11.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1275

Gücün Haksız Kullanımı

Adalet, haklının güçlü olduğu halin adıdır. Demokrasi ise temel insan hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmış olduğu bir rejimin adıdır. 1960′ dan sonra tek başına iktidar şansı bulan üç partiden birinin adının Demokrat idi. Diğer iki partinin adlarında adalet kelimesinin geçmesi tesadüf olmayıp, halkın demokrasi ve adalet özlemlerinin bir yansıması olsa gerek.

AKP NASIL GÜÇLENDİ?

İktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisinin, son zamanlarda demokrasi tarihimizde görülmemiş bir güce kavuşması, sadece muhaliflerin değil, meselelere objektif bakan aydınların ve hatta iktidar yanlısı düşünce adamlarını endişelendiren bir sosyal/siyasal olay haline geldi.

AKP’nin gücü sadece yüzde 47 oy oranı ile mecliste temsil edilme oranından ibaret değil. Milletvekili Genel Seçimlerinde elde ettiği bu oy oranı yasama ve yürütme gücünün tek elde toplanmasını sağladı. AKP, Yerel seçimlerdeki başarısı ile mahalli idarelerde de ezici bir çoğunluğu eline geçirmişti. 29 Mart seçimlerinde de bu alandaki gücünü korumaya devam edeceği anlaşılıyor.

Cumhurbaşkanı’nın Hükümetin gücünü kısmen dengelediği A. Necdet Sezer döneminden sonra, Başbakan Erdoğan’ın yakın arkadaşı Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesi yürütme gücünün tamamının AKP’nin/R. Tayyip Erdoğan’ın kontrolüne girmesini sağladı. Bu durum muhalif kitlelerin hükümetin politikalarına karşı içinde biriken öfke basıncının boşaldığı bir kanalın tıkanması gibi oldu.

Değişen YÖK yönetimi ile üniversitelerin muhalefeti yok edilirken, eş dost ve yandaş medyanın kayıtsız şartsız desteği ve büyük sermaye sahibi patronların elindeki medyanın da (ihale ve vergi kozlarını kullanılarak) sindirilmesi suretiyle basının aleyhte yayın yapması büyük ölçüde önlenebildi.

TSK’ nın ve emekli subayların sesleri “Ergenekon Davası” ile kesildi.

Her iktidar kendi zenginini yaratır” sözü bu dönemde de en parlak örneklerini verdi. Bu yeni zengin dostlar vasıtasıyla ekonomik gücün kontrolünde çok ciddi mesafe alındı.

Tarikat ve cemaatlerle sağlanan sıkı işbirliği AKP iktidarının bir yandan blok oylar, diğer taraftan Bürokrasi ve Yargı’da kadrolaşması için istediği insan gücünü sağladı.

İSLAMCILARIN HEDEFİ DÜNYEVİLEŞTİ

Bu gelişmeler, İslamcı olarak adlandırılan kitlenin hedeflerinin hızlı bir şekilde dünyevileşmesini sağladı. Dünyevi gücün haz ve şehveti geleneksel olarak temiz kalmış bu kitleyi ifsat etti (bozdu).

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisini söyleyenler, haksızlıklarını dile getiren bütün dost ve düşmanlarını dilsiz hale getirmeyi başardılar.

Dünyevi gücü elinde bulundurma haz ve şehveti, haksız oldukları durumda bile gücünü ölçüsüz bir şekilde kullanarak, haklı olan hasmını alt etmeyi mubah ve hatta doğru göstermekte.

Emanet”i elinde bulunduranlar, verilen gücün bir emanet olduğunu ve Hakk’ın rızası hilafına kullanılmasının sonucunun “şiddetli bir azap olacağını” unuttular.

Daha fazla demokrasi vaat edenlerin yönettiği ülkede, en temel insan hak ve özgürlükleri en hoyratça ihlal edilmekte. Telefon ve ortam dinlemeleri ile insanların en mahrem alanlarına tecavüz edildiğini gören kitleler, telefonda veya evlerinde dostlarıyla sohbet etmekten dahi korkmakta.

28 Şubat’ın demokrasi ve hukuk dışı uygulamalarından (haklı olarak) şikâyetçi olan, ancak o zaman güç karşısında susanlar, bugün yırtıcı bir kaplan kesilip muarızlarına en hukuk dışı uygulamaları şiddetle savunur oldular. Bu uğurda eski hasımlarından bir kısmı ile akıl almaz bir dayanışma içine girdiler.

DEMOKRASİ Mİ OTOKRASİ Mİ?

Böyle bir rejimin demokrasi olabileceğini söylemek mümkün mü? Zira literatürde “Yönetimin bir tek kişi, bir grup ya da zümre elinde olması ‘otokrasi‘; halkın elinde bulunması ise ‘demokrasi’ olarak ifade edilmektedir.

Şimdi soralım: Ülkemizde “hukukun üstünlüğü” söz konusu mudur? Yoksa keyfi bir egemenlikten bahsedebilir miyiz? Hak ve özgürlükler yeterli ve güvence altında mıdır? Diğerleri bir yana fikir/ konuşma hürriyeti tesis edilmiş midir?

