13.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1298

Destanlara sığmazlardı

0

Destanlara sığmayan Türk Askerinin çuvallara sığdırılmasına kayıtsız kalanların, yarına planı var mı?


İsrail askerlerinin(!) yaptığı zulümlerden bir yenisini daha, tüylerimiz ürpererek ve nefretle seyrettik televizyonlardan.


Öyle alçakça, öyle kin dolu ve öyle korkakçaydı ki; Uluslararası bütün kurallara inat, eli kolu ve gözleri bağlı bir Filistinli genç, bir düzine asker tarafından ablukaya alınarak ve bir metreden ateş edilerek yaralandı, Dünya yine suspus, yine kayıtsız kaldı.


Bunun adı eğer savaş ise, çok kalleşçe bir savaş.


Aşırı dengesiz kuvvet uygulanarak yapılan bu zulüm, hem asker eğitimi, hem de yıldırarak toprağın bizzat sahibini mülteci durumuna düşürüp uzaklaştırma hareketidir.


Bosna’da, Irak’ta, Afganistan’da yapılanlara da savaş dediler.


Hâlbuki orada yapılanlar ve yapılmakta olanlar da, inanç katliamı ve soy kırım uygulamasıdır.


Tüyü bitmemiş körpe kızlara annesinin babasının gözü önünde tecavüz etmeye, masum sivillere akıl almaz zulümler yapmaya savaş denebilir mi Allah aşkına?


Savaşın bir gerekçesi olur.


Sırf silah denemek için, Müslüman toplumlarda nüfus planlaması yapmak için, Müslümanları eğitimde, ilimde dünya standartlarının gerisinde bırakmak için, kültür varlıklarını yağmalamak için yapılan kalleşliklerin neresi savaş?  


İyi de, bu ve benzeri sayısız zulüm ve katliamlarda bizim hiç mi suçumuz yok?


Dün “Dost ve müttefik” hikâyeleriyle halkı uyutup, yayılmacı-emperyalist ABD’ye üsler vererek, onları bizim coğrafyamızda güçlendiren hükümet zincirleri; bugün İsrail’in cesaretlenmesine, etrafındaki tüm Müslüman ülkeleri sindirmesine, canı sıkıldıkça Müslüman kanı dökmesine sebep olmadıklarını söyleyebilir miyiz?


ABD’nin sudan bahanelerle Irak’a girmesine ve hatta orada Türk Askerinin başına çuval geçirilmesine sebep kim? Biz değiliz diyebiliyor muyuz?


Tarihe bir bakın, Tarihçiler, sosyologlar, edebiyatçılar Türk Askerini destanlara sığdırabilmişler mi?


Ama o şanlı askerimizin başı, alçakça ve sinsice, bir keten çuvala sığdırıldı!


Yarım asırdır topraklarımız üstünden eşkıyalık yapan, devlet terörü çıkaran, Müslüman devletleri abluka altına alan, bizim topraklarımızdan, bizimle savaşan teröristleri besleyen ABD’nin, iki ülke sonra, yani İran ve Suriye’yi vurduktan sonra bize ihtiyacı kalmayacağının sinyallerini şimdiden açık açık vermektedir.


Zira bizi vurmak için de çevremizdeki birkaç ülkeye ihtiyacı olduğundan dolayı, şimdiden Bulgaristan’da üç adet üs kurmak için anlaşma yaptılar bile.


Buna bağlı olarak Ortadoğu’da yeni bir harita çizeceğini alenen ifade eden ABD, ülkemizi mezhep, ırk ve aşiretlere göre parçalamanın planlarını yapmadığını söyleyebilir miyiz?


Bu aleni planlara karşılık bizimkilerin herhangi bir planının olup olmadığını merak ediyorum doğrusu.


Ancak şu an gördüğümüz; yılanın bize dokunmadığı doğrultusundaki tavırlardır.


Hâlbuki yılan bize dokunmuyor değil.


Gerek Yahudi ve Ermenilerin tetikçisi PKK, gerek borsamızdaki yabancı sermaye yüzdesi ile bizi istedikleri anda vuruyor ve daha tehlikeli yılanlar her gün biraz daha yaklaşıyor.


Ancak bizimkiler bunu görmüyor veya görmezden geliyorlar.


Öte yandan Uluslararası hukuku hiçe sayan İsrail, yukarıda da bahsedildiği gibi insan hakkı gözetmeden savunmasız Lübnanlı, Filistinli sivilleri, çocukları, bebekleri vuruyor.


Bölgenin insansızlaştırılması için tonlarca bomba yağdırıyor, herkesin yok olmasını veya en azından kendi egemenliği altına girmesini istiyor.


Dünya ise bu kadar büyük bir vahşeti sadece seyrediyor.


Biz de bu vahşet karşısında sessizliğimizi muhafaza etmekte ısrar ediyoruz.


Sadece seçmenin hoşuna gidecek bir kaç kelam ediliyor o kadar.


Unutulmamalıdır ki İsrail’e karşı sessiz kalanlar, İsrail’le birlikte vebal altındadırlar.

Teröre Bir Bakış–1

0

Ülkemizin, aslında uzun zamandır canını acıtan, fakat son günlerde ki alçakça saldırılarla acılarımızı zirveye çıkaran, malum bir konuyla yine karşınızdayım. TERÖR… İki yazılık bir seri ile ele almaya çalışacağım bu konu, kabul edersiniz ki hemen herkesin üzerinde söyleyeceği bir şeylerin olduğu, oldukça geniş bir konu. Mümkün olduğunca genel söylemlerden kaçınıp, terör konusunu farklı bir çizgiden yansıtmak ve sizlerle beraber, ilk yazıdaki gibi yine fantastik bir yolculuğa çıkmak istiyorum. Umarım bunu hep birlikte gerçekleştiririz. Yolculuğumuz başlıyor… TERÖR


Terör, adı konulmadan daha önce de vardı. Bu anlamda, terör bir kavram değil, bir eylem… Kısaca; terörü terör yapan, hareketin ya da eylemin oluşma ve uygulanış biçimidir şeklinde söyleyebiliriz. Terör eylemlerini çeşitlendirirsek; bireyin bireye uyguladığı terör, devletin bireye uyguladığı terör, bireyin devlete, devletin devlete, toplumun bireye, erkeğin kadına, insanların hayvanlara ve hatta bireyin kendisine uyguladığı terör, vs. Tabiî ki günümüzde bahsedilen terör, profesyonelleşmiş, örgütleşmiş, kurumsallaşmış ve etkileri geniş çaplı olan terör biçimidir. Ama unutulmamalıdır ki terörü yaratan insanlardır. Ve insanlık var olduğu sürece terör de var olacaktır. Dünyanın terör konusunda algı birliği sağladığını da söyleyemeyiz. Resmi söylemleri bir kenara bırakırsak, ülkelerin terör olaylarına ve örgütlerine yaklaşma biçimlerinde tutarsızlıklar göze çarpar. Hatta devletler bazında terör örgütlerinin daha derin amaçlar için kullanılabildiğini de söylemek abartı olmaz. Zaten genelde bütün terör örgütlerinin kuruluş aşamasında, kendi amaçlarına göre devletlerin istihbarat servislerinin büyük destekleri olduğu günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Özellikle güçlü ve derin bir yapıya sahip devletler, resmi söylemlerinde teröre ve terör örgütlerine karşı olduklarını ve de mücadele ettiklerini dillendirseler de, çağlar boyunca terörü ve örgütlerini beslemişlerdir. Kendi devlet çıkarları için başka ülkeler üzerinde kullanmışlardır. Hatta paranoya denmeyecek olursa, menfaatleri için kendi toplumlarına bile uygulamışlardır. Günümüzde bunların açık örnekleriyle karşılaştığımız halde, toplumların terörü Mars’tan gelmiş gibi algılamaları hayret vericidir. Terörü yaratan derin sistemlerin, toplumların teröre bakış açılarında da çeşitli çalışmalarda bulunduklarını söylemek pek uçarı bir söz olmaz. Bu perspektiften sonra terör konusuna iki yönden devam etmek istiyorum.


