11 C
Kocaeli
Çarşamba, Mayıs 14, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1303

12 Eylül 1980 Darbesi Kime Hizmet Etti?

0

12 Eylül 1980, günlerden Cuma… Türkiye Radyoları, saat tam 03:59’da
İstiklal Marşıyla yayına girdi. Marş bitince birden Harbiye Marşı
çalınmaya başlandı. Ardından tok sesli bir erkek spikerin “Milli
Güvenlik Kurulunun bir numaralı bildirisi” şeklinde anonsu duyuldu.

Daha sonra Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in “Aziz Türk Milleti”
hitabıyla yönetime MGK tarafından, el konulduğunu belirten konuşması
kulaklarda yankılandı. Birazdan ülkemizde darbe dönemlerinin unutulmaz
solisti Hasan Mutlucan’dan serhat türküleriyle başlayan seremoni,
marşlarla devam etti.

Hakkında birçok kitaplar yazıldı. Bu dönemi anlatan filmler çekildi.
Paneller, açık oturumlar, protestolar düzenlendi. Ama şu bir gerçek ki;
karşı tarafı suçlayarak, herkes kendi fikriyatına göre darbeyi
değerlendirdi.

Değerlendirmelerin ana teması, ne olursa olsun bu darbenin Türk
Demokrasisine, Türk Devlet Geleneğine verdiği zararlar konusunda bütün
vicdanlar hemfikirdir.

“Kardeşin kardeşi öldürdüğü ve ülkenin derin bir bunalım yaşadığı”
iddia edilerek yapılan darbe için o günden bu yana çeşitli senaryolar
üretildi.

Solcular, 12 Eylül darbesinin sağcıların işi olduğunu öne sürerek,
yapılanları sürekli eleştirdi. Sağcılar ise bu darbeden en çok zarar
gören grup oldu. Kimse bu darbenin Türkiye’deki ideolojik grupların
menfaatine değil de; asıl amacın küresel güçlerin çıkarlarına hizmet
etmek maksadıyla olduğu gerçeğini göremedi.

12 Eylül darbesi günümüzde yapılan bazı araştırmalara göre ABD’nin
merkezi haber alma örgütü CIA tarafından ” güzelce organize edilen” bir
darbedir.

Yunanistan’da yönetimdeki darbeci “Albaylar Cuntası” 1973’te
NATO’nun askeri kanadından çekilme kararı aldı. Bu NATO açısından büyük
bir zafiyet demekti. Soğuk savaş yıllarıydı ve Sovyetler Birliği Batı
için önemli bir tehditti. Yunanistan’ın ayrılmasıyla birlikte, NATO’nun
savunma kanadında bir çatlak oluşmuştu. Türkiye’nin 1974’de Kıbrıs’a
düzenlediği Barış Harekatı Atina’daki cuntanın sonu oldu.

Yenilgi, Yunanistan’a demokrasiyi getirdi. Albaylar görevi sivil
iktidara devretmek zorunda kaldı. ABD baskısıyla Atina’daki Karamanlis
yönetimi NATO’ya dönme kararı aldı. Türkiye ise Yunanistan’ın birliğe
dönmesini kabul etmedi. Süleyman Demirel de, Bülent Ecevit de ABD’nin
bu isteğine şiddetle karşı çıktılar.

Netice de ABD açısından sorun 12 Eylül 1980 darbesiyle çözüldü Bu o
kadar açıktır ki; darbe sonrası dönemin ABD Başkanı Jimy Carter tiyatro
seyrederken bir Beyaz Saray görevlisi yanına geliyor “bizim çocuklar
Türkiye’de yönetime el koydular” diyor. Bu vakıa birçok CIA belgesinde
ve basında yer almıştır. Darbedeki ABD bağlantısını en iyi şekilde
gösteren bir delildir.

Netekim Kenan Evren darbe sonrasında, dönemin Dış İşleri Bakanı
İlter Türkmen’e talimat vererek Türkiye’nin hiçbir karşılık almadan
Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesine onay vermiştir.

Darbenin ertesi günü yani 13 Eylül de, sanki hiçbir şey olmamış gibi
bütün terör olayları, cinayetler son bulmuştur. Bu bile olayın ne kadar
muammalı olduğunu gösteren bir tarihi gerçektir.

Kanlı Çorum ve Kahramanmaraş olaylarının arkasında CIA bağlantısı
olduğuyla ilgili ciddi belgelere ulaşılmış, bu kanlı olaylarla ilgili
birçok soru da, cevapsız kalmıştır.

Babı-ı ali Baskını, 27 Mayıs, 12 Mart, 12Eylül, 28 Şubat, 27Nisan
isimleri ne olursa olsun bu müdahaleler sonuçları itibariyle, bu
millete hizmet etmemiştir. Bu memleketin önünü tıkamış ve Türk
Milletinin çocukları bundan zararlı çıkmıştır.

Allah bu ülkeye bir daha darbe yaşatmasın.

Aydın Sorumluluğu

Can Dündar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hayat hikâyesini
anlatırken, AKP milletvekili İrfan Gündüz’den dinlediği bir anıyı da
aktardı:

«Bir gün Üstad Necip Fazıl, Abdullah Gül, ben ve bir kaç arkadaş
ikindi namazı için Sultanahmet Camii’ne gittik. Üstad dışında hepimizin
üstünde tiril tiril gömlekler, İspanyol paça pantolonlarımız. Üstad
namazdan sonra ellerini havaya kaldırarak, “Şükürler olsun. Bu
kubbelerin altı böyle züppelerle dolmadıkça Türkiye’nin kurtuluşu
yoktur” dedi.»

Bilemiyorum, Necip Fazıl sağ olsaydı, o zaman “kubbelerin altında”
görmekten mutlu olduğu gençlerden birinin, Türkiye Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı olmasını nasıl karşılardı?

Ancak biliyoruz ki, “Üstad” sağlığında kişileri ve olayları, unvan
ve makamlardan etkilenmeden, sadece belirli değerleri esas alan ve
çoklarına da aykırı gelen farklı bir zaviyeden değerlendirirdi.

Muhtemeldir ki, üzerinde emeğinin geçtiği bir kişinin Cumhurbaşkanı
olmasından mutlu olur, ancak O’nun ve arkadaşlarının iyi ve doğru
işlerine tam destek verirken, yapacakları hatalara, milli menfaatlere
ve yüce değerlere aykırı gördüğü icraata karşı en sert muhalefeti
yapardı. Bir dönem destek verdiği Erbakan’ın ve partisinin tavır ve
politikalarına karşı en ağır eleştirileri yapmaktan geri kalmadığı
hatırlardadır.