Mesela birileri Başbakanın, eşinin veya başka bir vatandaşın mahrem bir konuşmasını hukuk dışı usulle dinleyip, metnini internette yayınlasa ne kadar zamanda yakalanır? Başbakan veya eşinin bir arkadaşı ile telefonda konuştuğu özel sohbet ve şakalaşmalar, telefon dinlemelerine takılır ve o arkadaş bir davada sanık olursa, konuşma metinleri dava ile alakası olmadığı halde, iddianamede yer alabilir mi? Böyle bir olay olursa, bir kısım medya bu hukuksuz ve insan haklarına aykırı uygulamayı savunabilir mi?

Kimliğinde Müslüman olmayı öne çıkaranların hatası, insanları İslam’dan soğutur. Suçu kesinleşmemiş insanların suçlu ilan edilmesi, (İslam’ın adalet anlayışına Hazreti Peygamberin uygulamalarına aykırı olarak), iftiralarla bazı insanların pasifize edilmesi İslam’a güveni sarsmaz mı?

Eskiden padişahların geçit törenlerinde münadiler halkın arasından yüksek sesle bağırırlarmış: “Gururlanma Padişahım senden büyük Allah var!”

Dünyevi güç geçicidir. Adalet ve hukuk herkese lazım. Ey güç sahipleri, gücün zevalinde adalet ve hukuk istemeye yüzünüz olması için bugünden yatırım yapınız.

Devlete ve millete Yönetici olarak hizmet imkânını, Allah çok az kuluna nasip eder. Kalıcı olan, verilen gücü adalet ve hizmet heyecanı ile yaparak halkın gönlünü, Hakk’ın rızasını kazanmaktır.

‘One Minute‘in Arasına Sıkışanlar….

“Küreselleşme mi? Küreselleşmenin ters dönmesi mi?..” 

1999 yılından beri Davos’ta Küreselleşme konusunun güçlü bir şekilde dikte edildiği ekonomik forum toplantıları bir ekonomik festival havasında geçiriyordu. Hepinizin bildiği gibi Davos zirvesi; iş, finans ve siyaset çevrelerinin en üst düzeyde ilgililerinin bir araya getirildiği bir organizasyon. Son on yılda ülkelerin küresel ekonomiye entegrasyonunu sağlamak amacı güdülmüştür. Buraya katılan siyasi ve ekonomik yöneticilerin ortak noktası, barış ve refahın daha fazla uluslar arası ticaret ve uygun yatırımların yapılması ile olacağı fikridir.  Yani Küreselleşme. Birde bu toplantı öncesi ve toplantı sırasında basında Küreselleşme karşıtı gurupların birbirinden ilginç yaptıkları gösterilerle hatırlarız. Sonra unutur gideriz. 

2009 Davos’a baktığımızda ise Küreselleşme karşıtlarının duası tutmuş gibi. Davos’ta bu yıl deglobalizasyon (küreselleşmenin geri çevrilmesi) konuşuldu. Bu konu aslında basınımızda fazla yer almadı. Deglobalisazyonun en önemli belirtilerinden biride, küresel hava kargo trafiğinin 2007 ‘ göre 2008’de %22,6 düşüş yaşanmasıdır. Bangkok havaalanı geçici olarak kapandığını ve turizm gelirlerinin %20 oranında düştüğünü Tayland Başbakanı Abhist Veijaiive Davos’ta bahsetmiştir. Ayrıca yine Davos’ta Güney Afrika Maliye Bakanı Trevor Manuel ülkesinin çözülme içinde olduğunu bir raydan çıkış bir kopuş tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu söylemiştir. Rus başbakanının ve Çin başbakanının konuşmaları da Küreselleşmenin kendi ülkelerine getirdiği olumsuzlukları anlatmaları ile geçmiştir.

Davos konuşmalarının ana konusu aslında ” Finansal Merkantilizm” idi. Bu ne demektir. Uluslar arası ticaretten çekilip iç piyasaya yönelmesi ve mali korumacılığın yeniden uygulanabilmesi gerekliliğidir. Güven kaybeden bankalar ve finans kuruluşları kredi sıkıntısı yaşayan sermaye, iç piyasaya yöneliyor. Birçok ülkede bankalar kurtarıldı karşılığında ise iç piyasalara kredi vermeleri konusunda baskı yapılmaya başlandı. 

Baktığımızda ise günümüzde küresel karşıtı kişilerin söylediği gibi Uluslar arası ticaret ve yatırımın düşmesi ile mali politikalar korumacılığa doğru itiyor. Ekonomiler ciddi anlamda daralıyor. Buna paralel olarak işsizlik artıyor. Siyasal bağımlılıklar artıyor.

Davos’ta Küreselleşmeyi destekleyen fikirler önemli ölçüde telaffuz edilmesine rağmen, forumların yapıldığı yerlerdeki dinlenme ve kahve salonlarında dağıtılan gazeteler ise, küreselleşmenin taşıdığı ciddi problemleri somut olarak ortaya koyan bilgileri içerdiğinden bahsediliyor. Bu gazetelerde ne yazıyor? Sadece küresel ticaretin düşüşünden bahsetmiyor. Fransa’daki grevden, Rusya’daki toplumsal huzursuzluktan İngiltere’deki yabancı karşıtı protestolardan ve ABD’deki “Amerika’yı satın al” mevzuatından yani kısaca ülkeler içinde bulundukları zorluklardan bahsediliyor. 

İlginç bir konuşma yapan İngiltere Başbakanı Gordon Brown deglobalisazyona karşı uyarılar yaptı. Ticari ve mali korumacılığım aleyhinde ağır konuşmalar yaptı. Halbuki kendi hükümeti banka kurtardığı gibi yerli müşterilere öncelik verme konusunda baskı yaptığını da herkes bilmektedir. Buda orada bulunan üst düzey yetkililerin üzerlerindeki baskının önemi konusunda iyi bir örnektir diye düşünüyorum.

