18.8 C
Kocaeli
Pazar, Eylül 21, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1306

Din İstismarı

0

Din insanın yaratılmasından bu yana gerek bireysel gerekse sosyal hayat için önemli bir etkiye sahip olmuştur. Bu etkiyi görebilen bazıları tarafından da amacına uygun olmayan yol ve şekillerde istismar edilebilmiştir.


Bahsettiğimiz istismara vesile olan iki temel sebep vardır: Bilgisizlik ve eksik uygulama.


Din alanında söz konusu olan bilgisizlik insanların din adına dinle alakası olmayan, hatta çoğu zaman dinin öğretileriyle taban tabana zıt inanç ve uygulamalar geliştirmelerine, bunlara bağlanmalarına yol açabilmektedir. 


Yine bilgisizlik, din adına konuşan birçok insanın doğru mu yanlış mı söylediğinin anlaşılmasına imkan vermediği için, görüntü dışında dindar profiline uymayan birçok insanın bu niteliği taşıdıkları varsayılarak doğru örnek olarak takip edilmelerine yol açmaktadır.  


Diğer taraftan bu örnekler vasıtasıyla dine karşı tavır geliştirilmesi ve bu karşı tavrın vesile olacağı imkanlardan da birilerinin kendi lehlerine çıkar sağlamaları söz konusu olmaktadır. Hatta kimi zaman söz konusu çıkarın kaybedilmemesi için karşı duruşta sertleşme de görülmektedir. Bunun neticesinde kutuplaşma ve çatışma kaçınılmaz olmaktadır.


Bir diğer istismar sebebi olan eksik uygulama ise inandığını hayata geçirmede görülen eksikliğin, doğruyu başkalarına aktarırken inandırıcılığa mani olması sebebiyle yine doğrunun başkaları tarafından istismarına sebep olan bir husustur.


İnandığını yaşamada eksik olan insanın başkalarını aydınlatma anlamında söyledikleri, doğru olsa dahi, inandırıcı ve etkili olamadığı gibi, düşünce ve davranış bütünlüğü gösterememekten kaynaklanan bir güvensizlik ile gayretten düşmesi de söz konusu olabilmektedir.  


Tüm bu tablonun neticesinde asıl mağdur olanlar samimi bir şekilde dini hayatı yaşamaya çalışanlardır.  Zira bu süreç içerisinde değer verdikleri, kutsal saydıkları pek çok şeyin istismarı ile rencide olmaktadırlar. Bunun neticesinde tek taraflı, bilgisizlikten kaynaklanan ön yargıların hedefi de olabilmektedirler ki bu ön yargılar yukarıda ifade ettiğim üzere sosyal çatışmanın başlıca etkenlerindendir.


Bahsi geçen süreç içerisinde ortaya çıkan vahim bir durum daha vardır ki o da değerlerin yozlaştırılmasıdır. Din bir toplumun kültür yapısı içerisinde yer alan değerler sistemini oluşturan temel unsurdur. Dini algılarda meydana gelecek olan bozulma ve yanlışlıklar doğal olarak değerler sistemini de etkilemektedir.


İşte temas ettiğimiz süreç içerisinde istismardan kaynaklanan algı bozuklukları, değerlerin içinin boşaltılmasına yol açmakta (tabii tek sebep değildir), “görecelilik” toplumsal ahlaka hakim olmaktadır. Bunun neticesi ise herkesin kendi doğrusunun ortaya çıkmasıdır ki bugün yaşadığımız üzere sosyal bağı kuvvetlendiren değerler böyle bir ortamda işlevsel olamamaktadırlar.


Dolayısıyla dinin üzerinden yapılacak her türlü istismarın önüne geçmek, toplumsal bağımızın kuvvetlenmesine ve bu konuda kültürümüzde önemli yeri olan değerlerin yaşamasına ve yaşatılmasına vesile olmak için öncelikle doğru bilgi edinmek, daha sonra bunları bizzat yaşamak şarttır. Aksi halde başkalarından öğrendiğimiz kadar ve onların “insafları” kadar var olmaya devam etmek kaçınılmazdır ki neticesinde nasıl bir ahlaki buhrana gidildiğini hep beraber tecrübe ediyoruz…


Hayırlı haftalar…

İhanet

0

– Üstadım, veciz sözler söylemek için mutlaka o olayı yaşamak mı gerekiyor, diye düşünüyorum bazen. Abdülhak Şinasi Hisar, “Nerede sadakat beklersek orada ihanete uğrarız.” demiş.


– Kertenkele, yaşanan her olay kişiyi mutlaka davranış ve düşünce olarak kemale erdirir. Yaşadıklarımız, bizim için meyveyi olgunlaştıran güneş gibidir. Söylenen pek çok söz vardır ki, bizi pek etkilemez veya dikkatimizi çekmez. Durup dururken bu söz niye gündemine girdi?


– Geçen gün, “Ah, büyük Sezar! Seni şimdi daha iyi anlıyorum.” demiştiniz. İrkildim; ama niçin böyle hayıflandığınızın nedenini soramadım.


– Kertenkele, “Bitbidikya” isimli ülkeyi duymuşsundur. Bu ülkenin ilk ismi, Laniftimziya’ymış. Güzel sesli bülbül, orayı kendine mekân edinmek, oraya güzel eserler bırakmak amacıyla göç etmiş. Oranın yabancısı olduğu için bir kuşu kendine yoldaş edinmiş. Önce yuva yapmış kendine. İnsanları eğitmeye, onları eğlendirmeye, güzel nağmeleriyle hayranlıklar kazanmaya başlamış. Yoldaş kuş, bülbülün her girişimini “bitbidik, bitbidik!” diyerek kesiyormuş. Bu eylem, zamanla daha da artmış. Bülbül önceleri, “Önemli değil, önemli olan, burada yaptığımız iş.” dermiş. Zavallı bülbül, bütün kuşları kendisi gibi sanırmış, bir şey söyleyerek kalbini kırmaktan korkarmış yoldaş kuşun. Bülbülün güzel sesiyle ünlenen bitbidik kuşu, önceleri kraldan fazla kralcı gibi davranmaya, bir süre sonra onu tenkit etmeye ve onun arkasından konuşmaya başlamış. Sadakatinden emin olduğu bitbitik kuşunun bu hareketlerine önce anlam verememiş bülbül. Anlamış; ama geç kalmış. Meğer bitbitik kuşu, bülbüllüğe özeniyormuş, “Benim ondan ne eksiğim var? O, benim sayemde ötebiliyor, ben de biraz ötebilsem, bütün meydan bana kalır, herkes beni dinler.” diyormuş çevresindeki diğer kuşlara. İhanete uğradığını fark eden bülbül, büyük bir bezginlikle Laniftimziya’yı terk etmiş, bu ülkede yaşayanlar bir süre bitbidik kuşunu dinlemişler, sonra “bitbidik, bitbidik…” demeye başlamışlar. Bundan dolayı bu ülkeye “Bitbidikya” denmiş. En sadık uşağının ihanetini gören Sezarı’ın “Sen de mi Brütüs?” sözünün, insanlar arasında darbımesel olması gibi, bülbül lisanında da “bitbidik”, bizdeki ihanet sözcüğünün karşılığı olmuş.


