12.8 C
Kocaeli
Salı, Eylül 23, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1283

Siyasete Yatırım

Siyaset günümüzde çok pahalı hale geldi.Bizim siyaset dönemimizde azıcık bir imkanı, bolca zamanı, var olduğu kadar aklı harcayarak siyaset yapabiliyordunuz. Şimdi artık o günler çok geride kaldı.

Şimdi bırakın adaylığı, aday adaylığı sürecinde de çok paralar harcanıyor. Harcanan miktar aday adayına göre değişiyorsa da, bazıları nerede ise servetinin ciddi bir bölümünü harcıyor. Hatta borç para temin etmekten bile çekinmiyor.

Bu aşırı talebin, bu derece hırsın, bu kadar bonkörlüğün sebebi ne? Kaç aday adayı hayır kurumlarına ne kadar para aktarmış?

Kaç aday adayı eğitim çağındaki kaç öğrencinin masrafını üstlenmiş?

Kaç aday adayı komşusunun hal ve hatırını sorarak onun ihtiyacını karşılamış?

Hizmet için tabii ki bazı fedakarlıklar gerek.

Çünkü insanlar arasında yaşamanın bedeli onlara hizmettir.

Bu fedakarlık bu boyutlara sadece siyaset yolu ile ulaşıyorsa orada bazı soruları sormak gerekiyor. Siyaset maalesef büyük bir yatırım kalemi haline geldi.Aday olamayacağını yüzde yüz bilenlerde aday adayı oluyor. Neden?. Nedeni açık.Geleceğe yatırım.

Bunlardan bazıları mevcut iktidardan makam isteyecek. Bazıları ihale isteyecek. Bazıları kredi isteyecek. Bu derece aşırı talebin, bonkörce harcamanın, işini gücünü terk edip efor sarf etmenin başka türlü ne izahı olabilir.

Alınacak maaşa baksanız harcananların yanında devede kulak kalıyor. Kazansa bile cebinden harcamaya devam edecek. Bu durum böyle devam ederse seçmenler olarak yanlış yapan siyasetçiyi nasıl tenkit edeceğiz? Nasıl temiz siyasetten bahsedeceğiz?

Almadan veren sadece Yüce ALLAH tır. Sadakayı bile Allah’tan rıza umarak veriyoruz.

Aday adayını aday yapacak siyasetçiler!

Makul harcamaların dışında siyasete kaynak ayıranlara kuşku ile bakmalısınız. Seçerken ileride olacak şaibelere bu aşırı masrafın geri kazanımının kaynak teşkil edeceğini dikkate alınız. Aday adaylarını bu açıdan da elemeye tabi tutunuz.

Değerli seçmen vatandaşım!

Nerede ise servetinin büyük bir bölümünü siyaset uğrunda harcamayı göze alanları dikkatle takip ediniz. Normal hayatında çevresine kuruş koklatmayacak kadar eli sıkı olanların siyasetteki bu aşırı bonkörlüklerini iyi değerlendiriniz.

Birlikte olduğu insanları etüt ediniz. İşyerinize, evinize yanında hangi saygın insanla birlikte gelmiş değerlendiriniz.

Hizmet adamının siyasete ayıracağı çok miktardaki  kaynak vakit ve akıldır. Parasal kaynak ise az bir miktar olmalıdır.

Şayet bu hususları değerlendirmeden oy verirsek, seçilmesine vesile olduğumuz adayın olabilecek yolsuzlukları karşısında onun ortağı durumunda oluruz. Gerisinden dedikodusunu yapmakla daha çok vebal yüklenmiş oluruz. Verdiğimiz oy zamanı geldiğinde verip kurtulduğumuz bir kağıt parçası değildir.Evlendiğimizde attığımız imzanın anlamı ne ise oy vermenin anlamı da odur. Kendimizin yapamayacağı görevler ile kendisini vekaleten görevlendirmedir. Manevi manası çok büyüktür. Bu konuda partiler vazgeçilmez değildir. Mahallin Emin’i için şahsın karakteri, bilgisi, becerisi, bakış açısı, vizyonu önemlidir. İnsana insan gibi muamele edebilmesi önemlidir. Haklıyı haksızı tefrik edebilmesi,hısım akrabasını kollamak uğruna adaletsizlik yapmaması önemlidir. Geçmişi illa bu kentli olması şart değildir. Bu kentte ikamet ediyor, Bu kent için bir şeyler yapmak istiyor olması önemlidir. Belediyelerin işlerini zaten profesyonel kadrolar yapmaktadır. Yol, köprü, kanal, çiçek, böcek sadece Belediye başkanın becerisi değildir. Para varsa profesyonel yöneticiler bunu bir şekilde değerlendirmektedir.Belediye Başkanının görevi Belediyenin parasal  kaynağının kimlere aktarıldığını, doğru yatırım yapılıp yapılmadığını, ihalelere fesat karıştırılıp karıştırılmadığını, vatandaşın işinin adilce görülüp görülmediğini, Güler yüzlü muamele edilip edilmediğini, hak ve adaletin korunup korunmadığını, Yeni yatırım kaynaklarının üretilip üretilmediğini denetlemektir.

Fedakarlıklar bunların düşünülüp, bu uğurda vakit ve akıl harcanması ile olur. Seçilebilmek için aşırı masraf yaparak değil.

Fedakarlığın aşırısı fesada sebep olur.