Siyasi liderler Davos’ta küreselleşmenin uygulanması konusunda yeminlerini tekrarladılar. Ancak görülüyor ki hükümetlerin işi o kadarda kolay değil ülkelerinde küreselleşme karşıtı olan ve kendi ülkeleri gerçeklerine uygun önlemler almak zorunda kalıyorlar.

Bakıldığında ise küreselleşme Davos’ta ön görülenden daha karmaşık ve tehlikeli bir iktisadi sistem oluşturdu. Bu sistem aslında korumacılığı kabul götürmez bir sistemdir. Fakat ülkelerinde maruz kaldıkları ekonomik çöküntü ve buna bağlı işsizlik zamanla siyasi çöküntüye gidebileceğinden hareketle yerel siyaset ve ekonomi çevrelerinin de baskısı ile Davos’ta alınan kararları uygulayabilecekler mi ???? Bu durum hükümetlerin ikilemi gibi gözüküyor.  

Sözde Açılımlar ve Hocalı Soykırımı

Türkiye son yıllarda öyle güzel yönetiliyor ki, “TRT’de dilimizi kabul ettiniz. Şimdi de toprağımızı kabul edeceksiniz” diye ortalıkta dolaşan mahlûklar türedi.  Vatandaşlığı reddeden, ayrı egemenlik peşinde koşan etnik ırkçı takım ve bunların  dıştan icazetli savunucuları gündemi oluşturuyor.

Bugünlerde herkes Türkiye nasıl ufalanır diye komisyonlar kuruyor, raporlar hazırlıyor. Bunlara bazı  emekli general ve halktan uzak bazı eski büyükelçiler de dahildir. Cehalet ve kafa karışıklığı öyle bir noktaya gelmiş ki; bu zatlar anayasa ve Avrupa hukuku ile çelişen etnik ve ırkî esaslı partileri kabul etmek bir tarafa; onlara daha hoşgörülü davranmamızı istiyorlar. Birçok alanda ferdi hak ve hürriyetler kollektif haklara dönüştürülerek Türkiye’nin önüne dikilmek isteniyor. Eğitimden iktisadi hayata kadar ısmarlama düzenlemeler, sözde “açılımlar”, bilimsel alt yapısı olmayan sadece siyasi  tertipler, düzenlemeler oldukça arttı.

Devletlerin işi ona buna imtiyaz tanıyarak pozitif ayırımcılık yapmak değildir. Ama Türkiye’de bunun tersi oluyor. Anayasanın 3. maddesi “Dili Türkçe’dir diyor.” Yine 10. madde “herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebepler ile ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” demesine rağmen; eşitlik bozuluyor. Dışarıya hoş görünmek ve hayali AB üyeliği süreci uğruna  toplumun bir amuda kalkmadığı kaldı. Mahalli dilleri kullanarak milli devletleri ufalamak ve mikro uluslaştırma süreci yürütülüyor. İnşallah bu tehlikeli gidişat aklı selim sahibi siyasetçilerce demokrasi içinde durdurulabilir ve biz de gerçekten “hamdolsun” deriz.

Bazılarımız o kadar pişkin ki; üç senedir kendini iyiden iyiye hissettiren, işsizliği arttıran, üretimi perişan eden, tarımı çökerten, iş yerlerini kapattıran iktisadi bunalımı son 2008 sonlarında kendisini gösteren küresel krize bağlayıverdi.  Dış borç ve cari açık ve ihracat düşüşü bizi hiç ilgilendirmiyor.  Mahalli seçimlere giden Türkiye’de  mahalli sorunlar ve projeler tartışılacak yerde; üslup ve seviyesi çok düşük mahalle kavgaları meydanlarda yapılıyor.

26 Şubat 2009 tarihi, Karabağ’da Ermenilerin 613 kişiyi katlettiği Hocalı Soykırımının 17. yıldönümü idi. Bununla ilgili haberler maalesef sadece TRT’de ve bazı  yayın organlarında çıktı. Kollektif hafıza bazı şeyleri çabuk unutuyor. Değişik sorunlar ile karşılaştığında ise şaşırıp kalıyor. Soykırımı nöbetine tutulup Türkiye’yi hedef alanların, “Biz de Ermeniyiz” diye tepinen devşirmelerin, kendi devleti ile başkaları adına kavgalı olanların Hocalı’daki katliamlardan alacakları  çok dersler vardır.  106’sı kadın, 83’ü çocuk hunharca  şehit edilen  613 kişi dışında 900 kişi de kayıptır. Ortaya çıkan sonuçları itibari ile; Sayın Cumhurbaşkanı’nın Erivan’a yaptığı maç ziyareti tam bir dış politika skandalıdır. Bir ara TRT’de oynatılan “Sarı Gelin” belgeselinin okullardan kaldırıldığını öğreniyoruz. Türkiye’nin yönetiminde Ermeni diasporasının etkisi ne ölçüdedir sorusu ister istemez akla geliyor. 28 Mart 2009 Cumartesi günü Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği İstanbul Temsilciliği tarafından düzenlenen “Hocalı ve İnsan Hakları” konulu bir toplantıya oturum başkanı olarak katıldım. Kardeş Azerbaycan’ın İstanbul Başkonsolosu Sayın Sayyad Adiloğlu Salahlı’nın ilgi çekici konuşmasını dikkat ile dinledim. Ayrıca Prof. Dr. Adil Allahverdiyev, Ahmet Demirci ve Nermin Çakır’ın konuşmacı olarak katıldıkları  toplantıyı   her şehirde tekrar etmek gerekir.  Bu vesile ile  Hocalı şehitlerimizi 17. yıl dönümünde rahmet ve saygı ile anıyoruz. Onları unutmayan ve unutturmamak için çabalayanları da tebrik ediyoruz.