– Üstadım, yine bir sohbetimizde anlatmıştınız. Ünlü felsefeci Seneca, Roma imparatoru Neron’u eğitir. Neron, bir zan üzerine hocası Seneca’ya kendi kendisini öldürmesi emrini verir. Buna uyan Seneca, damarlarını keser, kanına baka baka ölür. Neron, tarihe sadece Roma’yı yakmakla değil, kendisini yetiştiren hocasını kendisine öldürtmekle de geçer.


– Doğru hatırlıyorsun Kertenkele. Bu yönüyle Neron’un, kanlar içinde yatan Sezar’a son hançeri saplayan Brütüs’ten farkı yoktur. İkisi de ihanetin insanlık tarihindeki sembolleridir.


– Üstadım, siz bir tarihte de “Devrimler, önce kendi çocuklarını yer.” demiştiniz.


– Bu sözün, ihanetle şimdi ne ilgisi var?


– İhanet eden de bir gün ihanete uğrar, demek istiyorum.


– Kertenkele, tebrikler!.. İnsanın yaptığı iyilik de kötülük de karşılıksız kalmaz. Ancak akıllı insan, bunu gözler. Gözlem yeteneği olan kişi, bir gün kötülükle karşılaşacağı endişesinden ya da inancından dolayı kötülük yapmaktan kaçınır. İhanet, kişinin karşılaşacağı son kötülük noktasıdır. İhanetin temelinde, ahde vefasızlık, iyilikbilmezlik, kötü niyetlilik, sinsilik, megalomanlık gibi sefih duygular vardır. Yaptığı ihanetle yücelmiş, iyiliğe model olmuş bir insan ben hatırlamıyorum. Fakat yaptığı hainlikle kötülüğe örnek olmuş pek çok insanı sen de biliyorsun. İhanet, yalnız kendisine ihanet edileni yüceltir. Her yönüyle verici olan insanlar, karşılaşacağı nankörlüğe, uğrayacağı ihanete hazır olmalıdırlar.


– Üstadım, kendimi tenzih ederim; ama siz hazır mısınız?


– Kendini niçin tenzih ediyorsun ki? Hayat, çok bilinmeyenli denklemdir, pek çok değişkene sahiptir. Kabullenemeyeceğin ihanetlerle karşılaşabilirsin. Dilerim, temiz duyguların, kirlenmez. Ben bile kendimden emin değilim.


– Üstadım, izninizle, kendimle birlikte sizi de tenzih ederim. Bülbüller, bitbidiklerin olmadığı yerde ebediyen şakıyacaklardır.


– İnancınız, hayatınızın direği olsun Kertenkele!

Burnuma Cennet Kokuları Geliyor

0

 “Yok elimde bir demet menekşe
Yok elimde sevdiğin gül şekeri
Yok işte sana bir şey
Bilmem ki ne demeli
Bir tek ağır yaralı özlemim
Ve bir tek gözlerine sürdüğün gözlerim
Anne benim, aç kapıyı         
Yavrucuğun, küçük tavşanın, körolmayasıcağın
Ölmeyesin, bitmeyesin
Yürek yarısı gitmeyesin dediğin
Anne benim, aç kapıyı
İşte geldim
İşte bu sana ilk gelişim”
(İbrahim Sadri)


Mayıs`ın ikinci pazarı.. Bâtıl yani Batılı.. Lakin bidat-ı hasene.. Neticede Batı`da annelik, belgesellerindeki hayvanlar arası şefkatten ibarettir. Neticede anacı bir toplumuz biz. Dünyanın anası bellenirken hiç olmazsa birgün kendi anamızı hatırlayabiliyoruz çok şükür. Ve halen annemize sövgü vuruşma sebebidir.


Ne yiğit ne fedakâr analar diyarıdır şu bizim Anadolu. Fatherland değil yani Anavatan. Zira inşirah kervanıdır analar. Dualarla yıkarlar, yunarlar feleğin kirli esvaplarını. Paratonerdir avuçları ve avuçlarındaki nasırdır duygu uçları.


Senin annen bir melekti yavrum.’ Biliyorum; kanatsız.. Ve biliyorum ki rahmet kuşu. Yer çökmüyorsa, gök kopmuyorsa, günahlar tüy dökmüyorsa; bu huzur, bu sekinet, bu itminan gitmiyorsa; felaketler defterde birikmiyorsa ve yaşıyorsak hayatı kundağa sarılmış gibi, ana kucağının sıcağında ve taşıyabiliyorsak sevgiyi kuşaktan kuşağa; anaların merhametinin yüzü suyu hürmetinedir.


“Diline genç anılarından bir türkü seç
Beş yıl büyüdüğüm okulun önünden geç
Yürü sokakta çocukların düşü aksın
Yürü ki saksıda çiçekler sana baksın
Islanırsa anıların güneşte kurut
Senin günün bugün unutma beni unut
Annem yıldız kayıyor içinden dilek tut”
(Nevzat Çelik)


Gün ve hediye işleri iyi, güzelde ya Irak’taki analar? Acıyı yokluğa katık ederek yaşamın bir kenarına tutunmaya çalışanlar.. Kana ve ölüme uykusuzluktan daha çok alışanlar.. Annesinin cesedini bile görmekten bile nasipsiz milyonlarca yavru. Ve kendi çocuklarının cenazesini kaldırma telaşından ağlamayı unutmuş yüzbinlerce ana.


Bu dünya öbüründen çok farklı bir dünya. İnsanın pergelleri kendisinden başka bir kimseye kolay kolay açılmıyor. Bari annesinin siluetinde kendisini hatırlasa. Doğurandan, doyurandan Yaratan’a yol bulup varsa. Ne ki ‘Bunca varlık içinde bitmez gönül darlığı’.


Anneler; gününüz kutlu, gönlünüz umutlu olsun. Acılar size ırak olsun ama Irak’ın acıları da böyle bir gün son bulsun.


“Anne benim, aç kapıyı
İşte geldim,
İşte bu sana son gelişim”

II. Türk Dünyası Sosyologları Kurultayı

Türk Dünyası sosyologlarını bir araya getiren çalışmaların ilki 25-26 Aralık 2003 tarihlerinde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde (Merkez Bina) yapılmıştı. Bu toplantı Azerbaycan, Kazakistan ve bizim sosyologlarımızı bir araya getirmişti. Toplantıya Aydınlar Ocağı Genel Merkezi de destek vermişti. Bu toplantının tebliğleri İ.Ü İktisat Fakültesi Sosyoloji Konferansları’nın 29. sayısında yayımlanmıştır.


