interpol tarafından kırmızı bültenle aranan
bölücü ve ırkçı teröristlerin misafir edildiği ve konuşturulduğu
görülüyor. İspanya’da terör örgütü ETA’ya siyasi, ekonomik ve sosyal
yardım sağlayan 46 kişiye toplam 527 yıl hapis cezası veriliyor.
Aralarında yayını yasaklanan bir gazetenin de yönetmeni var. Terör
örgütü ile mücadelede İspanya’ya her türlü desteği verenler, Fransa
topraklarında askeri harekât yapmasına göz yumanlar, söz konusu Türkiye
olunca yön değiştiriyorlar. İspanya’da terör örgütünü desteklemeyen
Avrupalılar bizdekine terör örgütü bile diyemiyorlar. Gerektiğinde
terör örgütünü destekleyen siyasilerle ve belediye başkanlarıyla destek
toplantıları düzenleyen adeta sömürge müfettişi gibi ortada dolaşanlara
bizde ise, hoşgörüyle bakılıyor. Yabancı büyükelçiler iktidara direktif
veriyor.

AB’deki sözde demokrat çevreler kendi insan hakları ihlallerini
görmezlikten gelerek hep Türkiye’yi hedef alıyorlar. Bizdeki
işbirlikçiler ise, Avrupa’daki insan hakları ihlallerini ağızlarına
bile alamıyorlar.

Aslında hep terör örgütü isimlendiriliyor. Acaba gerçek terör
Gabar’da, Kandil’de mi, yoksa, Ankara’nın göbeğinde mi? Asıl terör,
milliği reddeden mahallilikle yetinen, milli kimlik ve milliyetini
basit bir etnik grup gibi gören, bunu demokratikleşme zanneden ilkel
kafadadır. Bunlar, terör örgütünden daha tehlikeli olan Türksüz,
Atatürksüz, milliyetsiz ve milli kimliksiz Anayasa taslakları
hazırlatanlardır.

Bir de sözde “yavru vatan” hikayeleri ortaya atılıyor. Kukla sözde
bir Kürdistan kurdurmak isteyenler, Kerkük’ü buna bağlayarak petrolün
kontrolünü sağlamak peşindedirler. Bunun yanında petrolün açık
denizlere indirilebilmesi için Türkiye ve Yumurtalık Limanı kullanılmak
isteniyor. Eski bir tuzak yine gündemdedir. Buna göre, bu kukla devlet
Türkiye’ye eklenmelidir. Onlara göre, yavru vatanın gerçekleşebilmesi
için Türkiye’nin federal bir ufalanmaya gitmesi ve bu kukla devletle
konfederasyon kurdurulması planlanmaktadır. Bu sözde yavru vatan, İran
ve Arap Dünyasına karşı Türkiye tarafından koruma altına
alınabilecektir. Hem Türkiye’nin, hem İran ve Arapların aleyhine olan
böyle bir gelişme Türkiye’yi Irak’ın toprak bütünlüğünü bozan, işgalci
bir konuma sokacaktır. Aslında ABD’nin hedefi Türkiye’yi başta Ortadoğu
olmak üzere, sorunların içine çekmek ve kuşatmaktır.

Bu tezgahı hazırlayanlar Irak’ın kuzeyi için sık sık “savaşmayın,
ticaret yapın, yatırım yapın” telkinlerinde bulunuyorlar. Böyle bir
süreçte Türkiye gibi stratejik bir müttefik için fedakârlık yapılmaz
mı? PKK’nın ne önemi var? Zaten görevini yerine getirdi ve onun
sırtından Kürtçülüğü kullananlar siyasallaştırıldı, palazlandırıldı.
Artık PKK tasfiye edilebilir.

İran bölgede şimdilik dost; ama ABD ile uzlaştığı ve Batı yanlıları
iktidara getirildiğinde veya nükleer bir bölge gücü olduğunda
Türkiye’ye rakip de olabilir. Ancak bu ülkenin petrol satışlarında
doları reddetmesi, bütçemiz dahil her yerde doların konuşulduğu,
yabancı ülke vatandaşlarının bakan yapıldığı ülkemizde, bazılarına çok
anlamlı bir derstir. Keşke biraz siyasi masalların etkisiyle iyimser
olabilseydik.

Hz. İbrahim, Kurban ve İslam Dünyası

0

Akıl ilahi bir vasıftır. İnsanları diğer canlılardan ayıran en temel
özelliktir. Akıl olmadan Allah (C.C.) ’ın varlığını, birliğini, İslam
dininin mahiyetini anlamamız kavramamız ve yerine getirmemiz mümkün
olmaz.

Bunun içindir ki, aklı olmayan insanlar dinin emirlerinden sorumlu değildirler.

Akıl da doğru kullanıldığı zaman bir anlam ifade eder. Yoksa, insanın cehenneme gitmesinin sebebidir.

Aklı doğru kullananların başında Hz. İbrahim gelir. Kavmi ağaçtan,
taştan putlar yapıp onlara taparken, O bunların anlamsız olduğunu
anlıyor ve onlardan uzak duruyordu.

Aklı sayesinden bu dünyanın insanların ve diğer canlıların kendi
kendine olmayacağını anlıyor mutlaka bir yaratıcının olması gerektiğini
idrak ediyordu.

Kavminin baskılarına boğun eğmiyor, putların önünde eğilmiyor ve bu
yolda ateşe atılmayı bile göze alıyor, fakat Nemrut’un ateşi Onu
yakmıyordu. Şu anda peygamberler şehri Şanlıurfa’daki Balıklı Göl onun
ateşe atıldığı yerdir.