Benden söylemesi.

Yeni Yılın Adını Kanla Yazdılar!

İnsanlık, bir avuç vahşi Yahudi’nin kan kusan silahlarının namlusu ucunda can çekişiyor.

İnsanlık, Yahudilerin “Tüm insanlar Yahudi’ye hizmet etmek için yaratılmıştır” safsatasının tesiri altında,

İnsanlık, Yahudi’nin gölgesinden korkuyor.

Yahudi ise, kendi gölgesinden korkuyor, yaşama hevesi, tatlı hayat adına.

Canına tehlike gördüğü her görüntü hedeftir ona,

Sık Yahudi, bir mermi de kendi gölgene sık.

Göreceğin manzaradan zevk almasan da sık.

Zira büyük zevk aldığın kan akışını göremeyeceksin gölgende…

Her sıkılmış mermi, bulunmaz nimet,

Yeterki hedefte Müslüman olsun.

Dünyadan itiraz, o ne demek?

Demokrasi sana kul köle olsun!!!

Evet, her sıkılmış mermi, Yahudi egosunun tatmini için bulunmaz nimet.

Kadın olmuş, bebek olmuş fark etmez; Yeterki hedefte Müslüman olsun.

Tanklar meteris, hedefte bebek,

İnsanlık bunun neresindedir,

Namluda mermi, tetikte köpek,

Köpeğin eniği kafesindedir.

Meydanlar ayrıcalıklı köpeklere kalırsa, enikleri de kafeslerde, hem de altın kafeslerde korunur elbette.

Onlar ölmeyi bilmezler.

Onların anaları-babaları öldürmeyi bilirler, çocuklarına da öldürmeyi öğretirler.

Onların babalarından biri kaza kayıp öldürülürse, dünya ayağa kalkar da, yıllarca gündemden düşmezler.

Sanılmasın ki onların bir tane ülkesi vardır.

Dünyanın birçok ülkesinin başındakiler, onların soyundandır.

Onların soy‘unun açılımı, aslında soysuzluk‘tur.

Soyu olan suçsuza, ceza keser mi?

Vampir olmayan, insan kanı içer mi?

Bebeğin çığlığıyla göbek atanın,

İntikam safsatası-kini geçer mi?

Neyin kini, neyin intikamı?

Suçları mı?

Gasp ettikleri topraklara yakın olmak ki o toprakların gerçek sahipleridir o komşular.

O kin, korkudan dır, o kin paylaşmayı kabullenememektendir.

O kin, hep banacılıktan, o kin, komşunun dini inancındandır.

Ağla Filistin ağla, mendilin bizden,

Daha fazlasını, isteme sakın.

Bu vurdumduymazlıklar yaşanırken,

Bu akıbet elbet, bize de yakın.

2008 bitiminde, 2009 rakamı Müslüman kanıyla yazılırken, bazı çapulcu ülkelere İslam Ülkesi denilmesi kanıma dokunuyor!

Dünya Prangalardan Kurtulma Günü

“Çaresiz değilsiniz, çare sizsiniz.” sözü, ses ritmi ve söyleyiş güzelliği yönüyle beni tebessüm ettirir. Ne güzel söylemiş söyleyen: Çaresizliklerin çaresi, yine biziz.

“Kendimize ne kadar çare olabiliyoruz?” sorusunu, sanırım, pek sormuyoruz. Gelin, küçük bir eleştiri ve özeleştiri yapalım. Kendimizi tutsak ettiğimiz durumları tespit edelim, sıkıntılarımızın sebeplerini düşünelim. Para kazanmak, makam ve şöhret sahibi olmak, mal edinmek; hemen herkeste vardır. “Onda var, bende niye yok; o kazanıyor, ben niçin kazanamıyorum?” sorularını bir nedenle kendimize sormuşuzdur. Dışımızdaki insanların, bu tutkulara esir olduğunu gördüğümüzde onlara güleriz, onları tenkit ederiz. Aynı prangaları boynumuzda taşırız da bütün yakınmamıza rağmen bunlardan kurtulmanın yolunu aramayız.

Günümüz dünyasında, insanlar, bazı değerlerin ya da kötülüklerin önemini vurgulamak için “gün” ilan etmişler: Dünya Kadınlar Günü, Dünya Sigara İçmeme Günü… gibi. Hâlbuki insanların, bir de  “Dünya Prangalardan Kurtulma Günü”ne ihtiyacı var. İnsanlar bunun farkında değiller.

Asyalı avcılar maymunları yakalamak için, içini oydukları hindistancevizine tatlı bir yiyecek koyarlar ve onu bir iple ağaca ya da kazığa bağlarlarmış. Hindistancevizinin içindeki tatlıyı almak amacıyla elini açık vaziyette sokan maymun, çıkarırken yumruk yapacağı için bir türlü o delikten elini kurtaramazmış. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner, kolayca yakalanırmış. Hâlbuki maymun açgözlülük yapmayıp elindeki tatlıyı bıraksa rahatça elini o delikten çıkaracak ve avcılara yakalanmayacaktır. Maymunu bu duruma düşüren iki sebep vardır: Bağımlılık ve açgözlülük.