I. Kurultay Kocaeli Belediyesi’nin destekleriyle Kocaeli’nde 25-27 Kasım 2005 tarihlerinde yapılmıştı. Genelde küreselleşme ve sorunları ele alan bu Kurultay oldukça yoğun bir iştirakle gerçekleştirilmiş; Türk Cumhuriyetleri’nden ve Özerk Türk Bölgeleri’nden birçok sosyolog ve sosyal bilimci toplantıya katılmıştı. Kocaeli Aydınlar Ocağımızın misafir delegelere gösterdiği yakın ilgi ve ikram unutulamaz.


I. Kurultayda alınan karar gereği II. Kurultay Kazakistan’ın Alma Atı şehrinde 23-27 Nisan 2008 tarihlerinde düzenlenmiş ve gönderilen tebliğler kitap halinde yayımlanmıştır. Yine alınan karar gereği İstanbul’da “Türk Dünyası Sosyologları Birliği Derneği” kurulmuştur. Alma Atı’daki Kurultaya ilgi ve destek memnuniyet vericiydi. “Sivil Toplum ve Sosyal Gelişme” konusunun ele alındığı toplantıya beş ülke (Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan) ile Başkurdistan ve Kazan heyetleri katıldı. Sosyologlar Birliği Başkanı olan Kazakistan Dış İşleri Bakanı Sayın Marat Tacin, Alma Atı Valisi Yesimov, Alma Atı Vali Yardımcısı ve Kazakistan Sosyologları II. Başkanı Seydumanov, Felsefe ve Siyasi Bilimler Bölümü Dekanı Prof. Dr. Zarema Shaukenova, Al Farabi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mansiya Sadyrova, Genel Psikoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Zaure Zharazarova, Kazak Devlet Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Kanapia Gabdullina ve Sosyolog Prof. Dr. Kenes Biyekenov dikkat çeken isimlerdi.  


Türkiye’den benimle beraber Türk Dünyası Sosyologları Birliği Derneği’nin Başkanı ve Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Korkut Tuna, Prof. Dr. Musa Taşdelen, Prof. Dr. Salih Aynural, Prof. Dr. Zeynep Karahan Uslu, Doç Dr. Hayati Tüfekçioğlu, TİKA temsilcisi Eyüp Zengin ve diğer bazı iştirakçiler Kurultayda yer aldı. Kurultaya Milletlerarası Sosyoloji Derneği’nin II. Başkanı, iki Rus ve bir de İngiliz sosyolog ve Dr. Kayyum Kesici tebliğle katıldılar.


Türkiye’den giden heyetimiz Dış İşleri Bakanı Sayın Marat Tacin’i ziyaret etti. Astana’da da Cumhurbaşkanlığı I. Yardımcısı Sayın Toyjanov Eralı Lukpanoğlu heyetimizi kabul etti.


Bu kurultayların amacı sadece meslektaşlar arasında yakın ilişkiler kurmanın yanında; halkların birbirini tanımasına katkı yapmaktır. Türk Cumhuriyetleri halkları Türkiye’yi yeterince tanımamaktadır. Ortak alfabe konusundaki gelişmeler yeterli değildir. Türkiye’nin Avrasya politikası sözde bazı dost ve müttefikleriyle örtüşmemektedir. Hatta Türkiye’nin çıkarlarıyla çelişmektedir.


Uzun bir süre, daha demokrasiye uygun bir ekonomik kurumlaşmayı sağlayamayan, müteşebbisi yetersiz, piyasa ekonomisi şartları taşımayan bu ülkelere serbest piyasa ekonomisi tavsiye ettik. Adeta daha çorba içmeden tatlı yemeye yönlendirdik. Aslında, Batı’nın taşeronluğunu yaptık. Bazılarımız her şeyi ekonomik çıkara göre hesap etti ve yanlış anlaşıldık. Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gücünün sınırlı olduğu anlaşılınca, işler değişti. Bağımsızlaşan devletler, Batı ile ilişkilerini doğrudan kurmaya çalıştılar. Türkiye’yi bölgesel bir aktör olarak gören ülkeler, Türkiye’den Rusya ile olan ilişkilerini dengelemede faydalandılar. Bazen de Türkiye’nin kendi çıkarlarını koruyamadığını fark ettirdik. Türk Dünyasında yatırım yapan, iş kuran, ancak fikren hazır olmayan bazı işverenlerimiz ve gelir seviyesi birden artıp şaşıran bazı işçilerimiz, bu ülkelerde Türkiye’nin resmi temsilcileri zannedildi. Gereksiz ve üzücü bazı olaylar gündeme geldi.  


Hâlâ yanlış bilgiler ders kitaplarında mevcuttur. Soğuk Harp dönemi aşılmasına rağmen; bunların izleri silinememiştir. Sosyologlar olarak yayın ve bilgi akışını sürdürmeliyiz. Disiplinlerarası ilişkilerin arttığı günümüzde Sosyoloji bilimi ayrı bir önem kazanıyor. Her bilim dalı Sosyolojiye yaklaşıyor. Sosyal yapı, doku tanınmadan bir şey yapılamıyor. Türk Dünyası, araştırma yapacaklar için adeta bir laboratuardır. Ortak projeler geliştirilebilir.  Nitekim, dört ayda bir bir süreli yayının çıkarılması, Türk Dünyası Sosyologlarının hayat ve eserlerini kapsayan geniş bir eserin hazırlanması kabul edildi.


Kazakistan son yıllarda büyük bir gelişme gösteriyor. Prof. Dr. Korkut Tuna’nın da dediği gibi; son on senede Kazakistan’daki bu gelişme çok açık görülüyor. Trafik de İstanbul’u aratmıyor. Trafiği işletecek alt geçitlere ihtiyaç büyük… Dikkat çeken bir nokta da mimari projelerde Kazak Türkünün izni olmadan özellikle kamu inşaatlarına ruhsat verilmemesidir. Yeni başkent Astana yepyeni bir şehir olarak doğuyor. Eski kısmı bir tarafa, yeni tarafı adeta maket bir şehir görünümünde…


Her taraf şantiye ve inşaatlarla dolu… Çevre düzenlemesi de dikkatle yapılmış ve çok emek verilmiş. Dikilen ağaçlar büyüdükçe çevre daha da güzelleşecek. Astana çok farklı ama, Alma Atı’ya göre daha sakin bir şehir… Her tarafta Türk şirketleri dikkat çekiyor. Bazıları nedense İngilizce firma ismine merak sarmış.