Dinimizde kurban ibadetinin tarihçesi Hz. İbrahim’e kadar uzanır.

Rivayete göre Hz. İbrahim oğlu İsmail’i rüyasında kurban ettiğini
görür ve bu durumu oğluna anlatır .Hz. İsmail’de, O’na “ … Babacığım!
Emrolduğun şeyi yap inşallah beni sabredenlerden bulursun. ” ( Saffat
Suresi:102 ) şeklinde cevap verir.

Hz. İbrahim oğlunu kurban etmek üzereyken Cebrail (as) O’na
kurbanlık bir koç getirir. Gelirken “Ellahu ekber Ellahuekber “ der.
Hz. İbrahim de O’nu “Lailahe illallahu vallahu ekber ellahuekber ve
lillahilhamd” diye karşılar. Böylece Teşrik tekbirleri meydana gelmiş
olur.

Cebrail O’na koçu kurban etmesini söyler. Koç’u kurban ederek Allah’a olan teslimiyetini bir kez daha göstermiş olur.

Hz. İbrahim (as)’ın Allah (cc)’a olan teslimiyeti sayesinde ateş onu
yakmaz, oğluda kurban olmaktan kurtulur. Bu sebepledir ki,
peygamberimiz (sav ) “Kurban atanız İbrahim’in sünnetidir.”
buyurmuştur.

Kurban Allah ( cc )’a teslimiyetin ifadesidir. Bunun bizler bu
teslimiyetin neresindeyiz? Kurban’ı bu düşünce ile mi alıyoruz,
kesiyoruz? Yoksa, çok eti az fiyata almanın hesabını mı yapıyoruz?

Kurban günümüzde ibadetten ziyade ticari bir sektör haline
getirilmiştir. Hayvanları hormon iğnesi ile şişirten, diş çıkarmamış
hayvanları satan, fırsatını bulunca da hayvanı yarı fiyatına almak
isteyen, fırsat düşkünü alıcı ve satıcılarda ibadet şuur’u ne kadar
olur ki?

Bu konu ile ilgili bir ayette “ Onların ne etleri, ne de kanları
Allaha ulaşır. Fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır ( Hac Suresi
37.Ayet ) “

Bu zihniyet ile takvanın bir arasında bulunması nasıl mümkün olur bilemem.

Kurban bayramı dolayısıyla unuttuğumuz güzel hasretlerimizi
hatırlayıp kötü huylarımızı terk edelim. Öncelikle, nefsimizi kurban
edelim. Kırgınlıklara, dargınlıklara, küskünlüklere son verelim.
Yaşlıları, hastaları, büyüklerimizi ve de huzur evindeki evlad ve torun
hasreti çeken dede ve nineleri ziyaret etmeli. Onların hayır ve
dualarını almalıyız.

Uzaklarda olan akrabalarımızı da en azından telefon ile arayıp hal
hatır etmeliyiz.
Müslümanların için kurbanın tarihçesi Hz. İbrahim’e dayandığı gibi
Batılılar için Müslümanları ateşe atmanın temeli de, nemrut’a dayanır.

Bugün başka Irak, Afganistan, Filistin, Çeçenistan vb ülkeler başta
olmak üzere senenin 365 günü Müslümanların onlarcası yüzlercesi hatta
binlercesi kurban edilmekte nemrudun ateşi bütün İslam dünyasını
kavurmaktadır.

Kan, zulüm, gözyaşı, işkence, yağma ve yakıp yıkma batının bilinç
altına yerleşmiş en belirgin özelliklerdir. Tarihte Haçlı Seferleri ile
yapamadıklarını bugün demokrasi adına yapıyor, yapmaya da devam
edeceklerdir.

Bu durum bir kader değildir. Eğer bizler bütün Müslümanlar Hz.
İbrahim ve Hz. İsmail’in kurban konusunda ki kulluk bilincini
hatırlayıp ona göre hareket edersek bu zulüm ve gözyaşı da biter.

Tarihteki şanlı yerimizi alıp sadece Müslümanlara değil bütün insanlığa huzur, mutluluk ve barış götürürüz.

Gerçek bayramlarda buluşmak dileğiyle Hepinizin bayramı mübarek olsun

“Hazan Mevsiminde Bağdat”

0

Bir şiir okudum; nabzım değişti, tansiyonum yükseldi. İçimde dolaşan
bomba yüklü intihar kamyonetleri birbiri ardı sıra patladı. Ciğerim
cesetler dağılmış pazar yeri gibi oldu. Yürüdüm Felluce, durdum Tuzhurmatı. Sonra şairin dediği gibi; ‘Kalktım ağladım, yattım ağladım.’

“Hazan mevsimidir
Gözünün görebildiğince kan rengidir Bağdat
Henüz dağlara namı düşmemiş
Ebabil bakışı, İbrahim yüreği
Henüz Batı, batısındadır ve batılındadır aşkın
Hala sırtlan kümesidir”

‘Ümmetim az güler’
buyurmuş Resul. Düşündüm de ben hangi bedenin uzvuyum. Ne acı
hissettiğim var ne de kardeşlik hassasiyetim. Gözlerim borsa körü,
kulaklarım futbol yorgunu, dilim magazin bulaşığı. Oh ne güzel, ful otomatik kul.