*************************************

Necip Fazıl, meşhur “Çile” şiirinde, “fikir çilesinin” şiddetini
anlatırken bu çileyi çekenleri “beyninde zehirli kıymık taşıyan” kişi
olarak tarif ediyor.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.

…….

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehirli kıymık gibi, beynimde.

Bilmiyorum, “aydın” olmanın tarifini bu kadar veciz anlatan başka
bir söz var mı? Çünkü aydın gerçekten fikir çilesine talip olan,
kimsenin dert etmediği konuları dert edinen, milyonlar içinde tek
farklı fikre sahip olsa bile bu fikrini savunabilen kişidir.

Aydın, kendisinin kuş sütü eksik olmayan sofralarda doyma imkânı
varken dahi, açlar ve yoksullar için fikir çilesi çekendir. Eğitimde
fırsat eşitsizliğine kahrolan, en temel sağlık hizmetlerinden
yararlanamayan insanlarımızın bu halinden dertlenendir. Dünyanın en
berbat şehircilik uygulamalarını yaşamamızın ıstırabını, işsiz
gençlerimizin dramını yaşayan ve bütün bu olumsuzluklara çare
arayandır.

Oysaki bu kadar geniş “ilgi alanında” gezinen, bu zekâ dolu beyinler, küçücük “etki alanlarının” çaresizliğinde kıvranırlar:

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan muhacir, eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatlı bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Gerçek aydının gözü yazar, şair, profesör gibi unvanlar veya çeşitli
idari ve siyasi payelerde değildir. O’nun gözü ve gönlü daha ötelerde
ve daha yücelerdedir:

Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.

************************************

Halkımızın önemli bir kesimi, “kubbelerin altını dolduran” dünün
gençlerinin, bugün iktidarda olmasından mutludur. Bu mutluluğun yapılan
her icraatı körü körüne desteklemeye sevk eden bir duygu olmamasını
diliyorum. Kubbelerin altına gelmeyenlerin de, sadece bu özellikleri
sebebiyle, her icraata karşı çıkmaması gerektiğini de vurgulamak
istiyorum.

Özellikle aydınlarımızın olumlu icraatı desteklemek ve
cesaretlendirmek; ancak olumsuz icraata karşı, “bize yakındır”
gerekçesine sığınmadan, gerekli muhalefeti yapmak görevi vardır. Çünkü
aydın, kişilerin ve grupların taraftarı değil, fikirlerin ve değerlerin
savunucusudur.

Aydınların görevini hakkıyla yapılması, hem milletimizin ve hem de iktidarda olanların yararına olacaktır.

Kumanda Bilekte mi, Yürekte mi?

0

“Durun kalabalıklar; bu cadde çıkmaz sokak!” diyen şairin gür sesi
kulaklarımda çınlıyor, beynimde zonkluyor zaman zaman. Hangi sokak
nereye çıkar, onu bilmiyorum. Beni bir sokağa yönlendirecek kumandayı
bileğime mi yüreğime mi versem? Bilek ve yürek caddelerine açılan
sokakların adları ne? Cennet ve Cehennem hangi sokağın bitiminde?

Herkes bilek mevsimini yaşıyor, yürek mevsimini unuttuk. Dirilişe,
uyanışa, temizliğe muhtaç, yürekler. Bunun için susmak gerek, sancı
gerek, uykusuzluk gerek. Yürekler ancak ıstırapla güçlenir, açlıkla
terbiye edilir, tefekkürle dirilir. Kanaat, cömertlik, tevazu, korku,
ümit; yürek sokağının sakinleridir, yürek mevsiminin meyveleridir.

Bilek sokağında daha fazla kazanmak var, daha fazla üretmek var,
daha fazla yığmak, tüketmek var. Güç; gözde, kulakta, bilekte,
sermayede. Bileğinin gücü, cebinin şişkinliği oranında adamsın. Bu
sokakta her şey siyasi ve ekonomik rant için. En güçlü, en büyük benim;
gerisi bana payanda olduğu kadar değerlidir. Edindiğim arkadaş,
okuduğum kitap bana sosyal bir imaj kazandırmıyorsa, kazancımı
artırmıyorsa, mevki sağlamıyorsa, beyhude meşguliyettir. Bas tepesine
gitsin!

Öyleyse, kumanda bilekte mi yürekte mi olmalı? “Yürek Devleti”
isimli bir kitap okumuştum bir zamanlar. Harika bir isim, “Yürek
Devleti.” Nasıl bir yürek, sorusunun cevabı verilmişti uzun uzun.
Olanlar değil, olması gerekenler anlatılıyordu kitapta. Temiz çevre,
inançlı insanlar, güzellik arayışı, bugünü yarına bırakmama,
yaptıklarında ibadet şuuruna sahip olma, az yeme, az uyuma, az konuşma,
laf değil iş üretme, varlık bilinciyle hareket etme, neslini koruma…
yürek devletinin ilkeleri arasında yer alıyordu. Nerede o yürek
devleti? Bileği güçlü olanlar devletin sahibi şimdi. Para, kadın,
yanlış ideoloji, sadist ve egoist duygular, uyuşturucu, ihtiras
artırıyor bileklerin gücünü. Bunlar, zulmün adına barış diyorlar,
demokrasi diyorlar, laiklik diyorlar. Böylece, bir değeri ifade eden
kavramların içini boşaltıyorlar, kötü örneği oluyorlar.

Yürek devletinin ilk işi, azgın nefsi terbiye etmek. Nefsin
zayıflaması, yüreğin güçlenmesi demek. Aralarında ters orantı mevcut.
Birine karşı birini beslemek gerekiyor. Birinin galibiyeti diğerinin
mağlubiyetini doğuruyor. Bu bağlamda, içinde yaşamak istediğiniz devlet
tercihiniz önemli. Bilek devleti mi, yürek devleti mi? Aşkla, sabırla,
tevekkülle, maddi ve manevi ibadetlerle, cömertlikle yüreğimizi
beslersek, bilek devletinin azaları olan gözümüzü, kulağımızı, elimizi
bütün kötülüklerden koruruz. Zihnimiz fitne üretmez, elimiz yasak işe
uzanmaz, kulağımız dedikoduya açılmaz, gözümüz günaha bakmaz. Beş
duyumuzun tamamı güçlü kalbimizin emrinde olur. Seyit Çavuş, yüreğini
güçlendirmesiydi, inancını beslemesiydi Çanakkale Savaşı’nda 250 kg
ağırlığındaki top mermisini kaldırabilir miydi? İnandı ve bileğini
yüreğinin emrine vererek tarih yazdı, bizi bugünlere taşıdı.