Türk Devletleri dillerini ülkelerinde ilim dili yapma yolunda mesafe alıyorlar. Kazakistan’da Kazak Türkçesi’nin Rusça’nın önüne geçtiği görülüyor. Kazakistan’da Rus nüfusta da azalma dikkat çekiyor. Geleneği olan Al-Farabi Üniversitesi’nde İktisat Sosyolojisi Bölümü’nün açılması da olumlu bir gelişmedir. Türk Cumhuriyetleri ekonomik kaynaklarına sahip çıktıkları ve bu kaynakları kendileri işleyerek Dünya piyasalarına sundukları oranda sürdürülebilir bir kalkınmaya varabilirler. Aksi halde sadece tüketici kalırlar. Bu ülkeler de bizim gibi borçlandırılmaya özendiriliyorlar. Aslında, küreselleşme süreci önce devletlerin daha sonra halkın tüketim kredileriyle borçlandırılarak tesirsiz kılınmasını ve uyuşturulmasını sağlıyor. Küresel çıkarları ençoklaştırabilmek bundan geçiyor.   


Maalesef uzun bir dönem Türk Dünyası ile ilgilendiğimizde, Turancılık, aşırı milliyetçilik ve şovenizmle suçlanırdık. Şimdi gerçekler ortaya çıktı. Ayaklar yere değdi. Ama yine de bazı sıkıntılar var. Canlı yayınla verilmesi gereken bu toplantıdan TRT’nin birçok kanalında bahsedilmedi. Bu da üzücü ve düşündürücüdür. TRT’nin siyasileştirilmesi, talimatla program yapılır hale gelmesi, belirli çevrelere mensup olanların konuşmacı olarak ısmarlama davet edilmeleri, kuruma kan kaybettireceği gibi; ülke yararına yapılan faaliyetlerin kamuoyuna aktarılmasını da engelleyecektir. Bu Kurultay, bunun dikkat çeken bir örneğidir.

Ahmet’in İşi Zor

0

“Oğlum, yine öğretmeninin sorusuna cevap verememiş; artık, okula gitmek istemiyormuş. Öğretmene, göre çocuğun bir sorunu varmış. O, okulda hiç kimseyle diyalog kurmuyor, köşelerde yalnızlığı tercih ediyormuş. Ben de oğluma günlerdir sarılamıyor, ona sabahleyin, ‘Güle güle oğlum!’ diyemiyorum. Erken kalkıp ona kahvaltı hazırlayabilsem, onu okula uğurlayabilsem, eminin,  bundan çok etkilenecek. Babası niye böyle yapıyor? Eskiden böyle değildi bu adam. Evine vaktinde gelir, benimle dertleşir, gerekmese bile günlük yaşadıklarını bana anlatırdı, ben de ona düşüncelerimi, duygularımı anlatırdım. Son günlerde, yüzü hiç gülmüyor bu adamın. Eve geç geliyor, benimle hiç konuşmuyor, evden erken ayrılıyor. Benden soğudu mu yoksa? Olamaz, böyle bir şey olsaydı, açık sözlüdür, bunu söyler, ‘Birlikte olamayacağız.’ derdi. Benimle konuşmadığı neredeyse bir ay olacak. O ‘Lanet olsun!’ sözü keşke çıkmasaydı ağzımdan.” sözleriyle kadın sabaha kadar varsayımlar geliştirdi, tezler kurdu, tahminlerde bulundu kocasının son günlerdeki durumuyla ilgili olarak. Geceleyin kaldırıp göz göze gelmek, sarılmak istiyordu kocasına; ama buna hem cesaret edemiyor hem gururu izin vermiyordu.


“Zehra, bana niçin böyle davrandı?” diye düşünüyor, eşinin davranışını özellikle “Lanet olsun!” sözünü kabullenemiyordu beyefendi. “Niçin lanet olsun? Lanet şeytana okunur. Ben lanetlik ne yaptım? Yoksa düşünmek istemediğim şeyler var da benim haberim mi yok? ‘Lanet olsun!’ ha! Kadın cinsi işte, anlatamıyorsun kendini! Kim, kime kendisini tam anlatabilmiş ki? ‘Şüphesiz, insanoğlu çok nankördür.’ sözü boş bir söz değil. İnsanoğlu, ah insanoğlu, kendisine, çevresine, Yaratan’a karşı ne kadar nankör! Yoksa ben büyük bir aymazlık içinde miyim? Ne olur, beni bana bırakma Allah’ım! Herkesin imtihanı farklı; ama bana lanet okunmasını hiç kabullenemiyorum.”


Ahmet’e arkadaşları çok şanslı bir çocuk olduğunu söylerlerdi. Ahmet, davranışlarıyla, ilişkileriyle, kıyafetiyle, başarısıyla modeldi sınıf arkadaşları için. Dört yıldır bir gün olsun derse gelmezlik etmemişti. Girdiği yarışmalarda pek çok derece elde etmişti. Ahmet’in son bir aylık haline sınıfında kimse bir anlam veremiyordu. Ahmet, zaman zaman evi terk ederek annesini ve babasına cezalandırmayı düşünüyordu. Evdeki soğuk havanın nedenini bir türlü kavrayamıyordu. Geçen akşam, babasının ‘Lanet olsun ha!’ diye sayıkladığını duymuştu. Bu sözle evdeki olumsuz hava arasında ilişki kurmaya çalışıyor; bir sonuç çıkaramıyordu.


Zehra Hanım, bugün oğlu Ahmet’le dertleşmeye karar verdi. Ona, babasının ne kadar inatçı, hoşgörüsüz biri olduğunu söyleyecekti. Kendisinin yalnız kaldığından, tek varlığının oğlu Ahmet olduğundan, bu babayla bir ömür geçmeyeceğinden söz edecekti. Sonra, “Ya Ahmet düşüncelerime katılmazsa!” diyerek duraksadı. O da erkek ne de olsa! “Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır.” sözünü hatırladı.


Zaman, iki çiftin aleyhine çalışıyordu sanki. İletişimsizlik ne kadar kötü. Murat Bey, kendisini iyice kapattı dış dünyaya karşı. Hafif bir ışık görse belki yol bulacaktı kendisine oradan. Kırık kalbi, zedelenen onuru aklına ulaşmaya engeldi. Eşinde de bir ışık yoktu henüz.


Evdeki iletişimsizlikten bunalan Ahmet son günlerde fazlaca kitap okuyordu. Öğretmeni okuduğu kitabı görmüş, “Bu kitap sana ağır gelir, okumanı tavsiye etmem.” demişti. Bu söz üzerine Ahmet, kitabı daha dikkate okumaya devam etti. Sanki canlı bir tabloydu kitapta anlatılanlar. “Gurur, şeytandandır.”, “Ağızdan çıkan söz, yaydan çıkan ok gibidir.”, “Veren el, alan elden üstündür.” “Yap bir iyilik, at denize; balık bilmezse Halik bilir.”, “Her gölge kişinin eseridir; büyük gölgeler büyük insanlara aittir.” sözleri özellikle bu aile atmosferinde onu etkilemişti.


Ahmet, akşamın olmasını beklemeye karar verdi. Konuşmaya hangisinden başlamalıydı? Annem hissi, babam mantıklı, dedi. Ahmet’in işi zordu. Evet, hayat, farkında olanlar için zor bir satranç oyunu.