Dünya ve terör;


Son yıllarda üç kavramın yaşamımızı kuşattığını görmekteyiz. DEMOKRASİ – İNSAN HAKLARI – TERÖRDünyada her ne yapılıyorsa ve kim yapıyorsa, bu üç kavramdan ilk ikisi amaç olarak, sonuncusu ise sonuç olarak karşımıza çıkmakta. Son 200–250 yıla bakmak istiyorum. Hiçbir ön hazırlık yapmadan aklıma ilk gelenleri sıralayayım; Köle ticareti ile katledilen milyonlarca siyahî insanlar, Milyonlarca Kızılderililin soykırımı, 1.Dünya savaşı, 2.Dünya savaşı, Japonya’ya atılan 2 atom bombası, Kore savaşı, Vietnam, Kıbrıs, Soğuk savaş döneminde Latin Amerika ülkelerindeki darbe ve terörler, Afrika’da uygulanan terör, İsrail-Filistin durumu, Çeçenistan’da uygulanan terör, 1.Körfez savaşı, Yugoslavya’nın parçalanması, Bosna soykırımları, Azerbeycan ve Karadağ katliamları, Afganistan işgali, nihayetinde 2.körfez savaşı ile demokrasi ve insanlık adına yapılmış ve sonuçta yüz binlerce insanın katline yol açmış olan resmiyette savaş, bana göre ise tüm unsurlarıyla tipik bir terör olan Amerika işgali… Bunların haricinde onlarcası daha da vardır mutlaka.


Hemen çoğunda Amerika gözümüze çarpıyor. Günümüz için bir yorum yapacaksam, kesinlikle bir ABD-İsrail işbirliğini belirtmem gerekir. Dünyanın enerji ve hammadde kaynaklarının azaldığı malum bir olay… ABD ve büyük batı medeniyetinin temelinde ise sanayi ve ekonomi gücü var. Bu gücü besleyen ise enerji ve hammadde kendi topraklarında yeterince yok. Bu durum kendi aralarında bile Pazar kavgalarına yol açmaktadır. Zaten dünya bunun bedelini milyonlarca insanın kanıyla ödemiştir. Geçmişte milyonlarca insanın kanı ile zenginleşen Batı’nın, kurdukları bu insanlık tarihinin en vahşi medeniyetlerinin vizyonunu ise Demokrasi ve İnsan Hakları üzerine oluşturmaları ne acıdır. Ve dünyanın geri kalanını da kendi sahip oldukları zenginliğe, demokrasiye, insan haklarına ulaşma vaadi ile yozlaştırmış, siyasi ve ekonomik olarak kendine bağlamış ve sömürmenin son biçimine ulaşmıştır. Bu şekilde elde edemedikleri ülkeleri Terörist ilan ederek, işgal yoluyla sömürmüşlerdir. Sömürünün önünde duran ulus devletlere gelince, işte bahsettiğimiz profesyonel terör burada devreye giriyor. Bu ülkelerde de etnik, siyasi ya da dini unsurlu terör örgütleri kurarak, istikrarsızlık, bölünme vs. etkilerle ele geçiremeseler de en azından kontrol altında tutacak şekilde ve ekonomik, siyasi etkenleri de kullanarak sömürülerine devam etmişlerdir. Ve ikinci kısımdan devam ediyorum.


Türkiye ve Terör;


Ülkemizde terörün geçmişi hakkında genel bilgilerden yola çıkarak, kafamda dönüp duran bazı soruları sıralamak istiyorum. 1979’da Suriye’ye geçen ve 1998’e kadar fiili faaliyet yürüten Abdullah Öcalan, kaldığı eve kadar her şeyi bilinmesine rağmen nasıl olur da tarafımızdan ele geçirilemez? PKK’nın kuruluş ve eyleme başlama dönemleri arasında nasıl olur da bunca istihbarat gücümüze rağmen yetersiz kalırız? Eylemleri başladıktan sonra siyasiler terörü nasıl bu kadar önemsemezlikten gelebilir? Hitaplarında millete terör konusunda bu kadar ahkâm kesen bazı insanlar, nasıl olurda Barzani ve Talabani aracılığıyla PKK ile görüşmelerde ve hatta pazarlıklarda bulunur? Dünyanın gelmiş geçmiş en organize ve güçlü terör örgütü, onlarca yıl bu millete birkaç çapulcu diye nasıl yutturulur? Bu soruların sonu gelecek gibi değil. O nedenle neticeye gelmek istiyorum. PKK, Türkiye’deki terörün sadece bir kısmıdır. Kabul edilmelidir ki günümüze kadar yaşayan ve büyüyen tek kısımdır aynı zamanda. Bu ülke sağ-sol terörü gördü, Asala’yı gördü, Dini terör gördü ve son aşamasında etnik terörü gördü. Dönem dönem bunların yanında kokteyl terör de görüldü. Bugün PKK dendiğinde ekranda, uzmanları tenzih ederim,  bazı ahkâm kesiciler yüzlerce söylemlerle toplumun aklını hallaç pamuğu gibi dağıtmaktalar. Bunların bazılarının bilinçli bir çalışma olduğuna inanlardanım. Öyle bir hale getirdiler ki; PKK= demokrasi sorunu+ kürt sorunu + insan hakları sorunu oluverdi. PKK’nın Marksist-Leninist bir örgüt olarak kurulduğu, gelişiminin gereklerine göre kendisini yaratan gizli servislerin çalışmalarıyla buna etnik ve dini unsurların katıldığı, sonra nihai aşamada ise siyasallaştırılmaya çalışıldığı ki, itiraf etmek gerekir bunu da başardılar, bir terör örgütüdür. Aynı zamanda özel bir yapılanmayla, tipik bir terör örgütünden de öte bir şeydir. Zira bugünün bu terör örgütünün, ilerideki yıllarda kimin paralı ordusu olacağını da bilemiyoruz. PKK militanlarını, ABD’nin olası İran işgalinde, Barzani’nin güçleriyle hareket edecek koalisyon askerleri olarak görürsem hiç şaşırmayacağım.