Oruç mevsimi Ramazan, yürek devletini kurma zamanı. Açlıkla
nefsimizi terbiye etmek, bileğimizi yüreğimizin kumandasına vermek, ne
güzel. Yoksullara yardım etmek, bağışta bulunmak, kazancını paylaşmak,
yokluktan yakınmamak, şükrünü bilmek, varlık nedenini sorgulamak; bu
mevsimde kazanacağımız meziyetler olmalı. Unutmayalım, görünür özelliği
açlık olan oruç, hem bedenlere hem ruhlara hem beyinlere hem yüreklere
hem toplumlara şifadır.

Kuşatma Hareketi

Her gün karşılaştığımız acı ve çirkin o kadar örnek var ki… Bunlar
Türkiye’nin nereden nereye getirildiğinin işaretleridir. Bir DTP’li
milletvekili PKK’lıları “kardeşlerimiz” olarak isimlendiriyor. Onlara
terörist denemez diyor.

Sayın Cumhurbaşkanı Gül, davetiyesini “Türkiye Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül” olarak yazdırıyor. Kısaca muhafazakârlık görüntüsü
altında geleneklere karşı çıkıyor. Cumhurbaşkanının ünvanından
“Cumhuriyet” adeta buharlaşıp uçuyor. Sayın Gül mozaikten bahsediyor.

Bir ünvanlı yazar kitabında açıkça şunları yazıyor: “Kürt sorunu,
çok-etnikli bir imparatorluğun yirminci yüzyılın başlarında tescil
edilen çöküşünden doğmuş, … gasp edilen bu hakkın yeniden ele
geçirilmesi, diğer bir deyişle, yeni bir ulus-devlet kurma imkânının
kazanılmasıdır.” Kitap İletişim Yayınları dizisinden çıkmış. Bu
örnekleri çoğaltmak mümkün. Bazıları buna Türkiye’nin demokratikleşmesi
veya modernleşmesi de diyebilir. Ancak, hiçbir ciddi Batılı ülkede
böyle bir modernleşme ve demokratikleşmenin izine bile rastlanmıyor.
Tam tersine farklılıklar reddediliyor. Kültürel çoğulculuk ancak kendi
dışlarında düşünülebiliyor. Genelde hedef alınan coğrafyalarda…

Bir ara basına da yansımıştı. Belçika’da doktora yapan bir Türk
öğrenciye tez hocası açıkça ihtar eder: “Tezinde Ermeni soykırımı
iddialarına yer vermemezlik yapma! Aksini kabul edemem. Çünkü benim
meclisimden bu doğrultuda karar çıkmıştır.” İspanya’da ETA’nın siyasi
kolu Batasuna Partisini ve örgütü öven takibata uğrar, yargılanır ve
hapse girer.

“Oryantalizm” isimli bir kitap yazan Edward Said, “Oryantalizm
Doğunun Batılılaştırılmasının tezidir.” diyor. Bir bakıma Batının
Doğuyu elindeki üstün güç ve malzeme ile kuşatmasıdır. Bu sadece
keşfetme değildir. Bu kuşatma, bugün küreselleşme olarak kullanılıyor
ve ülkelerin ekonomik kaynakları talan ediliyor. Sosyal ve etnik
yapılarına Batının çıkarlarına uygun şekil veriliyor. Üniter milli
devlet ufalanıyor. Alternatif mahalli egemenlik alanları yaratılıyor.
Dünkü sağdan ve soldan birçok aydın devşirilerek ülkesine karşı
kullanılıyor.

Türkiye’de bu amaçla Yerel Yönetimler Temel Yasa Tasarısı ve Anayasa
değişikliği gibi konular kullanılıyor. Bir ara TCK’nun 301. Maddesiyle
uğraşılmıştı. Basından elde ettiğimiz bilgilere göre; Sivil Anayasada
Türklük daha kapsamlı ve geniş düşünülmeliymiş. Acaba 1982 Anayasasının
66. Maddesinde Türklük kapsamsız ve dar mı düşünülmüş? Hangi Anayasada
ırkçılığa özenilmiş? Tam tersine 1982 Anayasası kültürel Türklüğü
dışlayarak vatandaşlarımızı hukuken Türk sayma (vatandaşlık bağı)
peşine düşmüş. Biz Anayasada yazıyor diye Türk olmadık. Her şeyden
evvel Türklüğümüz hukuki değil; hem kültüreldir ve hem de soya dayanır.
Kendini Türk olarak hisseden hiç kimseye “Sen Türk değilsin” de
diyemeyiz. Kültürel Türklüğümüz Anayasada da ifade edilebilir.

Türkçe “Devletin resmi dili”dir. Bu ifadeden “devlet”i atarak Türkçe’yi gecekondu ve mahalli dillere ortak edemeyiz.

Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez
maddeleri ile oynamayınız. Sırtınızı bir yerlere de dayamayınız. Bu
önemli konuda da STK’na önemli görevler düşmektedir. Yasalar içinde
milli tepkiyi ve direnişi ortaya koymak vatandaş olmanın gereğidir.
Kısaca adam olmaktır. Bundan önce TCK’nun 301. Maddesiyle ilgili
Ankara’da ve İstanbul’da yapılan geniş katılımlı basın toplantıları
etkili olmuştur. Türkiye’den yana olan, dışarıdan yönlendirilmeyen
kuruluşlar gereğini yapmalıdırlar. Her şart altında ve dönemde
demokratik ve yasal mücadele sürdürülmelidir. STK’nın yapacağı çok iş
vardır.

Eğer demokratikleşme ve insan hakları konularında bir şeyler
yapacaksak, Türkiye’yi yönetenlere karşı ülkeyi savunurken; artık
Avrupa ülkelerinin ayrılmaz birer etnik parçası haline gelen yurt
dışındaki vatandaşlarımızın Türkçelerine getirilen yasaklarla
uğraşalım. Avrupa’da ayağa kalkan yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla
mücadele edelim. Bir Nijeryalının İstanbul’da ölümü ile ilgilendiğimiz
kadar Londra’da öldürülen ve 21 gün cenazesi ailesine teslim edilmeyen
Evren Anıl ile de ilgilenelim.

Geldi Yine Bir Gül Mevsimi Ramazan

0

Ömrümüzün takvim yaprakları bir bir eksiliyor, zaman su gibi akıp geçiyor.

İşte geçen yıl, bir vuslatla yolcu ettiğimiz Ramazan-ı Şerif bütün
rahmetiyle, bütün bereketiyle geliyor. Dört bir yanımız Ramazan
ikliminin güzellikleriyle bezenmeye başladı.

