19.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Temmuz 9, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1306

Aile, Eğitim ve Toplum

0

Toplumsal değişimin pek çok dinamikleri mevcuttur. Bu dinamikler
genellikle birbirlerine etki ederek bir bütün halinde değişime sebep
olurlar. Yani toplumsal değişimi bir tek nedenle açıklamak yeterli
değildir.

Söz konusu noktadan hareketle Türkiye’de aile ve eğitim ilişkisinde
gözlediğimiz ciddi değişimlere dikkat çekmek istiyorum. Zira bu
alanlarda meydana gelen ve birbirlerini tetikleyen değişimler toplumsal
yapımızın ve dolayısıyla toplumsal meselelere bakış açımızın da
değişimine sebep olmaktadır.

Sanayileşme ile birlikte bilindiği üzere Türk aile yapısı, dünyanın
pek çok yerinde olduğu gibi çekirdek aile biçimine dönüşmeye başladı.
Günümüzde bu dönüşüm büyük oranda gerçekleşmiştir. Çekirdek ailenin
tanımı yine bilindiği üzere anne-baba ve çocuklardan oluşan aile yapısı
şeklinde ifade edilmektedir.

Toplumun temeli olarak aile yapısının değişimi, bu ortamda yetişen
bireylerin eğitim ve gelişim biçimini de etkilemektedir. Yani çekirdek
aile ile yapısı ile birlikte büyüklerin aile yapısındaki etki ve
rolleri değişmiş, bu değişim gelenek ve kültürün aktarılmasında önemli
bir işlevi bulunan ailenin bu işlevini gerçekleştirme şeklini ve
oranını da değiştirmiştir.

Zira anne-babaların genellikle çalıştığı ve çocuklarıyla
ilgilenmelerinin kısıtlı bir zamana has kılındığı ülke şartlarında, bu
işlevi yerine getirmesi beklenebilecek aile büyükleriyle irtibatın
azalmış olması, eski ve yeni nesil arasındaki bağın, birbirini anlama
ve kültürel devamlılık açısından zayıflamasına sebep teşkil etmektedir.

Söz konusu zayıflık sadece kültür ve değer aktarımı değil, aynı
zamanda bunlarla yakın alakalı olan insan ilişkilerinin mahiyetinde de
gözlenmektedir. Öyle ki, bireyselliğin ön plana çıktığı ve insanların
giderek yalnızlaştığı bir toplumsal yapı oluşmaya başlamıştır.

Bu değişim sürecine tesir eden bir diğer etken ise aile bireylerinin
sayılarında meydana gelmeye başlayan azalmadır. Zira çekirdek aile
yapısı dahilinde ebeveynlerin her ikisinin de çalışıyor ve “kariyer”
planlıyor olmaları, çocuk sayılarının azalmasına, pek çok ailenin
tercihlerini bu doğrultuda kullanmalarına sebep teşkil etmeye
başlamıştır. Dolayısıyla “akrabalık” kavramı da özellikle yeni nesil
için anlam değişimine uğramaktadır.

Nasıl mı?

Çocuk sayısının her nesilde gittikçe azalması, yeni nesillerin
akraba sayısının da azalması anlamına gelmektedir. Ailenin, kuvvetli
aile bağlarının insan hayatındaki yeri düşünüldüğünde ise bu durumun
bireyleri nasıl etkileyeceğini anlamak çok da zor değil.

Öyle ki, insan sosyalleşmeye ilk olarak ailede başlar. Aile
bağlarınız ve akraba ilişkileriniz kuvvetli olduğu oranda güçlü bir
sosyalleşme sürecinden, güven duygusunun çocukluktan itibaren tatminkar
biçimde alınmasından bahsetmek mümkün olacaktır. Bu durum ise
bireylerin hayattan korkmalarını, kendilerini dünyanın merkezinde
görerek yalnızlığa itmelerini engelleyecek önemli unsurlardan biridir.

Nitekim bugün en büyük problemlerden biri gençlerimizin
donanımlarına rağmen hayattan korkmaları, sosyal manada kendilerini
yeterince ifade edememeleri değil midir? Gittikçe bireyselleşen bir
anlayışın toplumsal hayata hakim olmasından yakınmıyor muyuz?

Tüm bu unsurlar netice itibariyle eğitim sistemimizi ve onun içeriğini de etkilemiyor mu?

Yine bu unsurlar, toplumsal meselelere bakış açımızı ve bu
meselelere dair tutumlarımızı etkilemiyor mu? Geçmişte kısıtlı
imkanlara rağmen üstünden geldiğimiz sorunlarımıza dair bugün sahip
olduğumuz imkanlara rağmen bir nevi korkarak bakmak bunun bir
göstergesi değil mi?

Dolayısıyla toplumsal değişim ekonomik, sosyal ve kültürel
unsurlarda yaşanan değişimlerin birbirlerini etkilemeleri neticesinde
çok yönlü sebepler ve tabii sonuçlar zinciri ile gerçekleşmektedir.
Değişim şüphesiz kaçınılmaz bir süreçtir. Ancak bizi bu noktada
ilgilendiren değişimin yönüdür. Yönün iyiye veya kötüye doğru olmasında
ise bizlerin nelerin karşılığında neleri verdiğimizi ciddi biçimde göz
önüne almamız ve buna göre tutum ve tavır belirlememiz belirleyici
olacaktır.

Duyarsızlık

0

Bugünlerde birçoğunuzun milletimizin gittikçe duyarsızlaştığı
konusunda benimle hem fikir olduğunu düşünmekteyim. Mesela en son
meydana gelen uçak kazasında ölenler için şahsen milli yas ilan
edilmesini beklerdim. Ya da televizyonlarda eğlence programlarının bir
süre ara verilmesi söz konusu olabilirdi. Çünkü daha önce alınan 12
şehit haberine rağmen televizyondaki programların yayın akışını aynen
sürdürmesi tepki çektiği için belki bu son olayda aynı hataya düşülmez
diye düşünmüştüm.