“Hazan mevsimidir
Kabillerin ihtirası yırtmıştır Peygamber mirası geleceği
Özgürlük ehl-i beyt’in tepesine inen bombadır
Yanardağdır alevi yosunlaşmış yüreklerde
Fatıma’nın çığlığı desibel üstüdür
Duyulmaz zikir meclislerinin zevk-i aşkından
Feryad-ü figan
Amerika üssü hala kuzey zihnimizdedir”

Başım döndü, midem bulandı. Huzuru ve alışkanlıkları kusmak istedim. ‘Ya görevin nedir, senin görevin?’
Dostlar değil düşmanlar iyi günde olsunlar, biz de çevre sorunlarına
nasıl çözümler üretebileceğimiz geyikleyelim. Allah kalbini temiz
tutana madalya veriyor ya..

“Hazan mevsimidir
Ölen, düşen, kirletilen Müslüman değil
Sünni, Şii, Kürt yada Araptır
Zalimler müttefiktir stratejik, mümin dolar zengini
Allah’ını, Peygamberini seven, hoşgörülü
Patrikhane ikinci adresimizdir”

Nicedir gırtlağımda muşta gölgesiyle dolaşıyorum. Beynimin guddelerine batıp çıkıyor cam kırıkları. Bizim ‘deli’ diyeceğimiz sahabeler bizi görüp görüp ‘bunlar Müslüman değil’ diyorlar rüyalarımda. Kâbuslara sarıla sarıla uyuyorum. Lakin uyandığımda eski tas, eski hamam..

“Hazan mevsimidir
Başını örtmek için yürüyenlerin
Başı kesilenler için sustuğu demdir
Kadının sesi şarkı söylerken namahrem
Irzına geçilirken elemdir
Nice kandiller gelir geçer de Davudi hafızlar dilinden
Zalime beddua okumak ardır
Uzuvları kopmuştur müminlerin
Narkoz yirmiiki ayardır”

Tüm işletim ayarlarım bozuk. Asabım tavan yapmış durumda. Ama
tabanların da tabansızlık yarışında.. Haçlılar ve Moğollardan sonra 3. kıyamet Amerikan köpekleri.
Kuduz hayvanlardan daha azgın ve tarihin tüm sadistleri ile şeytanı
gölgede bırakacak eşsiz bir zulüm. Gelmiş geçmiş en büyük felaket; Allahın Belası Devlet’.

“Hazan mevsimidir
Zalimlerin ve mazlumların sarayıdır Bağdat
Bir Genç Osman hatırası
Bir evlad-ı Resul yasıdır
Annenin çocuğa son bakışıdır bir milyon

Sevdaların ırzına geçildiği ilk masaldır
Müminin zalimle imtihanı
Tarihin kana ve kancıklığa boyanmasıdır”

İnsanlığımdan istifa etmek istiyorum. Mütedeyyinlik boş laf, muhafazakârlık angarya.. Ruhumuzu ‘Buzda Dans’ ateşinden korumaktan aciziz. İslam Dünyası 1,5 milyarın
üstündeyse Hz. Muhammed niçin garip, niye yalnız? Nerede kınayanın
kınamasından, kâfirin topundan–güllesinden, kervanların rantından ve
dünyalık saadetlerinin kaçmasından korkmayanlar? Yok mu Bedir Ashabı’nı seven?

“Zırhını çıkarmadı Allah Resulü
Namazını kılmadı
Bir ihanet, bir feryat duyulmuştu
Beni Kureyza`dan
Gün namus günüydü”

Kusura kalma ey Nebi, yeminlerimizi yedik. Ümmetinin namusuna bile
sahip çıkamadık. Camilerimizde ismin var ama bizim cismimiz cisim
değil. Bağışla Allah`ım, emanetini taşıyamadık. ‘İçimizdeki beyinsizler’ güruhunu kalabalıklaştırdık., Kurusak da, çoraklaşsak da duamız kadar hükmümüz vardır. 5 vaktin hatırına; “Ente Mevlana, fensurna alel kavmil-kâfirin! Amin.”

Of Feyzullah Hoca’m of.. Karşıki dağlar sırtımda, kalemin kılıç
formunda. Bir şiirini okudum dudaklarım kurudu, nabzım değişti. Sen
yaz, dünyam değişsin.

Söze selam!

Not: “Hazan Mevsiminde Bağdat”, Feyzullah Divli’nin son şiiridir.

Yaşamda Üç Cenaze

0

– Üstadım, ben niye böyleyim? Sizin söylediklerinize bazen dudak
büküyor – affedersiniz ama -Üstadım saçmaladı.” diyorum, sonra da
dediklerinizin doğru olduğunu anlıyorum ve kendi kendime tebessüm
ediyorum. Sözlerinizdeki nükteyi niçin hemen anlayamıyorum?

– Ne oldu yine? Anlat bakalım.

– Siz derdiniz ki: “Her olay, daha öncekinin benzeridir. Nasıl
fiziğin, kimyanın yasası varsa, sosyal olayların da yasası vardır.
Yaşadığımız son olay, insanoğlunun yaşadığı ilk olaylardan farksızdır.”
Az önce bir kitapta öykücük okudum, sanki bugünlerde aile çevremizde
yaşadığımız bir olayı anlatıyor.

– Aile çevrenizde yaşadığınız olayı sana bırakıyorum, okuduğun öykücüğü anlat, ben de meraklandım.