Değerli dostlar, şu soruyu kendimize sorduk mu?

Bugüne kadar kaç Ramazan Hilal’i üzerimize doğdu? Bundan sonra kaç
parıldayan ay daha doğacak? Aslında kısacık insan hayatında
Müslümanların Ramazanları da çok sınırlı, acaba bunun farkında mıyız?

“Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu cehennem ateşinden kurtulmak”
olan, “Cehennem kapılarının kapandığı, cennet kapılarının ardına kadar
açıldığı “bu ayı anlayamamak, görmezlikten gelmek, onu hissetmemek, ona
selam durmamak, sitemin en hafifiyle insafsızlıktır, mürüvvetsizliktir.

Bunun için bu mükerrem ayda akıllı insan; Ramazan ayının rahmet
yağmurundan kuruyan gönlünü, pörsüyen dimağını, gülmeyen yüzünü,
görmeyen gözünü, işitmeyen kulağını, hak söylemeyen dilini, yardım
etmeyen elini, doğruya yürümeyen ayağını, velhasıl çoraklaşan,
bataklaşan ruh dünyasını ıslatabilen, ıslah edebilen insandır.

İnsani ve ekolojik dengenin bozulduğu, özlemsizliğin, sevgisizliğin
arttığı bir zamanda yaşıyoruz. Dünyanın dört bir yanında fakirliğin,
açlığın, terörün ve savaşların her gün daha da çoğaldığı günümüzde
şöyle bir düşündüğümüz de Ramazan’ın ruhuna, kuşatıcı iklimine ne kadar
da muhtacız…

Ramazan her yıl aşınan değerleri onarmaya, bizim olanları yeniden kazanmaya bir fırsattır.

Bundan dolayı, bu ayda insan kendini, kendi hayatını temizlemeli, içine dönmeli, ruhuna bakmalı, kısaca otokritik yapmalıdır.

Biliyoruz ki; yine medya Ramazan gibi, uhrevi bir zamanı
sulandırmaya, magazin malzemesi haline getirmeye çalışacak. Her yıl
olduğu gibi medya abuk, sabuk konuşmayı meslek haline getirmiş adamları
bir yerlerden çıkarıp saçma sapan sorularına cevap bulmaya çalışacak.
Bu durumda bile biz, bu zavallılara Allah’tan hidayet dilemeliyiz.

On bir ayın Sultan’ı olan bu ay egoizmi ve bencilliğimizi kırmalı.
Bizim gibi oruç tutan, ama muhtaç olanların durumunu düşündürmelidir.
Zekât, fitre, fidye, sadaka gibi İslam dininin sosyal yardım amaçlı
emir ve tavsiyelerini yerine getirmek suretiyle yardım duygularını
zirveye ulaştırmalıdır.

Allah Resulünün “Komşusu aç iken kendisi tok yatan, olgun bir mümin olamaz.” Evrensel mesajını daha iyi anlamamıza vesile olur.

Bu ay farkına varmaktır yaşamın. Kadrini bilmektir nimetlerin, imkânsızlara imkan oluşturmak için hayatı paylaşmaktır.

Ramazan hem iç derinliğe, hem dışa açılmaktır. Bir yandan Allah’ın
verdiği nimetlerin şükrünü eda ederken, öbür yandan sofrayı muhtaçlara
açmaktır.

Her Ramazan ayrı bir sevinç, ayrı bir vuslattır. Donatarak iyilik ve güzelliklerle ruhumuzu Yaratanla buluşmaktır.

Bu kutlu misafiri çok özlemiştik. Minarelerdeki mahyaları, fırındaki
sıcak pideleri, teravih namazlarını, iftarları, sahurları daha nice
güzellikleri…

Hoş Geldin Sefalar Getirdin Ya Şehri Ramazan…

Müjdeler olsun bu kutsal zaman dilimini hakkıyla değerlendirenlere.

Ya Doğruysa

Hazreti Ali’nin materyalist ve İslam karşıtı olan bir adam ile
tartışması nakledilir: Adam, “siz Müslümanlar ölümden sonra bir hayat
ve yargılanma günü var olduğu zannıyla, dünya nimetlerinden
yararlanmadığınız gibi, çeşitli zahmet ve külfetlere katlanıyorsunuz.
Ya cennet-cehennem yoksa? Sizin yaptığınız akılsızca” der.

Hazreti Ali’nin cevabı net ve hayatını kişisel menfaat üzerine
şekillendirmiş birinin anlayabileceği keskinliktedir: “Eğer ahiret ve
hesap günü yoksa sen haklısın. Bu durumda benim gibi Müslüman olanların
kaybedeceği bir şey yok. Belki kısa bir ömür süresince bedenimize zor
gelen namaz, oruç gibi ibadetleri yapmak; içki, kumar, zina gibi
nefsimize hoş gelen günahlardan uzak kalmış olmanın külfetine
katlanmaktan ibarettir. Fakat bizim inandıklarımız ya doğruysa, ahiret,
hesap günü, cennet-cehennem varsa, senin halin nice olur?”

*****************************************

Bakış açınızı değiştiren bir olay, bir cümle ve hatta bazen bir
beden dili ifadesi, o ana kadar kesin ve tek doğru olduğuna inandığınız
bir hususun yanlış olduğuna veya başka doğrulardan sadece bir tanesi
olduğuna dikkatinizi çekiverir. Böyle bir değişime paradigma (değerler
dizisi) değişikliği deniyor.

Tarih boyunca köklü değişiklikleri gerçekleştirmiş ve derin iz
bırakmış liderler ve bunların en önünde gelenleri olan peygamberlerin
yaptığı da, öncelikle toplumda var olan paradigmayı değiştirmeleri,
yozlaşmış değerler yerine yeni bir değerler dizisini
yerleştirmeleridir.

Mehmet Akif, İslam’ın doğduğu yılları şu mısralarla anlatıyor:

“Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,
Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi”

Böyle bir toplumun insanlık değerlerini, düştüğü derin çukurdan alıp
zirveye taşıyan dönüşümünün en güzel örneklerinden birisi Hazreti
Ömer’dir.

Yaşadığı toplumun değerler dizisi O’na cahiliye döneminde öz kızını
diri diri toprağa gömdürmüş. Aynı Ömer, Müslüman olduktan sonra
merhamet ve adaletin yaşayan timsalidir. Halife (devlet başkanı) iken
“Dicle kenarında bir kuzuyu kurt yese, hesabı Ömer’den sorulur” diye
düşünen, devlet adamı sorumluluğunun örnek şahsiyetidir. “Adalet mülkün
(devletin/ülkenin) temelidir” özdeyişini ilk defa söyleyen de,
uygulayan da aynı Ömer’dir.

