28.8 C
Kocaeli
Pazartesi, Eylül 22, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1295

Yardım İste, Çeneni Tut

0

Üstadım, bazen büyük doğrular, çok küçük öykücüklerle somutlaştırılabiliniyor.


Gene ne öğrendin bakalım?


Üstadım, küçük bir çocuk, çok ağır bir taşı kaldırmak istiyor; fakat yerinden oynatamıyormuş. O sırada onu seyreden babası yanına giderek: “Bütün gücünü kullanıyor musun, yapabileceğin her şeyi yaptın mı?” diye sormuş. Kan ter içinde kalan çocuk, “Evet, kullanıyorum, elimden gelen her şeyi yaptım.” demiş. Babası sakin bir sesle: “Hayır, yapmadın; henüz benden yardım istemedin.” diye cevap vermiş oğluna.


Söyle Kertenkele! Yine akla mı ihtiyacın var?


Üstadım, tabi ki akıl akıldan üstündür, el elden üstün olduğu gibi. Şu an, akla da ihtiyacım yok. Hoşuma giden, bir gerçeğin, güzel bir öykücükle, etkili bir üslupla aktarılması.


Hakkın var Kertenkele. Çok kere, zor bir işi başarmak için ihtiyacımız olan yardımı ya unutkanlığımızdan ya utangaçlığımızdan ya da kibrimizden dolayı istemeyiz. Zannederiz ki istenen yardımlar, bizden bir şeyler alıp götürecek, bizi küçültecektir. Oysa başarı için normal insanlar, kendi emek ve akıllarını kullanır; zeki insanlar, başkalarının akıl ve emeklerini de kullanır. Birey, her şeyi ile yeterli olsaydı yaratılışça mükemmel sayılırdı. Biz; kusurlu, eksik olduğumuz için insanız.


Üstadım, atalarımız, “Bir elin nesi var; iki elin sesi var.” demiş yardımlaşmanın önemini vurgulamak için.  


Kertenkele; başarmak, ilerlemek, zafer kazanmak adına yardım istemek bir akıllılıktır. İsteyene yardım etmek de bir fazilettir. Hiçbir insan, yardım ihtiyacından uzak değildir. Önemli olan, bu ihtiyacımızı yerinde ve zamanında kullanabilmektir. Yardımlaşmak, kişiler arasında dayanışmayı, sevgiyi, güveni artırır. Sırf, bu duyguların artması için bile ihtiyaç olmadığı halde yardım isteğinde bulunmalıyız. Bir diyalog nedenidir yardım istemek. “Ben sensiz yapamıyorum.” demektir yardım isteği. Bu, aynı zamanda karşımızdakinin de bir gün bize muhtaç olacağı mesajını ona vermektir.


Üstadım, ne kadar güzel! Demek ki siz de bana muhtaçsınız. Oh ne hoş; siz bensiz yapamıyorsunuz!


Elbette ben sensiz yapamam. Söz sırası gelince, bir gün öğrencilerime, “Siz zannediyor musunuz ki ben sizi sevdiğim için sizin üzerinizde bu kadar yoğunlaşıyorum. Ben çocuklarımı, torunlarımı sevdiğim için sizinle ilgileniyorum. Size iyi hizmet eder, sizi iyi yetiştirirsem, sizler de iyi bir eğitim sonucu, model insan olursanız benim çocuklarıma, torunlarıma hizmet edeceksiniz. Benim gayretim, bilin ki yine benim içindir.” demiştim. Bu yaklaşımımı bazı öğrenciler bencillik kabul ederken işin realitesini kavrayanlar da haklılığımı onaylamışlardı. Sensiz niçin yapamayacağımı, sanırım, anladın.


Üstadım, tarafınızdan bir değer kabul edilmek hoşuma gitmiyor değil. Sizden duyduğum her bir düşünceyi herkesle paylaşabilir miyim?


Bu sorunun amacını tam anlayamadım. Einstein’a başarı formülünü sorarlar: “a, hayatta başarılı olmayı gösteriyorsa formül, a=x+y+z’dir.” der. “Bu formülde ‘x’ çalışmayı, ‘y’ dinlemeyi gösterir.” diye açıklar. ‘z’yi sorarlar Einstein’a. “z de çene tutmayı bilmektir.” der ünlü fizikçi.


Üstadım, gene iğneleyerek, bana bir şey anlatmak istediniz, sanırım.


Alınganlığa gerek yok Kertenkele. Sana, bildiğin her şeyi her insanla paylaşmamanı öneririm. Paylaşılan bilgiler hedefini bulursa değer ifade eder, hedefini bulmazsa hem bilgiye hem kişiye yazıktır. Bu kişiler yükünü kaldıramayan hamal gibi ezilirler bilginin altında. Eziklik, kişide komplekse, nefrete, kaçışa dönüşebilir zamanla. Nalbanthanede altın sergilenmez. Altın, kuyumcuda değerini bulur, işlevini yerine getirir.


Önerinizdeki gerekçeyi anladım Üstadım; lakin bana niçin formüldeki “z”yi hatırlattınız?


Kertenkele, pes doğrusu! Bu Ramazan gününde Karagöz’ü aratmıyorsun bana. Atalarımız, senin gibiler için, “Biliyorsan söyle ki senden ibret alsınlar, bilmiyorsan sus ki seni biliyor sansınlar.” demiş. Bu sözde geçen “biliyor” yerine “adam” kelimesini koyabilirsin.


Üstadım, siz ne derseniz deyin, ben sizi seviyorum.


Ben de sana, başarının formülünü veren Einstein gibi, mutluluğun formülünü vereyim: m=p +s +s. Burada p, paylaşmaktır; s, sevgidir. İkinci s de sadakattir.


Üstadım, siz bir gün bana Ziya Paşa’nın “İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah / Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah” beytini okumuştunuz.


Haydi, yine kendini affettirdin Kertenkele. Her şey gönlünce olsun.

Putin Rus Kadınların Müslüman Olmasına Razı

İftar davetine icabet ettiğimiz Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş Hoca, yemek öncesinde, kendisini Rusya’dan ziyarete gelen talebesi Faysal Bey’le birlikte, enteresan bilgiler aktardı. Hoca’nın verdiği bilgileri “Türk Gündem” portelinden aldığım rakamlarla destekleyerek sizlerle paylaşmak istiyorum.


Rusya’nın en büyük problemi çarpıcı bir şekilde azalan nüfusu. Nüfus artış hızının artı değerlerden eksi değerlere indiği Rusya’da, 1992 yılında 150 milyon olan nüfus, 2006 yılında 142 milyona indi. Her yıl yaklaşık olarak 700 bin kişi azalan nüfus, eğer bu gidişat değiştirilemezse 2050 yılında 100 milyonun altına, 2080 yılında ise 52 milyona inecek. Yaşanılan bu demografik kriz; orduda askerlik yapacak genç insan bulmaktan, ülke ekonomisinin kendi kendini besleyemeyecek duruma gelmesine ve hatta ülkenin dini ve etnik yapısının Ruslar aleyhine değişmesine kadar bir dizi çok ciddi sorunu da beraberinde getiriyor.”