Biz Türkler tarih boyu  biyolojik ve kültürel soykırımlarıyla ve insanlık dışı baskılar ile karşı karşıya kalmışızdır. Buna rağmen, haksız ve belgesiz bir takım iddialar ile suçlanmışızdır. Bütün bunlara rağmen, meselâ  eski Van’da 80 bin kişinin öldürüldüğü bilinmesine rağmen, bunun bir anıtı yoktur. Binlerce kişi  Rumeli’nden Anadolu’ya baskı ve göç dolayısı ile yollarda telef olmuş olmasın rağmen, Edirne’de bir muhacir anıtını dikmeyi düşünmemişizdir. Sadece birbirbirimizle uğraşmayı iyi biliyoruz. Etnik bölücü ihanet ve ırkçılık diz boyuna çıkmış olmasına rağmen, hâlâ  yeni Ümraniyeler yaratma ve her olayı ona bağlama merakı içindeyiz.

Gebze’de Rüzgar Enerji Gülleri

Rüzgar gülleri döndükçe mekanik enerjiden elektrik enerjisi üretilir para basar Rüzgar Allahın kullarına bahşetmiş olduğu en büyük nimetlerden biridir. Yani yağmurun rahmet olduğu gibi. Rüzgar enerjisi temiz ve ucuz bir enerji kaynağı olup Dünyada Rüzgar santralleri hızla artmaktadır. İzmit’ten İstanbul’a otoyoldan giderken Gebze’de GOSB ‘a varmadan yolun solunda tepede sürekli dönen bir rüzgar gülü göreceksiniz. Kocaeli de İlk Rüzgar santrali ÇED’i Gebze den alınmıştır.

Tarih araç gereç yapan, üstün savaş aletleri silahları yapan milletlerin zenginleştiğini ve ordularının zafer kazandıklarını anlatmaktadır. Büyük Denizci Kaptanı Derya Barbaros Hayrettin Paşa Zamanın sultanına Akdeniz’den çıkıp okyanuslara açılamazsanız batarsınız demiş. Nitekim Osmanlı devleti kara devleti olarak kaldı, denizlere açılamadı. Sonunda Denizlere hakim olan  Büyük Britanya İmparatorluğu tarafından yıkıldı. Denizlere hakim olan teknoloji geliştirdi dünyaya hakim oldu.

Mustafa Kemal Atatürk İstikbal göklerdedir demiş. Atatürkçülüğün sırtından geçinenler ve diğerleri bu alanda hiçbirşey yapmadılar. Batıyı bırak  İran, Pakistan, Hindistan  v.b ülkeler  uzaya araç, uydu gönderirken biz hala  rüzgar gülleri bile dikmede geç kalmışız, Ülkemizi enerjide dışarıya bağlamışız.

Kahveleri tıklım tıklım dolu, işsizler ordusuna sahip, çalışanının karnını zor doyurduğu ülkemizde toplumun üretken çözümlere ihtiyacı var.  Bu ACİL bir ihtiyaçtır.

Kocaeli İl çevre ve Orman Müdürlüğünden Rüzgar Santralleri konusunda alınan bir ÇED raporu olduğunu öğrendim. Oysa Körfezin tepelerinden Karadeniz kıyılarına kadar çok sayıda Rüzgar Enerji Santralleri lisanslarının alınmış olmasını bekliyordum. Üretilen Rüzgar Enerjisi Enterkonnekte sisteme bağlanarak ülke ekonomisine kazandırılmaktadır. Rüzgarın  çok şiddetli esmesinden ziyade sürekliliği daha önemlidir.. Bu konu bir uzmanlık konusu olup bu alanda hizmet veren kuruluşlar hızla artmaktadır.

 Google da; Rüzgar enerji santralleri, finansman, Elektrik İdaresi Etüd İşleri Genel Müdürlüğü, Türkiye Rüzgar Haritası gibi anahtar kelimeleri girerek bu konuda çok daha geniş bilgilere ulaşmak mümkündür.

Geçim sıkıntısı içinde kıvranan bir toplum hiçbir şey yapamaz. Devletin, Sermayedar kesimin toplumun ve kendisinin gelişebilmesi için uygun ortamı  üretmesi  (konjöktür) gerekmektedir. Aydın kesimin, devletin dünyada olup bitenlere bakıp ibret alması gerekmektedir. Aksi takdirde yok olup gitmek kaderi olur.

Cemre Düşünce!

Cemre sözcüğünü ne zaman kelime hazineme kattım bilmiyorum ama duyduğum günden beri yüreğime sarıp, bohçalayıvermişim hafızamın terkisine… Ne zaman bu kelimeyi işitsem yüreğimi garip bir hüzün elliyor. Geçen gün bir arkadaşım ” Ohh! Ne güzel cemre düştü havalar ısınır artık”dedi sevinçle. Ne kadar güzel! Cemre düşmüş ve bizim arkadaş sevinmiş!