– Üstadım, üç arkadaş para kazanmak için evlerinden ayrılıp yola
çıkar. Bir süre sonra yorulurlar. Ağaç gölgesinde otururlarken
içlerinden biri yerde gömülü sert bir cisimle karşılaşır, bakar ki, o,
bir küp altındır. Sevinirler, kucaklaşırlar. Yaşça büyük olan,
paylaşmadan önce karnımızı doyuralım, der. Yaşça en küçük olanı bir
şeyler getirmesi için köye yollarlar. Bu da altının tamamını alabilmek
için böreklerin yanında hazırlattığı ayrana zehir koyar. Kalan iki
arkadaş da altınları ikiye bölmek, üçüncüsüne bir şey vermemek için
köyden gelene tuzak kurarlar ve onu öldürürler. Getirilen böreği yerler
ve ayrını bir güzel içerler. Birkaç dakika sonra ortada üç cenaze, bir
de küp vardır.

– Kertenkele, senin sürüngen zekân bile, bu saçmalıkları anlıyor ve
tuhaflıyor da insanlar niye anlamıyor ve değişmiyor? Mal, mülk, makam
hırsı için birbirlerine zarar verenlere seni artık gönül rahatlığıyla
öğretici tayin edebilirim.

– Üstadım, ben size göre dört ayaklılar sınıfında yer almıyor muyum?

– Olsun, dürtülerinde midesi ve göbeğinin altını merkez alanların ya
da henüz gönül ve akıl noktasından hayata bakamayanların dilinden ancak
sen anlarsın. Ortak lisan, iletişimi kolaylaştırır. Belki onlar da
senin gibi zamanla terfi ederler.

– Üstadım, benzetmeleriniz tartışma yaratacak gibi. Bilirim, siz
gürültüsüne dayanamayacağınız taşı yuvarlamazsınız, yine de üslubunuzu
yumuşatsanız, diyorum.

– Elbette haklısın. İnsanların, anlamsız değerler yüzünden
birbirlerini tahkir etmelerini bir türlü kabullenemiyor ve bu yüzden
pek öfkeleniyorum. Senin anlattığın öykücük yaşanmış da yaşanmamış da
olabilir. Ben sana yaşanmışını anlatayım.

– Üstadım, sizden dinlemek büyük zevk ve bir lütuf.

– Uzun Hasan’ı bilirsin. Akkoyunlu hükümdarıdır. O ölünce yerine
oğlu Yakup, hükümdar olur. Annesi ise diğer kardeş Yusuf’un hükümdar
olmasını istemektedir. Bir gün Yakup ile Yusuf avdan yorgun argın
dönerler. Yakup annesinin hazırladığı suyu iştahla içer, kalan yarısını
da kardeşi Yusuf’a ikram eder. Yusuf da zehirli suyun kalan diğer
yarısını içmeye başlayınca anneleri, yırtıcı kaplan gibi Yusuf’un
üzerine atlar, bardağı elinden alır ve kalan suyu içer. Şimdi ortada
bir hain kadınla günahsız üç yavru kalmıştır. Akkoyunlu sarayından aynı
anda üç cenaze çıkacaktır. Bu hainliğe sebep olan hükümdarlık makamı
bütün çirkinliği ile aklı kısa başka kurbanlarını beklemektedir.

– Üstadım, insanlar henüz kendileriyle olan sorunlarını halledememişken niçin birbirleriyle uğraşarak sorun üretirler?

– Aslında, sorduğun sorunun cevabını verebilecek yeterliliktesin.
Sen de bilirsin, bizim için mal, şöhret, kadın bir sınav aracıdır.
Yazık ki, bu sınavı pek çoğumuz kaybediyoruz. Tarih, “insanlık”
sınavını kaybedenlerin hikâyelerinin tekrarından ibaret. Büyük
savaşların nedeni de bu. Yaratılmış en sorunlu varlık, insan.
Sorunumuzun temelinde menfaat, şöhret tutkusu, hükmetme arzusu yatıyor.
Buna, çıkarcılık, megalomanlık, narsislik de diyebiliriz. İnsan,
rızkından fazlasını yiyemeyeceğini, biriktirdiklerinin hiçbirini
öldüğünde götüremeyeceğini, makamların aslında ateşten gömlek olduğunu
idrak etse hayat daha kolay olacak. Bizim kültürümüzde görev istenmez,
layık olana verilir. Layık olduğunuz halde size görev verilmiyorsa o,
size o görevi vermeyenlerin sorunudur. Hesap verecek olan, onlardır.

– Üstadım, şimdi ben zengin olamayacak ya da bir mevkie ulaşamayacak mıyım? Öyleyse ben niye çalışıyorum?

– Kertenkele, bu sorundan, sendeki ihtirasların, aklının ve gönlünün
önüne geçtiğini anlıyorum. Unutma, yapı taşı yerde kalmaz. Şeyin
dışında, önce “bir şey” olman lazım. Ayaklanmadan yürünmez,
kanatlanmadan uçulmaz. Ayakların ve kanatların, aklın ve kalbin olursa
yeryüzü sana hapishane olur. Üzgünüm, zindanda olduğunun farkında
değilsin. Ancak yarasalar karanlıkları sever.

– Üstadım, şimdi ben terfi etmiş bir sürüngen miyim, aşağılanmış bir kanatlı mıyım?

– İsterim ki, “eşref-i mahlukat”tan olasın. Başa döner, “ilk
insan”ın yaratılış hikâyesini öğrenirsek işin sırrını kavramış oluruz.
Şimdilik bu kadar!

Laiklik Tacirliği

Bazı anket kurumları yaptıkları araştırmaları kamuoyuna sunarken,
Türkiye deki muhafazakârlığın geldiği durumu şüpheler uyandıracak
sonuçlarla değerlendirmeye çalış-maktadırlar. Açıkladıkları sonuçlara
bakıldığında hiç de samimi olmadıkları kolayca anlaşılıyor. Bu
çevrelerin kamuoyunda bir tehlike izlenimi uyandırma çabasında
olduklarını anlamak için çok saf olmak gerek.