STK’ların Gücü ve Kocaeli Aydınlar Ocağı

Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanması, başlangıçta devlet erkinin yasama, yürütme, yargı organları tarafından ayrı ayrı kullanılması ve birbirini denetleme görevini de yapmasını temin etmekte idi.  Zamanla sivil topluma dayalı demokrasi anlayışı geliştikçe, önce medyanın dördüncü kuvvet olarak etkin bir unsur olarak ağırlık kazandığı görüldü.  


Özellikle 20. yy.ın son çeyreğinden itibaren, yasama, yürütme, yargı ve medyadan sonra beşinci güç olarak toplum yapısındaki STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları) yerini aldı.


“Günümüzde Türkçe literatürde gönüllü teşekküller (GT), sivil toplum kuruluşları (STK), sivil toplum örgütleri (STÖ), vakıf, dernek, sendika, oda, kooperatif, kulüp gibi farklı isimler yanında, batı literatüründen iktibas edilen ”enciolar” (NGO’lar/ devlet dışı örgütler = non-governmental organizations = NGOs),) tabiri de yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. STK için tarihte daha çok cemaat, cemiyet, tarikat, lonca ve vakıf kavramları kullanılmıştır.”

Türkiye’de şubeleri hariç 60 bin kadar STK bulunmaktadır. Bunların bazılarının üye sayılarıyla orantılı olmayan bir şekilde son derece etkin olduğu bilinmektedir.


Türkiye’nin önde gelen sanayicilerinin üye olduğu bir dernek olan TÜSİAD, Türk siyasetinde zaman zaman çok etkin olabilmektedir. Geçmişte, 1979’da Bülent Ecevit Hükümetinin düşmesi, Süleyman Demirel’in kurduğu azınlık hükümetine verdiği destek ve 24 Ocak Kararlarının alınmasında oynadığı rol hatırlardadır. Bugün de bu derneğin Türk siyasi hayatına etkisi devam etmektedir.


Örnek olarak vermek istediğim bir başka dernek ise Aydınlar Ocağı. Üye sayısının sınırlı olması, ekonomik güce dayanmaması, dış destek almamasına rağmen etkili olmuş derneklerden biri olan bu organizasyon, “Türk-İslam Sentezi” fikriyatı etrafında toplanmış aydınların kurduğu ve yaşattığı bir STK’dır. Aydınlar Ocağı’nın 12 Eylül 1980 sonrasında ve özellikle de Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde, birçok kanunun çıkması, TRT yönetimi (tek devlet televizyonu olduğu için önemi bugünkü ile kıyaslanamayacak kadar büyük idi), Üniversitelere çok sayıda rektör, dekan vermesi gibi çeşitli alanlarda tesiri bugün bile sık sık anılmaktadır.


Aydınlar Ocağı’nın gücü tamamen üyelerinin kalitesi, ortaya koyduğu fikriyata kuvvetle inanmaları, Türkiye’nin meselelerine fikir planında çözüm üretebilmeleri ve milliyetçi-mukaddesatçı siyasiler ve bürokratlarla kurdukları sağlam temelli ilişkilerden kaynaklamaktaydı.


Günümüzde aynı görüşleri benimseyen aydınlar, çok sayıda il ve ilçemizde Aydınlar Ocakları’nı kurdular ve yaşatıyorlar. Kocaeli Aydınlar Ocağı İstanbul ve Ankara’dan sonra faaliyete geçen üçüncü Aydınlar Ocağı ve bu yıl 24.yılını kutluyor. Kocaeli kültür, sanat ve siyaset hayatına yaptığı katkıları, Kocaeli medyasında sık sık yer alan faaliyetleri herkesçe biliniyor.


Kocaeli Aydınlar Ocağı yöneticilerinden oluşan on beş kişilik bir grup geçen hafta Ankara’daydı. TBMM Başkanı, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri, Başbakan Yardımcısı, bazı Bakanlar, Milletvekilleri ve çok sayıda bürokratla bir araya geldiler. Devletin en önemli makamlarının Kocaeli Aydınlar Ocağı mensuplarına gösterdiği, ilgiden öte sevgi ve saygı dikkat çekiciydi. Bu ilgi sadece geçmişteki müessiriyetine duyulan nostaljik bir saygıdan ibaret değildi. Mevcut yönetici ve üyelerin saygın konumunu ve etkisini de yansıtan bir mahiyeti vardı.


Bu görüşmelerde muhtemeldir ki, bazı muhatapların Aydınlar Ocağı’nın üreteceği fikirler ve yetiştirdiği kadrolardan yararlanmak, bazılarının ise kendi partisine sivil destek aramak gibi bir gayesi olmuştur.


Sözün burasında, 57. Hükümetin AB’ne sunduğu ”Türkiye Cumhuriyeti Örgütlenme Mevzuatının Avrupa Birliği Standartlarına Uyumu Raporu”nun giriş kısmından bir alıntı yapalım:


”Dernekler sivil toplumun en önemli unsurlarındandır. Sivil toplumun varlığından söz edebilmek için sivil toplum örgütlerinin devletin vesayeti altında olmaması, kendi yapılanmaları ve faaliyetleri hakkında kendilerinin karar verebilmesi ve devlet politikasının gidişatını belirleyebilmesi veya etkileyebilmesi gerekir. Sivil toplum örgütlerinin en önemli işlevleri ise, siyasi iktidara nüfuz etmek, siyasi iktidarı parçalayarak adem-i merkezi hale getirmek, bireyleri otoritenin baskısına karşı korumak ve böylece despotizme karşı güvence oluşturmaktır.”


Kocaeli Aydınlar Ocağı ve diğer STK’ların, devletin vesayeti altına girmeden, devlet politikalarını yönlendirebilmesi ve bu kapsamda etkinliğini artırması Türk Demokrasisi açısından bir kazanç teşkil edecektir.

Bu Günün Ulusalcıları

Son zamanlarda bir ulusalcılık kavramı entel kesim arasında esip duruyor. Eski tüfeklerin hepsi şimdi ulusalcı oldu. Aslında bu kavramla milliyetçilik arasında bir fark yok. Sadece maksat farkı var.