Rus ailelerde genellikle ya bir çocuk var veya hiç yok. Alkolizm ve cinsel hastalıklardaki artış yanında diğer sebep, Rus kadını çocuk yapmak istemiyor. Gerekçe olarak, Rus erkeğinin karısına sahip çıkmayışı, kaba oluşu ve ev hayatını sevmeyişi gösteriliyor.


Buna karşılık Rusya’da Müslüman nüfus artış hızı yüksek. Sadece Rusya içindeki Müslümanlarda değil, Kafkaslarda ve Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde de nüfus patlama noktasında.


Rusya’da 25-30 milyon Müslüman nüfus yaşamakta. “Moskova, halen Avrupa’nın en yüksek Müslüman nüfusa sahip kenti durumunda.”


“Rusya uzmanı Paul Goble’nin belirttiği gibi, 50-60 yıl içerisinde Müslümanlar Rusya’da çoğunluk konumuna geçecekler. Çarpıcı bir başka rakam ise, Rusya’da bulunan cami sayısında gözleniyor: 1991 yılında ülke genelinde bulunan toplam cami sayısı 300 civarında iken, bugün bu sayı 8000 den fazla. Ve en önemlisi 2010 yılında Rus ordusunda görev yapacak askerlerin % 40 ını Müslümanlar oluşturacak”


Prof. Yalçıntaş’ın aktardığına göre, Başbakan Putin nüfus artışı için Müslümanların Müftüsünden yardım istiyor. Putin’in şu sözü çok önemli:”Benim İslam’a karşı olduğum malum. Buna rağmen diyorum ki, eğer kadınlarımızın doğum yapması için onların Müslüman olmaları gerekiyorsa buna bile razıyım.”



  • *          *          *          *          *          *          *

CAMİLER VE KADINLARIMIZ


Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, toplumun farklı kesimleri tarafından saygı gören aydın bir din görevlisi ve bilim adamı. Ramazan ayı başlangıcında yayınladığı bildirisindeki iki cümle dikkatimi çekti:


Yurtdışında yaşayan vatandaş ve soydaşlarımıza din hizmeti sunmak üzere, daimi görevlilere ilaveten 117 erkek, 24 bayan olmak üzere toplam 141 din görevlisi daha görevlendirilmiştir.”


Bayanların da rahatlıkla ibadet edebilmeleri için camilerde özel imkânlar sağlanacaktır.”


Nüfusumuzun yarısını teşkil eden bayanlar için nihayet özel tedbirler düşünülmeye başlanmış olması önemli bir gelişmenin başlangıcı olabilir.


Günümüzde kadınlarımız artık bir işyerinde çalıştıkları için veya evlerinin ihtiyaçlarını karşılamak için eskisine kıyasla evinin dışında, işyerinde, çarşıda, pazarda, sokakta daha fazla vakit geçirmektedir.


Kadınlarımız ev hanımı rollerine ilaveten sosyal hayatta üstlendikleri yeni rol ve durumlar sebebiyle, geçmiş yıllarda tamamen erkeklere göre düzenlenmiş mekânlar, araçlar ve kuralların çemberinde kendilerini kuşatılmış hissetmektedirler.


Sosyal gelişmeler en muhafazakâr ailelerde bile hanım ve kızların, ev dışı hayata dâhil olmasını engellemeye imkân bırakmamakta. İnsanımızın yarısının ekonomik ve sosyal hayata dâhil olmasını sağlayan bu olumlu gelişme çoğu insanımızı kıskançlık veya endişeye sürüklemektedir.


Hem bu endişeleri ortadan kaldırmak ve hem de yaşadığımız bu sosyal değişimi toplumsal huzur ve kalkınmamız için bir kaldıraç olarak kullanmak Türkiye’ye sıçrama yaptırabilir.


Kadınlarımızın iffetlerini koruyarak, ekonomik ve sosyal hayatta yeni roller üstlenmelerini, aynı zamanda anne ve eş rollerini yapmalarını kolaylaştıracak tedbirleri geliştirmek zorundayız.


Ramazan ayı vesilesiyle, camilerimizle ilgili hanımların yaşadığı sıkıntılardan bazılarına dikkat çekmek istiyorum:



  • Kadınlarımız için hemcinsinden dini öğrenmek daha kolay ve etkili olacaktır. Ancak iyi eğitilmiş hanım hoca sayısı son derece kısıtlıdır.
  • Birçok camimizde kadınlar için abdest alma mahalli ve namaz kılma bölümü bulunmamaktadır.
  • Kadınlar için abdest alma mahalli bulunan camilerimizin çoğunda tahsis edilen yerler manto, ceket asmak, çorap çıkarıp giymek gibi ihtiyaçlara uygun değildir. Lavabolar ergonomik değildir.
  • Namaz kılma için hanımlara ayrılan bölümler genellikle küçük, havasız, imamın sesinin duyulmadığı mahaller olmaktadır.
  • Camilerimizin geniş, havadar, tezyinatlı bölümlerinde ibadet eden erkeklerin hissettikleri manevi atmosferin, bu bölümlerde duyulmasının mümkün olmadığı kanaatindeyim.
  • Bazı din görevlileri ve tutucu erkek cemaatin kadınların ibadet için camiye gelmesinden hoşnut olmadıkları görülmektedir. Bu kişilerin, dini Camiye gelen kadınlardan daha iyi bildikleri varsayımı ile onların ibadet ve davranışlarına müdahale ettiği görülmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapması gereken ilk değişikliğin bu insanlarımızın zihinlerinde gerçekleştirmesi olduğunu düşünüyorum. Başkanlığın en çok bu konuda zorlanacağını tahmin ediyorum.

Aynı Allah’a İnanmak

11 ayın sultanı Ramazan ayı içerisindeyiz. Ramazan ayının diğer aylardan farkı şüphesiz sadece farz orucun tutulduğu ay değildir. ALLAH’ın(C.C) rahmetinin diğer aylara oranla yer yüzüne daha yoğun olarak indiği aydır. İnsanlar oruç hariç tüm ibadetlerini kendileri için yaparlar. Oruç ise ALLAH (C.C) nin sözü ile “ALLAH (C.C) için” yapılan bir ibadettir. İçinde riya bulunmayan bir ibadettir. Çünkü hiç kimse bir başka  kimsenin gerçekten oruç tutup tutmadığını bilemez. İşin gerçeği ALLAH (C.C) ile kul arasındadır. Bu ay Müslümanlar için bir arınma, kendisini yeniden inşa etme, hayatını gözden geçirme, ruhunun doyuma ulaşmasına fırsat tanıma ayıdır. Fiziksel faydaları da apayrı bir bahistir.