Maalesef hiçbiri yapılmadı. Sadece ölenlerin ardından anıt mezar
yapılacağı gazetelerde yayınlandı. Halbuki aynı tarz da bir uçak kazası
geçtiğimiz sene İspanya’nın başına gelmiş, akabinde ülke genelinde yas
ilan edilmişti. Dolayısıyla milletimizin giderek tepkisiz bir toplum
haline geldiği yanlış bir kanaat değildir.

Acaba milletimiz bilinçli bir süreç izlenerek duyarsızlaştırılmakta
mı? Yoksa milletimizin gelişme süreci kendiliğinden bu durumu mu ortaya
çıkarmaktadır? Kanaatimce konu hakkında yanıtlanması gereken temel
sorular bunlardır.

Milletimizin geçirdiği evrelere ve yaşananlara bakıldığında yukarıdaki sorular birbirini tamamlayan bir zincir halkası gibidir.

Her şeyden önce milletimizin özellikle son yüz senedir yoğun bir
şekilde yaşadığı modernleşme ve akabinde tarım toplumundan sanayi
topluma geçiş süreçleri sosyolojik olarak çeşitli sonuçlar doğurmuştur.

Bu durumun yarattığı ilk sonuç geniş aileden çekirdek aileye geçiş
şeklinde olmuştur. Bu geçiş zamanla gelecek nesillere kültür aktarımı
açısından darbe vurmuştur. Çünkü daha önceleri aile büyükleri ile
beraber yaşanılan evlerde çocuklara kültür aktarımı büyükler sayesinde
olmaktaydı. Sanayileşme ile birlikte zamanla ailedeki bu yapının
değişmesi büyük evlerden apartmanlara geçilmesi insanların birbirleri
ile iletişim becerilerini azaltmıştır.

İnsanların birbirleriyle iletişimlerinin azalması giderek
yalnızlaşmalarına yol açmıştır. Bugün sosyologlar 21. yüzyılı bireyin
ön plana çıktığı bir yüzyıl olarak tanımlamaktadır. Bireyin ön plana
çıkması ve “ben merkezli” bir hayat stili, insanları “bana dokunmayan
yılan bin yıl yaşasın” mantığında hareket etmeye sevk etmekte, neticede
insanlar toplumsal olaylara karşı duyarsızlaşmaktadır.

Yukarıdaki hususlara ilaveten daha önce bahsettiğim üzere
milletimizin bilinçli bir şekilde duyarsızlaştırılması da söz
konusudur. Özellikle televizyon programları milletimizi bu noktada
etkileyen en önemli araçların başında gelmektedir. Geçmişte millet
olarak gerek milli gerekse ahlaki yönden yanlış olarak kabul ettiğimiz
bir çok meselenin televizyonlarda tartışılmaya başlanması veya
gösterilmesi insanları yanlış duyumlara ilk önce alıştırmış,
alıştırmanın sonucunda da tepki kırılması meydana getirmiştir.

Aynı modernleşme sürecini Batı toplumlarının da geçirmesine rağmen
bizdeki duyarsızlığın onlarda görülmemesinin en önemli sebebi Batının
modernleşme sürecini kendi iç dinamiklerinin yarattığı bir baskı sonucu
yaşamasıdır. Bu sebeple Batı sosyal devlet olma bilincine ererek
bireyselliği kendi insanına verilen değer olarak algılamıştır. Mesela
bizde bir kaza meydana gelse etraftakilerin yardımı olmazsa kazazedenin
kaybedilmesi söz konusu olabilirken orada insanların olaya müdahale
etmediği fakat beş dakika içerisinde uzman müdahalesinin söz konusu
olduğu görülmektedir.

Kısaca geçmişten beri gelen modernleşme kaygısı ve bu kaygı
neticesinde birileri tarafından bize çizilen yolun milletimizi
getirdiği nokta ortadadır. Buna rağmen milletimize “ya bu deveyi
güdersin ya bu diyardan gidersin” mesajı uzun zamandır verilmektedir.
Bizim için artık iki seçenek kalmıştır. Ya bu devranı değiştirecek yada
bu deveyi güdeceğiz. Saygılarımla!…

Belediyeler

İlimizin gündemini oluşturan en önemli olayın Kocaeli deki
belediyelerle ilgili çıkarılması söylenen yasalarla ilgili tartışmalar
olduğu birlikte izliyoruz. Daha önce belediye başkanlığı yapmış bir
millet vekilimizin mahalli yönetimlerle ilgili genel başkan yardımcısı
olması ile başlayan bu sürecin iktidar partisinin başını ağrıtacağını
sanıyoruz.

Söylenilenler doğruysa mevcut belediyelerin büyük çoğunluğu
kapatılacak ve çevrelerine yakın belediyelere bağlanacak. Anlaşıldığı
kadarıyla iktidar meseleye yalnızca kar-zarar açısından bakmakta yani
en az masrafla bu işi götürecek yasayı çıkarmayı düşünmektedir. İktidar
meseleye ekonomik açıdan baktığı için kendini haklı görebilir. Fakat
mesele bu kadar basit değildir.

Nüfusu az yöreler için düşünüle bilinilecek kararlara Hereke gibi
mazisi eski ve büyük olan yerleri katarak kapatmak bize göre değil.
Ayrıca işin diğer ve önemli yönü böylesi önemli bir kararı o karardan
etkilenecek o yöre insanına sormadan almaktır. Bu davranış o insanlara
layık oldukları değeri vermemek, halk deyimiyle onları adam yerine
koymamaktır. Böyle bir davranışın faturası da herhalde öyle ucuz olmaz.

İktidar partisi kendini haklı bulsa ve uyguladığı yöntem doğru olsa
bile onu haksız konumuna düşürür. Burada yapılması gereken kapatılması
düşünülen belediyelerin bulunduğu halk ile bir araya gelerek meseleyi
detayları ile anlatıp neden bu uygulamaya başvurulduğu yeni şeklin o
yöreye getireceği imkan ve faydalar söylenecek, onların fikirleri
alınıp karşılıklı müzakerelerden sonra referandumum yapılsa halk neyi
tercih ederse onda karar kılınsa neyse!