Yaptıkları anketler islami yaşantı içinde olanların sayısında
artışların olduğu ifade ediyor. Bunu yaparken tek yönlü hareket
ettikleri gün gibi aşikar. Camiye gidenlere dikkat çekilirken plajlara
mayo ile gidenlerin sayısını araştırmak niye akıllarına gelmiyor acaba!

Ülkemizde bir zamanlar dinini yaşayanlara ve dindarlığı savunanlara
özellikle siyasilere din istismarcısı din taciri diye
tanımlanıyorlardı. Şimdi devir değişti, bu kez dini yaşamak isteyenleri
kendini mesele edinenler çoğaldı ve şimdi bunlar laiklik ticareti
yapıyorlar. Münferit bazı olaylar gündeme taşınıp flash haberler haline
getirilerek büyük bir tehlike varmış gibi ortalığı velveleye
veriyorlar.

Bu öylesine bir hale geldi ki bu işi yapanlar gülünç duruma düşmeye
başladılar. Cumhurbaşkanının tercih edip onayladığı rektörler ile
ilgili olarak yaptıkları çirkin yakıştırma dinsizlik tacirlerinin ne
denli insafsız olduklarını gösteriyor. Cumhurbaşkanının onayladığı
rektörün eşinin başının çarşaflı olduğu yazarlarken, rektörün henüz
bekar olduğu hiç evlenmediği açıklanınca gülünç duruma düşen bu zevatın
ne yapmak istedikleri bir kez daha görüldü.

Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde göremediğiniz dindarı,
potansiyel tehlike görme anlayışı ne yazık ki ülkemizde halen devam
ediyor. İşte yapılmak istenenlerde bu düşüncenin bir ürünü önümüzdeki
günlerde yenilenmesi planlanan anayasaya koyması düşünülen özgürlükleri
özellikle üniversitelere öğrencilerin baş örtüsü ile gidebilmelerini
önlemek için bu oyunları tezgâhlıyorlar.

“Hocaların Hocası” Pek Muhterem Prof. Dr Sabahaddin Zaim Beyefendi Hocamızı Rahmetle Anıyoruz

Herşeyden önce bu büyük ve değerli insan, idealist müslüman, ehl-i
ilim ve hilim, ahlak-ı hamide, edeb ve fazilet sahibi samimi can
hocamıza Cenab-ı Hak’tan rahmet ve mağfiretler dileyerek sözlerime
başlamak istiyorum. Kendileri doktora yöneticim ve danışmanım olması
dolayısıyla öğrencisi olma, onu çok yakından tanıma, hele gözleri
kamaştıran bazı hareket ve davranışlarını görme, örnek insan haza
müslüman bir sahib-i ilim ve irfandan ders alma şerefine nail olduğum
için Allah’a hamdediyorum.

Çağımız ekonomi çağı olması dolayısıyla 1970 yıllarında İzmir İmam
Hatip Lisesinde öğretmenlik yaparken aynı zamanda İslam Ekonomisi
üzerine çalışmalara başlamıştım. Bazı büyüklerimizin arkadaş ve
dostlarımızın teşviki ile bu çalışmalarımızın doktora yaparak daha
bilimsel bir nitelik kazanması arzu edildi. Böylece biz İslam
ekonomisinin esaslarını Kur’anda arayıp bulup tesbit etmek istiyorduk.
Ancak o zamanlar Ankara İlahiyat Fakültesi bizlere doktora yapma imkan
ve hakkı tanımadığı için Erzurum Atatürk Üniversitesi İslami İlimler
Fakültesinde doktora yapmaya karar verdik. Fakat İslam ekonomisi
ifadesi literatürümüze henüz yeni yeni girmeye başladığı için bu
çalışmayı bir ekonomi alimi olan zatın denetim ve gözetimi altında
yapmak daha faydalı olacaktı. Bu zat da ancak kendilerini 1965
yıllarında İzmir Türkocağında verdiği konferansından tanıdığımız
muhterem hocamız Prof. Dr. Sabahaddin Zaim olabilirdi. Çünkü Türkiyede
akademisyenler arasında İslam ekonomisi üzerine düşünüp fikir üreten ve
çalışmalar yapan ondan başka bir kimse hemen hemen yok gibiydi. O
sebeple biz kendisine muraceat edip doktora yöneticisi olmasını
kendilerinden isteyerek ricada bulunduk. Hocamız da lütfedip
memnuniyetle kabul buyurdular.

Hocamız, ilmi seven, ilim öğrenmek isteyen kimseye yardım etmeyi
seven ve bunun için de zaman ve zemin sınırlaması tanımayan bir kimse
olduğunu bilfiil uygulayarak göstermiştir. Gece gündüz demeden,
üniversite, fakülte, çalışma odası ve ev demeden, hatta çalışma zamanı
ve tatil zamanı demeden her zaman ve her yerde ilim öğrenmek ve
öğretmek onun için olağan bir şeydi. O kendi ifadesile “güzel insanlar”
yetiştirmek için çalışan çalışan ve yorulmayan hep hizmet eden güzel
bir insandı.