Çok zaman, sahip olduğumuz bağımlılık ve açgözlülük yüzünden küfürler yeriz, eleştiriler alırız, kâbuslu geceler geçiririz, dostlarımızı, saygınlığımızı, sağlığımızı ve özgüvenimizi kaybederiz, kendimizle çelişen davranışlarda bulunuruz… Yaptıklarımızdan pişmanlıklar duyarız. Bu durumda sıkıntılarımızı başkasının çözmesini isteriz ya da birilerini suçlayarak teselli buluruz. Sorunun çözümü, kendimizdedir de bunu görmeyiz. Dünyanın, içinde bulunduğumuz dar çerçeveden ibaret olduğunu sanırız veya kaybedeceğimiz küçük kayıplarla dünyanın sonu gelecek zannederiz. Bu durumda yapmamamız gereken, açgözlü maymun gibi çılgınca tepinmek değil, elimizi açmak, elimizdeki küçük değerleri kısa süreliğine “Alın sizin olsun, ben kendime günahsız yeni sayfa açıyorum, şimdi özgüvenim daha da yüksek, daha özgürüm.” diyebilmektir. Bunları söyleyen ve eyleme döken kişi, artık prangalarından kurtulmuştur.

Burada, yağmurdan kaçarken doluya tutulma, bir başka ifadeyle, mütecavizden kurtulup caniye yakalanma ihtimali de var. Denize düşüp de yılana sarılanlardan olmamak lazım. Tutkular, akıl ve sağduyu ile terbiye edilirse değer kazanır, bizi yüceltir. Bir tutkunun bizi yüceltip yüceltmediğini anlamak zor değildir. Esiri olduğumuz tutku, bize yaşama sevinci mi veriyor yoksa bizi hayata mı küstürüyor; yüzümüzü mü kızartıyor yoksa bize onur mu veriyor, bizde pişmanlık mı doğuruyor yoksa takdir edilmemize mi neden oluyor? İki dünyada da izahını yapamayacağımız eylemlere neden olan bütün tutkular, bizim için prangadır.

Özgürlüğe ulaşmak ve yaşama sevincini elde etmek adına, elini açan maymunlara, prangalarını kıran insanlara ne mutlu!

TRT’de Hadise Var!

Yanlış duymadınız gerçekten de TRT’de hadise var…

Hem de akıllara durgunluk veren bir hadise var..

Bu kurumun genel müdürlüğüne İbrahim Şahin ismini herkesten çok yakıştıranların başında geliyor olmama karşın yılbaşı gecesinden beri kendimle ters düşmüş durumdayım. Yılbaşı akşamı Eurovizyon şarkı yarışması için seçilmiş şarkıyı ve şarkıcıyı izledikten sonra mideme derin bir ağrı girdi. Biliyorum “çok muhafazakar”adıyla şöhret olmuş sevgili yazar ağabeylerim ve ablalarım zülfi yâre dokunur diye yazmayacaklar, es geçecekler bu trajik komik gerçeği. Ve yine biliyorum ki bu yazımı okuyan bizim mahallenin okuyucuları da bana fena kızacaklar, eleştirecekler, sen ne bilirsin diyecekler…

Her türlü eleştiriye hazırım.

Ama herkesten istirhamım bu yazıyı okurken ellerini vicdanlarına koymaları ve bir dakika düşünmeleri… Karşıki mahallenin böyle bir falsosu olsaydı kıyameti koparanlar, hemen gurup halinde aynı nakaratları tekrarlayanlar neden sus pus oldular acaba? Siz ey sevgili komşularım sizinle aynı mahalledenim ama ben müthiş utanç duyuyorum bu rezalet karşısında. Peki, siz duymuyor musunuz? Lütfen,  lütfen elin mahallesini gözetlemeyi bırakın da azıcık kendi mahallenize göz atın, atın da ne dolaplar dönüyor görün. Susmayınız.

Bu şarkı ve bu kadın bizi temsil edemez ve etmemelidir…

Ben Ülkemi temsil edeceğini söyledikleri şarkıyı dinledikten ve şarkıcının halini gördükten sonra kahrettim…

Utandım.

Kadının biri kıvırarak İngilizce bir şarkıyı seslendiriyordu.

Türkçe bir dünya dili iken neden İngilizce? Biz müstemleke miyiz? Soruyorum…

Melodisi de ritmi de şarkıcının kendisi de ruhuma, kültürüme kesinlikle hitap etmiyor.

Şarkının sözlerini zaten anlamıyordum. Dansı tamamen cinselliği çağrıştıran, vücudunun bütün kıvrımlarını ortaya seren, tuhaf biri (sanırım ithal bayan) kıvırıp duruyordu. Açıkçası kendisini de ilk kez görüyordum.

Utandım…

Büyük bir medeniyetin bir ferdi olarak, dünya çapında besteciler, şairler yetiştirdiğimiz halde, böylesine bir yapaylıkla bizi dünyaya taşıdıkları için yürekten bir eziklik ve utanç duydum. Osmanlı olduğum için, Türk olduğum için bütün dünyaya büyük bir medeniyeti sunan cedlerimin önünde düştüğüm bu sun’iliğe, bu bayağılığa, bu gülünçlüğe, bu rezalete, bu çirkinliğe gerçekten utandım.

Bir kadın olarak, kadın kimliğini böylesine cüretkâr bir biçimde ayaklar altına bir sunuma, güya bizi temsil ettiklerini sanan bu zihniyete,  bu takiyyeye, siyasilerin vurdumduymazlığına utandım.

Evet evet, gerçekten de TRT’de Hadise var!