Bu yola başvurulmazsa en azından muhalefet partileri bunu fırsat
bilir ve iktidar aleyhine yapacağı propagandalara malzeme verir.
İktidar partisi bile yıpranır, siyasi partiler taraftarlarını arttırmak
için uğraşır, kaybetmek için değil. Kendisine oy vermiş, iktidar yapmış
seçmenlerini darıltmak karşısına almak akıllıca bir davranış olur mu?
Ak partinin böyle bir hataya düşeceği pek mantıklı görünmüyor.

Karar onların, bizden söylemesi kendi düşen ağlamaz…

Kdv Oranları Açısından AB Vergi Sistemi İle Türk Vergi Sisteminin

0

Türk vergi sisteminde Aşarın kaldırılmasından sonraki en büyük
reform olarak kabul edilen Katma Değer Vergisi, AB Vergi Sistemine uyum
çerçevesinde 6. direktiften yararlanılarak çıkartılmıştır.

1 Ocak 1985 yılında yürürlüğe giren 3065 sayılı Katma Değer Vergisi
Kanunu ile daha önce uygulanmakta olan yıllık gelirleri düşük tahsilâtı
çok masraflı, ekonomik etkileri olumsuz olan yüksek oranlı sekiz vergi;
dâhilden alınan istihsal vergisi, ithalde alınan istihsal vergisi,
P.T.T. hizmet vergisi, nakliyat vergisi, ilan ve reklam hizmetleri
vergisi, şeker istihlak vergisi, Spor To-To vergisi ve işletme vergisi
yürürlükten kaldırılmıştır (DPT, 1995).

Birkaç yıl içinde sağladığı gelir açısından vergi gelirleri içinde
önemli bir yer tutan KDV hasılatı, 1985 yılında 1 trilyon iken, 1986’da
1,7 trilyona, 1987’de ise 2,8 trilyona yükselmiş ve destekli bütçe
gelirleri içindeki payı % 27 oranında gerçekleşerek gelir vergisi
hasılatına yaklaşmıştır. Toplam KDV tahsilatının (dahilde ve ithalde),
toplam vergi gelirleri içindeki payı 1990 yılında, % 27,2, 1995 yılında
% 32,7, 2000 yılında 31,6 ve 2005 yılında %32,1 oranında
gerçekleşmiştir (GİB, 2007).

Türk Katma Değer Vergi Sisteminin Oranlar Açısından Avrupa Birliği Vergi Sistemine Uyumu

3065 Sayılı Türk Katma Değer Vergisi Kanunun 28. maddesine göre KDV
oranı % 10’dur. Aynı maddede Bakanlar Kurulu’nun bu oranı % 1’e kadar
indirme veya 4 katına kadar artırma yetkisi bulunmaktadır.

Ayrıca tekstil ürünlerine de 2006/10138 Sayılı BKK ile % 8 KDV oranı
uygulanmaya başlanmış ve 2006 İlerleme Raporunda yapılan bu
değişiklikle Türkiye’nin, AB vergi müktesabatından daha fazla
uzaklaştığı ifade edilmiştir. Aynı raporda, Türk vergi sisteminin AB
vergi müktesebatıyla kısmen uyum içinde olduğu vurgulanarak KDV, ÖTV
kapsam ve oranlar ile alkol ve tütün ürünlerindeki ayrımcılığın
giderilmesi gerektiği belirtilmiştir.

Tablo 1. 1985–2003 Yılları Arasında Uygulanan KDV Oranlarının Seyri

Yürürlük Tarihi

BKK Karar Sayısı

İndirimli Oran

Genel Oran

Yükseltilmiş Oran

01.01.1985

Yok

Yok

%10

Yok

01.07.1986

86/10793

%1,%5

%10

Yok

01.12.1986

86/11217

%1,%5

%12

Yok

01.01.1988

87/12469

%1,%3,%5,%8

%12

%15

01.11.1988

88/13383

%1,%3,%5

%10

%15

15.10.1990

90/919

%1,%5

%11

%20

01.12.1990

90/919

%1,%6

%12

%20

01.06.1991

91/1855***

%1,%6

%12

%20

01.01.1992

91/2545

%1,%6

%12

%13,5-%20

29.02.1992

92/2692

%1,%6

%12

%13-%20

01.01.1993

92/3896***

%1,%6

%12

%13-%20

01.11.1993

93/4932

%1,%8

%15

%23

01.01.1996

95/7612

%1,%8

%15

%23-%40

13.12.1999

99/13648

%1,%8

%17

%25-%40

15.05.2001

2001/2344

%1,%8

%18

%26-%40

01.08.2002

2002/4480

%1,%8

%18

Yükseltilmiş Oran Kaldırıldı

Kaynak: Gelir İdaresi Başkanlığı, 2007.

3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanunu (KDVK) 02.11.1984 tarih
ve 18563 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak 01.01.1985 tarihinde
yürürlüğe girmiştir.

** Katma Değer Vergisine tabi teslim ve hizmet ifalarına
uygulanacak katma değer vergisi oranları KDV Kanununun 28. maddesinin
verdiği yetkiye dayanılarak Bakanlar Kurulu tarafından belirlenmektedir.

*** Bu Kararnamelerle, daha önce farklı Kararnamelerle
belirlenen oranlar tek Kararname altında toplanarak bütünlük sağlanmış
ve yeni listeler yayımlanmıştır.

Tablo 1’den anlaşılacağı üzere, 01 Ocak 1985 yılında yürürlüğe giren
KDV sisteminde ilk olarak %10 tek oran uygulanmıştır. 01 Temmuz 1986
tarih ve 86/10793 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile oran yapısı %1, %5,
%10 olmak üzere 3 farklı KDV oranı getirilmiştir. 22 Aralık 1992 Tarih
ve 92/3896 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla kullanılarak % 1, % 6, %
12, % 13, % 20 olmak üzere 5 farklı KDV oranı kabul edilmiştir. 27 Ekim
1993 Tarih ve 93/4932 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla % 12’lik KDV
oranı kaldırılarak oran sayısı dörde indirilmiştir. Bu tarihe kadar
birçok değişiklik yapılan KDV oranları, en son 1 Ocak 1996 tarihinde %
40 oranınında kabul edilmesiyle, % 1, % 8, % 15, % 23, % 40 olmak üzere
beşe çıkmıştır. 12 Haziran 2002 Tarih ve 4760 Sayılı Özel Tüketim
Vergisi Yasasının Türk Vergi Sistemine girmesiyle, % 26 ile % 40
oranına tabi mallar ÖTV’nin kapsamına alınmıştır. Son olarak Avrupa
Birliği müktesabatına uyum çerçevesinde KDV oranları % 1, % 8, % 18
olarak belirlenmiştir.