İnsanlığın var oluşundan bu yana, bütün toplumlarda genel kabul
görmüş olan doğru, iyi ve güzel davranış şekillerinin tanımlanması ve
hukuk kurallarına yansıtılmasında bir mutabakat vardır. Bütün
toplumlarda hırsızlık, yalan, iftira, rüşvet, zina gibi fiiller kötü
olarak kabul edilirken; fedakârlık, merhamet, yardımseverlik, sadakat,
doğru sözlü olmak gibi özelliklerde iyi hasletler olarak görülmüştür.
Bu tanımlamalar, bütün semavi dinlerde de benzerlik arz etmektedir.

İnsanlığın ve dinlerin temel ilkeleri ise doğru, iyi ve güzel olanı
yapmak, kötü ve çirkin olandan kaçınmak esasına dayanır. (emr-i
bil-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker)

Fakat bugün toplumumuzda bazı temel değerlerin tanımlamalarında
köklü yozlaşmalar yaşanmakta olup, bu değişimin hızı ve boyutu
ürkütücüdür:

-Çok ve büyük boyutlu çalan hırsızlar “işbilir” ve “saygıdeğer” kabul edilmekte.

-Ahlaksız ve namussuzluklarını alenen yazan köşe yazarları en çok okunmakta; en bayağı TV programları en çok reyting almakta.

– Siyasetçinin yalan söylemesi, devlet yetki ve imkânlarını şahsi
menfaati için kullanması kınanmamakta, becerikliliği ve iş yapma
yeteneği olduğu şeklinde yorumlanmakta.

-“Önce vatanım, milletim sonra ben” anlayışı yerine “önce ben, sonra yine ben ve yakın çevrem” diyen egoizm hâkim olmakta.

– Daha çok güç, para ve mevki kazanmak daha başarılı olmak anlamına
gelmekte, doğruluk, dürüstlük, merhamet, fedakârlık, yardım duyguları
enayilik olarak değerlendirilmekte.

***********************************************

Temel değerler ve ilkeler pusula gibidir. Dünyanın neresine
giderseniz gidin doğru yönü gösterirler. Sizin onları yok saymanız
“yerçekimini kabul etmiyorum” demek gibi nafile bir inattır.
Yerçekimini kabul etmemeniz, sekizinci kattan aşağı atlarsanız yere
çakılmanızı engellemez.

Önümüzde çok ciddi bir fırsat var. Mübarek Ramazan ayı, temel
değerleri ve ilkeleri yeniden hatırlamamız için çok iyi bir iklim
sunuyor. Bu Ramazan ayının, İslam’ın ve insanlığın yüce değerlerinin
bilinip yaşandığı bir dönemin başlangıcı olmasını diliyorum.

İşin Sırrı, Künhünde

0

Anadilinizden başka, iyi konuşabildiğiniz ikinci bir diliniz var mı?
Varsa bile hemen “Evet.” demeye hazırlanmayın. Bir radyo programındaki
konuşmalara kulak verdim. 11 Eylül Olayları’ndan sonra, Amerika’da
Arapça öğrenmeye ilgi artmış. Kursiyerlerden biri şunları söylüyor:
“Arapların kültürleri, yaşantıları dikkatimi çekti. Arapça öğrenmeye
karar verdim; bir kursa başvurdum. Zamanla anladım ki bu iş, kursla
olmayacak. Arabistan’a gittim. Gördüm ki bir dil, çıktığı kültürü
öğrenmeden öğrenilmezmiş. Arap coğrafyasını, kültürünü, folklorunu,
sosyal yaşamını öğrendim. Biraz zamanımı aldı; ama amacıma ulaştım.”
Bir tarihte şunu duymuştum: “İngilizce, İngiltere’de öğrenilir.”
Anadolu liselerinde ve benzeri liselerde bir yabancı dili niye
öğrenemediğimizin cevabı burada. Aslen Yahudi olan ve Kuran tefsiri
yazmaya karar veren M. Esed’in, bu eserini yazabilmek için en az yirmi
yıl Arap kültürünü ve iklimini tanımak üzere bu bölgede kaldığını,
izlenimleriyle ilgili “Mekke’ye Giden Yol” isimli seyahat-hatırat türü
bir eser yazdığını biliyoruz.

Bir şiiri, şairinden başka, en iyi kim açıklayabilir? Picasso’nun
resmini, kendinden başka, en iyi kim yorumlayabilir? Bir motorun
işleyişini, mucidinden başka, en iyi kim bilebilir? Bir limon, Akdeniz
ikliminden başka, en iyi nerede yetişebilir? Bir çocuk, anne kucağından
başka, sevgiyi en iyi nerede tadabilir ve nerede öğrenebilir? Niçin bir
sivrisinek, batakta; bir balık, denizde yetişir? Bunların her biri
“orijinine uygunluk” ilkesiyle izah edilebilir. Koklamayan kişi gülü,
tatmayan kişi balı ne kadar izah edebilir? Bir şeyi mükemmel bilmek ve
izah etmek orijinine nüfuz etmeyi gerektirir. “Yarım doktor candan,
yarım âlim dinden edermiş.” sözünü bilmeyenimiz yoktur. Kemik
beklentisiyle kasabı seyreden köpeğin kasap olamayacağı gerçeği, içine
nüfuz edilmeyen hiçbir işte başarıya ulaşılamayacağını bize ne güzel
anlatıyor. Öyleyse, yapılacak işte, ortaya konacak eserde, öğrenilecek
bilgide, yaşanacak her güzellikte “işin künhüne vakıf olmak” gerekiyor.

İşin künhüne vakıf olmayanlar ya da olduğunu zannedenler; yaşadığı
aşktan, kullandığı eşyadan, yediği yemekten, edindiği dosttan, gördüğü
güzellikten, elde ettiği üründen, soluduğu nefesten, dinlediği
musikiden ne kadar zevk alabilirler; bir eylem olarak doğmakta,
ölmekte, sevinmekte, ağlamakta, yemekte, içmekte, kazanmakta,
kaybetmekte, ayrılmakta, bir olmakta ne mana bulabilirler? İşin sırrına
eremeyenler için, bu yaşananların ne anlamı olabilir? Herkes kendince
bir anlam verecektir. Bir de Yunus’u dinleyelim: “Sevgi baht olmuş
ezelden bize / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / Alaca düşmüş
gördüğümüze / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / İstemem versen cihan
varını / Gönül nakşetti, güle yarını / Her yüzde görmek dost didarını /
Sizde bir türlü, bizde bir türlü.”