Ben büyük planın ne Irak ne de İran olduğuna inanmıyorum. Bu projenin en büyük halkası Türkiye’dir. Dünyanın geleceği, enerji kaynaklarıyla, dinlerin ve tarihin merkezi oluşuyla ve hammadde kaynaklarıyla Ortadoğu ve Orta Asya’dır. Buralara sahip olamayan dünyaya da sahip olamaz. Ve Türkiye’ye sahip olamayan bu iki bölgeye de sahip olamaz. Türkiye’nin Osmanlı döneminden beri muhatap olduğu terör ve bölücülük olaylarının, yaşadığı siyasi ve ekonomik bunalımların, Türk milleti üzerinde yapılan dejenerasyon çalışmalarının, genel mantığı Türkiye’ye sahip olmaktır diye düşünmekteyim. Türkiye’yi toprak olarak bölmenin yolu işgal olamaz. Bunu denediler. Gazi Mustafa KEMAL ve arkadaşları ile yüce Türk milletinden gereken cevabı aldılar. O nedenle çağımızda ilk hedef toprakları bölmek değil, milleti bölmektir. İşte ülkemizde 1945–1961 yılları arasında ön hazırlığı yapılan ve 1961’de başlatılan terör olaylarının ana hedefi budur. Milletimizi sağ-sol ile bölmeyi denediler, sonra buna dini bölücülüğü eklediler ve sonunda asıl bombayı bu topluma attılar; Etnik bölücülük. Amaç budur işte; Türk Milletini zihinlerinde, yüreklerinde ve yaşamlarında bölmek. Bunun nihai sonucu da vatanı bölmektir… Yugoslavya’nın bunun ilk büyük ön çalışması, bir uygulama denemesi olduğuna inanmaktayım. Elde ettikleri sonuç ise; Mükemmel..! İkinci büyük uygulama IRAK… Milletleri nasıl bölecekleri konusunda artık çok deneyimliler…  


Terör örgütleri genel olarak rasgele oluşmaz. Belli bir amaçla kurulurlar. Hedefleri vardır. İstihbarat servislerinin desteği olmadan yaşayamazlar. Lojistik destek olmadan var olamazlar. Ekonomik kaynaklar olmadan adım bile atamazlar. Bir terör örgütünün oluşması, yaşaması ve etkili olması için saydığım ve aklıma gelmeyen birçok unsurlar gerekir. Ve bu unsurlar devasa sistemler olmadan gerçekleştirilemez. Terör denince insanların aklına elinde kaleşnikoflu, bombalı teröristler geliyor, ne yazık!


Teröristler sadece uygulayıcılardır. Terörü yaratanlar ve uygulatanlar ise; dünyaya hükmetmek isteyenler kimlerse, işte onlardır.


Bir sonraki yazı da konumuza Doğulu Olmak alt başlığı ile devam etmek düşüncesindeyim. Allah’tan terörün iğrenç zulmünün insanlıktan, ülkemizden, askerimizden, polisimizden, savunmasız masumlarımızdan, yavrularımızdan uzak durmasını diliyorum. Bir sonraki yazıda tekrar buluşmak dileğiyle, Sağlıcakla Kalınız Efendim… Sevgilerle…


Yüreğimden;


“HİÇBİR ATOM BOMBASI, BİR ANNENİN YAVRUSU İÇİN DÖKTÜĞÜ GÖZYAŞINDAN DAHA PARÇALAYICI OLAMAZ… BU NEDENLEDİR Kİ, TERÖRÜN EN BÜYÜK HEDEFİ, ANNELERİN GÖZYAŞLARIDIR… EY O ELLERİ ÖPÜLESİ, YÜREKLERİ ACIYLA DAĞLANMIŞ, FARYATLARI GÖKKUBBEYİ SARSAN ANNELER, ALLAH YAR VE YARDIMCINIZ OLSUN…”


 “VE EY TERÖRÜ OLUŞTURAN VE UYGULAYANLAR, ANNELERİN YAVRULARINI KUCAKLAMA GÜNLERİNİ MAHŞERE BIRAKTIRANLAR, EY ŞEYTANIN HİZMETÇİLERİ, KÖTÜLÜĞÜN KANLI ASKERLERİ, EY ZALİMLER, DİLEDİĞİNİZ KADAR İNANMAYIN, AMA O MAHŞER GÜNÜNDE, YAPTIĞINIZ HİÇBİR TERÖRE BENZEMEYEN, CEHENNEMİN TERÖRÜNÜ TADACAKSINIZ”

Ezan, İnanca Saygıya Engel mi?

Son zamanlarda yazılarımın çoğu inanç ile alakalı oldu. Aslında bu isteğimin dışında tamamen şartların gereğidir. Bu yazımda şartlar gereği aynı kulvarda olacaktır. Sıkılırsanız özür dilerim.


Gazetemizde Alevi bir yazar beyefendinin köşe yazısını okudum. Kendisine ve inancına saygı duyarım. Fakat temas ettiği konu dolayısı ile kendimi fikir beyan etmek zorunda hissettim.


Fuardaki Ozanlar Kahvesinde saz dinlerken biri gelmiş “Ezan okunuyor.” demiş. Oradaki herkes kızmış, kendisi dahil salonu terk etmişler.


Bu bir özgürlüktür. İsteyen istediği gibi davranır. Beni rencide etmediği müddetçe hiç ilgimi çekmez. Beni ilgilendiren Fuardaki Cami den rahatsızlık duymaktır. Hem Ezana saygımız sonsuz deyip, ardından saz faslı esnasında “ Ezan okunuyor.” dendiği için, bu olayı köşesine taşıyarak kullandığı “Başkalarının inancına saygılı olun. Saygıyı sadece karşınızdakilerden beklemeyin.” kelimeleridir.


Fuarda eğlenecek olan bir insanın ibadet saati geldiğinde ibadetini yapması yanlış bir şey mi?


Bunun için yüzlerce metre uzağa, köprüleri aşarak Fuar dışındaki bir Cami’ye mi gitmesi gerekli?


Hem fuar da vakit geçirene, hem de yoldan geçene hizmet verecek olan bir Cami yapıldı ise kötü mü oldu?


Kim sebep oldu ise, kimin yapılışında emeği ve parası varsa can’ı gönülden  teşekkür ederim.


Şayet günde beş kez ibadet edilen bir başka din var ise, Fuarda o din içinde ibadet yeri yapılsın.


Kavgaların eksik olmadığı, sarhoşların el’aman dedirttiği fuar alanında bir çok içkili mekana son verildi ise ve insanlar fuara artık ailesi ile gidebiliyorsa  kötümü oldu ?


Merak ettim. Acaba  Ezan okunurken o sırada o mekanda inanca dayalı bir program mı vardı?


Acaba orada zikir yapılıyordu da “Ezan okunuyor biraz ara verin mi?” dendi.


O sırada dinlediğiniz saz, icra ettiğiniz inancınızın bir parçası mı idi?


Ezan topu topu 3 veya 4 dakikada biter. Bunun için mi bu sıkıntınız. Evet Laiklik sizinde düşündüğünüz gibi aynı zamanda inanç özgürlüğüdür. Ama tahammülsüzlük değildir.


Lütfen insaf.


Ben Aleviliğin müstakil  bir din mi?


Dinle ilgisi olmayan bir kültür mü?


Dine dayalı bir yorum mu?


Yoksa hiçbirimi?


Veya hepsi mi?


Cem evi nin bir ibadethane mi? Yoksa bir kültür evi mi?


Olduğunu anlamış değilim. Çünkü Alevilikte önde olan insanların yorumlarının hepsi farklı.


Bu konuda gazetemizde yayımlanan Alevilik dosyası ile alakalı yazı serisinde de çok farklı yorumlar okudum.


Buna rağmen bu konularda ahkam kesmeye kalkmıyorum


Yaptıklarınızdan da bir rahatsızlık duymuyorum.
Aksine adına ister kültür deyin. İster din deyin. İster dinin bir yorumu deyin. Ne derseniz deyin.


İnancınıza saygı duyuyorum. Bana ihtiyaç duyulduğunda inancınıza saygımdan ötürü daha önce yaptığım gibi elimden geleni yapabileceğimi biliyorum.