Ama ben ilk defa sevinemedim cemrenin düştüğüne. İlk defa umarsız kaldım, ilk defa aldırmadım. Hissetmedim. Umarsız kaldım, çünkü yüreğimin dağlarında kar kalkmazken, sokaklardan her türlü güzellik bir masal gibi Kaf dağına çekilmişken, bizi biz yapan her ne varsa unutulmuşken, gönüller arasına uçurumlar girmişken, herkesin burnu göklere kalkmışken ve yüreklerimiz sevgi yoksunu, his yoksunu, merhamet ve şefkat yoksunu mahbeslere dönmüşken, toprağa cemre düşmüş, bahar gelmiş bana ne, ya da kime ne? Kimlere ne?

Kime ne yüreklere sıcaklık vermeyen sahte baharlardan…

Kime ne toprağa düşmüş cemrelerden…

Sanırım yıllar önceydi.

Bir şiir olmalıydı… Ya da şarkı sözü…” Diyordu ki: “Irak gönüllerin uçurumuna, sevgiden köprüler kurmaya geldim”… O zamanlar nasıl da bilenmiştim şarkının bu bilgece ve bir o kadar anlamlı sözlerine… Ne çok etkilemişti beni, ne çok dokunmuştu… Şimdi geriden geriye dönüp baktığımda ne kadar az gönülden söz ettiğimizi, ne kadar çok dünyayı konuştuğumuzu görüyor ve içleniyorum sızlanası… Oysa gönül üstüne, aşk üstüne, iyilik üstüne, ahlak üstüne daha çok sözlerimiz olmalıydı. Sözü söze katmalıydık, gönüllerimizi gönüllere sarmalıydık bıkmayası… İyiliğin ve güzelliğin süruru ve neşesi hayatın kalbi olmalıydı her dem çarpan, tazelenen…

Cemreler önce yüreğe, sonra akla ve en son bedene düşmeliydi.

O zaman baharımız başka, yazımız başka, niyazımız başka olmaz mıydı?

Cemre önce toprağa düşmüş!

Keşke önce yüreklere düşseydi diyorum.

Hayatın kalbi nasıl da yorulmuş… Nasıl da tekliyor hayat… Mutsuzlar ordusunda bütün adımlar bir ileri bir geri vaziyetindeyken, dimağımız unutmuşsa bütün bildiklerini yeni şeyler söylemek lazım…

Her nereye baksam, ne okusam, kimi dinlesem, nereye göz atsam üçüncü sınıf bir plak şirketinde hazırlanmış bozuk bir plağın cızırtısını ve yüreğimi bedbin eden hayatın o arabesk tınısını görüyorum. Biz bu tekrara nasıl kapıldık, nasıl da aynı şeyleri dönüp dönüp yeni baştan dinliyor, söylüyor ve anlatıyoruz, uslanmayası, sıkılmayası, arlanmayası. Sanırım Mevlanın sözüydü: Oysa ” Dün dünde kaldı cancağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyerek nasıl da asırlar öncesinde bizi bu dünya hengâmesinden korumak için derdimizin reçetesini yazıp göndermişti gönlümüzün kıyılarına…

Ve sanırım biz asıl gönüllerimizin kıyılarını kaybettik, utanmayası!

Unuttuk işte…

Biz unuttuk. Gönül sızılarımızı, içten niyazlarımızı, kanaviçe nakışlı sözlerimizi unuttuk. Yorgunum, üzgünüm ve bıkkınım. Ben de usandım, benim de söyleyecek sözüm kalmadı. Benim de yoruldu dizlerim dümdüz yokuşlarda, ben de vazgeçtim, ben de gittim kendime, gelmeyesi…

Gül desenli hatıralarımız ne kadar da azaldı. Her biri kemale ermiş onca güzelliğimiz dururken, onca hakikat el değilmeyi beklerken, şafaklar nöbet tutarken tülümsü ufuklarda biz birer dönme dolap gibi dönüp duruyoruz tekrarlarımızın etrafında. Spor, siyaset, ekonomi, magazin, para-pul, dedikodu, fitne- fücur, öfke, kin, maraz her ne varsa fevç fevç akıyor yüreklerimize her dem. Oysa iyilik, güzellik, şefkat, merhamet, sevgi, güzel ahlak, adalet, huzur gibi bizi göklerin fevkine çıkaran ilahi şifreler vardı içimizi ışıtan ve ısıtan… Gönlümüzün şifrelerini unuttuk, hatırlamayası…

Göze geldik ve bozuldu büyü…

İlahi cemreler yabana düştü, biz bir yana düştük…

İşte cemreler düştü.

Bahar geliyor… Bir bahar daha gelecek ve belki de kimilerine hiç görünmeden sessizce geçip gidecek. Zaman yeni baştan eskiyecek, büyüsünü yitirecek mevsim. Belki gelecek bahar biz olmayacağız, bir daha cemreler düşmeyecek üstümüze. Hayatın kalbi belki de bizim için ansızın duracak.  İşte ben burada diyorum ki geliniz bu gün en azından bir insanı mutlu edelim. Çatallı yol ağızlarında şaşırıp kaldığımız yerde kendimize, özümüze dönelim. Doğrular ta gönlümüzde.  Amirsek memurumuza, öğretmensek öğrencimize, esnafsak müşterimize, doktorsak hastamıza, gençsek yaşlımıza, yazarsak okuyucumuza en azından bugün sevgi, şefkat, merhamet ve adaletten bir demet yapıp sunalım. Bugün cemreler gönüllerden gönüllere düşüversin. Zira karakışın mesken tuttuğu nice gönüllerin asıl bu cemreye ihtiyacı var. Geliniz, “Irak gönüllerin uçurumuna sevgiden köprüler kuralım bugün”… Gönlümüzün kıyıları bizi bekliyor.