Yunus Emre, 10’lu hece ile ilahi türünde yazdığı bu iki dörtlüğünde
nakarat haline getirdiği “Sizde bir türlü, bizde bir türlü.” dizesiyle
sevginin ve diğer değerlerin, nesnelerin algılanmasının kişiden kişiye
değiştiğini, kendisini dünyacı algılamalardan tenzih ettiğini ne güzel
dillendiriyor. Yunus Emre’ye göre, sevmek bizim “baht”ımızdır. Ancak,
sevmekten ve sevgiden ne anladığımız önemli. Edebiyatımızda mecazi,
platonik, ilahi olmak üzere üç sevgi türünden bahsedilmektedir. Sizce
doğru sevgi hangisidir? İşin künhü hangi sevgide yaşanmaktadır? Yunus
Emre’ye bütün cihan varını elinin tersiyle ittiren sevgi hangisidir?
Gönlün gülde bulduğu yar, hangi yardır ve hangi sevgiyi kişiye
yaşatmaktadır? Her yüzde görülen o güzel yüz, kimin yüzüdür ve bu yüz
hangi sevginin ürünüdür? Her yüzde bir yüzü görmek, ne demektir?
Görülen yüzün “sizde bir türlü, bizde bir türlü” olmasından ne
anlamalıyız? Yunus Emre, burada sevgi yorumundaki farklılıktan
yakınırken bir taraftan da sevginin künhüne dikkat çekmektedir.

Ampulü bulmak için birlikte dokuz yüz doksan dokuz deney yaptıkları
asistanı, bininci deney öncesi, Edison’a: “Ampulü icat edemeyeceğimizi
siz de kabullendiniz; sanırım, yeni bir deney düşünmüyorsunuz.” deyince
Edison: “En azından dokuz yüz doksan dokuz yolun çıkmaz sokak olduğunu
öğrendik, şimdi bininci yoldayız.” diye cevap verir ve yoluna devam
eder. Kullandığımız ampul o azmin ve çalışmanın ürünüdür. Kolay
değildir işin künhüne inmek, Olmazları görmek de bir yöntem ve
gerekliliktir. Bunun için emek gerek, sabır gerek, bitmeyen ümit gerek;
neyi, nerede, ne zaman, ne kadar yapacağını bilmek gerek.

İster dil öğrenmek için ister bir ürün ortaya koymak için ister bir
hazzı tatmak için olsun, ne olursa olsun, rasyonaliteden kopmamak
lazım. Unutmayalım, “Kem âlât ile kemalât olmaz.”

Afrasya Birliği

Türkiye ve Türkler, tarihin her çağ dönüm kura torbasının seri
başlarındandır. Dünyanın en zayıf fizik teorisi; Türkiye’nin AB yada
ABD haricinde alternatifinin olmayışı şartlamasıdır. Türklerin bizatihi
kendisi insanlık adına her zaman bir alternatiftir. Denenmiş ve onanmış
ve hatta başarısı kayıtlara geçmiş güçlü bir alternatif.

Fakat AB’nin alternatifi Rusya’nın AVRASYACILIK’ı veya Çin’in başını
çektiği ŞANGHAY BEŞLİSİ değil ve olamaz. Alternatif Türk mutfağında,
Türk aşçılarının tuz ve yağ ayarıyla ve ancak Türklerce servis
edildiğinde güvenle yenecek, doyuma erilecek bir aş, iş olmalı. En
azından D-8 gibi.. Ne yazık ki siyasi istikrarsızlığımız ve ısrar
devamsızlığımız kaderdenk noktasındaki devasa projeleri bile kadük
kılıyor. Akif buna, azmin yüreksizliği ve süreksizliği diyor. Bizce de
komplike bir eziklik.

Bu bağlamda çıkış arıyorsak, el yordamıyla birinci planda AFRASYA
BİRLİĞİ’ni (United Afrasia) öneriyoruz. Kaderdaş iki kıtanın; Afrika ve
Asya’nın, yani dünyanın yarısının Amerika, Avrupa ve Okyanusya’ya karşı
terazinin kefesinde ağır basması. Afrika’dan 3, Asya’dan 7 ülkenin yer
aldığı ve eşbaşkanlıklarını Türkiye ile Japonya’nın yaptığı stratejik
kesişim kümesi en zengin ve en sağlam birlik.

Afrika’nın insan ve enerji devi Nijerya’yı alın Orta Afrika’dan;
üstüne Arapların ağabeyi ve Nil’in sahibi, tam bir Afro-Asya ülkesi
Mısır’ı ekleyin; yanına da Akdeniz’le Atlas, Afrika’yla Avrupa
bileşiminin ekonomik ve kültürel kalesi olan Fas’ı koyun, bakın neler
oluyor? Güney Afrika ve Merkezi Afrika Beyaz! Cumhuriyetlerinin
ayakkabıları birbirine bağlanmış demektir.

Asya’dan elbette Pakistan, Endonezya ve Malezya en başta, illaki
Kazakistan ve Azerbaycan yan başta (biri Orta Asya’yı biri Kafkasya’yı
temsilen) alınmalı. Ve Türkiye ile Japonya bu ortak hinterlanda teshir
edecek ilk iki güç. Tarihleri, dilleri, gelenekleri, sıkıntıları ve
insanları birbirine benzer, daha da ötesi akraba iki taze güç.
Birbirleriyle tarih boyu savaşmamış, atışmamış, dostluğu tarihi
olaylarla sabit ve birbirini en iyi tamamlayacak ikiz ve gizil güç.
Savaşçılıkları ve insanlık algılamalarıyla aynı yüreğin sağ ve sol
çocukları olarak 21. yy. başında işbölümünü tarihin yaptığı ve yapacağı
bir mihenk noktasındadır.

Türkiye ve Türkler liderdir, lider geleneğindendir. Zor zamanların
milletidir. Afrika’yı İslam’la, Asya’yı Türk-İslam’la bağlayan en
kudretli ipin örücüsüdür. Zaferi de hezimeti de iki kıtaya sadaka
olarak dağıtılan zekat coğrafyasıdır. Bu dokuyu tamamlayacak birikim,
teknoloji, hırs ve susamışlık Güneş’in oğlundadır. Güneş ve ay
tutulması birlikte gerçekleştiğinde Dünyanın dönüş öyküsü de değişecek.
Alın Güneşi, Ayı, ve Yıldızı; “Gök Konfederasyonu” oluşturun. Ki
seyyareler peşinizin yörüngesine takılacaktır. Ki arz size musahhar
kılınacaktır.