Nitelikli program izlerim umuduyla kapısını çaldığım TRT’nin de nihayet reyting uğruna kendini haraç mezat reyting pazarına çıkardığına utandım. “Komedi Dükkânı” adı altında yapılan trajik- komik yapıma acıdım sonra. Hiç gülemediğim, ama arka efektte durmadan kahkaha seslerinin yapmacıklığına güldüm acıyası.

Sunuculara şaşırdım.

Kadın sunucu olacaksa illa manken, aktris, gençten tercih edilip, erkek sunucu olacaksa nasıl olursa olsun yeter ki erkekten olsun anlayışına acıdım bir de… Kadının sadece görselliği temsil edişine yandım sonra. Bu anlayışın da muhafazakâr bir partinin dönemine denk gelmesi büyük bir talihsizlik her şeyden önce…  Anneliğinin, toplumun şerefi, geleceği olduğu tezinin üzerinden buldozerlerin geçtiği gerçeğini kavradım sonra. İçim kavruldu bir daha…

Utandım…

Türk konuşup, Türk/çe (Türk gibi) düşünemeyişimize utandım. Gençlerimize milli ve manevi kültürümüzü öğretme noktasında ne çileler çektiğimizi, bizden bir şarkıyı, bir türküyü kavratmak ve sevdirmek için düştüğümüz müşkülleri hatırladım içim burkularak… İngilizce şarkıyla ne idüğü belirsiz bir şarkı yarışmasına katılmak ve beş paralık birkaç puan almak için büyük bir milletin dilini böylesine aşağılayan bir anlayışa yandım, içlendim, utandım.

Kaşgarlı Mahmut, Atatürk, Karamanoğlu Mehmet Bey, Gaspıralı İsmail düştü yüreğimin rıhtımlarına. Üşüdüm. Utandım ve kendilerinden af diledim boynu bükük çaresiz. Böylesine bir gaflete düşenler adına da üzüldüm. Bizi düşürdükleri böylesine sefil bir durum için, bu utanç tablosu için onlara asla hakkımı helal etmeyeceğimi buradan haykırıyorum.

Bana bu utancı yaşatanları, buna sebep olanları,  dünyevi bir iki his için büyük bir milletin ve medeniyetin kültürünü böyle hor görenleri, buna seyirci kalanları, destekleyenleri, şaklabanları, müzik evrenseldir safsatalarıyla beyinleri bulandıranları affetmiyor ve hakkımı helal etmiyorum.

Suudi Kralı’nın Hediyeleri Konusuna Canım Sıkılıyor

2008 yılı boyunca, Hürriyet Gazetesinde Mehmet Y. Yılmaz isimli yazar, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a defalarca aynı konuyu sordu: 2007 yılı kasım ayında ülkemize gelen Suudi Arabistan Kralı size ve eşlerinize hangi hediyeleri verdi, hediyelerin değeri nedir, bu hediyeler için kanun ve yönetmelik çerçevesinde bir işlem yapıldı mı?

Bu soruya ve aynı konuda TBMM’de verilmiş çok sayıdaki soru önergelerine bu güne kadar cevap verilmedi.

Mehmet Y. Yılmaz bu soruyu sormasına sebep olarak, Suudi Kralının diğer devlet başkanlarına verdiği yüz binlerce dolar değerindeki hediyeler ve hediyeleri alan devlet başkanlarının kendi yasalarına göre yaptıklarının açıklandığını, aynı açıklığın bizim Cumhurbaşkanımız ve Başbakanımız tarafından da gösterilmesi gerektiğini gösteriyordu.

Bu durumda ne yapılacağı esasında kanun ve yönetmelikle düzenlenmişti: “Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu”, her türlü seçimle iş başına gelen kamu görevlilerinin (Madde 2), yabancılardan aldıkları değeri asgari ücretin 10 katını aşan hediye niteliğindeki eşyayı, alındıkları tarihten itibaren bir ay içinde, kurumlarına teslim etmek zorunda olduklarını (Madde 3) belirtiyor. İlgili Yönetmelik ise, seçimle iş başına gelen kamu görevlileri ve eşlerine verilen hediye niteliğindeki eşyanın 10 gün içinde değer tespiti yapılmak üzere Defterdarlıklara gönderilmesini emrediyor.

Bir seneyi geçen bir zaman diliminde belki yüz defa aynı konuyu gündemine taşıyan yazara neden cevap verilmedi? Ben anlayabilmiş değilim.

Hediyelerle ilgili, eski İzmir Barosu Başkanı Noyan Özkan, “bilgi edinme yasası kapsamında” sorduğu soruya, Başbakanlıktan şöyle cevap almış: “Bilgi edinme talebinizle ilgili olarak, herhangi bir bilgi ve belge bulunmamaktadır.”

Bir seneyi geçen bir süredir devam eden bu tuhaf durum benim vatandaş olarak canımı sıkıyor.

Cumhurbaşkanımıza ve Başbakanımıza yakıştırılmak istenen, bırakın hukuka aykırılığı, ahlaka da aykırı bir davranışın söz konusu olmasıdır. Bir vatandaş olarak bu yakıştırmadan ben rahatsızım. Aynı rahatsızlığı devletimin en üst organlarının başında olanların duymamasını ihtimal dışı görüyorum.