Cemre olup düşelim bizi bekleyen gönüllere…

Sizce düşmeye değmez mi?

Hamdi Aga’yı Şimdi Daha Çok Sevdim

Nerden çıktı şimdi bu Hamdi Aga, demeyiniz. Biraz sonra anlatacağım. Önce, emekli bir genelkurmay başkanının, internet sitelerine düşen ses kasetinde neler itiraf ettiğine bakalım: “27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat Darbelerinde görev aldım. 28 Şubat’ta Necmettin Erbakan’ı iktidardan biz indirdik, iktidarı Mesut Yılmaz’a altın tepsi içinde sunduk. 28 Şubat’ta Süleyman Demirel ile ortak hareket ettik. 27 Mayıs’ta Davutpaşa’daydım. Üniversiteler partilere karşıydı. Polis, tuttuğunu bize getiriyordu. Biz de yemek yedirip top oynayıp arka kapıdan salıyorduk. Yıllar sonra Kemal Alemdaroğlu ile karşılaştım. ‘Komutanım saldıklarınız arasında ben de vardım’ dedi.

Mütekait Paşa, Ragıp Paşa’nın, “Çingene marifetlerini sayarken hırsızlıklarını anlatırmış.” anlamına gelen “Merd-i kıpti şecaatin arz ederken sirkatin söyler.” sözündeki gibi,  şecaatine devam ediyor: “12 Eylül’de de rol aldım. Mamak Tugay Komutanı’ydım. Planlama grubundaydım. Sabıkalıyız yani. Sicili bozuk bir adamım. 12 Eylül hazırlığı bir yıl önce başladı. Kritik yerlere atamaları ben yaptım.”

Hamdi Aga köyümüze yakın köyden gelip yerleşmişti. Üç çocuğu vardı, kendi halinde bir insandı. Kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, her konuda fikir beyan etmezdi. Kızıyla aynı sınıftaydık. O, belki de üç yıllık ilkokul diplomasına sahipti. Bir yaz günü köylülerimiz Ayazmabaşı’nda evlenme düğünü için toplanmışlardı. Hava sıcaktı, ceviz ağaçlarının altı serindi. Herkes kümelenmişti ağaçların gölgesinde. Dağıtılan pilavları yiyordu köylüler. Biz, birkaç çocuk Hamdi Aga ile yan yanaydık. Bize “Siz ne olacaksınız?” diye sordu. İlkokulun ikinci sınıfında okuyan, henüz hayat algılaması oluşmamış, değerleri oturmamış biri olarak ne cevap verebilirdim? Verdiğim cevabı beğenmedi Hamdi Aga. Bulut gibi karardı ve “Oğlum siz de mi ihtilal yapacaksınız?” dedi. Bu sözcüğü ilk defa duyuyordum. İhtilal neydi?

Sonradan yaşayarak öğrendim ki ihtilal, birilerine göre, bu ülkenin “balans ayarı”ymış. Bu ülkede yöneticileri seçmeyi bilmeyenler on yılda bir hizaya getiriliyormuş. Ayrıca o “göbeğini kaşıyanlar”la seçkinci zümrenin oyları aynı olur muymuş? Onlar “dağdaki çoban”mış. “Ağzı çorba kokan”lar, Mozart’ın konçertolarını, senfonilerini dinlemedikçe çağdaş olamazlarmış. Onun için Yunan mitolojisindeki rüya tanrısının yaptığı gibi kısa olanların boyu mengeneyle çekilerek uzatılmalı, uzun olanların boyu testere ile kesilmeli; böylece yatağa yatırılmalıymış. Bu da ancak ihtilal ile gerçekleşirmiş. İhtilal, insanları geriye gitmekten korurmuş. O, ortaçağ karanlığını aydınlatan güçlü bir projektörmüş.

Son elli yılda yaşadığımız ihtilallerin mirasçısı olarak bakıyorum, içim burkuluyor. Üzülüyorum. Darağacında asılan insanlar, genç yaşında birbirine vurdurulan gençler aklıma geliyor. İhtilal gerekçesi olarak hazırlanan kabuslu günleri, beslenen düşmanlıkları, toplumda oluşturulan güvensizlikleri, “ne olacaksa olsun” dedirten ruhları hatırladıkça birilerine olan öfkem iyice artıyor. Başına “yeşil” sözcüğü eklenerek insanların sermaye sahibi olması, “mürteci” denerek kendine güvenmesi, eğitim sistemiyle oynanarak halkın vatansever evlatlarının bürokraside söz sahibi olması önlendi darbelerle. Sermaye dışarıya kaçtı, insanlar öğrenim için yurt dışına çıktı, gidemeyenler devletine küstü, içine kapandı. Nice beyin köreldi. Bunların hepsi, darbecilerin jargonuyla söyleyelim, “laiklik, çağdaşlık, vatanseverlik” adına yapıldı. Yaptığı icraatları nedeniyle “vatan haini” sıfatına layık insanların, kendilerini “yurtsever” diye tanıtması ne büyük samimiyetsizlik, ne büyük riyakarlık!