Gelin rakamların cesaretine bir göz atalım ve kalemi serbest bırakalım, bakalım neler oluyor?

AFRO – ASYA PROJE AÇILIMI

ÜLKE ADI NÜFUSU (Milyon) YÜZÖLÇÜMÜ (Metrekare) TEMEL GÜCÜ İHRACAT (Milyar $) İTHALAT (Milyar $) GSYİH (Milyar $)
TÜRKİYE 72 780.000 Ordu 85 137 627
JAPONYA 12 377.000 Teknoloji 590 524 4.367
PAKİSTAN 162 796.000 Nükleer 10 12 282
ENDONEZYA 241 1.905.000 Madenler 103 78 935
NİJERYA 128 924.000 Petrol 25 14 117
MISIR 77 1.003.000 Petrol 24 36 328
KAZAKİSTAN 16 2.724.000 Doğalgaz 36 22 139
MALEZYA 26 330.000 Ticaret 110 90 309
FAS 33 448.000 Konum 12 21 147
AZERBAYCAN 8 88.000 Petrol 7 6 21
(GÜNEY AZER.) 30 650.000 Doğalgaz ? ? ?

TOPLAM NÜFUS: 921 milyon kişi

TOPLAM YÜZÖLÇÜM: 10 milyon 025 bin kilometrekare

TOPLAM İHRACAT: 1.002 milyar dolar

TOPLAM İTHALAT: 940 milyar dolar

TOPLAM GSYİH: 7.272 milyar dolar

NÜFUSU (Milyon) YÜZÖLÇÜMÜ (Metrekare) TEMEL GÜCÜ İHRACAT (Milyar $) İTHALAT (Milyar $) GSYİH (Milyar $)
AB 457 3.987.000 Ekonomi 1.040 1.170 14.5
ABD 295 9.629.000 Silah 930 1.750 12.2
ÇİN 1.306 9.640.000 İnsan 1.040 778 10.0
RUSYA 143 17.098.000 Toprak 318 172 1.7

Bir Japon atasözü der ki; “Türkler her zaman bir süper güçtür. Bunu
Türkler hariç herkes bilir.” En geç 2023’te dünya hakimiyetine ulaşmak
dileğiyle.. Zira Amerikan zulmünün dünyayı yönetmesinden bıktık
usandık.

Allah bu milleti geleceğine bağışlasın!

Anayasa ve İstikrar

17 senedir sembol haline gelen Edirnekapı Şehitliği’nde Şehitleri
Anma Toplantıları düzenliyoruz. İlgi büyük olmakla beraber, bazılarında
artan duyarsızlık dikkat çekiyor. Yaşayanların şehitlerin değerini
bilmesi ve ona göre davranması gerekir. Bölücü terörle mücadelede iç
ihanet odaklarına karşı mücadele veren bu aziz varlıkların
Çanakkale’de, Kıbrıs’da, Milli Mücadelede, Balkan ve Kafkas
cephelerinde ve diğer yerlerde şehit düşenlerden hiçbir farkı yoktur.

Bu aziz varlıklar, Diyarbakır Belediye Başkanına Devlete savaş açma ortamı sağlansın diye şehit olmadılar.

Bu aziz varlıklar, yakınları, akrabaları ve onlara son görev için
cami avlularını dolduran vatandaşlar horlansın, itilsin, kakılsın ve
tahrikçi muamelesi görsün diye şehit olmadılar.

Bunlar “Ne mutlu Türküm diyene” ifadesini içlerine sindiremeyenlere,
Türkiye ile hesaplaşma, rövanş alma peşinde olanlara destek vermek için
ölümü seçmediler. Milli gurur ve haysiyetimiz zedelensin, buna fırsat
verilsin ve yabancılara hayır diyemeyen bir Türkiye için şehit
olmadılar.

Dıştan kumandalı, tavizci, teslimiyetçi politikalar için ölmediler.

Türkiye, Brüksel veya Washington’dan yönetilsin diye şehit
düşmediler. Bankaların, sanayi kuruluşlarının, sermaye piyasasının
yabancılara peşkeş çekilmesi ve Türkiye’nin açık arttırmaya çıkarılması
için şehit düşmediler.

Zinanın serbest bırakılması, Cuma Hutbelerinden bazı ayetlerin
çıkarılması, Müslümanların devşirilerek tanınmaz hale getirilmesi için
ölmediler.

Sözde Ermeni soykırımı iddialarına çanak tutulması, bu iddiada
olanlara dolaylı destek verilmesi için şehit düşmediler. Başbakanlığa,
Bakanlıklara, Dolmabahçe Sarayı’na terör örgütü uzantılarının kabul
edilmesi ve ağırlanması için ölmediler.

Türkiye’nin ekonomik kaynaklarının özelleştirme adı altında yabancılaştırılması için şehit düşmediler.

Dışarıdan dayatılan, ısmarlama, Atatürksüz ve Türksüz bir anayasa hazırlanması için canlarını vermediler.

Anayasa, temel yasadır. Ona göre diğer kanunlar şekillenir.
Anayasasız ülkeler anayasa yapar. Yapılan anayasalar basit birer
kitapçık değildir. Bir milletin belirli tarihi birikiminin,
özelliklerinin, kuruluş amacının, milli hassasiyetlerinin ortaya
çıkmasıdır. Anayasalara tabii ki evrensel değerlerden atıflarda
bulunulabilir. Ancak, bir anayasa belirli bir toplumun ihtiyaçlarına
cevap vermek, o toplumda fonksiyon yerine getirmek durumundadır. Bu
bakımdan milli özellikler ve milli hukuk dışlanarak sadece evrensel
hukuka göre anayasa yapmak sosyal gerçeklerle ve ihtiyaçlarla çelişir.
Küresel güç veya AB istedi diye anayasa yapılmaz. Bu, bu kadar basit
bir iş değildir. Kimse kendini tarih önünde basitleştirmesin.