İlk defa Beyazıtta Üniversiteye gittiğim zaman odasında bilimsel
çalışma usul ve yöntemleri üzerine yol gösterip bir çok tavsiyelerde
bulunduktan sonra “gel şimdi seninle kütüphaneye gidelim, ben sana
oradan bazı kitapları seçip vereyim. Sen onları okursun, buna “kuluçka
dönemi” derler böylece asıl çalışacağımız konu kendiliğinden ortaya
çıkar” dedi. Kütüphanede tavana kadar uzanan raflarda dolu dolu
kitaplar vardı. Yüksekte oldukları için bunları elle dokunup almak
mümkün olmadığından hocamız orada duran seyyar merdiveni aldı, üzerine
çıktı ve benim için faydalı olabilecek olanlarından üç kitabı seçip
bana verdi. Hocamın kütüphaneye git, görevli memur şu şu kitapları sana
versin demeyip, bizzat kendisinin gelip meşgul olmasından son derece
hislenmiştim.

Yine bir gün evine randövü vermişti. Erenköy’de Bilim sokak
Kardeşler Ap. No:6 D.6 da beni çalışma odasına aldı. Benim yazdıklarımı
okuyor ve bazı konularda tartışma yapıyorduk. Bir ara ben “hocam, Necip
Fazıl bu konuda biraz farklı düşünüyor; onun şu kitabında şöyle
yazıyor” dediğim zaman “Osmancım” dedi – bana genellikle “Osmancım”
diye hitap ederdi – “ilim ile sanat biraz farklıdır. Alimlerde abartı
olmaz, ilim ne ise odur. Halbuki şairler sanatkarlar şiir ve
edebiyatlarında biraz mübaleğa yaparak meseleleri abartabilirler” dedi.
Vakit epeyce ilerlemiş, saat 01.00 i geçmiş nerede ise 01.30 lara doğru
yaklaşıyordu. “Osmancım”, dedi “ben hemen hemen her gece böyleyim, gece
çalışmak benim için daha verimli oluyor, Fakülteden ayrılıp vapura
bindiğimde ininceye kadar dinlenmiş oluyorum ve akşamları burada hep
saatlerce çalışırım” dedi. “Sen bana şimdi imam ol, yatsı namazımızı
cemaatle kılalım inşallah” dediler. Namaz bittikten sonra “vakit epey
ilerledi; şimdi belediye otubüsleri ve dolmuşlar çalışmaz. Ben seni
götüreyim, sen nerede kalacaktın?” Ben “Çifte Havuzlarda Fehmi Koru’ya
gideceğim” diye cevap verdiğim zaman “tamam buyrun inelim”, deyip beni
siyah renkli mercedes arabasıyla kalacağım yere götürdüğünü şimdi olmuş
gibi hatırlıyorum.

Evde bir ara teneffüs molası olmuştu sanki. Hocamız odadan dışarı
çıktı. Baktım henüz bir aylık veya iki aylık olduğu belli olan 5.
çocuğu Halil kucağında olduğu halde salavatlar getirerek içeriye girdi.
“Amcası buna oku, dua et” diye söyledi. Ben de bazı dualar okumuştum.
İşte hocamız bu kadar ince, nezaketli ve çocuğunun sevgisini bir
öğrencisiyle bile paylaşacak kadar, onun için birlikte dua edecek kadar
samimi ve alçak gönüllü idi.

Fakültede çalışma odasındayız. Hocamız yine benim yazdıklarımı
kontrol edip bir takım tavsiyelerde bulundu. Zaman ilerleyip dersimiz
bitince “sen nereye gideceksin?” diye sordular. Ben de
“Fatih-Karagümrükte oturan bir arkadaşım var Abidin Sönmez ona
gideceğim” deyince “a! ben de oraya gidecektim, beraber gideriz” deyip
arabasıyla beni oraya kadar götürmüştür.Onun bu sözünden ve bu hareket
ve davranışlarından son derece etkilendiğimi söylemeliyim. Hayatımda
Yaşar Tunagür Hocanın hitabeti ve hutbeleri, Muhterem hocam Prof. Dr.
Sabahaddin Zaim Hocamın da sözleri, konuşma uslubu, büyük küçük kim
olursa olsun, insanlara karşı hareket ve davranışları beni çok
etkilemiştir.

Hocamızın insana ve insanlara karşı olan sevgisi komşularından
tutun da çalışma arkadaşlarına varıncaya kadar, yakınlarına karşı
müstesna bir iletişim ve irtibat kurma özelliğini bahşetmiştir.
Beyazıtta Üniversitenin büyük giriş kapısının, portalin önündeyiz.
“Osmancım” dedi, “şu anahtarı al ve benim odaya git ben geliyorum.”
Epey zaman geçtikten sonra odaya giren Hocamız “Osmancım, biraz
beklettim seni ama, ben arkadaşların odalarına uğrayıp onlara birer
selam verip hayırlı sabahlar demek istedim. Beklettim kusura bakmayın”
deyecek kadar gönül insanı olduğunu göstermiştir.

Hocamız, ilme sadece gecelerini tahsis etmekle kalmamış aynı
zamanda dinlenme tatillerinde bile öğrencilerine randövü vermiş ve
onlarla beraber olabilmiştir. Mesela telefonlaşmamız neticesinde
Bodrum’da Turgutreis Dinlenme evinde beni kabul ederek hemen hemen
sabahtan öğleye kadar çalıştğımızı hatırlıyorum.