Hamdi Aga, toprağını kazar, bahçesini sular, aldığı mahsulle karnını doyurur, çoluk çocuğunu geçindirir. Çok kazanırsa şükreder, az kazanırsa tevekkül eder, sabreder. Bir köy insanıdır o. Bu toprağın insanıdır. Karıncayı ezmez, kul hakkından korkar. Beklentileri başkası içindir. Evlatları okusun, anneye babaya saygılı olsun, memlekette hayırlı işler yapsın. Devlet de köyüne yol, su, elektrik getirirse en mutlu insandır o. Ancak, o bilir ki darbelerin hiçbiri bu güzelliği ona sağlayamamıştır. Darbeler insanları birbirine düşürmüştür, ülkeyi kaosa çevirmiştir, memleketi elli yıl geriye götürmüştür. O, benim cevabım karşısında, bundan dolayı kara bulut kesilmiştir.

Hamdi Aga’ya ne cevap verdiğimi şimdi hatırlıyorum. Söylemeye dilim varmıyor ama, bir art niyet taşımadan söylemek zorundayım: “Okuyup da subay olacağım.” Ey Hamdi Aga, sen ne ileri görüşlü adammışsın!

Biraz da Mizah

Şu seçim arifesinde gönülleri bunalmışlara birazda mizah:

BUZDOLABINA MEYVE KOYMA

Kardeşim M, biraz asabi biridir.

O’nun için eşine bağırmak erkekliğin şanındandır.

Bir gün buzdolabını açar, açmasıyla bağırması bir olur;

Yahu S, sana buzdolabına meyve koyma demedim mi?

Eşi S gayet sakindir.

M, buzdolabında meyve yok ki…

M, dikkatlice buzdolabına bakar ve gerçekten meyve olmadığını fark edince;

“O zaman meyve olunca buzdolabına koyma!” der.

TOPLA GEL

NF adında dünyalar tatlısı bir astsubay arkadaşım var.

Eşi GF Kız Meslek Lisesinde öğretmen.

NF minibüsünü park etmek üzere geri geri giderken eşi yardımcı olmaya çalışıyor;

“Gel, gel, gel…

Topla gel”

NF dikiz aynasından bakıyor, toplasa duvara toslayacak,

Durup arabadan iniyor ve eşine;

“Topla gel den sen ne anlıyorsun?

GF’nın cevabı; Ne biliyim hep öyle denir ya…

İSRAF HARAMDIR

Arabamı satmak mecburiyetinde kaldım,

Haberi alan 3-4 komşum; “Araba lazım olursa lütfen çekinmeyin” diye haber gönderdiler sağ olsunlar.

Bir müddet sonra eşim N, “ucuz da olsa bir araba alalım, kapıda bir arabamız olsun, ne olur, ne olmaz” dedi.

“Ya ne gerek var, biraz toparlanalım, istediğimiz arabayı alalım bari.

Baksana komşuların tekliflerine, geçen hafta bir arabamız vardı, şimdi 3-4 tane oldu” dedim.

Araba aldıracak ya.

“Yok, olmaz, israf haramdır”

SİZİN POSTACINIZ YOK MU?

Rahmetlik babam emekli maaşını aldığı gün alışverişe gitmiş.

Evde açıklama yapıyor;

“Şu kadar şuraya, bu kadar falan yere harcadım, cebimde sadece bu kadar param kaldı”

Ben de çaktırmadan eşime bir miktar para verdim ve münasip bir üslupla babama vermesini söyledim.

Eşim “Baba maaşını eksik vermişler, postacı eksik ödenen miktarı getirdi al bu parayı” dedi.

Bu sırada kardeşim ve eşi S’de aynı ortamda. (Kardeşimle aynı zamanda bacanağız)

Babam parayı aldı ve S’ye baldızıma döndü;

“S kızım, postacı size hiç uğramıyor mu” dedi.

ACELEN NEY

Düğünümden 7 yıl sonra baldızımla kardeşimin düğünü yapıldı.

Bir müddet sonra babam eşime;

“Kızım iki kız kardeşsiniz, epey zamandır evimizdesiniz,

Hala başımı saçımı yolmadınız” deyince hazır cevap eşimin cevabı;

“Acelen ney baba, daha çok zamanımız var.

Ülkemizde gerçekten çok komik insanlar var ve çok komik olaylar yaşanıyor.

Şaka yapmayı çok seviyoruz.

Öyle ki, çarşaflı bir kadına önce parti rozeti takıyoruz, sonra tekme tokat otobüsten aşağı atıyoruz…

Çok şakacıyız çok…

Oda lazım, her eve birkaç tane oda lazım,

Bir eve bir aile, birkaç çocuk; o da lazım,

Bazı bazı, çeşit çeşit yarenlikler yaparız,

Bunalmış bu topluma, zaman zaman o’da lazım.

Fatih’in Defteri

Padişahlarımızı çocukluklarından itibaren devlet yönetmeye hazırlanan kişiler olarak biliriz. Bu yanlış değildir. Fakat onların tek ilgi alanının devlet yönetmek olmadığını da biliyoruz. Farklı alanlara da ilgi duymuş, içinde yer almış ve desteklemişlerdir. Bu da, Osmanlı’yı Osmanlı yapan önemli etkenlerden biri olmuştur.

Devlet yöneticiliği ve komutanlıklarıyla tanıdığımız birçok Osmanlı padişahının sanatçı yönleri ve ilgi alanları vardı.