Biz gelelim başlığımıza; AYNI ALLAH’A İNANMAK.


Genellikle İslam dininin den başka bir dine mensup olanlar ile Müslümanlar arasında bu diyalog kurulmaya çalışılmaktadır. “Hepimiz aynı ALLAH’A inanıyoruz.” diyorlar.
Benim düşünceme göre Müslümanlar  başka din mensupları ile aynı ALLAH’A inanmamaktadırlar. Bu tespiti yapmak için illa din adamı olmaya gerek yoktur. Sadece doğru düşünebilmek yeterlidir. Neden inanılan  aynı ALLAH değildir?


1-Hıristiyanlığa göre Tanrı üç tür. İsa onlara göre Tanrı’nın oğludur. Böylece onların İsa’ sı da bizim Hazreti İSA’mız değildir. Çünkü bizim Hazreti İsa’mız ALLAH’ın kuludur. Haşa oğlu değildir. Bu durumda Hıristiyanların Tanrısı çocuk sahibi olan Tanrı dır. ALLAH değildir.


2-Museviliğe göre de Tanrı iki dir. İki adet olan yaratıcı ALLAH olamaz. Çünkü Bizim ALLAH’ımız tektir. Eşi yoktur. Dolayısı ile onların inandığı yaratıcı ile bizim yaratıcımızın ilgisi yoktur.


3-Diğer dinlerde ise yaratıcılar çoğuldur. Onlara çok Tanrılı dinler denir. Buda dinindeki Tanrı ile de diğer dinlerdeki Tanrının bir ilgisi yoktur. İslamiyetteki ALLAH inancı ile de hiçbir alakası yoktur.


Dolayısı ile hiçbir dinin tanrısı ile İslam dininin ALLAH’ı aynı değildir.


Buradan hareketle acaba dinler arası diyalog kurmak mümkün müdür?


Mümkün değildir.


Çünkü diyalog ortak noktaları olan düşüncelerle olur. Bizim dinimizin gerek ALLAH inancı, gerekse peygamber inancı bakımından diğer dinlerle ortak noktası yoktur.
Onların ne İsa’sı, ne de Musa’sı bizim dinimizin peygamberleri olan Hazreti İsa ve Hazreti Musa ile alakaları vardır. Bizim Peygamberlerimiz sadece kendilerine tebliğ görevi verilmiş ALLAH’ın kullarıdır. Uluhiyet mertebeleri yoktur. Hepsinin tebliğ ettiği de İSLAM dır.
Tahrif edilmemiş İncil ve Tevrat ta o dönemlerin Kuran’ıdır. dır. Her ikisi de ALLAH kelamıdır. Kuran haricindekilerin hakiki nüshası dünyada şimdiye kadar ele geçirilememiştir.
Bu durum karşısında hiçbir asgari müştereğimiz olmayan muhataplarımızla dinde diyalog içinde olmamız mümkün değildir.


Din haricinde ticari, siyasi, sosyal diyaloglar kurmak ve insani ilişkiler  içinde olmak mümkündür.


Kuran’ı kerimde ALLAH (C.C) “ muhakkak din ALLAH indinde ancak İSLAM dır. Ben sizin için din olarak İSLAM’a razı oldum.”, “.. kim ki İSLAM’dan başkasına tabi olursa ondan hiçbir şey kabul olunmaz.” demekle zaten son noktayı koymaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, ALLAH indinde makbul din İSLAM dinidir. Makbul insan da sadece MÜSLÜMAN dır.


Çünkü İSLAM inancında ALLAH tektir. Doğmamıştır. Doğurmamıştır. Ailesi ve ortağı yoktur. Yaratılmamıştır. Kainatı yoktan var etmiştir. Yok edecek ve yeniden yaratacakta O dur. Kainatı, insanları, cinleri, melekleri, katı,sıvı, gaz, canlı, cansız her şeyi O yaratmıştır.


Hiç bir şeye muhtaç değildir. Her şey O’na muhtaçtır. Dünyayı imtihan yeri, Arasatı hesap yeri, Cennet ve Cehennemi de mükafat yeri olarak yaratmıştır.


ALLAH’ın varlığına inanmak başka şey ALLAH a inanmak başka şeydir.


Tek olan, ortağı, oğlu vs si bulunmayan ALLAH a inananlarla ALLAH inancımız mutabıktır.

Bazı din adına yorumlar veya kültürlerde Kuran-ı Kerim’in tamamı veya içeriğinden bir kısmı reddedilmektedir. Hazreti Muhammed Peygamber olarak kabul edilmemekte veya tüm  Peygamberler yok farz edilmektedir.


İslam dininde ALLAH (C.C) tarafından emredilenin çok küçük bir bölümünü dahi reddetmek, bütünü reddetmektir.


Din olarak mutabakatımız ise KURAN-I KERİM e harfiyen inananlarladır.


Diğerleri ile ortak hiçbir yanımız yoktur.


Doğru inanarak eksik uygulamada bulunmak  konumuz dışındadır.


Saygılarımla…

1915 Yılı Asgari Geçim Haddi
































GÜN SABAH ÖĞLEN AKŞAM EKMEK
1 Üzüm Hoşafı Yok Buğday Çorbası Tam
2 Yok Yok Üzüm Hoşafı Tam
3 Üzüm Hoşafı Yok Yok Yarım
4 Yarım Ekmek Yok Şekersiz Üzüm Hoşafı

Hani siz Çanakkale Muharebelerinde bu biraz dünyalık ve bol manevi kuvvetle düşmanın hakkından geliyordunuz ya;


Hani siz ‘Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam’ düsturunun yakasına destanlar diziyordunuz ya;


Hani siz İstanbul’da ‘Sanki Yedim’ diyerek ve tam da bu adla cami yaptırıp ta bu günlere kadar yaşatıyordunuz ya;


Hani siz askere giden evlatlarınıza kına yakıyordunuz ya vatana kurban olsunlar diye..


Hani yemeden yaşamayı ve Afrikalıları daha iyi anlayabilmeyi sürdürüyordunuz ya Ramazan diye..


İşte tekrar o mübarek demlerin iklimindeyiz. Çalışanlar kurban olsun da Hükümete Allah seçtiklerimize zeval vermesin. Ki sütte leke var, onlarda yok.


Zaman zaman sendikalar eylem falan yaparlar ya; acaba kim için ve ne için? Mesela kamu çalışanları her yıl senede 1 defa Ağustos ayında başlayan Toplu Görüşmelere mi ilgi gösterirler yoksa Ağustos ayında başlayan Top’lu Müsabakalara mı? Alabileceği zam oranının mı idrakindedir devlet memuru yoksa alabileceği kombine biletin mi?