Şekil 1. 1980–2006 Yılları Arasında Uygulanan Standart KDV Oranlarının Türkiye ve AB–27 Ortalamasındaki Seyri (%)

Kaynak: Gelir İdaresi Başkanlığı, 2007; European Commission, 2006b; European Commission, 2007; Eurostat, 2007.

Şekil 1’den anlaşılacağı üzere AB üye ülkelerinin 1980 ile 2006
yılları arasında uyguladıkları standart KDV oranları ortalamasında ufak
bir artış söz konusu olsa da mevcut oranların 1980–2006 yılları
arasında çok fazla değişmediği ve standart oranların ortalamasının %
20’nin altında kaldığı izlenmektedir. Türkiye’de ise 1985 yılında vergi
sistemine giren KDV’nin, standart oranları artış eğilimine girmiş
görünse de AB–27 ortalamasının altında bir seyir izlemiştir. AB vergi
müktesebatına uyum çerçevesinde 3 oranlı KDV sistemi benimseyen
Türkiye, standart KDV oranını % 18’in üzerine çıkarmamaktadır.

Türk vergi sistemi ile AB vergi sistemini oran sayısı açısından
karşılaştırdığımızda, AB’nin hedefi olan % 5 ve % 15’lik iki oranlı bir
KDV sistemine yakın olduğu gözlenmektedir (Bilici, 2005: 248). Ancak
oranların seviyesi açısından değerlendirildiğinde, bazı mal ve
hizmetlere uygulanan Türk KDV oranlarının, AB’ye göre daha yüksek
olduğu görülmektedir. Özellikle verginin sosyal amacına uygun olarak
hareket eden AB, gıda maddelerine, sağlık harcamalarına ve ilaç
alımlarına % 5 KDV uygularken, Türkiye bu mal ve hizmetlere % 8 KDV
uygulamaktadır (Öz ve Aslan, 2005:165).

Anlaşılacağı üzere 1 Ocak 1985 tarihinden itibaren uygulamaya giren
Türk Katma Değer Vergisi Mevzuatının, Avrupa Birliği direktiflerine
uygun şekilde hazırlanmaya çalışıldığından Birliğin KDV oranlarından
önemli bir farkı yoktur.

Kaynaklar

BİLİCİ, Nurettin (2005), Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Seçkin Yayınları, Ankara.

DPT (Devlet Planlama Teşkilatı), (1995), Türkiye – At Mevzuat Uyumu: Sürekli Özel İhtisas Komisyonu Raporları, Ankara.

EUROPEAN COMMISSION (2007), “VAT Rates Applied in the Member States of the European Community DOC/1237/2007”,

url
, 12.07.2007

EUROPEAN COMMISSION (2006b), “Vat Rates Applied in the Member States of the European Commnity”, DOC/1829/2006, September,

url, 18.11.2006

Kendinizi Nasıl Bilirsiniz?

0

Siz nasıl insansınız? Sözgelimi, sizi tanıyanlar “İyi ki varsın.”
diyorlar ve varlığınızla övünüyorlar mı yoksa keşke olmasaydın mı
diyorlar? İnsanlara destek misiniz, köstek misiniz? İnsanların
yüklerini hafifletiyor, sorunlarının çözümünde yardımcı oluyor, onlara
yaşama sevinci mi veriyorsunuz yoksa ilişkilerinizle, yorumlarınızla
insanları hayattan soğutuyor, olacak işleri olmayacak hale getiriyor,
kolayı zorlaştırıyor musunuz? Etki alanınızda ya da yönetiminizde
bulunan insanlarla ilişkileriniz nasıl?

Okuduğum bir öykücük bu soruları sordurdu bana: Konfüçyüs ve
öğrencileri, ormanda dolaşırken üç ceset başında feryat eden bir kadına
rastlarlar. Konfüçyüs kadına sorar: “Bu cesetler kime aittir, sen ne
için ağlıyorsun?”, kadın: “Oğlumu, kocamı ve kocamın babasını kaplanlar
parçalayıp bu hale getirdi.” der. Konfüçyüs bu defa: “Peki hala bu
korkunç yerde niye duruyorsun, kaç da kurtul.” deyince, kadın:
“Kaçamam; çünkü burada zalim bir hükümdar yok.” diye cevap verir.

Bir tarafta yırtıcı kaplanlar, bir tarafta zalim hükümdar…
Kadının tercihi, yırtıcı kaplan. Kadının tercihi, gerçeğe ne kadar
uyuyor? Siz olsaydınız, tercihinizi hangi yönde kullanırdınız?
Tercihiniz kaplansa bir kez ölürsünüz, zalim hükümdarsa her gün
ölürsünüz. Bunun adı yaşamaksa, yaşamış olursunuz.

Sosyal olaylarda doğrular, gerçekler kişiden kişiye değişiyor.
İnsan fıtratının evrensel nitelikleri değişmiyor. Bu öykücükte konuyu
değerlendirirken bulunmamız gereken kadının tarafı değil, hükümdarın
tarafıdır. Konu olarak kadının üzerinde yoğunlaşılması, sapla samanı
karıştırmak olur.

Aile reisiyiz, sorumluluğunu üstlendiklerimiz var. Yöneticiyiz,
yönettiklerimiz var. Bu insanlar bir şekilde kapsama alanımızda.
Alanımızda bulunan insanlar bizim için ne düşünüyorlar? Yırtıcı bir
kaplanı bize tercih edenler var mı, varsa ne kadar? Bu tercihte bizim
sorumluluğumuz nedir, suçumuz ne kadardır?