Ben sizlere bu büyük insan, değerli ilim adamı Merhum hocamız Prof.
Dr. Sabahaddin Zaim Beyfendinin çok uzaklarda olan bir talebesi ile
zaman zaman meydana gelen beraberliğinden bir iki örnek vermek istedim
ve bunu bir görev bildim. Bu kıymetli insanı hayatımda beni etkileyen
iki kişiden birisidir diye az önce ifade etmiştim. 10 Aralık 2007
Pazartesi günü Fatih camiinde kılınan cenaze namazı ise onun için dua
etmeye gelen insanların, onu tanıyan, o gülümseyen, devamlı insanlara
gülerek hitap etmek isteyen o güzel insanın etkilediği insanların
sayısını vermektedir. Ona yakışır bir cemaat, hem sayı itibariyle ve
hem de nerede ise istanbulun tüm müslüman eşrafının teşrif etmesiyle
dua için saf tutan müminler, hocamızın nasıl bir insan olduğunu bize
çok açık bir şekilde göstermektedir. Hiçbir şeyhülislama imam unvanını
vermemiş olan bu kadir bilir büyük millet, Birgivi Hazretlerine “imam”
rütbesini verirken bu zamanımızın sahabisi denilebilecek büyük
şahsiyete de “Hocaların Hocası” sıfat ve payesini vermiştir.

Yakın ve akrabalarına baş sağlığı ve sabr-ı cemil dilerken sanki
karşımda olan hocama şunları söylemek istiyorum: Pek muhterem üstadım,
burada yaptığın hizmetlerin karşılığı olan sevaplarınızın sizi orada
karşıladığına inanıyorum. Namazına katılan tüm müslümanların duası hep
sizinle olmuştur. İnşallah nur içindesiniz, çünkü siz hep Allah
rızasından bahsederdiniz, onun için Rabbimiz Tealanın rahmet ve
mağfireti üzerinize olsun, makamın Cennet olsun, nur içinde yat
inşallah. Bize olan haklarınızı da helal ettiğinize inanıyorum.
Rabbimiz, Rahman ve Rahim olan Allah, size rahmetini bol bol ihsan
eylesin.

Haydutlar Ve Aptallar

İki yıl kadar önce okuduğum bir yazıda insanlar dört zekâ grubunda toplanıyor ve bir ülkenin gelişmesinin derecesi ile bu ülke insanlarının hangi zekâ/karakter gruplarından olduğu arasında doğrudan bir bağlantı olduğu iddia ediliyordu.

Bu yazı ünlü ekonomi ve nüfus tarihçisi, Berkeley Üniversitesi ordinaryüs profesörüyken, 2000 yılında kaybettiğimiz, İtalyan asıllı Carlo Cipolla’nın İnsan Aptallığının Temel Yasaları adlı (Türkçesi “Neşeli Öyküler” kitabında yayınlanmış) bir makalesinden alınmıştı. (Cipolla’nın aptallık hakkındaki görüşlerinin bir özetini Ferhat Boratav’ın cnntürk’ün blog’undaki köşesinde okuyabilirsiniz.)

Carlo Cipolla’nın bu tezi özetle şöyle: “İnsanlar dörde ayrılır: Saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar.

  • Yaptığı eylemden zarar eden, ama bir başkasına da yarar sağlayanlara saflar,
  • Yaptığı bir eylemden yarar sağlayan, aynı zamanda bir başkasının da yarar sağlamasına neden olanlara zekiler,
  • Yaptığı eylemle kendine yarar sağlayan, başkasına da zarar verenlere haydutlar,
  • Kendisine hiçbir yarar sağlamadan, hatta bazen zarara uğrayarak başka birine zarar veren kişilere de aptallar diyoruz.”

Bu tezi aşağıdaki grafikte görsel hale getirmeye çalıştım. (X ekseni, (+) ucunda kişinin kendi eylemi sonucu sağladığı kazancı, (-) ucunda da kendi eyleminin kendisine verdiği zararı gösterir. Y ekseni ise, kişinin eyleminin başkasına verdiği yararı (+) veya zararı (-) gösterir.)

Haydutlar ve Aptallar

Cipolla’nın tezini açıklarken kullandığı hüküm cümlelerinden bazılarını aşağıda verdim. Dikkatle okuyunuz.

  • Toplumda, her zaman bizim tahmin ettiğimizden daha fazla aptallık vardır.
  • Toplumların yükseliş dönemlerinde aptalca davrananların oranı kendi asgarisine iner; çöküş dönemlerinde ise, oran tavana vurur.
  • Aptallığın çevreye zarar verme özelliği, yapanın toplumsal veya kurumsal hiyerarşi içindeki yerinin yüksekliği ile doğrudan orantılıdır.

Şimdi, yukarıdaki açıklamalarda başkalarına verdiği yarar ve zararı, topluma verdiği yarar ve zarar olarak değerlendirelim. Çok ayrı boyutlarını değerlendirebileceğimiz bu tezi kullanarak yasama, yürütme, yargı gibi devlet güçlerini kullanan kişilerin bu güçlerini kullanırken hangi zekâ veya karakter grubuna ait olduklarını anlamaya çalışalım.

Haydutlarla (yani eyleminin sonucunda kendine menfaat sağlarken, topluma büyük zarar verenlerle) mücadele için bu değerlendirmeye ihtiyacımız var.

Fakat sayıca daha çok olduğuna inandığım aptalların (yani eyleminin sonucunda hem kendisine ve hem de topluma zarar verenlerin) verdiği zararı azaltmak için bu değerlendirmeyi yapmaya ve toplumsal olarak farkındalığımızı artırmaya daha fazla ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Zira haydutlar toplumu fakirleştirmez, ancak başkasının hakkını haksız yere ele geçirirler. Oysa aptallar kendilerine zarar verdikleri gibi, toplumu da fakirleştirirler.