4 – 5 yıllığına seçip bırakan bir zihin elbette maaşının artıp artmamasını çok umursamayacaktır. Zira şairin dediği gibi ‘Bedava yaşıyoruz, dostlar bedava. Hava bedava, su bedava..’


Lüküs hayat, lüküs hayat. Oh, ne rahat.. Cırt cırt kredi kartlı, dıt dıt cep telefonlu, zırt pırt uzaktan kumandalı, tık tık internetli bu ayağa uyduracak yorgan bulmak da zor. Bekliyoruz ki yeni özelleştirmelerle piyasaya girecek olan sıcak para bize de ihtiyaç, araba ve konut kredisi olarak dönsün.


Kim demiş kişi başına yılık gelir Türkiye’de 9.300 dolar diye. En yüksek gelirli Lüksemburg’dan daha afili yaşamıyorsak ne olayım. Zamlar otomatiğe bağlanmışmış, okul harcamaları şu kadar artmışmış, kuraklık varmışmış, savaş çıkmışmış; hikaye.. Yiyoruz, içiyoruz, seçiyoruz. Dindarlık oy verme ölçümüzmüş pozlarına geçiyoruz. Irak’ta milyon şehitten sonra ikiyüzbin Müslüman kadının Amerikan piçine hamile olduğu haberlerine gülüp geçiyoruz.


Bu ülkede sendikacılık zor zenaat. Bu ülkede fikir işçiliği ise başa bela. Mizah ve müzik de olmasa nefes alamayacağız.


Bizim evde 2 kural vardır: 1-Hanım her zaman haklıdır. 2-Hanımın haksız olduğu durumlarda 1. kural geçerlidir. Yani Hükümet her zaman haklıdır, Hükümetin haksız olduğu durumlarda 1. kural geçerlidir.


“Ah bir ataş ver; gâvur sinem ko yansın.
Arkadaşlar uykulardan uyansın !”

Ramazan 2008

Oruç kelimesi Farsçadan Türkçeye geçmiş bir kelimedir. Orucun Arapça karşılığı savm veya siyam’dır.


Bunun islami ıstılahtaki karşılığı: “İkinci fecirden itibaren güneşin batışına kadar; yemekten, içmekten, her türlü cinsi arzulardan, orucu bozan diğer şeylerden Allah(cc)’ya kulluk niyeti ve ibadet kastı ile nefsi men etmeye, uzak durmaya” denir.


Oruç yalnız bedenle yapılan bir ibadettir. Her mükellef için farz-ı ayındır. Oruçta, sürekli kötülüğü emreden “Nefsi emmareyi” dizginlemek söz konusudur. “Peygamberimiz(SAV) bir kimse başka birinin yerine oruç tutamaz, namaz kılamaz.” buyurmuştur.


Sizin orucunuzla benim nefsim dizginlenemez, benim orucumla da sizin nefsiniz dizginlenemez. Herkesin nefsi kendi orucu ile dizginlenir.


Oruc Bedir savaşından kısa bir süre sonra farz kılınmıştır. Ramazan orucundan önce Peygamberimiz(SAV) aşure orucu ve her ay üç gün oruç tutardı.


Orucu farz kılan ayeti kerime şöyledir:


“Ey iman edenler oruç sizden önceki (ümmetlere) farz kılındığı gibi sizin üzerinize de farz kılındı. Umulurki korunursunuz.” ( Bakara 183 )


Peygamberimiz(SAV)’de bir hadisi şerifinde şöyle buyuruyor.


“Ramazan ayı gelince cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.”


Aylar içerisinde ramazan ayının özel bir yeri vardır. Günler içerisinde Cuma günü, geceler içerisinde Kadir gecesi, insanlar içerisinde Peygamberimiz(SAV)’in nasıl müstesna bir yeri varsa aylar içerisinde de ramazan ayının öyle müstesna bir yeri vardır.


Ramazan ayı ayların sultanı rahmet ve bereketin zirvede olduğu aydır. Ona bu özelliği kazandıran da Kuran’ın bu ayda inmeye başlamış olmasıdır. Oruç ibadeti de ramazan ayına mahsus bir ibadettir.


Oruç islamın beş şartından biridir. Bir insana oruç farz olması için;


Müslüman olacak


Akıllı olacak


Ergenlik çağına girmiş olacak


Peygamberimiz(SAV) orucun fazileti hakkında şöyle buyurmuştur;


“Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak oruç tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”


Bağışlanan günahlar içerisinde kul hakkı yoktur. Kul hakkı affedilmeyen büyük günahlar kapsamındadır.


Ramazan ayında teravih namazı kılmak sünnettir. Teravih namazı cemaatle kılınabileceği gibi yalnız başına da kılınabilir.


Teravih namazı ramazan ayına mahsus bir namazdır. Teravih namazı 20 rekât kılınabileceği gibi 8 rekâtta kılınabilir. Dört rekâtta bir selam verilmesi yaygındır. İki rekâtta bir selam vermek daha sevaptır.


Şu hadisle bu konuyu bitirelim;


“Kim yalan söylemeyi yalan ile iş yapmayı terk etmezse Allah’ın onun yemesini, içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur.”


Bir insan tutmuş olduğu orucun Allah(cc) katında makbul olup olmadığını anlaması için o günkü hal ve hareketlerini söz ve davranışlarını bir gözden geçirmesi gerekir. Eğer tuttuğu oruç onu haram ve günahlardan yalan, gıybet, dedikodu ve iftiradan, hile, hurda ve dalavereden alıkoymuyorsa o orucun sahibine hiçbir faydası olmaz. Allah katında da bir makbuliyeti yoktur.


Eğer tuttuğu oruç onu haram ve günahlardan alıkoyuyorsa oruç sayesinde nefsi emmaresi ona haram işletip günaha sokamıyorsa o kişinin orucu Allah katında makbul bir oruçtur.


Bir insan oruç tutmakla beraber yalanı, aldatmayı, gıybet ve iftirayı terk ettirmiyorsa bu oruç cennetin kapılarını sonuna kadar açıp cehennemin kapılarını kapamaz.


Ramazan ayında şeytanlar bağlanır ama şeytanlar sadece cinlerden müteşekkir değildir. İnsanlardan da şeytanlar vardır. Allahu Teâlâ NAS suresinin son ayeti kerimesinde bunu şöyle belirtiyor;


“Ellezi yuvesvisu fisudurinnas minel cinneti vennas.”


İnsanlara vesvese veren şeytan cinlerden olduğu gibi insanlardan da olur.


İki ayaklı şeytanlar maalesef ramazanda bağlanmaz. Onlar serbest dolaşım hakkına sahiptir. Her an her yerde aramızda cirit atıp dururlar.