Lütfen vesileler ittihaz ederek İslam ın müesseseleri hakkında tenkitkar yazılar yazmayın.


Sizin inancınız İslam olmayabilir. Benim inancım İslam.


Siz kendi inanç ölçünüzde kalın. Benim inanç sınırlarıma müdahale etmeyin.


Ne Cami sizi rahatsız etsin, nede Ezan.


Beni Cem evi rahatsız etmediği gibi.


Saygı ile alakalı yaşadığım bir olayı size örnek vereyim.


Bir ramazan ayı idi. Lokantanın birinde İftar vaktini bekliyorum. Yanıma sarışın bir bey geldi. Yerine döndüğünde biraz ötemizdeki bir masada ailece oturduklarını gördüm.
Bu bey bana çat pat bir Türkçe ile “ niçin siz ve diğerleri yemeden bekliyorsunuz? Merak ettim.” dedi. Lisanından belli ki farklı bir millete,f arklı bir dine mensup. Kendisine  “İnancımız gereği Ezan okunmasını bekliyoruz. Biz bu ayda oruç tutarız. Bu bekleyiş orucumuzun vaktinin dolmadığı içindir.” dedim. Bu durumun bizi ilgilendirdiğini  kendilerini ilgilendirmediğini, bize aldırış etmeden yemek yiyebileceklerini söyledim. Teşekkür etti. “Ben saygı, ben saygı.” dedi ve masasına gitti. Bizimle birlikte ezan okunmasını beklediler. Bizimle birlikte yemeğe başladılar.


İşte gerçek saygı budur.

Terör ve Örtülen Gerçekler

0

İstanbul Güngören’deki halkın bombalanması olayı terörün çirkin yüzünü bir kere daha ortaya çıkardı. Terör, daha fazla demokrasi ile çözülecek bir sorun değildir. Zaman zaman ülkeyi yönetenler bu yanlış beyanlara sığınmışlardır. Terör, örgütle halkı birbirinden ayırarak, terörü demokrasi ve insan hakları örtüsü altına sokmayarak çözülebilir. Artık bölücü, ırkçı terörün amacının kültürel haklar olmadığı, hükümranlığı ve egemenliği paylaşmak istediği, vatandaşlığı reddettiği anlaşılmalıdır. Terörü doğrudan veya dolaylı destekleyen malum çevrelerin kendi kendilerini ötekileştirdikleri ve mensubiyeti reddettikleri bir ortamda daha fazla demokrasi ile terörü çözeriz demek, siyasetçinin kalitesizliğini ve tecrübesizliğini gösterir. Yasalar kuşa çevrilerek, dış baskılarla hukuk devleti işletilmeyerek, AB’ne yaranmak uğruna tavizci beyan ve tutumlarla, ülkeyi hâkim kültürsüz, milli kimliksiz etnik gruplar topluluğu gibi görerek terör ancak azdırılır. Terör, ülke bütünlüğünü, milli ve üniter devleti hedef aldığına göre; siyasette buna karşı geniş bir mutabakat gerekir. Mutabakat yerine terör kanallarını okşayıcı, fırsatçı tutumlar, terörü önleyemez.  Türkiye’de de böyle olmuştur.


Son olaylar dolayısıyla TRT’den haberleri dinlerken yapılan Türkçe yanlışları dikkatimi çekti. Bombalama olayı ile ilgili haberi sunan görevli ekrandan sesleniyor: “Olayda ölenlere başsağlığı diliyoruz”. Bunu yorumlamak bile gereksiz…


Kin ve nefret tohumları ekerek, siyasi hırçınlıklar sergileyerek, çatışmayı tırmandırarak, barış, huzur ve siyasi istikrar sağlanamaz. Ülkenin getirildiği nokta ortadadır. Hele bu hırçınlık, hiddet ve şiddet tek başına iktidar olanlardan gelirse; bu çok düşündürücüdür. Siyaset soğukkanlılık, hazımlılık ve belirli bir birikim gerektirir. Sayın Başbakanın bir beyanı dikkatimi çekti: “İç barışı yeniden kuralım”. Haber bültenlerinde geçen bu dilek, ülkemizde maalesef iç barışın bozulduğunu, dış beklentilere hizmet edercesine kamplaştırmaların arttığını göstermektedir. Bu beyan en azından iç barışın bozulmasında kendilerinin de payı olduğunu kabul etme anlamını taşımaktadır. Türkiye, parti kapatma ve pehlivan tefrikasına dönen Ergenekon’a kilitlenmiştir. İçeride kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti konusundaki kan kaybı, dışarıdan yapılan müdahaleleri tahrik etmektedir. Ergenekon davasının parti kapatma davasının rövanşı olup olmadığı tartışılmaktadır. Türkiye layık olmadığı bir ortama sürüklenmektedir. İşsizlik ve yoksullaşma unutturulmaktadır.


Oysa, iç ve dış politikada önemli sorunlarla karşı karşıyayız. Halk darbe ve olmayan derin devlet iddialarıyla meşgul edilirken, ülke toprakları satılmaktadır. Genelkurmay’dan görüş alınması terk edilmiştir. Harita ve Kadastro Mühendisleri odasına göre; Türkiye’de 17.000 dolayındaki yabancı şirketin 3.000’i sadece toprak alımıyla meşgul olmaktadır.


Bir taraftan Kıbrıs’ta Türkiye’nin etkin garantisi ve Türk Devleti devam edecek denilirken; diğer taraftan iki bölgeli, iki toplumlu ama tek devletli, tek egemenlikli ve tek vatandaşlığa dayanan bir devlet seslendirilmektedir. Sayın Başbakan, devlet kurulmasından bahsetmektedir. Kanla şerefle ve milletlerarası hukuka uygun olarak kurduğumuz KKTC’yi yaşatamamak; ayıbın da ötesinde bir siyasi hezimettir. Kıbrıs’ta kurulacak olan federasyon ister istemez KKTC’yi ortadan kaldıracak, Türkiye’nin garantörlüğünü sonlandıracak, Türk askerini de Kıbrıs dışına itecektir. Anlaşılan Kıbrıs’ın kuzeyinde geniş ve büyük bir belediye kurulmaktadır. Aynen Bosna’da, Hırvat, Sırp ve Boşnak bölgeleri gibi…  Bu gelişmeyi Batı ve Yunan tarafı bundan dolayı selâmlamaktadır. Biz bunu içimize sindiremiyoruz. “Milli davalar olmaz, bunlar soyut şeylerdir” , “Milliyetçilik dönemi geçti, şimdi küresel çağdayız” diyenleri tenkit etmeyecek de kimi tenkit edeceğiz? Eğer bu ülkede fikir ve düşünce hürriyeti varsa! KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın kendi devletini “hayal” olarak gören ifadesini de unutmuş değiliz.


Diğer taraftan Ermeni sorunundaki milli politika adeta değiştirilmektedir. Ermenistan’la ilişkiler iyileştirilmeye zorlanmakta, Ermeni iddiaları ve Karabağ işgali adeta gözardı edilmekte, TTK Başkanı Sayın Halaçoğlu görevden alınmaktadır. İlmi ve tarihi gerçekleri savunan sembol bir ismin feda edilmesi tavizin en büyüğüdür. Bu üzücü gelişme Azerbaycan’ı da rahatsız etmiştir.