Eski bir kesim var ki onlar milliyetçilik deyimini asla kullanamazlar. Çünkü onlar milliyetçi olamazlar. Yıllardır savundukları ideoloji ile milliyetçilik taban tabana zıttır. Geriye dönüp baktıklarında o gün söyledikleri ile milliyetçilik asla bağdaşmaz. Çünkü onlar o zaman sosyalist geçinirlerdi. Aslında komünisttiler. O gün onlar bu  Ülkenin sahip olduğu demokratik rejim yerine sosyalist (komünist) düzeni getirmek istiyorlardı. Onlar Mao, Lenin, Troçki, Çe hayranı idiler. Komün düzenini öve öve bitiremiyorlardı. O gün ağızlarında sosyalist enternasyonal marşı, ellerinde ise orak çekiçli bayraklar vardı. Atatürk’ü kalpak giymiş Lenin’e benzetirlerdi. Çok sevgili şairleri Nazım’ın ülkesini sık sık ziyaret ederlerdi. Oradaki yoldaşlarından talimatlar alırlardı. Rusya’nın hegemonyası onlar için özgürlüğün ta kendisi idi. Sürekli çiğnedikleri sakız ise yoksulluk edebiyatıydı. Aslında tabandaki zavallı garibanlar hariç bu işin üst kadrosu zengindi. Onlar büyük paralarla uğraşır. Zenginlere mal satarlar. Hiç bir yoksula da yardım etmezlerdi. Onlara göre yoksul asla yoksulluğunu değiştirmemelidir. Şayet ortada yoksul olmazsa kimin yoksulluğu sömürülecek. Devrim adına her türlü kirli iş onlar için mubahtır. Devrimci olmayan haindir.


İşte bu kadar geçmişi karanlık olan insanların yaşayanları şimdi ulusalcı oldular. Laik ve demokratik düzenin savunucusu oldular. Atatürk’e sıkı sıkı sarıldılar. Kendilerini rejime bağlı, başkalarını ise takiyyeci ilan ettiler. Dini motiflerle uzaktan yakından alakaları yoktur. Camileri sadece sanat eserleri olarak görürler. Türkiye sözünü sevmezler. Türkiye yerine bir zamanlar Anadolu halkları demiyorlar mı idi. Ülkenin yaşlı ulusalcılarının çoğu eski komünistlerdir. Zira onların ilahları ölmüştür. Gıpta ettikleri Ülke çökmüştür. Ortada kalmışlardır. Son limanları Atatürkçülük, laiklik, demokratlık ve ulusalcılıktır. Aslında Onlar Atatürk’ü hiç sevmezler. Çünkü Atatürk “Komünizm görüldüğü yerde ezilmelidir.” demiştir. Çünkü Atatürk milliyetçiliği savunmuştur. Ülkenin çıkarlarını Türk milletinin özünde görmüştür.


Bu zamanda yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Nerde eski komünist, eski siyasi Kürtçü varsa şimdi devletin önemli yerlerindeler. Sivil toplum örgütleri içinde cirit atıyorlar. Azıcık fırsat bulsalar yeniden eski kimliklerini ilan edecekler. Bazıları ise bu yandaşlıktan servet kazanmıştır. Onlar kolay kolay komünizmi istemez. Çünkü onlar artık üst düzey kapitalisttir. Anadolu’dan gelmiş kandırılmış gençler can vermiştir. Uyanıklar malı götürmüştür. Kendi düşüncelerine göre Ülkeye onlar yön vermelidirler. Başka türlü sömürü düzeni hayatiyetini devam ettiremez. Ülkenin imkanları ile beslenen vampirler kan emmekten vazgeçemez. Kan emdikleri damardan koparılmayı da hazmedemezler.


Ne Mehmet Akif’i severler. Nede İstiklal marşını. “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal” sözcüğünden hiç hoşlanmazlar. Şimdi eskisi kadar sesleri çıkmıyor. Geçmişe iç çekerek yaşıyorlar.   Ümit içindedirler. “Rusya’nın bozkırlarından Pekin’nin steplerinden size selam getirdim.” diyecekleri günü hasretle bekliyorlar.


İşte bunlar dünün “ ulusal düttürücüleri”,bu günün “ulusalcıları” dır.


Kendilerini sokağa itmeye devam eden bu sabıkalı çakalların devam eden ezilmiş halklar edebiyatına gençlerimiz kanmamalıdırlar. Tuzları kuru semirmiş çakallar fırsat kollamaktadır.


Zira alışmış kudurmuştan beterdir. Bunlar asla iflah olmaz. Ta ki öldükleri güne kadar.


Bunların dirisi kadar ölüsü de baş belasıdır. Dinle alakaları yoktur. Sağken Camiye gidenlere tahammül edemezler. Ama ölünce dini tören isterler. Cami avlusundan kaldırılmayı beklerler.


Bu günün gençliği bunları iyi tanımalıdır. 68 kuşağının solcularının da masum olmadığını iyi bilmelidirler. Kaç milliyetçi öldürdüklerini iyi öğrenmelidirler. O günün gazete sayfalarında yazılan makaleleri iyi okumalıdırlar. Bu gün kuzu postuna bürünmüş dünün çakallarının maskelerini iyi aralamalıdırlar. Bu çakallar o günün gözü kara gençlerini ölüme sürüklemekten çekinmemişlerdir. Bu gün onların ölümüne timsah göz yaşları dökmektedirler.


Çünkü onlar ölmeseydi bunlar semiremezdi. Medyanın anlı şanlı yazarlarından bazıları, devletin kan emici müteahhitlerinden bir kısmı, her dönemin siyasetçilerinden bir kaçı olamazlardı. Aralarında kalan çulsuzlarda bu tatlı su solcularını hiç sevmemektedir. Çünkü onların hayalinin gerçekleşmemesinin müsebbibi bu uyanıklardır. Onlara göre bunlar haindir.


Sonuçta bunlarda  “kol kırılır yen içinde kalır.” derler. Dışarıya sır vermezler.


Şükürler olsun ki halkımızın kahir ekseriyeti sakin ve bilinçli. Memleketini seviyor. Bizim yaşta olanlar bunları tanıyor. Meydanlardakiler sağcı da olsa solcuda olsa o işine bakıyor. Seçim zamanı gerekeni yapıyor.


Memleketini seven sağ duyulu halkım iyi ki varsın.


Sen işini bilirsin.

Gerçek

Körfez ilçemiz geriye gidiyor dediğimizde haksız olmadığımız gün geçtikçe daha iyi anlaşılıyor. Geçtiğimiz yıllarda kapanan büyük sanayi kuruluşları nedeniyle çalışma alanları azalmış, çalışanların sayısı azalırken bunların yerini alacak tedbirlerin alınmayışı başka konularda da geriye gidişe neden olmuştur.


Eğitim kurumlarında önemli yeri olan Fen Lisesinin başka yere gidişi küçümsenmeyecek bir kayıptır. Bu eksilmeler ardı ardına devam ediyor. Bunun özünde ekonomide belli bir yeri olan orta halli insanlarımızın ekmek kapısı olan muhtelif küçük çaplı işyerlerinin sayılarında azalmalar olmaktadır. Bunun en güzel göstergesi işyerlerinde çalışan eğitim yeri olan ve çıraklık okulu olarak bilinen Körfez Meslek Eğitim Kurumundaki öğrenci sayısının durumudur.