Onlar ki “şüyuu vukuundan beter” sözünün anlamını en iyi idrak edebilecek kişilerdir. İktidarda olanları en hızlı yıpratan hadiseler, bu türlü ithamlara uygun cevap verilememesinin yarattığı lekelenmelerdir. O halde devlet büyüklerimiz neden bu basit sorulara doyurucu bir cevap vermezler?

Bu makamların töhmet altında kalmış olması canımı yakıyor.

Benim Cumhurbaşkanım, benim Başbakanım devlet görevi nedeniyle verilen kıymetli hediyelerin bir kamu malı olduğunu bilir.

Benim Cumhurbaşkanım, benim Başbakanım kanunlara uyma konusunda hepimize örnek olacak titizliktedir.

Benim Cumhurbaşkanım, benim Başbakanım devlet hizmetini yaparken alıcı değil vericidir, örnekleri “Pembe İncili Kaftan” hikâyesinin kahramanı Muhsin Çelebi’dir.

Benim Cumhurbaşkanım, benim Başbakanım, kendilerine bu millete en üst makamlarda hizmet etme imkânının bahşedilmiş olmasını, Allah’ın en büyük lütfu olarak görür. Hiçbir maddi zenginliğin bu şerefle kıyaslanamayacağını bilir ve bu şerefli görevin en küçük bir leke ile kirletilmesine müsaade etmez.

Benim Cumhurbaşkanım, benim Başbakanım, vatandaşının “bilgi edinme hakkına” saygı duyar.

Benim Cumhurbaşkanım, benim Başbakanım, Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camisinin bir minaresinin eğri olduğunu söyleyen çocuğu ikna etmek için, “doğruldu” deyinceye kadar, halatlar bağlatıp minareyi çektirmesindeki hikmeti anlayacak basirettedir.

O halde minaresinin doğruluğundan emin olan Mimar Sinan’ın yaptığını neden yapmazlar? Neden “öküz altında buzağı arayan” kişilere fırsat verirler?

Mehmet Y. Yılmaz’ın bu konuyu hatırlatan yazılarını okuyan benim gibi her Türk vatandaşının, ima edilen ahlaki zafiyetin gerçek olma şüphesi altında, derin bir mahcubiyet ve utanç duygusuna kapıldığını sanıyorum. Bize bu ıstırabı çektirmeye kimsenin hakkı yoktur.

Lütfen biri bize bu suskunluğun sebeb-i hikmetini anlatsın. Bu bilgiye öncelikle, “benim Cumhurbaşkanım, benim Başbakanım değil” diyenlerle aynı safta görünmek istemeyen, benim gibilerin ihtiyacı var.

Adana’nın Kurtuluşu

5 OCAK 1922

Birinci Dünya savaşından sonra Osmanlıyı parçalayan, topraklarını  paylaşan  Avrupa ülkelerinden Fransa’nın payına Çukurova’da düşmüştü.  Çukurova’da verimli bereketli topraklar. Ovanın sırtı maden dolu dağlara, ayakları Akdeniz’e uzanmaktadır. Tabi ki Çukurova’nın merkezi sayılan Adana onların ilk hedefleri idi. Çeşitli ülkelerden büyük vaatlerle Ermenileri toplayıp ordu yapan Fransa, Çukurova topraklarını üstün silah gücü ile istila etti. Adana’da yaşayan Ermeni vatandaşlar da Fransızların tahriklerine kapılarak  müslüman  halka, Türk halkına katliam yaptılar. Amaçları Çukurova’da onların tabiri ile Klikya’da bir Ermeni krallığı kurmaktı. Ağababaları Fransa Paris’te kurdurduğu Taşnak v.b gizli örgütleri ile bu konuyu işleyerek Ermenileri sürekli tahrik edip onları amaçları doğrultusunda kullanıyordu. Ermenilerde yeme geliyordu.

Günümüzde de öyle değil mi? Ermenilere en fazla  sahip çıkan  ülke  Fransa değil mi? Orhan Pamuk’un Nobel ödülü aldığı saatlerde Fransa’da soykırım kabul  edilmedi mi ? Teşkilat Türkiye aleyhine çok iyi çalışıyor. Ha Osmanlı, ha T.C fark etmiyor.

Fransızlara karşı çete harbi veren Çukurova insanı, Üstün silah gücüne sahip Fransa’ya büyük zayiatlar verdirmiştir.  Fransızlar 5 Ocak 1922 de Güzel Adanamızı terk etmek zorunda kalmışlardır. Fransızlar teker teker bütün Çukurova il ve ilçelerini terk etmişlerdir. Kılavuzları, işbirlikçileri olan Ermeniler sükutu hayale uğramışlardır. Ermeniler gemilerle Mersin Limanımızdan Fransa’ya göç etmişlerdir. Gemilerde hastalıktan, sefillikten ölen Ermenilerin hesabını Fransa’nın vermesi gerekmiyor mu? Bu hallere onlar yüzünden düşmediler mi?

İşgal yıllarında Ermeniler Adana’nın merkezinde Tepebağ’da  bebekli kilisenin yakınındaki Tahtalı Cami’nin imamı Külahlızade Mehmet hocanın önce kulaklarını, sonra burnunu  keserek kendisini ve oğlunu şehit etmişlerdir. Hoca efendinin torunu Halil Üçer Bey canlı şahit olup İstanbul’da vakur ve sakin bir yaşam sürmektedir. Yine torunları Tezhip sanatında Türkiye ‘ye yön vermekte ve söz konusu sanatı dünyaya tanıtmaktadır.( Kültür Bakanlığı işbirliği ile) Hangi insanımıza Külahlızade Mehmet Hoca öğretilmiştir? Türk insanı masa başında haksız, özürlü duruma düşürülmeye çalışılmaktadır.