Bu iki ayaklı şeytanlara karşı çok dikkatli ve uyanık olmalıyız. Onlara faydamız olmasa da onların zararından kendimizi korumaya çalışmalıyız.


Onların işlerini kolaylaştırıp onlarla beraber olursak tutmuş olduğumuz oruç sadece açlık ve susuzluk olarak yanımıza kalır. Ondan gereği gibi istifade edememiş oluruz.


Allahu Teala tüm insanları şeytanın her türlüsünün şerrinden muhafaza etsin. Ramazan ayını ülkemiz için, islam âlemi için ve tüm insanlık için hayırlara vesile kılsın. Ramazan ayı hürmetine ülkemizi her türlü semavi ve arazi afet ve belalardan korusun.Mazlum ve mahzun durumda bulunan insanlar için yapmış olduğumuz duaları kabul etsin.


AMİN.

Ne Oldu Bize?

Dünyada bizim kadar geçmişini karalamış bir millet yoktur. Bazı milletlerin geçmişinde kanun kaçakları,  fahişeler, isyancılar, soyguncular ve katiller yoğunluktayken onlar bile geçmişlerini bizim kadar karalamamışlardır.


Bize atalarımız utanılacak hiçbir miras bırakmadı. Her imparatorluk gibi bizde de bir takım çalkantılar oldu. Ne zamanki kendi adetlerimizi terk ederek yabancı adetlere heves ettik. İşte o zaman dirlik ve düzenimiz bozuldu.Tanzimat la birlikte bir çok kötülükleri de ithal ettik. Teknoloji kazanacağız derken edepsizlik kazandık. Yurt dışına gönderdiğimiz öğrencilerimizi denetlemedik. Kendi hallerine bıraktık. Onlar da ülkelerine döndüklerinde kendi insanları ile yabancılaştılar


Sizlere Yabancıların kaleminden Atalarımız Osmanlı hakkında bazı tespitleri aktarmak istiyorum. Bilenler hafızalarını tazelemiş, bilmeyenler öğrenmiş olur.


Sizi bundan üç yüz yıl öncesine götüreceğim…


Uzun yıllar Osmanlı Ülkesinde kalmış olan Fransız seyyah Motraye, seyahatnamesinde diyor ki: “Hırsızlara gelince ,bunlar İstanbul da son derece nadirdir. Ben Osmanlı ülkesinde takriben on dört sene kaldığım halde, bu müddet zarfında hiçbir hırsızın orada ceza gördüğünü işitmedim. Yol kesen haydutların cezası idamdır. Ben bu memlekette geçirdiğim müddet zarfında yalnız altı haydutluk hadisesi işittim. Onlarında hepsi Rum idi .Osmanlı da yankesiciliğin ne olduğu malum değildir. Onun için ceplerin el çabukluğundan korkusu yoktur.”


Motraye’den elli yıl kadar sonra Osmanlı Ülkesinde bulunan başka bir yabancı ise, aynı mevzuu hakkında intibalarını aktarır.


“Osmanlı da yol kesme vakaları, ev soygunculukları ve hatta dolandırıcılık ve yankesicilik vakaları adeta meçhul gibidir. Harp halinde olsun, sulh halinde olsun yollarda evler kadar emindir. Bilhassa ana yolları takip ederek bütün imparatorluk arazisini tam bir emniyet içinde baştan başa kat etmek her zaman mümkündür. İstanbul’da huzur ve emniyet içinde yaşamak ve kapılarını her zaman açık bırakmak kabildir.”


Değerli okurlarım.


Aradan çok zaman geçmedi. Yüzümüzü Avrupa’ya dönerken bir çok iyi taraflarımızla onların kötü taraflarını takas ettik. Onlardan Teknoloji beklerken medeniyetimizi kaybettik.
Onların abuk sabuk adetlerine, ahlak sınırlarını aşan eğlencesine, serbest yaşam tarzına imrendik. Kendi örf ve ananelerimizi terk ettik.


Yetiştirdiğimiz çocuklarımızı Avrupa ya hayran hale getirdik. Biz acizmişiz, onlar güçlü imiş gibi gençlerimizi ezdirdik. Çalışmaya değil, tembelliğe alıştırdık.
Zaman içinde Ülkenin başına lider olarak yeteneksiz, fakat güzel laf yapan, çenesi ile insanları etkileyen insanları getirdik. Yıllarca taş üstüne taş koymadıkları halde yine seçtik.
Bağımsızlık uğruna canını dişine takarak Ülkesini müdafaa eden ve bu uğurda canını tereddütsüz veren atalarımıza layık olamadık. Kahramanlarımıza ihanet ettik.
Bedeli canla ödenerek kazanılan vatan topraklarını abuk sabuk krediler alarak bağımlı hale getirdik. Bir zamanlar bir namemizle sus pus olan devletlerin şimdi dilencisi haline geldik. Efendi idik, Efendi sahibi olduk.


Ne oldu bize?


Muhtaç olduğumuz kudret asil kanımızda mevcut iken, kan mı değiştirdik?
Manevi değerlerimizle alay ettik. Din adına safsatalar edinerek asıl değerlerimizden uzaklaştık. Zaman zaman başkalarının dinle alakası olmayan usul ve adaplarını kendimize rehber edindik.


Şimdi çağdaşlık adına birbirimizle uğraşıyor, muhatabımızın açığını ortaya çıkarmak için adım adım izliyoruz. Avrup’ dan ithal, anahtar deliğinden farkı olmayan programlarla insanları gözetlemeyi meşru hale getiriyoruz.


Böyle mi Çağdaş medeniyet seviyesine çıkacağız?


Fakir-fukara ya hizmet derneği kuruyoruz. Güya onlar adına eğlence programları tertip ediyoruz. Neden?. Yardım sağlamak için birileri eğlensin diye mi?


İnsanlar eğlenmek için ödedikleri bedelle yardım mı yapmış olacaklar. Yoksa eğlendiklerinin bedelini mi ödemiş olacaklar. Bu nasıl yardım gecesi anlayışı.


Biz bir zamanlar top yekun Aslandık. Ne yazık ki bazılarımız yılanlara imrendi. Onlarla değiş tokuş yaptık.


Bakalım daha ne kadar onlarla birlikte sürünmeye devam edeceğiz?

Mono Sodyum Glutamat

MSG NEDİR?…


MSG adında bir yiyecek katkı maddesi var.


MONO SODYUM GLUTAMAT


Yiyeceklere katıldığında, o yiyeceğin tadının beyin tarafından güzel olarak algılanmasını sağlıyor.
Tatlı, tuzlu, acı fark etmiyor.


Hangi yiyeceğe katılırsa lezzetliymiş gibi geliyor. O yüzden gıda üreticilerinin bir çoğu MSG’yi karlı olduğu için kullanıyorlar.
MSG ZARARLI MI ?