Kurbağa, Kayınvalidem ve Ben

0

Basit bir hesap yapalım: Sıcak havada, geniş yapraklı defnenin üzerine sekiz kurbağa çıkar. Bunlar, bir süre güneşlenir. İçlerinden üçü bu havada suda kalmanın daha doğru olacağını düşünür ve dereye atlamaya karar verir. Şimdi soruyorum: Defneyaprağında kaç kurbağa kalmıştır? Cevap olarak beş dediğinizi sanıyorum. Cevap, sekizdir; çünkü kurbağalar henüz atlamamıştır.


Bir işi yapmayı düşünmek ve yapmaya karar vermekle yapmak aynı şey değildir. Kurbağalar atlasalardı cevabınız doğru olacaktı. Hayatta hep bir şeyler düşünür, bir şeylere karar veririz; ama yapılmayan iş, sadece bir kuru düşünce olarak kalır. Bizim kaybettiğimiz nokta, çok kez yapmayı düşünüp yapmadıklarımızdır. Düşünmek, kararlaştırmak, yapmak sürecinin son aşamasında araya giren “Ya başaramazsam!” düşüncesi, başarısızlığımızın nedeni olur. Hayatta yol almada, yapmanın, düşünmek ve karar vermekten önemli olduğunu hep söyleriz; nedense önümüzdeki korku dağlarını aşamayız. Düşündüklerini eyleme dökmeyenler, kurbağa misali, defneyaprağında güneş çarpılmasına, birileri tarafından avlanmaya, en azından yerinde saymaya mahkûmdurlar. Yol alanlar; düşünürler, kararlaştırırlar, yaparlar. Yapma sürecinde de geriye bakmazlar. 


X                                     X                                        X                                            X


Eşim, sekiz kardeşli ailenin üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Yaşları birbirlerine yakın olduğu için kardeşler sokakta birlikte oynarlarmış. Çocuk bu, yaramazlık yapacak tabi. Bazen komşunun ağacına çıkar meyvelerini yerlermiş, bazen tavuklarını kovalarlarmış. Benzeri yaramazlıkları yüzünden komşu şikâyete geldiğinde anneleri şöyle dermiş: “Kimin yaramazlık yaptığını bilmiyorum, gözler yalan söylemez; şimdi herkes gözünü iyice açsın, kimin yaramazlık yaptığını gözünden anlayacağım.” Bunun üzerine yaramazlıkta başı çeken altıncı kardeş Mehmet hemen gözlerini kapatırmış.


Eğitimde, polis sorgulamasında bunun adına ne denir, bilmiyorum; ama suçluyu taciz etmeden, yalancı duruma düşürmeden bulmanın bundan daha güzel bir yolu olabilir mi? Bu yöntemi kullanan anne, ne bir pedagoji dersi görmüştür ne de yüksek tahsil yapmıştır. Bu yöntemin temelinde yatan, hoşgörü ve sevgiden başka bir şey değildir. Bizim insanımız, ilim sahibi değilse bile irfan sahibidir.


X                                    X                                      X                                                X


Eşimden dinlemiştim. Onlar çocukken birileriyle kavga ettiklerinde ya da öfkelendiklerinde anneleri onları çağırır, ellerini elinin arasına alıp gözlerine bakarak: “Seni cinler sarmış, senin aklını almış, ben okuyayım da sen akıllı çocuk ol.” dermiş ve bir süre okurmuş. Okunan çocuk ya bir okumada ya da birkaç okumada sakinleşir, güya cinlerden kurtulup akıllanırmış.


Ben, şimdiye kadar psikolojiyle ilgili pek çok bilgi edindim, yöntem öğrendim; ama böylesine zarif bir tekniğe rastlamadım. Çocuğun zekâsına, fıtratına göre yöntem geliştiren bu anne belki de herhangi bir psikoloji kitabının kapağını açmış değildir. Çocuğu veya suçluyu kendisine zarar vermeden gönül rızası ile teskin edebilmek, teslim alabilmek, bizim ders kitaplarına girmeyen kültürümüzün eseri olsa gerek.


X                                     X                                       X                                             X


Yaşadıkça şunu öğrendim ki; gerçek bilgi yazılmayan kitapta mevcut. Yaşadıkça ve derinleştikçe gerçek bilginin varlığını hissedebiliyoruz. Ama sadece hissedebiliyoruz, ona ulaşamıyoruz. Yapamadıklarım kalbimi burarken his dünyasında keşfettiklerim, baharda açma müjdesi veren tomurcuklar oluşturuyor.  

Karıncalar ve Keneler

0

Son iki yıl içinde kenelerin ısırmasıyla KKKA (Kırım Kongo Kanamalı Ateşi) hastalığına yakalanan çok sayıda vatandaşımızı kaybettik. Keneler öylesine korku yarattı ki vatandaşlarımızın çoğu artık ağız tadıyla piknik yapamaz oldu. Çıplak ayakla çimenler üzerinde yürümekten bile korkar olduk.


Kene ısırma vakalarının bu kadar çoğalmasına kuş gribi (tavuk vebası) salgınından korunmak için evlerde yetiştirilen tavukların da imha edilmesinin sebep olduğu ifade ediliyor. Yeşil alanlarda gezinen tavukların kene sayısını azalttığını, tavuklar itlaf edilince öğrendik.


Kene ısırmalarını azaltmak için belediyelerin piknik alanlarında yaptığı ilaçlamaların da doğal dengeyi bozduğu ve kene mücadelesinde fayda yerine zarara neden olacağı bazı uzmanlarca açıklandı.


Gazetelerin “keneye karşı karınca umut oldu” başlığı ile verdikleri habere göre, ormanlarda yaşayan kırmızı karıncaların, ağaçlara zarar veren böcekleri yediği gibi, keneleri de yediği tespit edildi.


Eskişehir Orman Bölge Müdürü’nün verdiği bilgilere göre “kırmızı orman karıncaları, orman ağaçlarına zarar veren böceklerle beslendiği için, söz konusu karıncalar ormanların sağlıklı kalmalarının sigortası” imiş. “Karıncalar yuvanın etrafındaki 80 metre çapında bir alanda bulunan bütün ergin böcek, tırtıl, yumurta, pupa ve çeşitli bitki bitlerini yerlermiş.”


Bu küçücük bedenli hayvanların orman sağlığına katkıdaki başarısı, “bir günde kendi ağırlığının 20’de biri oranında zararlı böcek yiyebilme” yeteneğine bağlı imiş.
Fakat “karınca yuvalarına, domuz, ayı, tilki, sansar ve fareler zarar verdiği gibi bilgisiz insanlar da zarar vermekteymiş.”


Deneme maksatlı olarak bu karıncaların yuvası mıntıkasına bırakılan kenelerin kırmızı karıncalar tarafından çok kısa zamanda imha edilmiş olması, kenelere karşı mücadele için bir umut yaratmış.


Kenelere karşı mücadelede kırmızı karıncaların kullanılıp kullanılamayacağına karar verebilmek için muhakkak ki daha kapsamlı araştırmalara ihtiyaç var.


Ayrıca kırmızı karıncalarla kene mücadelesi başarılı olursa, doğal dengede bir bozulma olur mu, böyle olursa elde edilen faydadan daha büyük bir zarar söz konusu olabilir mi sorularına cevap bulabilmek gerekir.


Gittikçe ciddi tehlike haline gelen kenelerle acil mücadele ihtiyacı var. Sonuçlarını daha net görebilmek için, uzun yıllar alabilecek böyle bir araştırmayı yapmayı gerekli görenler olabilir. Ancak bir yakınını veya komşusunu keneye kurban vermiş olanların, böyle bir zaman harcamasını beklemeden kırmızı karıncalarla mücadelenin başlatılmasını isteyebileceğini de göz ardı edemeyiz.