Adana ve Çukurovamız Yöre halkının düşmana karşı verdiği silahlı mücadele ile   Çete harbi ile vatanını temizlemiştir. Milli ordunun Adana’da savaşmasına gerek kalmamıştır.

İman gücü ve silah gücünün birlikte olması gerektiğini Adanalı dünyaya öğretmiştir.

Bir Adanalı.

Küreselleşme

Ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel boyutları olan bir kavram olarak karşımıza çıkan küreselleşme, tüm dünyada 1980’li yılların ortasından itibaren çok daha belirgin olarak hissedilmeye başlanmıştır.  Küreselleşme ile,  kültürler birbirlerine daha da yakınlaşmaktadır. Öte yandan, ekonomik küreselleşme açısından rekabet çok büyük önem kazanmakta ve global rekabet, ülkeleri sürekli yenilik yapmaya yöneltmektedir.

Ancak, küreselleşmenin evrensel manada eşitlik, refah, barış ve özgürlük ortamı yaratarak sınırsız bir dünya ortaya çıkaracağı konusunda ciddi endişeler dile getirilmektedir.  Küreselleşmenin bölge ve ülke sınırların önemini tamamen ortadan kaldırdığını söylemek güçtür.  Bir bütün olarak, ülkeleri ve insanları birbirlerinden ayıran fiziki engellerin ortadan kalkmasına karşın; küreselleşme, güney ülkelerinden ziyade kuzey ülkelerinde daha belirgin olarak görülmektedir.

Kendi değerlerini yok etmeden, küreselleşmeyi bir ‘küresel gerçek’ olarak ele almak ve buna uyum sağlamak için çaba sarf etmek önem taşımaktadır. Bu bağlamda, işgücü ağırlıklı teknoloji yerine mega-teknolojiye yönelen, uzun dönemi faaliyetlerinde baz alan, milli ekonomiden ziyade küresel ekonomiyi hedefleyen; merkezi yönetim yerine insan odaklı yerinden yönetimleri benimseyen; sınırlı sayıdaki tercihler yerine çok çeşitli tercihlere ulaşmayı kendisine gaye edinen ve endüstri toplumunun ötesinde bilgi toplumu olmayı tercih eden toplumlar ve şirketler Küreselleşme sürecinden kazançlı çıkacaklardır.

Kendi değerlerimizi yitirmeden, dünyaya ve topluma değer katarak, doğru tercih ve kararla, doğru algılamalarla küreselleşmeden kazançlı çıkmak dileğiyle…

Mazlum Milletler & Haydut Devletler

“Kâbil’de, Bağdat’ta, Gazze’de kan oldu aktı ikibinsekiz;

 Anlaşılan o ki ikibindokuzda da kan tüküreceğiz.”

Dünya şiddeti manyakça kutsayan bir Şer Üçgeni tarafından yönetiliyor: ABD, İngiltere ve İsrail. Amerika bu ekibin elebaşısı ve raconcusu, İngiltere kurnaz erketeci, İsrail ise gözü dönmüş câni.

ABD‘yi zaten haydutlar, maceracılar ve Avrupa‘nın tutunamayanları kurmuştu. Ona buna dayılık yapması, kafa göz yarması, elinin her daim silaha uzanması kalıtsaldır. İngiltere işin beyin kısmında yer alıp hep sinsi bir tehlike olarak arz-ı endam etmeyi tercih etmiştir. Ama Ortadoğu’da hangi taşı kaldırırsanız altından o çıkar.

İsrail ise bambaşka: 1948’de Ortadoğu’ya saplanana hançerdir İsrail, bir habis ur. İslâm Dünyası’nın içine atılmış bir katil virüstür İsrail, bir terörist devlet. En câninin en başa getirildiği ve öldürebildiğince koltuğunu sürdürebildiği bir demokrasi. Ezoterik yapılanmalarla devam edegelen bir sistem.

Yeryüzünün mazlum milletlerinin ise Allah‘tan başka sahibi yok. Ülkelerinde kimyasal silah var diye 5 yılda 1.5 milyon Iraklı Müslümanın canına kıyıldı. Tâliban bahanesiyle son birkaç yılda hem Afganistan‘a çöküldü hem de binlerce Afganlı Müslüman öldürüldü. Ve şimdi sırada Pakistan var.

Zimbabwe‘de bile beğenmedikleri devlet başkanını (Mugabe) değiştirmek için halk arasında kolerayı yaymadalar. Şu anda bile ölü sayısı onbinleri bulmuş durumda. Çeçenistan ayrı dram, Doğu Türkistan ve Keşmir ayrı dram. Endonezya‘dan sonra Sudan ve Somali’de ise fitne imalatı yapılıyor.

 Âlem-i İslâm’ın kabuk bağlamayan yarası olan Filistin‘deyse zulüm 60 yaşını doldurdu. Dünyanın gözünün içine baka baka vatanları uğruna mücadele eden insanlara mikrop ve haşerat muamelesi yapılıyor. Dahası birbirine vurdurulup kırdırılıyor.