Buna okuduktan sonra siz karar verin.
Bu madde Nörotoksin.


Sinir hücrelerine zarar veriyor. Merkezi sinir sistemi tahribatı ve buna bağlı olarak ALZHEİMER, PARKİNSON, HUNTİNGTON hastalıkları, SARA (Epilepsi)
Retinal dejenerasyon (Göz retina tabakası hasarı)


Yağ birikimi, doyma mekanizmasında bozukluk, obezite.


Büyüme hormonu baskılanması.


Pankreas hasarı, insülinde artış ve buna bağlı diyabet.


Böbrek ve karaciğerde ciddi hasarlar.


Bu madde hamilelerde plasenta bariyerini geçebiliyor, anne karnındaki bebek de aynı tahribatlara maruz kalıyor.


Özellikle çocuklarımızın hatta büyüklerin de çok severek yediği CİPS’lerde çok kullanılmakta.


Hazır köfte harçları, Et suyu tabletleri, Hazır çorbalar, DONDURMALAR, renkli yoğurtlar ve benzeri bir çok üründe var.


Şimdi diyeceksiniz ki, Madem bunca zararı var, neden kullanıyorlar?.
Küreselleşen dünyada, ticaret de küreselleşti. Küresel ticaret devleri insaf, merhamet gibi duygularla asla çalışmaz. Onların amacı çok kar etmek, çok daha büyümektir.


Bu mamuller, al benisi olan renklerde ve janjanlı ambalajlarda sunulur. Televizyon, gazete ve duvar reklamlarında onlara sıkça rastlarsınız. Sadece maddesel tadıyla değil, görsel yollar ile de beyinlerimize kazınır adeta. Basit bir hesap yaparsak, ucuz zannedilen bu ürünleri çok pahalıya tükettiğimizi görürüz.
Mesela Cips. Semt pazarlarında 3 kg. patatesi 1 ytl.ye alabilirsiniz. Oysa ki 50 gram CİPS 1 liradır. Yani 1 kg. Cipsi, 20 ytl.den tükettiğimizin farkında bile değiliz. Olumsuz etkileri de cabası. Ya bumamulleri üretenler !….


Kendi ürettiklerini asla yemezler, içmezler. Onların gıdaları organik ve doğaldır.


Son zamanlarda organik tarım yapan çok güçlü özel şirketler türedi,


burada itina ile yetiştirilen ürünleri semt pazarlarında göreniniz var mı?


Ben henüz rastlamadım.


Gelelim genel sağlık boyutuna;


Son 25 yıla dikkatle göz atacak olursak, çocuk yaşta diyaliz cihazına bağlı yaşamaya mahkûm edilenler, çok küçük yaşta şeker hastalığı ile tanışan çocuklar, obez çocuklar, asabi çocuklar, 9-10 yaşında buluğ çağına girenler, çeşitli nedenlerle engelli doğanlar ve bu sayının ülke nüfusunun % 12’sine çıkması ve benzerleri. Ve sizlerinde aklınıza gelebilen yeni hastalıklar. Hastalıkları üretenler, ilaçlarını da ihmal etmediler. Bu da madalyonun diğer karlı yüzüdür. Karbondioksitli meşrubatlardan, sakıncalı hazır gıdalara varana kadar bir çok yerde çeşitli uyarılar yazıldı, çizildi. Durumun ciddiyetini anlayabilenimiz var mı?


Bu sorunun cevabı, tüketim miktarıdır.


Şimdiki eğitim sistemimiz endüstri, tarım, genel kültür alanında yetersiz kaldığından, yeni nesiller tehlikenin farkında değildirler…

30 Ağustos Zaferi ve Şehitler

Mübarek Ramazanınızı tebrik eder, bu mübarek ayın iyi bir durum muhakemesi yapma fırsatı vermesini dilerim. İslâm âlemine ve Türk Milletine mensup olma şuurunun, Ramazan’da pekiştirilmesini dilerim. Ülkemize ve milli davalarımıza sahip çıkma azim ve kararlılığı ve bu yoldaki şerefli mücadele de bir ibadettir. Vatan sevgisinin imandan olduğu hadisinin hatırdan hiç çıkarılmamasını temenni ederim.  


30 Ağustos Zafer Bayramını kutladığımız gün Aydınlar Ocağı’nın sembol haline gelen İstanbul Edirnekapı Şehitliği’nde “Şehitlerimizi Anma” toplantısı vardı. Kendilerine çok şey borçlu olduğumuz aziz şehitlerimiz saygı ve rahmetle anıldılar. Tatilde kaybolmayıp bu insani, İslâmi ve vatandaşlık görevini yerine getirebilenlere ne mutlu… Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkarıcı, dış destekli iç ihanete karşı mücadele veren genç evlatlarımız işbirliği ve ihanetin önünde sıra dağlar gibi durarak şehitlik mertebesine yükselmektedirler. Kendini Türk Milletine mensup hisseden herkesin Fatihaları onlarladır.


Bu aziz varlıklar, bazı belediye başkanlarının, ırkçı ve bölücü çevrelerin, Devlete açıkça savaş açmalarına fırsat verilsin diye şehit olmadılar. Türk kimliği tartışılsın, milli gurur ve haysiyetimiz zedelensin, yabancılara bir türlü hayır denemesin diye toprağa düşmediler. Onlar dıştan kumandalı, tavizci ve teslimiyetçi politikalar sürsün diye ölmediler. İktisadi kaynaklarımız, kuruluşlarımız, yabancılara peşkeş çekilsin, dışarıdan yasa ve anayasa taslakları dayatılsın diye şehit olmadılar. Bu aziz varlıklar, devlet makamlarında, saraylarda ve maalesef Çankaya’da terör örgütü uzantılarının kabul edilmesi ve ağırlanması için ölmediler.


Bölücü-ırkçı terör konusunda düşünülmesi gereken en önemli husus; 2000’li yılların başındaki düşük yoğunluğun bugün hangi noktaya geldiğidir. Hayali AB üyeliği yolundaki uygulamalar, Türkiye’yi AB kalıbına uydurmaya çalışanlar,  terörle mücadeleyi ve kararlılığı zedelemektedir.