Akşamları eşimiz ve çocuklarımız yolumuzu gözlüyor mu? Eve
geldiğimizde yüzler gülüyor, evin havası değişiyor, gönüller huzur
buluyor, sıkıntılar hafifliyor mu? Yönetiminizde bulunanlar sizin
kendilerine kötülük yapmanızdan korktukları için mi yoksa güzellikler,
kolaylıklar sunduğunuz için mi size “iyi insan” diyorlar? Bu tür
soruları doğru cevaplayabilmek, niteliğimizi belirlemek hiç de zor
değil. Kendimizi alır, bizi değerlendirenlerin yerine koyarsak,
cevabımızı çok kolay verebiliriz. Temel şartımız, dürüst davranmak.
Kendisine dürüst davranmayan, kimseye dürüst davranamaz, kimseden de
dürüstlük bekleme hakkına sahip değildir.

Kendini karşındakinin yerine koyma dediğiniz empatiyi
kullandığımızda yırtıcı kaplanı kendimize tercih ettiğimiz oluyor mu?
Cevabımız evet ise, artık başkasının bir şey söylemesine gerek yok, biz
zalim yönetici, zalim baba, kısacası zalim insanız. Unutmayalım, “Zulüm
ile abad olanın sonu berbat olur.” demiş büyüklerimiz. Zalimlerin
kötülükleri sadece yaşarken değil, öldükten sonra da devam eder. Şair
ne güzel söylemiş: “Ne kendisi etti rahat ne verdi âleme huzur /
Çekildi gitti âlemden, dayansın ehl-i kubur.”

“Siyasi Çözüm”

0

Bölücü terörü, “Kürt sorunu” yani “etnik sorun”
olarak tanımlamakta ısrar edenleri dikkatle izleyiniz. Türkiye’de
insanların sırf bir sosyal gruba veya etnisiteye mensup olduğu için
ayrıma tabi tutulduğunu, vatandaşlık haklarının kısıtlandığını söylemek
mümkün olmadığı halde “Kürt sorunu” tanımlamasındaki ısrar neden?

Varılmak istenen hedef, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasında Kürt asıllı olanların diğer vatandaşlara verilen haklardan yararlandırılmadığı,
onların kültürel, ekonomik ve siyasi açıdan ezildiği, diğer vatandaşlar
ile aralarına konulan görünmez duvarlar ile izole edildiği gibi tezleri
kabul ettirmektir. Böylece, bu etnik unsuru temsil edenlerin(!) kısa
veya uzun vadede bağımsızlık talep etmesini de meşru ve haklı göstermeye çalışmaktır.

ABD Başkanı Bush, 05 Kasımda Başbakan Erdoğan ile görüşmesinin ardından yaptığı açıklamada “Türkiye ’Kürt sorunu’nun çözümü için adımlar atacak” demişti. İsveç’in Ankara Büyükelçisi Christer Asp ise, “AB’nin, PKK terörü problemine uzun
vadeli siyasi bir çözümün getirilmesini görmek istediğini” ifade etti.
“Türk hükümetinin terörle mücadele konusuyla ilgili siyasi çözüm bulma
çabasının çok açık olduğunu”
da kaydeden Büyükelçi Asp, “Ancak siyasi bir çözümle uzun vadede terörle mücadele konusuna çözüm getirilebilir ve bence şu anda Türkiye’de gördüğümüz de bu” dedi.

“Siyasi çözüm” isteyenlerin beyanlarını alt alta koyduğunuz zaman ortaya çıkan hedeflerin özeti şöyle:

—Dağdakilerin taleplerini silahlarla değil, meşru zeminlerde dile
getirebilmesi için PKK’ya (İmralı’daki başı dâhil) genel af ilan
edilmesi.

—Üniter devlet yapısından ikili bir federasyon yapısına geçiş. İki
federe ortağın kurduğu bir federasyon yapısını anayasal garanti altına
almak. (Bunun için “Demokratik Cumhuriyet” kavramı ile zihinler
alıştırılmaya çalışılmaktadır.)

—Kuzey Irak’ta kurulmuş bulunan Barzani yönetiminin Türkiye
tarafından tanınması; Kerkük’ün Barzani yönetimine devrinin
onaylanması.

Önceki yazımda PKK, “ezilen Kürt halkının temsilcisi” falan değil, ABD, AB ve İsrail’in büyük projesi içinde kendine düşen görevi yerine getiren bir piyondur, demiştim. Şimdi projenin bu aşamasında PKK piyonunun tasfiye edilip edilmeyeceği tartışılıyor.

Bu arada Başbakan Erdoğan’ın da, “Kürt sorununu demokratik cumhuriyet anlayışı içinde çözeceğiz”
ifadelerini kullanması akılları karıştırıyor. Sorunun tanımlanması ve
çözümünde Bush ve Erdoğan arasında bir mutabakat mı söz konusu diye
düşünmemek mümkün değil.

ANKA Ajansının verdiği habere göre, “ABD’nin Ankara Büyükelçisi Ross
Wilson’ın, geçen hafta salı günü tartışmalara yol açan kahvaltı
davetinde, Meclis’te Grubu bulunan DTP’yi dışlaması ve PKK ile arasına mesafe koymadığı sürece DTP ile görüşmeyeceğini açıklaması, partide ‘DTP de mi tasfiye sürecine dâhil’ sorusuyla birlikte ciddi rahatsızlığa yol açtı.”

”Büyükelçi Wilson, ABD Kongre üyesi Chris Shays ile birlikte AKP ve
CHP’den doğulu politikacılar, eski milletvekili Haşim Haşimi ile
birlikte KADEP Genel Başkanı Şerafettin Elçi ve HAKPAR Genel Başkanı
Sertaç Bucak’ı ağırladı.” HAKPAR ve KADEP, üniter devlet anlayışına karşı olup, federasyon tezini savunuyor.

Bu iki parti, 11 Kasım tarihinde Diyarbakır’da ortak bir miting düzenlemişti. Mitinge çağrı için yayınlanan bildiride Barzani yönetimine destek verilerek, Kürt Federe Bölgesinin kazanımlarına sahip çıkmak amacıyla mitinge katılın” denilmişti.