Daha da zoru, birey ve vatandaş olarak yaptığımız toplumsal ve siyasi tercihleri dikkate alarak kendimize ‘biz hangi kategorideyiz’ sorusunu sorabilmek. Bu sorunun cevabı için tarafsızca değerlendirme yapabilecek cesaretimiz var mı?

Aile, Eğitim ve Toplum

0

Toplumsal değişimin pek çok dinamikleri mevcuttur. Bu dinamikler
genellikle birbirlerine etki ederek bir bütün halinde değişime sebep
olurlar. Yani toplumsal değişimi bir tek nedenle açıklamak yeterli
değildir.

Söz konusu noktadan hareketle Türkiye’de aile ve eğitim ilişkisinde
gözlediğimiz ciddi değişimlere dikkat çekmek istiyorum. Zira bu
alanlarda meydana gelen ve birbirlerini tetikleyen değişimler toplumsal
yapımızın ve dolayısıyla toplumsal meselelere bakış açımızın da
değişimine sebep olmaktadır.

Sanayileşme ile birlikte bilindiği üzere Türk aile yapısı, dünyanın
pek çok yerinde olduğu gibi çekirdek aile biçimine dönüşmeye başladı.
Günümüzde bu dönüşüm büyük oranda gerçekleşmiştir. Çekirdek ailenin
tanımı yine bilindiği üzere anne-baba ve çocuklardan oluşan aile yapısı
şeklinde ifade edilmektedir.

Toplumun temeli olarak aile yapısının değişimi, bu ortamda yetişen
bireylerin eğitim ve gelişim biçimini de etkilemektedir. Yani çekirdek
aile ile yapısı ile birlikte büyüklerin aile yapısındaki etki ve
rolleri değişmiş, bu değişim gelenek ve kültürün aktarılmasında önemli
bir işlevi bulunan ailenin bu işlevini gerçekleştirme şeklini ve
oranını da değiştirmiştir.

Zira anne-babaların genellikle çalıştığı ve çocuklarıyla
ilgilenmelerinin kısıtlı bir zamana has kılındığı ülke şartlarında, bu
işlevi yerine getirmesi beklenebilecek aile büyükleriyle irtibatın
azalmış olması, eski ve yeni nesil arasındaki bağın, birbirini anlama
ve kültürel devamlılık açısından zayıflamasına sebep teşkil etmektedir.

Söz konusu zayıflık sadece kültür ve değer aktarımı değil, aynı
zamanda bunlarla yakın alakalı olan insan ilişkilerinin mahiyetinde de
gözlenmektedir. Öyle ki, bireyselliğin ön plana çıktığı ve insanların
giderek yalnızlaştığı bir toplumsal yapı oluşmaya başlamıştır.

Bu değişim sürecine tesir eden bir diğer etken ise aile bireylerinin
sayılarında meydana gelmeye başlayan azalmadır. Zira çekirdek aile
yapısı dahilinde ebeveynlerin her ikisinin de çalışıyor ve “kariyer”
planlıyor olmaları, çocuk sayılarının azalmasına, pek çok ailenin
tercihlerini bu doğrultuda kullanmalarına sebep teşkil etmeye
başlamıştır. Dolayısıyla “akrabalık” kavramı da özellikle yeni nesil
için anlam değişimine uğramaktadır.

Nasıl mı?

Çocuk sayısının her nesilde gittikçe azalması, yeni nesillerin
akraba sayısının da azalması anlamına gelmektedir. Ailenin, kuvvetli
aile bağlarının insan hayatındaki yeri düşünüldüğünde ise bu durumun
bireyleri nasıl etkileyeceğini anlamak çok da zor değil.

Öyle ki, insan sosyalleşmeye ilk olarak ailede başlar. Aile
bağlarınız ve akraba ilişkileriniz kuvvetli olduğu oranda güçlü bir
sosyalleşme sürecinden, güven duygusunun çocukluktan itibaren tatminkar
biçimde alınmasından bahsetmek mümkün olacaktır. Bu durum ise
bireylerin hayattan korkmalarını, kendilerini dünyanın merkezinde
görerek yalnızlığa itmelerini engelleyecek önemli unsurlardan biridir.

Nitekim bugün en büyük problemlerden biri gençlerimizin
donanımlarına rağmen hayattan korkmaları, sosyal manada kendilerini
yeterince ifade edememeleri değil midir? Gittikçe bireyselleşen bir
anlayışın toplumsal hayata hakim olmasından yakınmıyor muyuz?

Tüm bu unsurlar netice itibariyle eğitim sistemimizi ve onun içeriğini de etkilemiyor mu?

Yine bu unsurlar, toplumsal meselelere bakış açımızı ve bu
meselelere dair tutumlarımızı etkilemiyor mu? Geçmişte kısıtlı
imkanlara rağmen üstünden geldiğimiz sorunlarımıza dair bugün sahip
olduğumuz imkanlara rağmen bir nevi korkarak bakmak bunun bir
göstergesi değil mi?

Dolayısıyla toplumsal değişim ekonomik, sosyal ve kültürel
unsurlarda yaşanan değişimlerin birbirlerini etkilemeleri neticesinde
çok yönlü sebepler ve tabii sonuçlar zinciri ile gerçekleşmektedir.
Değişim şüphesiz kaçınılmaz bir süreçtir. Ancak bizi bu noktada
ilgilendiren değişimin yönüdür. Yönün iyiye veya kötüye doğru olmasında
ise bizlerin nelerin karşılığında neleri verdiğimizi ciddi biçimde göz
önüne almamız ve buna göre tutum ve tavır belirlememiz belirleyici
olacaktır.