Aslında her 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları bizi iyi düşündürmelidir. 30 Ağustos’a yol açan şerefli mücadelenin milli bağımsızlık için yapılan milli bir mücadele olduğu kavranmalıdır. Türk Milletinin çeşitli ümitsizlikler içindeki milli iradesi; mandacı, teslimiyetçi fikirlerin yırtıp atılması olmuştur. Milli Mücadelenin Cumhuriyetle taçlanması yine milli iradenin gereğidir. Bugün milli bağımsızlığı ve egemenliği önemsemeyenler, karşılıklı bağımlılığı tartışanlar, Dünya şartlarının değiştiğini zanneden gafiller tarihten ders almalıdırlar. 86 yıl geçmesine rağmen, Türk Milletinin bir bütün olarak emperyalizme, dışarıya bağımlılığa karşı olan milli iradesi dimdik ayaktadır. Bazı yozlaştırmalara ve hassasiyet kaybına rağmen…  


Dün de işgal güçlerine dalkavukluklar yapılıyor ve onlardan şefaat bekleniyordu. Bazı sözde aydınlar ve ulema, Yunan birliklerinin zaferi için dua edilmesini savunuyor; İngilizlerin önünde durulmaması gerektiğini, onların bize medeniyet getireceğini alçakça beyan ediyorlardı. Bugün de dünden farklı değildir.


1071 Malazgirt’inde Alparslan’ın, 1453’de Fatih Sultan Mehmed’in, 1923’te Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bize kazandırdıklarına ve tarihi emanetlerine yeterince lâyık olamadığımız ortadadır.  Daha henüz içeride bile tartışılmayan kanun ve anayasa taslaklarının Meclis’ten geçmiş gibi dışarının huzuruna sunulması ayıbını taşıyoruz. Neredeyse yaptığımız her yeni uygulama, küresel güç ve sermayenin çıkarına gelişiyor. Ülke menfaatleri ve ülke güvenliği havada kalıyor. Tasfiye halindeki şirkete benziyoruz. Bilhassa son 5-6 senedir neleri tartışır hale geldik? Hangi taleplerden ve milli davalardan vazgeçer konuma sokulduk? Bunları bir düşünelim. Kişi hak ve hürriyetleriyle ülke güvenliğini birbirine rakip gördük. Güvenliği zedeleyerek hürriyetleri genişletmenin yanlış ve ayıbını fark edemedik. Adeta ağacı gövdesinden kestik ve çiçekleri deterjanlı suyla suladık. Bazı münferit olaylardan hareketle devlet ve ordu düşmanlığını marifet sandık. Engel olarak görülen Jandarma ve diğer bazı resmi kuruluşların maksatlı suçlanması, hatta hedef gösterilmesi, yargısız bazı infazlar, hukuk devletinde olmayacak uygulamalar, sözde mücadele ettiğimiz teröre hizmet etti. Biz ise; muhalefetin bile nasıl yapılması gerektiği konusunda şaşkınlık içine girdik. Yalpalayıp durduk. Çelişkiler sergiledik.

Ramazan Ayı Muhasebesi

0

Ramazan ayında nefsimizi, yaşantımızı ve değerlerimizi, değişmez ölçütler ışığında yeniden gözden geçirip, kendimize bir çekidüzen verme konusunda fırsat olarak değerlendirmek, belki de bu ayın ruhuna en uygun davranış şekli olur.


*       *       *       *       *       *
Nasıl yaşıyoruz?


Mübarek Ramazan ayına girdiğimiz bugünlerde, hem kendimizi ve hem de Müslüman olduğunu düşünerek sevdiğimiz, saydığımız, desteklediğimiz, kanaat önderi, lider bellediğimiz kişileri yeniden ve doğru değerlendirmemiz için, büyük velilerden Yahya Bin Muaz’ın (Ölüm: 872/ H.258 Nişâbur) aşağıdaki sözünü hatırlatmak istiyorum:


“Görüyorum ki; evleriniz Rum Kayzeri’nin evlerine,
Lükse hayranlığınız Kisrâ’nın tutumuna,
Servet peşinde koşmanız Karun’un anlayışına,
Saltanatınız Firavun saltanatına,


Nefsleriniz Ebu Cehil nefsine,
Gururunuz Ebrehe’nin gururuna,
Yaşayışınız sefillerin yaşayışına benziyor.
Allah için söyleyin bana, Muhammedi’den olanlar nerede?


*       *       *       *       *       *
Müslümanlar kimden yardım diliyor?


Fatiha suresi Kur’an-ı Kerim’in özeti sayılır. Fâtiha Suresi, 5. ayette “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” cümlesini namaz kılan bir Müslüman her gün defalarca tekrarlamaktadır.


Ancak özellikle Ramazan ayında sayıları daha da çoğalan batıl inançlı, eşyadan veya bazı kişilerden medet uman, muhtemelen farkında olmadan, Allah’tan başkasından yardım dileyen insanlarımız hangi dinin mensubudur?


Hele hele “ABD ve AB olmazsa biz adam olmayız” anlayışındaki insanlarımıza (Türk milletine mensubiyet duygusunu ve milli değerlerimize inançsızlığını sorgulamayı bir yana bırakıp) soralım: Müslüman’ın yabancıdan medet umması İslam inancına uygun mudur?


Müslüman iradesini teslim eder mi?


Hazret-i Peygamber’in sağlığında O’nun verdiği kararlara karşı “Ey Allah’ın Resulü, bu kararınız vahiy sonucu mudur (yani Allah’ın sana bildirdiği bir hüküm müdür), yoksa beşer olarak sizin şahsi kanaatinizin sonucu mudur?” sorusunu soran ashabın şuur aydınlığı bugünün Müslüman’ında neden yoktur?


Eğer vahiyle ilgili değilse, peygamberin bir insan olarak verdiği bazı kararlarına karşılık kendi fikrinin farklı olduğunu ve bu fikrin uygulanmasının daha doğru olacağını açıkça ifade edebilen ilk Müslümanlar… Dört büyük halifeyi hesaba çeken ilk Müslümanlar ve onları izleyen nesil……


Halife (devlet başkanı) Hz. Ömer’e camide hesap soran sahabeyi hatırlayınız:


Halife Hz. Ömer hutbede konuşurken, sahabeden birinin ayağa kalkıp, “Ya Ömer, savaştan hepimize ganimet olarak düşen kumaştan benim sıska bedenime bir elbise çıkmazken, senin heybetli vücuduna yetecek kadar kumaşı nasıl alırsın, bu mu senin adaletin” diye hesap sormasını… Ve büyük halifenin “ Doğru söylersin kardeşim, üzerime giyeceğim bir tane bile elbisem kalmayınca, oğlum Abdullah kendi hakkı olan kumaşı bana verdi ve benim hakkımla birleştirip elbise diktirdim! Ve Cumaya öyle geldim” cevabını… Herkesin Ömer’in sinirleneceğini beklerken O’nun, ellerini açıp haksızlık karşısında susmayıp, muhalefet eden bir ümmeti olduğu için rabbine dua edişini…


Buna karşılık serbest iradeleri ile oy kullanamayan, seçimden bir gün önce iradelerini teslim ettikleri zattan gelen habere göre oy kullanan günümüzün Müslümanları. Bırakın milletimizi yönetecekleri seçmeyi, kendi eşini, arkadaşını seçmeyi de, çocuklarına isim vermeyi de aynı zata sormadan yapamayan bir teslimiyet…


Hazret-i Muhammed son peygamber olduğuna ve O’ndan sonra bir peygamber de gelmeyeceğine göre hiç kimse vahiy yoluyla bir karar veremeyecek demektir. O halde her kim olursa olsun kararları ve kanaatleri beşeridir. İnsani olan her karar veya kanaat tartışılabilir olmak durumundadır. Sünnet olan budur.