Gelişmeler gösteriyor ki, son yıllarda “kırk satır ile kırk katır”
tercihi noktasına getirilmeye çalışılan Türkiye için hazırlanan
senaryolar ve bu oyunda rol alabilecek muhtemel oyuncuların durumu
iyice şekillenmeye başladı.

PKK teröründen kurtulma karşılığında, önce üniter yapının yıkılması ve daha sonra da ülkemizin bölünmesine
gidecek gelişmelere karşı, milletçe bir bütün olarak (Kürt kökenli
olanlarımız da dâhil) karşı çıkmak ve gelişmeler karşısında uyanık
durmak mecburiyetindeyiz. Yoksa çok uzaklarda yapılan planlar adım adım
uygulamaya konuluyor.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Üyelik Serüveni

0

Avrupa’da 18. yüzyılda başlayan birleşme hareketleri, 1951 yılında
Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulmasıyla resmi bir nitelik
kazanmıştır. Ekonomik ve ticari özellik taşıyan bu Birlik, zaman
içerisinde sosyal, hukuki ve siyasi bir tarzda değişim göstererek 1957
yılında imzalanan Roma Anlaşmasıyla, Avrupa Ekonomik Topluluğunu
oluşturmuştur. Altı ülke ile başlayan ve günümüzde yirmiyedi ülkeyi
içine alan bu oluşumun amacı, ortak siyasi ve ekonomik bir bütünleşme
sağlamaktır.

1970’li yıllarda tüm dünyaya yayılmaya başlayan küreselleşme
hareketleri ile Birlik üyesi ülkelerin yasa ve uygulamaları da hızlı
bir değişim içine girmiştir. 1993 yılında yürürlüğe giren Maastrich
Anlaşması ile birlikte Avrupa Ekonomik Topluluğu’ nun adı Avrupa
Topluluğu’na dönüşmüş ve mevcut sosyo-ekonomik ilerleme hızlanarak
güçlenmiştir.

Avrupa Ekonomik Topluluğu’na 1959 yılında resmi olarak başvuruda
bulunan Türkiye’nin, 1963 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu ile
imzaladığı Ankara Antlaşmasıyla başvurusu kabul edilmiştir. 1973
yılında imzalanan Katma Protokolü ile Türkiye, Avrupa Birliği’ne
yönelik gümrük vergilerinin sanayi ürünleri için tamamen kaldırılmasını
ve üçüncü ülkelere karşı ise üye ülkeler ile beraber Ortak Gümrük
Tarifesi uygulanmasını kabul etmiştir. Ancak, Türkiye geçiş dönemindeki
yükümlülüklerini yerine getirememiş ve 1980 askeri darbesiyle ilişkiler
kesintiye uğramıştır.

Türkiye 14 Nisan 1987’de yılında tam üyelik başvurusu yapmıştır.
Komisyon ise 1989 yılında verdiği cevapta öncelikle Gümrük Birliği’nin
tamamlanmasını önermiştir. Ortaklık Konseyi’nin 1/95 sayılı kararıyla
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki Gümrük Birliği 1 Ocak 1996’da
yürürlüğe girmiştir.

Avrupa Birliği’ne üye olmadan Gümrük Birliğini kabul eden ilk ve tek
ülke konumundaki Türkiye, 1999 yılındaki Helsinki Zirvesinde Avrupa
Birliği’ne aday ülke olarak kabul edilmiş ve bu yıldan sonra yapılan
büyük reformlar sonucunda tam üye olmamız için görüşmeler hız
kazanmıştır.

Görüşmeler hız kazandı kazanmasına ancak son yıllarda bilindiği
üzere Avrupa Birliği üye ülkeleri amacını aşmış ve Türkiye’ ye şantaj
yapma girişimlerinde bulunmaya başlamıştır. Hristiyan bir birlik olarak
kurulan bu topluluk, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ nin toprak bütünlüğünden,
Türklüğe hakareti yasaklayan Anayasamızın 301. maddesine kadar birçok
konuda baskısını arttırarak Türkiye’ ye Avrupa Birliği olmazsa olmaz
klişeleşmiş sözünü kabullendirmeye çalışmaktadır.

Bulgaristan ve Romanya, daha adaylık başvurusunda ki imzaları
kurumadan birliğe üye olurken 48 yıllık uzun bir adaylık geçmişi olan
Türkiye’ ye Helsinki Zirvesinde ki kriterlerin haricinde birçok
dayatmada bulunulması ve her fırsatta ülke birliğini bozan
söylemleriyle Türkiye’ nin eleştirilmesi, Avrupa Birliği üye
ülkelerinin asıl amaçlarının Türkiye’ yi Avrupa Birliği’ ne üye ülke
olarak almaktan çok oyalama taktiği ile Türkiye’ den her fırsatta bir
şeyler koparmaya çalıştıklarını su yüzüne çıkarmaktadır.

Fakat tüm dünya şunu bilmeli ki evrende ki en büyük zenginliği de
verseler bu yüce millet hiçbir şekilde kendi birliğinden ödün
vermeyecektir. Çünkü en büyük birliğin ülke birliği olduğu inancı,
Kurtuluş savaşı yıllarında olduğu gibi tüm milletçe benimsenmiştir. Ulu
önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ ün ulusumuza söylediği şu sözün bizler
bilincindeyiz.

“Ey Türk milleti, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.”

Satranç Tahtası

0

Satranç oyunu hepimizin bildiği gibi zeka ve strateji oyunudur.
Bunun içindir ki bazı entelektüeller dünya siyasetini satranç tahtasına
benzetmektedirler. Bu oyunu zekice kurulmuş bir strateji izleyen
kazanır.

Dünya siyasetinin satranç tahtası da yazılarımda her zaman
bahsettiğim gibi üzerinde yaşadığımız coğrafyadır. Bu coğrafya
devletlerin kendilerini sınadıkları ve dünya üzerinde esas başarı
kazandıkları alandır.