Bakanlık yetkililerinin kırmızı karıncaları kene mücadelesinde kullanma konusunda karar vermekte çok zorlanacaklarını sanıyorum. Çünkü bugün kene mücadelesinde başarılı olunsa bile, ileride doğal dengeyi bozmakla suçlanmayacaklarının garantisi yoktur.


Sadece kırmızı karıncalar konusu bile, devleti yönetme sorumluluğunda olanların aldıkları kararların ne türlü riskler barındırdığına bir örnek olsa gerektir.


***************


Ergenekon Davası


Ergenekon adı verilen davada savcılık iddianamesi nihayet açıklandı. Bu iddianame aynı dava operasyonları kapsamında gözaltına alınan ve medyada darbe yapmakla suçlandığı bildirilen, içlerinde emekli orgenerallerin de bulunduğu şüphelileri kapsamıyor. Bunlar için ayrı bir dava açılacağı anlaşılıyor.


İddiaya göre, memleketin içinde bulunduğu ahval ve şeraitten memnun olmayan bazı kişiler, bu gidişata sebep olduğunu düşündükleri kişilere direkt veya dolaylı olarak zarar verebilecek çeşitli eylemleri yapmış veya tasarlamışlar. Bu grubun içinde, PKK ve diğer terör örgütlerine karşı geçmişte devlet adına mücadele vermiş olanlar dikkat çekmekte.


Cüneyt Ülsever iddianameyi yorumlarken şu cümleleri kullanıyor: “Düzensiz silahlı güçlerle (PKK) ancak onların dili ile konuşan düzensiz birliklerin baş edebileceği fikri 1990’larda ABD’nin Vietnam tecrübesi çerçevesinde Ankara’da geliştirildi.”
“Dünyanın her yerinde devlet, ülkenin derdine sahip çıkmak için tek yöntem olarak hukuksuzluk kaldığında hukuk dışı çözümler arayabilir. Ama devlet ‘ayıbını’ sorun çözüldükten sonra berhava eder.”


Bu cümlelerden sonra lütfen yazının “karıncalar ve keneler” ile ilgili birinci bölümünü yeniden tetkik ediniz.
Siyasetin bu kadar içinde olduğu davanın, hukuk kurallarının tam olarak uygulandığı ve tüm boyutlarıyla ülke menfaatinin gözetildiği bir süreç sonunda, toplum vicdanını rahat ettirecek bir sonuçla, en hızlı ve en adil bir şekilde karara bağlanmasını diliyorum.

Demokrat Olabilmek

0

Hiçbir konuda dünü unutmamak gerekir. Bundan on iki yıl önce Bosna’da 8 bin masum insanın Srebrenitsa’da Sırplar tarafından hunharca katledilişini unutmadık. Sözde bu bölge BM tarafından güvenlik bölgesi ilân edilmiş ve Hollanda Barış Gücü askerlerine teslim edilmişti. Bu suçsuz insanlar “Anavatanınıza yönünüzü çevirin (Türkiye’ye)” komutu sonrasında şehit edilmişlerdi. Daha sonra ödüllendirilen görevli Hollandalı generalin emekli olduktan sonra verdiği beyanat dikkat çekicidir: “… Viyana kapılarına dayanan Müslümanların devamı olanları koruyacak değildik.” İşte sömürgeci Hollandalının, Avrupalının gerçek yüzü budur. İnsan hakları konusunda utanmadan ortada dolaşan, ahkâm kesen Lagendik acaba bu insan hakları ayıbının farkında mı?


İstanbul’da ABD Konsolosluğu’na yapıldığı iddia edilen saldırının aydınlatılmasını diliyoruz. Saldırı bir karmaşa döneminde Türkiye’yi sıkıştırma için uygulanan siyasi baskının bir parçası olmasın? Her şey El-Kaide’ye bağlanıyor; Ergenekon’a bağlandığı gibi… Aslında, iddianameye, mahkeme safhasına gerek kaldı mı? Daha başta suç ve suçlular bazı yandaş, çanak yalayıcısı yayın kuruluşlarınca ilân edilmedi mi? Demek ki; hukuk devletinde yargısız infaz ve buna göz yumma, gazetelere haber servisi yapma kural halinde getirilmiş… Demokrasinin hazmedemeyeceği, hoş göremeyeceği birçok olay ve çarpıklıklar ortada… Demokrat olduklarını iddia edenler veya bu sıfatı kendilerine uygun görenler bundan hiç rahatsız değiller. Ama, bunları görebilecek demokrat aydınlar aranıyor.


Son yıllarda aklıselim sahibi herkesi üzen olaylarla karşılaşıyoruz. Ankara-Washington hattında yörünge değişikliği göze batıyor. Ankara maalesef son yıllarda Ankara olmaktan çıkarılmış… Yıllar önce havlu atmış bir boksör görünümünde… İyi belediyeci olmak, kaliteli devlet adamı olmaya yetmiyor. Devlet adamlığı önce devleti devlet yapan ilke ve esaslara bağlılık ve onlara sadakatten geçiyor. Kimse kimseden statükocu olmasını beklemiyor; ama gelişme ve değişmecilik de teslimiyetçilik ve tasfiyecilik değildir… Milli davalardan vazgeçerek çözümcülük asla değil…


Bu düşündürücü gidişat bazılarını ümitlendirmiş olmalı ki; sözde dostlarımıza “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” isimli kitaplar yazdırıyor. Bazı uydu, Uzakdoğu demokrasilerini bize örnek gösterebiliyorlar. Ilımlı İslâm’la uysallaştırılmış, etnik temelli yeni bir Cumhuriyet…


Biz hep aydınlarımızdaki yabancılaşmayı, Batıcı ve pozitivist, inkârcı eğitim sistemimizin bir parçası olarak gördük. Bugün ise; küreselleştirilmiş, millilikten uzaklaştırılmış, vatansızlaştırılmaya, milletsizleştirilmeye ve kimliksizleştirilmeye alıştırıcı bir eğitim süreci gündemde… Üstelik milletlerarası kuruluşların fonlarının desteği ve baskısı ile… Bazıları Cumhuriyetle ve devletle kavgalı olduklarından bu gerçeği göremiyorlar.


Bu endişe verici gidişattan uzaklaşmak, bir çeşit Ergenekon’dan çıkış, tabii ki mümkün. Belki de bundan dolayı Ergenekon yıpratılmaya çalışılıyor.


Ciddi, istikrarlı ve mutabakatları gelişmiş toplumlarda devletin kuruluş temelleri, var oluş gerçekleri tartışmaya açılamıyor. Devlet politikasını yönetenler zaten gereğini yapıyorlar. Başkalarına da gerek kalmıyor. Birçok bilim adamı bu ülkelerde bizim endişelerimizi taşımıyor. Ülkeyi yönetenler de devletten ve hukuk devletinden yana oluyorlar. Ülke çıkarları karşısında garip ve komik bir tarafsızlığı oynamıyorlar. Bizde ise; bunun tersi geçerli. Demokrasi adına devletle ve onun kurumlarıyla savaşılıyor. Anti devletçi olmak sadece Türkiye’de demokratlık zannediliyor. Bazı aydınlar, “Günlük siyaset dışına çıkılmalı, bilim yapılmalı” diye serzenişte bulunuyorlar. İyi ve doğru da hangi ülkede ve hangi şartlar altında yaşıyoruz? Kaldı ki; ülke gerçeklerinden kopuk, çözüm getirmeye yaramayan bir bilim gerçek bilim sayılabilir mi? Bilim hayatı siyasi ve iktisadi istikrar ve temek mutabakatlar arar. Bunlar yoksa bilim adamının verimi düşebilir. Bilim adamı eğer milli endişeye de sahipse, ilim yapabilmek için, gerekli uygun ortamın yaratılması için mücadele etmek zorunda kalır.