İradesini birilerinin iradesine teslim etmek,  Kur’an’daki ifadesiyle ‘Allah dışında hiçbir kişiye ve şeye teslim olmamak’ anlamına gelen İslam’a uygun bir davranış mıdır?


**** **


Bugünkü yazımızın son sözü:


 “İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanmaya başlar.”


NOT: Ramazan ayınızı tebrik eder, mübarek ayın ülkemiz ve insanlık için huzur ve mutluluk vesilesi olmasını dilerim.

Kendi Bacağından Asılan Koyunun Kokusu

0

İkamet ettiğimiz sitede cinayet işlenmiş. Komşumuz İlknur Hanım’ın gece 22.00 civarında ettiği telefonla haberimiz oldu yedi gün önce işlenen cinayetten. Olay yerine koştum derhal. Derin koku ve tedirgin bir topluluk karşıladı beni. Herkes olayın korkusu, öfkesi ve merakı içindeydi. Kokudan rahatsız olmamak için ağzına maske takmış sivil polisler, “Kanın yerde kalmayacak!” diyen orta yaşlı, şişman bir adam, ağlamaya çalışan bir kadın dikkat çekiyordu. Kimliğinden, maktulun 38 yaşında, Diyarbakır doğumlu olduğu öğrenildi.


Oturduğu dayalı döşeli evi üç ay önce, çalıştığı şirket kiralamış. Kendisini pek tanıyan yok çevrede. Sitenin bekçisi, sık sık kavga seslerine şahit olduğunu söyledi polislere. Bekçinin, “Su testisi su yolunda kırılır ağabey.” demesi her şeyi anlatıyordu aslında. Cinayetten sonraki yedinci günün gecesinde ve medyadan öğrendiğimize göre ölen adam, evli ve bir çocuk sahibiymiş. Kocaeli’nde bir şantiyede mühendis olarak çalışıyormuş. Resmi nikâhlı eşinden başka, bir çocuk sahibi, genç bir kadınla yaşamaya başlamış. Ona evleneceklerini söylemiş ve birlikte olmuşlar, zamanla gönlü geçmiş kadından her nedense. Bunun üzerine kavgalar başlamış. Bir gece, kadın, yanına aldığı erkek kardeşiyle yedi yerinden bıçaklamış genç mühendisi. Mühendisin arabasını alarak kaçan iki kardeş, olayın tespitinden dört gün sonra Aydın’da yakalanmış.


Olay, genel medyada yer aldı, çevrede uzun süre konuşuldu. Kimisi “Her koyun kendi bacağından asılır.” kimisi “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” dedi. Bazıları “su testisinin su yolunda kırılacağını” söyleyerek alaylı duygularla bastırdı öfkesini, bazıları da ahlak yoksunu o kişilerin bir araya gelmesini “Sinek pekmezci dükkânını bilir.” diyerek özetledi. Birinin de, bu günahkâr insanların beraberliklerine gönderme yaparak, “Hacı hacıyı Mekke’de, derviş dervişi tekkede, sarhoş sarhoşu dakkada bulurmuş.” dediğini duydum.


Basit heveslerin esiri olan bu insanlara üzülene rastlamadım. Buruk bir acıma hissetti duyarlı yürekler. En iyimser sözler, “Ayıp ettiler, yazık ettiler!” şeklindeydi. En verimli çağındaydı mühendis. Memleket ondan hizmet bekliyordu. Yaptığı yanlışlığı hayatıyla ödedi. Şimdi o, arkada dul bir eş, yetim bir çocuk bıraktı. O, ölmedi belki, onun varlığına muhtaç geride kalanlar öldü. Kişi yalnız kendisi için yaşamaz. Ne oldu şimdi? Yetim çocuğun elinden kim tutacak, dul kadını kim teselli ve mutlu edecek? Bu yaranın merhemi yok. Haydi kadın evlendi, yetim çocuğun baba özlemini kim giderecek? Bir baba boşluğu hissedecek hep o. Metresi tarafından öldürülen bir babanın çocuğu olmak, ne kadar yaralayıcı değil mi? “Baban, niçin öldü?” diye soranlara verilecek cevap ne kadar incitici değil mi? Maktulun anne ve babasının taşıyacağı utancı burada hatırlatmak istemiyorum.


Kadın için ne denmeli? Hem metres hem katil yaftası ile cezaevinde bulunuyor şimdi. Evli bir erkeğin hayatına girmek ve onu katletmek. Bu, ne demek? Tam bir histerik hali. Hem bir çocuk sahibisin hem metressin. Paralı bir erkeği önce ayartıyorsun, sonra onun, eşinden ayrılmasını ve kendisiyle evlenmesini istiyorsun, “Olmaz!” cevabı alınca da onu öldürüyorsun. Onurlu, hayâlı, ahlaklı hiçbir kadın kendini bu duruma düşürmez, evladına “metres ve katil anne”nin çocuğu olma utancını yaşatmaz. Her çocuk gibi, övünç duyma ve özgüven hakkına sahip bu çocuk, yarınlarda annesinden nefret edecek, babasından iğrenecek. Bu haliyle, toplumda itilen bir tip olmanın ezikliğini hayatı boyunca hissedecek. Sebep; bir anlık heves, bir anlık öfke!


Kurtlanan cesedin kokusunun gitmesi için ev günlerce açık kaldı. Ev sahibi, evi tanımadığı birine kiraya vermenin pişmanlıkları içinde. Sitede, yeni gelenlere karşı ön yargı oluştu. Site, başkalarının gözünde cüzamlı, gelecek yabancılar potansiyel zâni ve cani. Site sakinlerinde hem infial hem çaresizlik… Güven duygusunda alabildiğine deformasyon… Tablo, her durumda negatif…


Biz, bu duruma gelmemeliydik. Eşyayı, zamanı, mekânı tabiatının dışında kullandığımızdan, suyu akarından çıkardığımızdan, insanı doğasından uzaklaştırdığımızdan beri bu belalar başımızdan eksik olmuyor. Kendimizi ve bizi kuşatan her şeyi yeniden okursak, tanımlarsak, buna uygun bir yaşam kurarsak, inancım odur ki, insanlık normalleşme sürecine girecektir.


Gücüm yoksa bile umudum hiç sönmedi, sönmeyecek!