Satrançta önemli taşlar vardır. Bunlar sırasıyla şah, vezir, kale,
at, fildir. En son olarak da piyon taşı gelmektedir. En son sırada
olmasına rağmen iyi bir oyun kurulduğunda piyon, karşı sıraya ve şahın
yerine geçip oyunu bitirebilmektedir. Satrançta hareket kabiliyeti çok
olan taş vezirdir. Şah hareket alanı az olmasına rağmen oyunu
sonlandıran taş olması hasebiyle önem arz eder.

Satranç oyununu günümüze uyarladığımızda ülkemizin geçmişte vezir
gibi hareket alanı geniş, her yere oynayabilen bir taş misali olduğu
görülmektedir. Bu durumda geçmişten gelen tarihsel bağlar önem arz
eder. Çünkü bu coğrafyada nereye gitseniz bir Türk izi bulmak mümkündür
ve bu sebeple ülkemizin hareket alanı genişlemektedir.

Ancak son beş senedir özellikle ülkemizin yabancı sermayeye dünyanın
en yüksek faizini vermesi, sıcak paraya endeksli bir ekonomik sistem
oluşmasına yol açmıştır. Bu durum ilk etapta serbest piyasada dövizin
düşüp Türk lirasının değer kazanmasını, enflasyonun ise düşmesini
beraberinde getirmiştir. Ancak sıcak paranın getirdiği bu kısa vadeli
faydalarına karşın uzun vadede yarattığı sıkıntılar daha büyük önem
kazanmaktadır ki bunların başında cari açığın gittikçe büyümesi ve
paranın yatırıma dönüşmemesi sebebiyle ülkemizin elini kolunu bağlaması
ve hareket kabiliyetini kısıtlaması gelmektedir.

Bu duruma en iyi misal şu anda içerisinde bulunduğumuz “Kuzey Irak
operasyonu” bilmecesinde yatmaktadır. “Bu operasyon yapılmalı” fikri
ortaya çıktığından beri kanaatim ekonomik dengelerden ötürü böyle bir
operasyona kolay kolay gidilemeyeceği şeklindeydi. Dikkat edilirse bu
fikir ortaya çıktığında hükümet yetkilerinin ilk tepkisi de ekonominin
zarar göreceği yönünde olmuştu.

Çünkü şu an orada müthiş bir sıcak para mevcuttur. Bu paranın
girdiği ülkelerin başında ülkemiz gelmektedir. Halen Kuzey Irak’ın
imarında Türk şirketler önemli rol üstlenmektedir. Yani tarihte her
zaman olayların başını ve sonunu hazırlayan ekonomik şartlardır. Bu
sebeple ülke ekonomisi geldiği nokta itibarıyla milli çıkarları geri
plana attırmaktadır.

Görülüyor ki, satranç tahtasında oyun kurucular oyunu kuralına göre
zekice planlamakta ve biz bu hamlelerden sonra vezir taşı olmaktan
çıkıp şah yerine geçmekteyiz. Yani oyunu sonlandıran ancak hareket
kabiliyeti olmayan taş durumundayız. Bu arada da daha önce itibar
edilmeyen piyon taşları çevremizde dolanıp şahın yerine geçmeye
çalışmaktadır.

Sonuç itibariyle oyun tüm hamleleriyle hızlı bir şekilde
ilerlemektedir. Ülkemizin son olarak yapacağı hamle ise en azından
yerini koruyup piyonlara “mat” olmamaktır.

Doğru Uygulama

0

Hükümetin vergi borcu olan mükellefler için uyguladığı yöntem
tartışmalara neden oldu. Maliye bakanlığı vergi borcu olanların banka
hesaplarına el koydu. Şimdi de aynı uygulamayı sosyal güvenlik
bakanlığının SSK alacakları için yapacağı bekleniyor.

Normal olarak mevcut yasalara göre alacaklı borçlusundan tahsil
edemediği alacağını icra yoluyla tahsil eder. Burada bakanlık
açıkgözlülük yaparak direkt banka hesaplarına el koymayı uygun
görmüştür. Mükelleflerin konuyla ilgili olarak hukuki mercilere
müracaat ederek uygulamanın durdurulmasını isteyecekleri söyleniyor.

Hukuk ne der bilmiyoruz ama hükümetin bu uygulamasına hak vermemek
elde değil. Zira mevcut hukuki uygulamaya göre tüm mükellefler
kazançlarından belli bir miktarı muhtelif adlar altında vergi olarak
öderler. Vergi miktarının veya oranının az veya çok olması ayrı konu
ama tespit olunan miktar yasallaştığına göre herkesin buna uyması
gerekmektedir.

Uygulamaya bakıldığında büyük bir çoğunluk bu kurala uyarak
vergilerini öderken bir kısmı da imkanları el vermediği için
vergilerini zamanında ödeyememekte, imkanları olunca bu ödemeyi
gerçekleştirmektedirler. Yani bunların ödeyememekte bir mazeretleri
bulunmaktadır.

Fakat burada durum farklıdır. Bu mükellefler bankalarda paralarını
saklayarak borçlarını ödememektedirler. Yani imkanları varken uyanıklık
yaparak ödemeden kaçmaktadırlar. Bu durumda ödeyenler afedersiniz ama
enayi durumuna düşmektedirler.

Devlet Vergi borcunun ödeyemeyenlerden bu alacağını almazsa daha
önce ödeme yapanlar biz enayimiyiz de borcumuzu ödüyoruz, bundan sonra
biz de ödeme yapmayacağız diyecekler ve kimse devlete para
ödemeyecektir. Vergi alacaklarını tahsil edemeyen devletin bütçesi açık
verecek ve devletin hizmetleri aksayacaktır. İşin diğer yanı
borçluların büyük çoğunluğu ekonomik durumu iyi olanlar. Zaten öyle
olmasa bunların bankada paraları olmazdı. Ekmeğini binbir zorlukla
kazanmaya çalışan küçük esnaf yani berber, tamirci, terzi, bakkal,
pazarcı gibi mükellefler vergi borçlarını muntazaman öderken, tuzu kuru
olan bazıları uyanıklık yaparak ödemekten kaçınmaktadırlar.

Devletin bir görevi de adil olmaktır. Vatandaşlarına eşit
davranmaktır. Bu nedenle borçlularının hesaplarına el koyarak
alacaklarını tahsil etmesini tabi karşılamak gerekmektedir.