On yıl önce körfezli çalışan gençlerin eğitim amacıyla İzmit’e gitmelerine gerek olmaması için yaptığımız girişim sonucu açılan bu eğitim kurumundaki öğrenci sayısına baktığımızda ilçemizin ekonomik durumu çok daha iyi görülmektedir. Çıraklık eğitim merkezinde on bir yıl önce daha fazla öğrencinin eğitim gördüğü ve daha sonraki yıllarda öğrenci sayısı dört katına çıkarken son üç yılda devamlı azaldığı gözlenmektedir.


Öğrenci sayısındaki azalmaların ülke genelindeki ekonomik olumsuzlukların sebep olduğu düşünülse bile asıl sebebin körfeze has olumsuzluklardan kaynaklandığı aşikardir. Daha önce ilçemizde faaliyet gösteren tekstil firmalarının kapanması ve başka bölgelere gitmeleri, körfez sanayi sitesinin kapasitesini artıramaması, depremin yaşattığı sıkıntılarda eklenince ilçemizin gelişmesine mani olmuştur.


Kim ne derse desin körfez ilçemizin istikbali aydınlık görülmemektedir. İlçemizde var olan büyük sanayi kuruluşlarının ilçeye sırtlarını dönmeleri çalışanlarını alırken ilçe insanına öncelik vermemeleri ilçe ile bağ kurmamaları yetmiyormuş gibi daha önceleri de yaşadığımız ilçenin hayatına mal olabilecek vahim yangınlar nedeniyle artık buralar mecbur kalınmadıkça ikamet edilecek mekan olmaktan uzaklaşmaktadır. Yani burası ancak karınların doyrulmaları için kalanların yeri olmaktadır.


Bunları yazarken herhangi bir peşin hükümle ve ya muhalefet amacıyla hareket etmiyoruz. Gördüğümüz eksiklikleri dile getirmemizin bir ödev olduğuna inanıyoruz. Bizler gelip geçiciyiz bugün varız yarın yokuz ama körfez hep var olacak var olduğu müddetçe de iyi olmalı güzel olmalı. Burada yaşayanlar rahat ve huzur içerisinde mutlu olmalılar. 


Bir körfezli olarak belki acı söylüyoruz ama biliyorsunuz dost acı söyler. Dost iyiliğini istedikleri için eleştirilerini esirgemez.

Aç İnsanlarla Demokrasi Oyunu

Türk-İş Araştırma Merkezi aylık olarak yaptığı “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasını açıkladı. Araştırmaya göre Nisan ayında dört kişilik bir ailenin, “açlık sınırı” olarak kabul edilen, asgari aylık mutfak harcaması 717 YTL oldu. “Yoksulluk sınırı” olarak tanımlanan, diğer ihtiyaçların da dikkate alınmasıyla bir ay içinde yapılması gereken asgari harcama tutarı ise 2336 YTL olarak belirlendi.


Türkiye’de asgari ücretin halen net 481 YTL olduğu dikkate alınırsa, dört kişilik bir ailede sadece bir asgari ücretli çalışıyorsa, bu gelir sadece asgari mutfak giderinin sadece 20 günlüğünü karşılayabiliyor. Diğer toplam ihtiyaçların asgarisinin ise sadece 6 günlüğünü karşılayabiliyor.


İnsanlarımızın önemli bir kesiminin bırakın dengeli beslenmeyi karnını doyurma derdinde olduğu aşikâr. Bu gerçeği, fırınlardan akşamları ucuz bayat ekmek alanlar ile pazaryerlerinde atılmış ve seçilmiş sebze ve meyveleri evine götürme derdindeki vatandaşlarımızın görüntüsü istatistik rakamlardan daha çarpıcı şekilde göstermekte.


Bu kesimin mutfak harcamalarındaki en ağırlıklı gıdalar ekmek, bulgur, pirinç, kuru bakliyat gibi ürünler. Son birkaç ay içinde bu gıdalarda, kuraklığa bağlı küresel bir sıkıntıdan mı, yoksa devletin gereken tedbirleri zamanında alamamasından mı, spekülatörlerin (vurguncuların) dizginlenemeyen ihtiraslarının sonucu mu bilinmez, çok yüksek oranlı fiyat artışları oldu.


Bu ailelerde yangın büyüdü, açlık daha bir katmerleşmiş oldu.


Peki, bu yangın sürerken Türkiye neleri tartışıyor?


Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Başbakanının kendilerine yandaş medya oluşturma gayreti içinde gelişmiş demokrasilerde rastlanmayacak türden operasyon ve ilişkileri tartışılıyor. İktidara yakınlığı bilinen (Başbakan’ın oğlunun da yönetici olduğu) Çalık Grubu, Sabah-ATV grubunu rakipsiz girdiği ihale sonucunda satın aldı. Çalık Grubunun medya şirketine, bizzat Başbakan’ın Katar’a kadar gidip, Katar Emiri’nin şirketini yüzde yirmi beş payla ortak olmaya ikna etmesi üzerine yorumlar yapılıyor.


Diğer taraftan Deniz Baykal rakipsiz girdiği CHP Genel Kurulunda onuncu defa genel başkan oldu. Genel Başkanlığa aday olmak isteyen diğer üyeler CHP tüzüğü gereği genel başkan adayı olma şansını bile elde edemediler.


Başbakan’ın “pirinç yemeyiver makarna ye” tavsiyesinde bulunduğu açlık sınırındaki kitleler ise bu gündem maddelerinden ne kadar uzaktalar.


Oysaki onların açlık sınırında olmaları tabii afetlerin sonucu değil, herkese yetebilecek durumdaki dünya nimetlerinin çok dengesiz ve adaletsiz paylaşımı ile ilgili.


Bu adaletsizliğin ortaya çıkma nedeni olan politik tavır ve tercihlerin vatandaşların siyasete ve gündeme ilgi duymaları ile bir miktar düzelme şansı olabilirdi.


İşsizlik rakamları bir türlü düşürülemiyor. İş aramaktan ümidini kesmiş olanlar da hesaba dâhil edildiğinde işsiz oranı %20’ yi aşıyor. Çalışabilir çağdaki her beş gencimizden biri işsiz. Bu gençlerimizin en önemli düşüncelerinden biri, vakit geçirmek zorunda olduğu kahve köşelerinde içtiği çay parasını ödeyebilmekten ibaret. Okumak, ülke meseleleri hakkında düşünmek ve tavır koymak bu gençlerimizden ne kadar uzak kavramlar.


Gündüz saatlerinde yayınlanan TV programları bir ölçü teşkil ediyorsa eğer, ev hanımlarımızın genel kültür seviyesinin de siyaset ve güncel gelişmeleri takip etmenin çok uzağında olduğu anlaşılıyor.


“Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan” tartışması gibi bir durum. İleri bir demokrasi için açlığın ve işsizliğin azaltılması şart. Açlığın ve işsizliğin azaltılması için ise iyi yönetim ve iyi halk denetimine ihtiyaç var. Bu ise ileri demokrasi kurallarının uygulandığı ülkelerde daha kolay başarılabiliyor.