Aslında, 1982 Anayasası o kadar değişikliğe uğradı ki; artık onu
1982 tarihiyle yorumlamak bile yanlış olur. Ancak, Türkiye’de bir metod
yanlışı yapılmaktadır. Silbaştancılık hem zaman, hem de kaynak israfına
yol açmaktadır. Bu defa işin içine bir de art niyet girmiştir.
Türkiye’ye yeni yön vermek isteyenler, milli ve üniter devlet
düşmanları, Türke karşı ırkçılık yapanlar yeni Anayasaya
sığınmışlardır. Onlara göre, anayasa sivil ve renksiz olmalıdır. Sanki
Türkiye, 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleriyle demokrasiye geçebilmiştir.
Yanlış buradadır. Silbaştancılık yerine ihtiyaçlara göre Anayasaya
şekil vermek, onu anlaşılır ve uygulanabilir kılmak bizi bazı metod
yanlışlarından uzaklaştırabilir. Bu bakımdan, anayasa hazırlama işi
sadece hukukçuların işi değildir. Konunun sosyal ve kültürel arka plânı
inkâr edilebilir mi? Ancak, bizde meslek taassubu olduğu için yıllardır
yasa ve Anayasa konuşulunca hep hukukçular akla gelir. Sosyal
bilimciler arasındaki işbirliği göz ardı edilir. Bu yanlış bizi devamlı
tepki anayasalarına götürmüştür. Bugün 1982 Anayasası hedef tahtası
haline geldiği için 1961 Anayasası öne çıkarılmaktadır.

Gerekli düzenlemelere evet; maksatlı, Cumhuriyet, milli devlet ve
Türk düşmanlığından kaynaklanan art niyetli tezgâhlara da hayır
diyoruz! Sık sık istikrardan bahsedenleri de uyarıyoruz!

Demokrasinin Değerini Bilelim

Genel Seçimlerden çıkalı bir ay oluyor. Ancak hâla istikrar
arayışındayız. Genel seçimlerin siyasi mücadele ve çekişme ortamını
hafifletmesi, huzur ve barış sağlaması gerekirken; demokrasinin
kıymetinin bilinmesi gerektiğinden bahsediyoruz. Tabii bu sebepsiz
değil. Siyasetçiler bilhassa ülkeyi yönetenler, toplumu gerdikçe,
kurumlar arası çatışmayı körükledikçe siyasi istikrar ve huzur
sağlanamaz. Bugün bunu yaşıyoruz.

Ülkeyi yönetenler zihinleri karıştırıyor ve her gün farklı şeyler
söylüyorlar. Tartışmalı seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra, bütün
toplumu kucaklayacaklarından bahsedenler, işlerine gelmedi mi bazı
yazarlara vatandaşlıktan çıkma komutu veriyorlar. Seçim sonrası barış
rüzgarları estirenler Türkiye ile hesaplaşma peşinde olanların önünü
açıyorlar, onlarla iş birliği yapıyorlar. Türksüz ve Atatürksüz bir
anayasa anlamı kazanan sivil ve renksiz anayasa hazırlıkları sürüyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin tamamen nitelik değiştirmesine dönük bir takım
madde değişiklikleri konuşuluyor. Basına yansıdığı kadarıyla yeni
anayasa taslağı bölücü teröre verilecek tavizlerle doludur. Bu anlayış
benimsendiği takdirde; terörle mücadelede kararlılık zedelenir.
Türkiye’yi ısmarlama, Brüksel güdümlü, milli ve üniter yapısını
değiştirecek bir anayasa tuzağına düşüreceklerini zannedenler, ateşle
oynamaktadırlar. Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi dahi
teklif edilemez olan maddeleri tartışmaya açılmaktadır. En liberal
ülkelerde bile, devletin varlık ve kuruluş sebebi, temel felsefesi,
kısaca niteliği anayasada yer alır ve milli kimlik inkâr edilmezken;
anayasacı diye ortaya dökülmüş bazı ünvanlı kişiler iktidara rehber
olmaktadırlar.

Demokrasi bir uzlaşma sanatıdır; ama kimse burnundan kıl
aldırmamaktadır. Bazı şeylerin ancak kaybedilince değeri
anlaşılmaktadır. Türkiye’nin sorunlarını demokrasi içinde çözülemez
hale getirmek; ülkeyi yönetenlerin hakkı olamaz. Siyasete soyunanlar ve
iktidar olanlar, milli ve üniter devleti, Cumhuriyeti tahrip etme
yetkisini vatandaştan almamışlardır. Bir kısmı tartışmalı %46 rey,
mevcut iktidara “Türkiye’yi tasfiye et” diye verilmemiştir. Türkiye’nin
tanınmaz hale getirilmesi, milli ve üniter yapısının bozulması, milli
kimliğinin dışlanması istikrar mı getirir? Türk ve vatandaş olmanın
olmazsa olmaz şartı, kendisine yasalarla tanınmış hakların dışına
çıkmayan Silahlı Kuvvetlerle kavgalı olmamaktır. Askerle kavga rejimle
kavgadır. Her şahsın veya kurumun bazı üslup farkları olabilir. Ancak,
bunları gerekçe yaparak telafisi mümkün olmayan yanlışlar yapmak,
Anadolu coğrafyası üzerinde emeli olanların safına geçmek, kabul
edilebilir bir şey değildir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni oylama ile kurmadık. Her türlü manda
teklifini reddederek verdiğimiz mili mücadele kararını oylama ile
almadık. Şu halde, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesini ve Anayasasının
tanınmaz hale getirilmesini oylamak da kimsenin haddi değildir. Milli
ve üniter devletin ortadan kaldırıldığı, fertlerin neden ve niçin bir
arada bulunduklarını fark edemedikleri bir durumda demokrasinin
tartışılması da çok teorik kalır. Bunun için, demokrasi tesadüfen bir
araya gelmiş kalabalıkların veya sürülerin değil; milletleşmiş, milli
mutabakatlarını geliştirmiş, ortak paydaları şekillenmiş, gelişmiş
toplumların rejimidir. Siz milletleşmeden geriye çekip parçaların
egemenliğine, boy ve kabile asabiyetine ve etnik taassuba dönerseniz
orada etnik ırkçılık hortlar ve milletleşme yara alır. Böyle bir durum
demokrasi ile çelişen bir ilkelliktir. Bu ilkellik günümüzde
demokratikleşme diye yutturulmaya çalışılıyor.

* * *

Geçen 30 Ağustos Perşembe günü sembol haline gelen Edirnekapı
Şehitliği’nde şehitlerimizi saygı ve rahmetle andık. Onlara çok şey
borçlu olduğumuzu biliyoruz. Şehit aileleriyle bir arada olmaktan şeref
duyduk. Bu aziz şehitler, dıştan kumandalı iç ihaneti, ırkçı bölücülüğü
yok etmek için canlarını verdiler. Bazıları ise; bu şehitlere ve
gazilere rağmen, Türkiye’ye makas değiştirtmeye uğraşıyor. Bu aziz
varlıklar Türksüz ve Atatürksüz, renksiz, Sevr şartlarını geri
getirecek bir anayasa ve ekonomik kaynakların sahip değiştirmesi için
şehit olmadılar.