Doğru olanı da budur…

Gülünç Yanlış Ezber

0

Yine aynı yanlış ezber tekrarlanıp duruyor. Sayın Başbakan bunu birçok kere tekrarladı. Beyanat aynen şöyle: “… Türk de kardeşim, Çerkez de, Gürcü de, Kürt de kardeşim.” Aslında kardeşlik güzel bir duygudur. Bunu hissedene ve hissederek yaşayabilene saygı duyarız. Bizim hiç kimseyi ötekileştirme, dışlama geleneğimiz yoktur. Yeter ki; tek bayrak, tek devlet, tek millet düşüncesi dışına çıkılmasın. Etnik ırkçılığa özenilmesin. Anadolu üzerindeki emperyalist emellere alet olunmasın. Türklük hem soy, hem kültürel bakımdan bir aidiyettir. Hangi şekilde hissederse hissetsin; insanlarımızı kucaklarız. Aksi bir davranış Türkiye üzerinde emelleri olanların ekmeğine yağ sürer.


Ancak, bu kardeşliği ifade ederken milli kimlikle mahalli sıfatları veya etnikliği birbirine karıştırmamalıyız. Türk’ü milletin adı ve milliyetimiz olarak düşünmek yerine, onu etnik gruplardan biriymiş gibi değerlendirip Anadolu’daki hakim kültürü dışlama yanlışına kimse düşmemelidir. Son yıllarda küreselleşmenin etnikleştirici, ufalayıcı esintilerine teslim olarak kendi devletiyle kavgalı bazı küreselci çevrelerin çirkin işbirliğini dikkatle izliyoruz. Bunları hesaba katmadan sözde kardeşlik sağlayacağız diye komik durumlara düşmeyelim. Kendimizi inkâr yolları aramayalım.


Eğer Türk de, Çerkez de, Arap da, Kürt de kardeşiniz ise; siz bunlardan demek ki hiçbiri değilsiniz. O zaman adama sorarlar: “Sen kimsin? İngiliz mi, Fransız mı, yoksa başka bir milliyetten mi?”


Milli kimlikle kavgayı önemli bir terör çeşidi olarak görürüz. Terör deyince akla hemen terör örgütü gelmemelidir. Biz, ülkenin sosyal yapısını, dokusunu bozucu, yıpratıcı, onu tanınmaz hale getirici, silâhlı ve silâhsız her türlü fikir ve eylemi terör olarak anlarız. Buna İslâm’ın altını oyucu, Müslümanı üç dinli ve üç peygamberli hale getirici tek taraflı diyalog oyunları, ülkeyi tasfiye edecek anayasa taslakları, dış borç ve cari açık tuzağı, numaralı Cumhuriyetçilik ve bazı özelleştirmeler de dahildir.


Yoğun göç almış ve 200’ü aşkın etnik gruba sahip ABD’de herkesin milli kimliği Amerikalıdır ve Amerikan milletinin üyesidir. ABD yasalarında İngilizce’ye rakip diller ve kimlikler aranmamaktadır. Teksas eyaletinin ayrı bir cumhuriyet olduğunu iddia eden Mc Laren 99 yıl, R. Otto ise; 50 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Kimseye egemenliği paylaşacak ortak gözüyle bakılmamaktadır. Başkan Bush İspanyol menşeli nüfusa; “Her şeyden evvel İngilizcenizi geliştirin” diye talimat vermektedir. Devletin bağımsızlığı ve kamu düzeninin korunması esastır. Bu kadar karışık bir yapıya sahip olan ABD’de İspanyol, Güney Amerikalı veya İtalyan kökenli senatörlere ayrı bir etnik kimlik yüklenerek ABD propagandası için yurt dışına gönderilmelerine rastlanmaz. Bizde ise; -kan veya kemik tahlillerine mi dayandırılıyor bilemiyoruz- Kürt asıllı olduğu söylenen bazı vekillerimizin yurt dışına propaganda için gönderilmeleri gündeme gelir. Türkiye böyle etnik ayırımları sistemli yapan bir ülke midir? Yasaları ve Anayasası, insanları bu şekilde ayırıp birbirine ötekileştirmekte midir? Bölücü, ırkçı, kürtçü çevrelerle mücadele insanlarımızı birbirine ötekileştirmekten geçmemelidir.


İspanya’da birçok bölücü parti kapatıldı. Çeşitli yasaklar getirildi. Ama kimse, “Neden parti kapatılıyor, bu demokrasiye aykırı ve de hoşuma gitmiyor” demedi. Hiçbir AB ülkesi terör örgütünü desteklemedi ve onları özgürlük savaşçısı olarak değerlendirmedi. İngiltere’de IRA’nın siyasi kanadı olan Sinn Fein’e birçok sınırlamalar getirildi. Bunun lideri radyo ve televizyonlara çıkarılmadı, mülâkat verdirilmedi ve haber niteliğinde bile görülmedi. Bizde ise; örgüt üyelerinin hangi futbol takımını tuttukları, hangi müzik aletlerini çaldıkları, kiralık bazı gazetelerimizde yer aldı ve alıyor.


Demokrasi kimseye ve hele yürütmeyi elinde tutanlara hoş dakikalar geçirtmek için var olan bir rejim değildir. Demokrasiyi iyi öğrenelim ve içimize sindirelim. Demokrasi; ne ırkçı bölücülük, ne de milli devletten vazgeçmektir. Herhalde bunun bir istisnası bizde görülüyor. Birçok siyasetçimiz izinle politika yaptığı için; gözleri ve kulakları Brüksel ve Washington’dan gelecek talimattan ayrılmıyor.


Türkiye’de terör etnik bir sorun değildir. Şu halde ona, etniklik penceresinden bakarak çözüm arayamazsınız. Her Kırmançça ve Zazaca konuşan insanı da terörist gibi görmek en büyük haksızlıktır. Yanlışın büyüğüdür. Bazı farklılıklar kutsallaştırılıp ırk, din, mezhep taassubu ve ayırımı körüklenerek hiçbir ülke güçlendirilmemiştir. Bunu Türkiye’de denemeyiniz.