Türkiye gibi az gelişmiş/gelişmekte olan ülkelerin içine düştüğü bu çemberi kırabilmek, nefsini yenmiş, önce vatanım ve milletim diyebilen, basiretli ve becerikli devlet adamları ve yönetimlerle mümkün.


“Kâht-ı rical” yani devlet adamı kıtlığı bir ülkenin en büyük talihsizliğidir.

Hz. Adem (as) ve Demokrasi

0

Demokrasi bir ülkede yaşayan insanların cinsiyetini, dini, dili, rengi ve ırkı makam ve mevkisi, sosyal statüsü ne olursa olsun bütün insanları aynı haklarda o ülkenin vatandaşı olmaları sebebiyle hiçbir ayrımcılık ve hak ihlali ve kısıtlamaya tabi tutulmaksızın eşit bir şekilde yararlanabilmesidir.


İnanç düşünce ve yaşantı yönünden bizden farklı olan insanların varlığını kabullenmek onlara saygı göstermek farklılıkları bir gül bahçesindeki değişik renkler olarak görmektir.


Başkalarını bizim gibi olmaya zorlamak bizim gibi olmayanları güç bizde diye bir çok haktan mahrum etmek demokrasiye ve insanlığa ne kadar uyar ki ?.


Yeryüzü tüm insanlığı yaşayabileceği kadar geniş Allah’ın nimetleri bütün insanlığa yetecek kadar çoktur. Yeterki paylaşmasını bilelim. Aynı havayı soluduğumuz ama renkleri ve zevkleri bizden farklı olan insanlara saygılı olmayı bilelim. Hz: Adem’den günümüze kadar yaratılan tüm insanlarda bu farklılık içerisinde yaratılmışlardır. Kıyamete kadar yaratılan insanlarda , böyle yaratılacaklardır.


Tüm insanların parmak izleri birbirinden farklıdır. Fiziki yapılarıda DNA ve RNA’sı ve molekülerlide birbirinden farklı yaratılmıştır.


Bundan dolayı insanların algıları, ilgileri, düşünce ve inançları, hobileri ve fobileri birbirine benzemez.


İşte demokrasi bu farklılığa saygı göstermektir. Demokrasi sizin gibi inanmayan sizin gibi düşünmeyen ve yaşamayan insanlarında sizin ile aynı haklara sahip olduğunu kabullenmek onların istek dilek ve temennilerine dikkate almaktır.


Şimdi diyeceksiniz ki, bunun HZ: Adem ile ne ilgisi var ?


Allah ü Taala  Hz: Adem’i yaratıp henüz ruh vermeden tüm meleklere yeni yaratılan bu varlığa yani ( Adem’e ) secde edilmesini emreder. Melekler bu emri yerine getirirler, ama içlerinden biri emre uymaz. Allah ( cc ) neden emretmediğini sorunca Adem’in topraktan yaratıldığını kendisinin ateşten yaratıldığını dolayısı ile kendinin Adem’den daha üstün olduğunu bunun içinde secde etmediğini söyler. Yani Allah (cc) Emrine karşı gelir isyan eder.


Allah’ta rahmetinden kovar lanetler ve edebi olarak Cehennemlik olduğunu ona bildirir ve Şeytan diye isimlendirdiğimiz varlık böylece meydana gelmiş olur.


Bu Şeytan dediğimiz varlık Hz: Adem yüzünden lanetlenince Allah’tan bazı isteklerde bulunur. Mesela, kıyamete kadar yaşamak Hz: Adem’in neslinden gelecek insanları aldatarak onları Cehenneme sürüklemek ile vs vs..


Allah, Şeytanı dinler ve isteklerini kabul eder ve ona şöyle cevap verir “Ben Adem’in nesline Peygamberler ve Kutsal Kitaplara göndereceğim. Onlara akıl ve irade vereceğim. Cenneti, Cehennemi seni ve hilelerini onlara bildireceğim, onların kararına da saygı göstereceği. Tercih hakkı onların senin onların düşmanı olduğunu bile bile senin peşinden koşarak seninle beraber olurlar ise, bu da onların bileceği bir iştir. Esas olan insanları bilgilendirdikten sonra kararlarında ve tercihlerinde serbest bırakmaktır ”


Demokrasi dediğimizde bu değilmidir?


Allah’u Taala isyan etmesine rağmen şeytan’ı muhatap alıp onun isteklerini kabul ediyor.


Yaratıp kendi mülkünde hayat verip rızık vermesine rağmen insanların inanmamasına, inanıp şirk koşmasına inanıp ibadet etmemesine insanların bir kısmının belki bir çoğunun hayatlarını günah deryası içerisinde geçirmelerine tahammül ediyor.


Hatta bazı insanların da şeytanı da geride bırakacak şekilde kendine isyan etmelerine, inananlara zulmetlerine tahammül ediyor.


İşte demokrasi her yönüyle sizden farklı inanan, düşünen, yaşayan sizinle hiçbir ortak paydası olmayan, belki size düşman olan insanların varlığına hak ve hukukuna saygı göstermektir.


Allah kendi mülkünde şeytana hayat hakkı tanıyor bunca günah isyan ve zulüme rağmen insanları ömrünü rızkın ve bizler için yarattığı hiçbir imkanı bizden esirgemiyor. Bütün bu imkan ve yetkiler bizde olsaydı da mahiyetimizde ki insanları bize karşı bu kadar fütursuzca davransaydı acaba neler yapmazdık?


Burs verdiğimiz bir öğrenci yada yardımda bulunduğunuz bir aile her halukarda size saygısızlık etse burs vermeye ve yardım etmeye ne kadar devam ederdiniz?


Allah u Taala Bakara süresini …. nci ayetinde  ” Dinde zorlama yoktur ” buyurarak insanları tercihlerinde serbest bırakmıştır. İnsanın istediği dini seçme ve hiçbir din seçmeyip dinsiz kalma hakkı vardır. Bu tamamen onun kararıdır.


İnsanları zorla Müslüman yapmak dinin emri olmadığı gibi bizzat dinin yasakladığı bir husustur.


Siz eğer demokrasiyi insanların hak ve hukukuna karar ve tercihlerine saygı olarak anlarsanız bu islamın özünde vardır.


Eğer parmak sayısı istediğinizi yapma yada gücünüzü kullanarak başkalarını yok sayma hakkı olarak görürseniz işte bu tür bir demokrasi İslam ile bağdaşmaz. Gerçek demokrasilerde %90 çoğunluğa sahip olsanız bile %10 luk kesimin hukukunu göz ardı edemezsiniz. %10luk bir imtiyazlı azınlık halkın %90 nının bir çok hakkını ihlal ederse elindeki gücü kullanırsa o sistemin adını siz koyun.


Allah ülkemizi İslam Alemini ve tüm insanlığı bu tür imtiyazlı azınlıkların azgınlıklarından korusun. Huzurlu ve mutlu yarınlar dileği ile…