Zulüm fırtına olmuş, kasırga olmuş mazlum milletlerin başında muhtelif çap ve markada yağıyor. Biz ise eğreti camdan bakıyoruz. Fakat bu kez, yani uzun bir aradan sonra ilk kez solcusu – sağcısı, milliyetçisi – muhafazakârı Yahudi zulmüne karşı tek yumruk. İslâm Dünyası şehir şehir ayakta. İşte budur haksızlık karşısında susmamak.

Yeryüzünde hiç sömürge edilememiş ve dev emperyalist güçlere karşı mazlum milletlere örnek olmuş bir Milli Kurtuluş Savaşının yapıldığı ülkeden radyoları, televizyonları, bilgisayarları başındaki bütün 3.Dünya ülkelerine sesleniyorum: Er yada geç Türk Milleti – muhakkak – tarihi misyonunu eda edecektir. Ve adalet ve şecaat soluklanacaktır dünya bir gün.

Cengiz Aytmatov‘un kitabının adıdır; “Kopar zincirlerini Gülsarı.

Biz de diyoruz ki “Koparın zincirlerinizi ey dünyanın bütün halkları.

O güne değin virdimiz bu olsun.

Dün Sosyalist, Bugün Etnik Irkçı

Haksız ve belgesiz sözde Ermeni iddiaları karşısında sahte imzalarla özür dileyenlerin attıkları imzanın bedeline de katlanmaları gerekmiyor mu? Bazı köşe yazarlarının ve TV’lerde program düzenleyenlerin çevre tepkisinden neden rahatsız olduklarını anlayamıyoruz. Bu özür belgesi ismen bizden olan bazı vatandaşlarımız için bir utanç ve ihanet belgesi olmalıdır. Daha doğrusu; bu bir ihanet özgürlüğü talebidir. Aslında bu ilk de değildir. Her milli davada Türkiye düşmanlığı bunlar için tek yoldur. Türk Milletini tahrik edenlerin rahatsız olmalarına da sebep yoktur.

Ülkemize karşı yönelen haksız suçlama, garip talep ve dayatmaların dayandığı kaynak hayali AB üyeliğidir. Bazıları maalesef, imtiyazlı üyeliğe bile razı olur hale gelmişlerdir. AB, son olarak bor madenini de tehlikeli madde görmüş; müzakere sürecinin tam üyelikle ilgili olmayan teknik bir uyum süreci olduğunu kabul etmemiştir.

AB’nin 2009 yılında Türkiye’ye 566 milyon Euro fon aktaracağı anlaşılmaktadır. AB’nin, bu fonun 233 milyon Euro’sunu Ankara’nın etkinliğini azaltıp Ankara’ya alternatif bölgesel yönetimleri güçlendirmek yolunda kullanacağı ortaya çıkmaktadır. Mahalli İdareler Temel Yasa Tasarısı kanunlaşmak için bekletilmektedir. Türk Silâhlı Kuvvetleri üzerinde sivil baskıyı arttırmak ve yapay azınlıklar yaratarak azınlık haklarının güçlendirilmesi de işin bir başka yönüdür ve desteklenecektir. Osman Gazi’den Fatih’e, Fatih’ten Atatürk’e kadar milli lider, önder ve tarihi şahsiyetlerin yıpratılması, sıradanlaştırılması, Anayasanın değiştirilmesi, milli tepki ve direncin zayıflatılması gibi çalışmalar da gayet tabii fon desteği alabilecektir.

Türkiye Ankara’dan yönetilmediği sürece; Lozan Sevr’e çevrilecek, olmadık tavizler verilip Türkiye Türkiye olmaktan çıkarılabilecektir.

Türkiye belirli bir yöne, çıkmaz bir sokağa doğru yöneltilmiştir. Son yayımladığımız kitaba “Yol Ayrımındaki Ülke” ismini koymamız bundandır. Türkiye’ye attırılan adımlar demokratikleşmenin ve Kopenhag Kriterleri’nin sanki bir gereğiymiş gibi takdim edilmekte ve kamuoyu çirkin bir şekilde yanıltılmaktadır.

Ülkemizde insanların mahalli dillerini yasaklamak da; bunları Dünya dili olan Türkçe’nin karşısına rakip gibi dikmek de, TRT‘yi bu işe soyundurmak da son derece yanlıştır. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ortam, bu teşebbüsün vatandaşların mahalli dillerine saygı olarak yorumlanamaz. Bugün talepler, kültürel haklar olmaktan çıkmış; milli ve üniter devleti parçalayıcı, egemenliği paylaşmaya dönük, vatandaşlığı reddeden federal taleplere dönüşmüştür. TRT’de Kürtçe yayın, eğitimde ve çalışma hayatında fırsat eşitsizlikleri yaratacak ve vatandaşlarımızı birbirine ötekileştirecektir. Bu uygulamanın bütünleşmeye (entegrasyona) darbe niteliğindeki bir önemli adım olduğunu ileride göreceğiz. Etnik bir sorun olmaktan çok; politik bir sorun olan ırkçı Kürtçü hareket bunu kullanacak ve güç alacaktır. Vatandaşın Türkçe’yi anlamakla ilgili bir sorunu olmadığı TRT’nin 1992, 1994, 1998 ve 2000  yıllarında yapılan 15 ili, 14 ve yukarı yaş grubunu ve 2500 kişiyi kapsayan araştırmalardan bellidir. Bazıları Türkçe’yi bilmesine rağmen konuşmamaktadır. Genç nüfusun Türkçe’si oldukça gelişmiştir. Bundan rahatsız olunmaktadır. TRT, yapılan bu araştırmaları gözardı mı etmektedir? O zaman bu araştırmalar neden yapıldı?