Ergenekon

Biz Ergenekon sözcüğünü çocukluğumuzda destan adı olarak bilirdik. Şimdi ise terör örgütü adı olarak anılıyor. Bir zamanlar Susurluk hadisesi bizleri çok meşgul etmişti. Yıllarca yazıldı çizildi. Yargısız infazlar yapıldı. Senaryolar üretildi. Çok insan töhmet altında kaldı. Bazılarının psikolojisi bozuldu. Daha önce “sen kahramansın” diye ileri sürülenlerin daha sonra hainmiş gibi üzerlerine gidildi. Görev verilenler bir müddet sonra yalnızlığa itildi. O İnsanlar posası sıkılmış bir limon gibi kendilerini hissettiler. Kendi başlarına işlere kalkıştılar. Sonra da yargılandılar. Sonuçta o dönemde yaşananlar tarihe kendine özel bir şekilde geçti.


Şimdi ise gündemi Ergenekon yapılanması işgal ediyor. Bu yapılanma Susurluk tan tamamen farklı. Benzer tarafı her ikisi içinde de muamma var. Basından okuduklarımıza göre Ülkede İhtilal hazırlığı tetikçisi olan bir örgüt yapılanması imiş. Bir çok kişi göz altına alındı. İçlerinde çok üst seviyelerde görev yapmış olanlar var. Asker emeklileri var. Yazar ve çizerler var.Başkanlar var. Aslında basında yazılanların %20 sine inanırım.. Çünkü basında o kadar çok haber kirliği var ki, insan ciddiye alsa kafayı oynatacak.


Derin devlet, kırmızı kitap, yazılı olmayan Anayasa, görünmeyen kabine, muktedir güçler. hainler, ajanlar, kiralanmışlar, satılmışlar. vs.


Basında yazılanların bir çoğundan kuşkuluyum.


 Bu kez ise yazılanların tamamından kuşkuluyum. Bu soruşturmanın ne olup ne olmadığı, konusuna girmeyeceğim. Sonucu sabırla beklemeyi tercih ederim


Bu yazımda işleyeceğim konu basında verilen beyanatlar ve yorumlar dolayısı ile yapılan ayırımcılıktır.


Yıllardır basında çifte standart uygulanıyor. Bir ekip ruhu geliştirilmiş. Ekibe dahil olanların başına bir şey geldi mi  o ekibe dahil ne kadar yazar ve çizer varsa el birliği ile yanında yer alıyorlar. Şayet o kişi veya kişiler ekibe dahil değilse yine el birliği ile canına okuyorlar.


Hukuk yetkilileri şayet muhafazakar görüşlü birini sorgulamak istedi mi, belli yazarlar hep birlikte o şahsın üstüne çullanıyorlar. Atatürk düşmanlığından rejim düşmanlığına kadar her türlü suçlamada bulunuyorlar. Ellerindeki bütün silahları o şahsın üzerine boşaltıyorlar.


Şayet sol veya liberal biri sorgulanmaya götürüldü mü iş değişiyor. Hele bir de o şahıs götürülürken, Atatürkçü ve Cumhuriyetçi, olduğu için götürüldüğünü söyledi mi iş daha da değişiyor. Aynı yazarlar bu kez sorgulananlar yanında yer alarak sorgulayanlara veryansın hücum ediyorlar. Komplo teorileri üreterek hükümeti suçluyorlar.


Yani biri için “oh olsun. Hak etti. Rejim kurtarıldı.”, diğeri için ise “Olmaz öyle şey. Cumhuriyet sorgulanıyor. Rejim tehlikede.” durumu.


Bu ayırımcılık değildir de nedir?


Bırakın adaleti kendi haline.


“Adalet baskı altında” diyen siz değilmisiniz?


O halde Siz niye adalet üzerinde baskı kuruyorsunuz ?


Anayasa mahkemesi parti kapatma kararı için çalışırken, “hukuku baskı altına almayın” diyen siz değilmisiniz?. Şimdi ise “Cumhuriyet, laiklik, Atatürkçülük sorgulanıyor.” demenin bir manası varmı? Şayet altından bir çapanoğlu çıkarsa o zaman ne yapacaksınız?


Bence bu sorgulama için basit delillerle yola çıkılmaz. Bu kolay göze alınabilecek bir iş değildir. Rahat bırakın adaleti. Hele bir sonucu görelim. Bu telaş niye?


Türkiye de cezaevi siyasette pirim yapıyor. İçeri girip çıkan siyasi yükseliyor. Albenisi artıyor.


Daha üst makamlara tırmanıyor. Yolu açılıyor. Telaşa gerek yok.


Ben önce hareket ederek ne “ vah vah” derim. Nede “ Oh olsun” derim. Bu işlerin sabıra ihtiyacı var.


Mademki hukuka saygımız var. Bize yakışan itidalli olmaktır.


Aksine hareketler çifte standartlılığımızı ve kendi içimizdeki çelişkileri ortaya koymaktadır.


Ülkede son yıllarda kazanılan istikrarı bozmamak gerekir.


Yoksa tekrar başa döneriz.

Değerlerin Değişmesi ve Sorumluluğumuz

0

İnsanoğlunun uygarlaşma sürecinde dünle bugün ve bugünü yaşayan toplumlar arasındaki değer farklılaşmasını gördükçe doğru ile yanlışı anlamakta hayli zorlanıyorum. “Dün dündür, bugün bugündür.” mantığıyla işin içinden çıkmayı da bir insan olarak kendime saygısızlık kabul ediyorum.  Dün doğru olan, bugün niçin yanlış ya da bu toplumda doğru olan diğer toplumda niçin yanlış? Dünün günah sayılan bir eyleminin bugün sevap, dünün sevap sayılan bir eyleminin bugün günah sayılmasının sebebi ne? Doğruların, yanlışların; ödüllerin, cezaların herkes için kabul edilebilir bir mantığı yok mudur?


Avlanmaya düşkün hükümdar, günün erken saatinde ormana avlanmaya giderken bir köylüyle karşılaşır. Onunla selamlaşır, av beklemeye başlar. Her gün birkaç hayvan avlayan hükümdar, o gün av zevkini tatmin edemez. Pek üzgündür. Sebebini sorar saray ileri gelenlerine. Onlar: “Yolda ilk karşılaştığınız köylü, size uğursuzluk getirmiş olabilir.” derler. Hükümdar bu, öfkelenir, “Tez bulun bu adamı, getirin huzuruma!” der. Zavallı köylü getirilir hükümdarın huzuruna. Hükümdar: “Bre adam, sen ne uğursuzmuşsun; senin yüzünden bugün bir av bile yapamadım, derhal kellen uçurula!” diye hüküm verir. Köylü: “Efendim, haklı olabilirsiniz, günün erken saatinde ilk karşılaştığınız insan ben olduğum için benim uğursuzluğuma hükmedip av yapamadığınızı ve kellemin uçurulmasını emretmektesiniz; ama bugün benim karşılaştığım ilk kişi de sizsizin, bense canımı kaybetmekteyim.” Öykücüğün sonunda köylü canının kurtarmış mıdır, kurtarmamış mıdır, bilmem; ama hükümdarın mantığına karşı köylüdeki mantık ve zeka hayranlık uyandıracak nitelikte.


Kişiler, toplumlar, çağlar arasındaki değer farklılaşması psikolojik, sosyolojik sorunlara yol açabiliyor. Dün doğru kabul ettiğimizi bugün absürt bulabiliyoruz. Ya algılamalarımızda ya inanışlarımızda ya önceliklerimizde değişiklik olmuştur. Düşüncelerimizdeki ikilem, bizi bunalıma kadar sürükleyebilir. Kendisiyle barışık olmayan, çevresine güven ve huzur vermeyen insan durumuna düşmüş olabiliriz.


Kişiler arasındaki değer farklılaşması, hoşgörü sınırını aştığında, önce diyalogsuzluğa, sonra bir çatışmaya yol açabilir. Her çatışma, taraflardan birinin ya da her ikisinin hasar almasıyla sonuçlanır.


Toplumlar arasındaki değer farklılaşması, bazı entelektüellerin söylediği gibi, her zaman kültürel zenginliği doğurmuyor. Değerler mozaiği, değerler kavgasının nedeni olabiliyor. İşin içine, yönetenlerin megalomanlığı, kahraman görünme tutkusu da girince toplumlar, hem zenginliklerini hem canlarını kaybedebiliyorlar.


Birey olarak kendi yaşam sürecimizde, toplum olarak tarihi süreçte gördüğümüz değer farklılaşmasına bazen tuhaf bir şekilde tebessüm ediyor, bazen de kızabiliyoruz. “Yanlış düşünmüşüm, yanlış yapmışım.” dediğimiz zamanlar olabiliyor. Pişmanlık duyulabiliniyor.


Şüphesiz, sınav için varız. Düşüncelerimiz, eylemlerimiz; sınavın enstrümanları. Birey olarak, öncelikle kendimizden; eş, baba, komşu olarak çevremizden; yönetici olarak uygulamalarımızdan, kararlarımızdan sorumluyuz. Sorumluluk sınavını geçebilmek için her zaman ve her toplumda geçerli olabilecek, vicdanları yaralamayacak değerlere sahip olmak zorundayız. İnsanoğlu değişiyor; bu değişimi durdurmak mümkün değil. Değişenin içinde değişmeyeni yakalayanlar, sınavı geçebilir, öykücükteki hükümdarın, köylünün karşısındaki durumuna düşmez.


Biz, yapamadıklarımızdan değil; yaptıklarımızdan ve yapabileceğimiz halde yapmadıklarımızdan sorumluyuz.

Kristal Zeka

Kavramlar ve algılar yardımıyla soyut ya da somut nesneler arasındaki ilişkiyi kavrayabilme, soyut düşünme, muhakeme etme ve bu zihinsel işlevleri uyumlu şekilde bir amaca yönelik olarak kullanabilme yetenekleri zeka olarak adlandırılmaktadır.


Zekanın farklı tanımlarının olmasına karşılık zekaya ilişkin kuramların tümü zekanın geliştirilebilecek bir kapasite ya da potansiyel olduğu ve biyolojik temellerinin bulunduğu noktalarında birleşir. Buna göre zeka, bireyin doğuştan sahip olduğu, kalıtımla kuşaktan kuşağa geçen ve merkez sinir sisteminin işlevlerini kapsayan; deneyim, öğrenme ve çevreden kaynaklanan etkenlerle biçimlenen bir bileşimdir.


İnsanların zekası farklı farklıdır. Kimisi çok zeki, kimisi de çok akıllıdır. Bu kişilere göre değişiklik gösterir. Çok zeki biri değilsinizdir belki, ama aklınızı iyi kullanabilirsiniz.


Akıl yalanla gerçeği, doğru ile yanlışı ayırabilme, bir konuda düşünce yürütebilme ve görüş bildirme yeteneğidir. İnsan olgunlaştıkça aklı gelişir. Zeka ise bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargılama ve açıklayarak çözme yeteneğidir. Genel olarak 12 yaşına kadar gelişir, 20 yaşına kadar sürer sonra sabit kalır. Zeka bir insanın her türlü olay karşısında aynı yeteneği gösterebileceği anlamına gelmez. Bir besteci müzik yapıtını aklıyla değil zekasıyla yaratır. Fakat en basit matematik problemini çözemeyebilir.


Psikologlar okullarda öğrencilerin kişisel durumlarını ölçümlüyorlar. Hangisinin IQ’su yüksek, hangisinin duygusal zekası (EQ) kuvvetli diye. Fakat bunların yanında bir de kristal zeka var. Bu zekaya sahip olan insanlar ise IQ’su yüksek olmasa bile sosyal yaşamda diğerlerinden daha başarılı da olabiliyorlar.


Kristal Zeka, bir insanın, ne kadar sosyal ve yaşamsal tecrübeye sahip olduğu ile ilgili olandır. Tabi, bu tecrübeyi elde etmek de kolay olmuyor. Uzun süre hayatta kalıp ve çok şey yaşamak, görmek ve bunlardan ders almakla oluyor.


Bir insanın ömrü ne kadar sürecek kimse bilemez ve yaşanan tecrübelerde bir defa yaşanıyor. Yaş ilerledikçe aynı konu tekrar karşımıza gelmiyor. Her defasında farklı bir tecrübe söz konusu oluyor. Böylelikle kristal zekayı da elde etmek  kolay değil.


Bilişsel zekası (IQ) ve duygusal zekası (EQ) yüksek çıkmayanlar için kristal zeka çok önemli. Fakat, kristal zeka nasıl olur? nasıl elde edilir? Bunun için neler yapmak lazım?


Kristal zeka; bizim almış olduğumuz eğitim, okuduğumuz kitaplardan elde ettiğimiz birikimler ve yaş olarak bizden büyüklerin yaşamış olduğu tecrübelerin öğrenilmesiyle elde edilir.


Büyüklerin çocukluktan bu yana bize anlattıkları nasihatlar kristal zekanın oluşumuna katkı sağlıyor. Özellikle anne babaların çocuklarına anlattıkları yaşamsal tecrübeler çocuğun yönlendirilmesi, herhangi bir sorunla karşılaşması durumda takınacağı tavır gibi durumlar gelişimi olumlu yönde etkiliyor.


Kristal zeka herkesi ilgilendirdiği için; konuya iş dünyası ile ilgili de bir örnek verebiliriz. Ticaretle uğraşan bir işadamı için;  iflas etmiş bir iş adamının anlattıkları çok önemlidir. Anlatılanlar iş adamının aynı hataları yapmaması için örnek olacaktır. Veya sektöründe başarıyı yakalamış bir işadamının paylaştığı tecrübeler ile onun yaptıklarını modellemek de işadamını başarıya sürükleyecektir. Buna benzer örnekleri anlatmak mümkün.


Hayatta başarılı olmak adına kristal zeka oldukça önemli. Çok yaşayıp çok şeyler göreceğimiz konusunda hiçbirimizin garantisi maalesef yok. Az zamanda çok iş çıkarmak ve yapacaklarımızı hemen yapmak gibi bir durumumuz da varsa, o zaman kristal zekadan faydalanmalıyız.