Türkiye’de belirli mihraklarca hazırlatılan raporlarda görülen pozitif ayrımcılık geçerli bir yol değildir. Bazı vatandaşları imtiyazlı kılmak yanlıştır. Anayasamızın başta 10. Maddesi olmak üzere birçok maddesine aykırıdır. “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir” ilkesi eşitlik ifade eder ve çokkültürlülüğü reddeder. Hak ve hürriyetlerin hiçbirisi dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrımına dayanarak nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kastıyla kullanılamaz. Birçok ülke ve ABD pozitif ayrımcılıktan çoktan vazgeçmiştir. Eritme (asimilasyon) bize yabancıdır. Eğer asimilasyon olsaydı; bazıları yanlış bir şekilde genelleyerek Kürt sorunundan bahsedemezlerdi. Asimilasyonla entegrasyonu birbirine karıştıranlar, eritmenin ne olduğunu Almanya, Fransa, ABD gibi ülkelere, Batı Trakya, Kosova, Bosna, Kuzey Irak ve Doğu Türkistan gibi bölgelere bakarak öğrensinler.  

Diğer taraftan dün sosyalizmi savunan bazılarının bugün etnik ırkçılığı desteklemeleri de bir çelişkidir. Dün sözde emperyalizme karşı çıkanlar, bugün küresel emperyalizme ve emperyal demokrasiye çanak tutmaktadırlar. Demek ki; bunlar dün de emperyalizmin paralı askerleriydi.

2009 Yılı Vergi Tarifesi

Gelir Vergisine Tabi Gelirlerin Vergilendirilmesinde Esas Alınan Tarifenin Yeniden Belirlenmesine İlişkin Gelir Vergisi Kanunu Genel Tebliği Resmi Gazete’de Yayımlandı.‏

31.12.2008 tarih ve 27097 sayılı 6. mükerrer Resmi Gazete’de Yayımlanan 271 seri nolu  Gelir Vergisi Genel Tebliğinde; Gelir Vergisi Kanununun 103 üncü maddesinde yer alan gelir vergisine tabi gelirlerin vergilendirilmesinde esas alınan tarifenin yeniden belirlenmesine ilişkin açıklamalara yer verilmiştir.
Söz konusu Genel Tebliğe aşağıdaki linkten ulaşılabilir…

http://www.gib.gov.tr/index.php?id=1079&uid=Ws5Su2gkNbgIO4XI&type=teblig                

271 SERİ NO’LU GELİR VERGİSİ GENEL TEBLİĞİ

Gelir Vergisi Genel Tebliği

(Seri No:271)

 193 sayılı Gelir Vergisi Kanununun 103 üncü maddesinde yer alan gelir vergisine tabi gelirlerin vergilendirilmesinde esas alınan tarifenin yeniden belirlenmesine ilişkin aşağıdaki açıklamanın yapılması gerekli görülmüştür.

  1. Yeniden Değerleme Oranında Artırılan Vergi Tarifesi Gelir Dilimi Tutarları
  2. Gelir Vergisi Kanununun mükerrer 123 üncü maddesinin (2) numaralı fıkrasında, Kanunun 21, 23/8, 31, 47, 48, mükerrer 80, 82 ve 86 ncı maddelerinde yer alan maktu had ve tutarların, her yıl bir önceki yıla ilişkin olarak Vergi Usul Kanunu hükümlerine göre belirlenen yeniden değerleme oranında artırılmak suretiyle uygulanacağı, bu şekilde hesaplanan maktu had ve tutarların yüzde 5’ini aşmayan kesirlerinin dikkate alınmayacağı, Bakanlar Kurulunun, bu surette tespit edilen had ve tutarları yarısına kadar artırmaya veya indirmeye yetkili olduğu hükmü yer almaktadır. Aynı maddenin (3) numaralı fıkrasında, 103 üncü maddede yer alan vergi tarifesinin gelir dilimi tutarları hakkında da yukarıdaki hükmün uygulanacağı öngörülmüştür.
  3. Bu hüküm göz önüne alınarak Gelir Vergisi Kanununun 103 üncü maddesinde yer alıp, 2008 yılında uygulanan vergi tarifesinin gelir dilimi tutarları, 2008 yılı için % 12 (yüzde oniki) olarak tespit edilen yeniden değerleme oranında arttırılması suretiyle tespit edilmiştir.

2. Gelir Vergisine Tabi Gelirlerin Vergilendirilmesinde Esas Alınan Tarife

Gelir Vergisi Kanununun 103 üncü maddesinde yer alan gelir vergisine tabi gelirlerin vergilendirilmesinde esas alınan tarife, 2009 takvim yılı gelirlerinin vergilendirilmesinde esas alınmak üzere aşağıdaki şekilde yeniden belirlenmiştir.

8.700 TL’ye kadar

% 15

22.000  TL’nin 8.700 TL’si için 1.305 TL, fazlası

% 20

50.000 TL’nin 22.000 TL’si için 3.965 TL, fazlası

% 27

50.000 TL’den fazlasının 50.000 TL’si için 11.525 TL, fazlası

% 35

Tebliğ olunur.