Örnek vermek gerekirse; Yavuz Sultan Selim usta bir kuyumcu ve şairdi. Türkçe şiirlerin yanında Farsça bir divanı da vardır. Bu divan Almanya’da basılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman, ‘Muhibbî’ mahlasıyla divan şiiri yazdı. Sultan I. Abdülaziz, şair ve bestekârdı. Ayrıca resime de çok kabiliyetliydi. II. Abdülhamit, kakma ve süsleme işlerinde mahir, usta bir marangozdu.

Yazımıza asıl konu olan Fatih Sultan Mehmet ise, İstanbul fatihi olduğu için batılı araştırmacıların da oldukça dikkatini çekmiştir. Bahçıvanlıktan hoşlandığını ve ok yüzükleri, kemer tokaları ve kılıç kınları yaptığını biliyoruz. Avnî mahlasıyla da şiir yazmıştır.

Karikatür denemeleri

Fakat, Fatih Sultan Mehmet’in karikatür çizdiğini acaba kaç tarihsever bilmektedir?

Topkapı Sarayı Müzesi kütüphanesinde Fatih Sultan Mehmet’e ait bir defter var. Defteri Sultan II. Abdülhamit Han bulmuş ve büyük ihtiram göstererek ciltlettirip Yıldız Sarayı kütüphanesine koydurmuştur.

Bu defter, şehzade II. Mehmet’in yani Fatih Sultan Mehmet’in gençlik yıllarında kullandığı karalama defteridir. 180 sayfadır. Yıldız Sarayı’nda kurulan Zülvecheyn Kütüphanesi’ndeki cilthanede ciltenmiştir. Kırmızı deri üzerine kaplı defterde mürekkebin dağılmaması için aharlı kağıt kullanılmıştır. Kimi yapraklarında filigran mühürler bulunmaktadır.

Defter besmele ile başlıyor. Sonrasında ise “Mehmed bin Murad Han” ibareli tuğra denemeleri, Arapça, Farsça, Grek alfabeleriyle yazı denemeleri ve portre çizimleri var. Çizimlerin kimi yerinde ince uçlu kamış kalem, kimi yerinde de fırça kullanılmış.

Fakat ilginçtir, Topkapı Sarayı yetkililerinin verdikleri bilgiye göre defter bugüne kadar çok fazla bilim adamının dikkatini çekmemiştir. Sadece bir dönem sanat tarihçisi Ord.Prof. Dr. A. Süheyl Ünver ilgilenmiş ve konuyla ilgili olarak “Fatih’in Defteri” isminde bir kitap yazmıştır.

Kendisiyle yapılan bir ropörtajda Prof. Dr. İskender Pala ise, Saray Hazinesi’nde yer alan bu defterin bilim adamları tarafından incelenmesi gerektiğini vurguluyor. “Kriminoloji laboratuvarlarında bu çizimler incelenirse Fatih’in kişiliğindeki ayrıntılara varabiliriz..” diyen Pala, “Karakter tahlili ile çok farklı yönleri ortaya çıkabilir. Portre çizimlerinde ne anlatmak istemiş. Bu önemli bir konu. Tarihsel anlamda da önemli sonuçlar elde edilebilir.” diyor. Fatih Sultan Mehmed’in “Ben bir dünya devleti kuracağım. Surlarını sanatla öreceğim!” sözlerini de hatırlatan Pala, “Bu çağrı da onun gerçekten kültür sanat değerlerine çok önem verdiğinin bir göstergesi. Onun hayallerini yansıttığı bir eskiz çalışması olan bu defter de mutlaka incelenmeli.” diyor.

Gözlem gücü

Defterde at, kuş, yaprak ve insan yüzü çizimleri var. Karikatürcü gözüyle defteri  incelediğimizde günümüzdeki karikatür çizim tekniklerine çok benzer olduklarını görüyoruz. Çizgiler abartılı. Yüz ifadeleri donuk değil. Sevgi, öfke ve hayret mimikleri çizgilere yansıtılmış.

Portreleri çizilen kişilerin kimler olduğu hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Fakat bu çizimlerden Şehzade Mehmet’in insanları gözlemleme yönünün ve yeteneğinin çok kuvvetli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Aslında bu gözlemleme konusu her karikatürcüde olması gereken bir özelliktir. Fakat maalesef günümüzde özellikle karikatüre yeni başlayan gençlerde bu özelliğin fazla olmadığını görüyoruz. Karikatüre başlar başlamaz dergilerdeki tiplemeleri taklit ediyorlar. Belli bir yere kadar bu taklit etmeler normaldir. Fakat çevrelerindeki insanları gözlemlemeyip sürekli dergilerdeki tiplemeler üzerinden çizimlerini geliştirmeye çalıştıklarında, belli bir süre sonra yeni tipler çizmekte zorlanmaya başlıyorlar. Toplumdan soyutlanmış, insanları ancak dergilerdeki tiplere göre kategorize edebilen, gözlem ve düşünce tembeli insanlar haline geliyorlar.

Şehzade Mehmet’in çizgi tekniğinde de acemi olmadığı görülüyor. Çizgilerinde titreme yok. Kendinden emin çizgiler. Hele ki bu çizimleri ince uçlu kamış kalemle yapmak bilek hareketlerindeki kıvraklığın göstergesi.

Defterdeki çizimlerden başka şu anda bildiğimiz başka çizimleri yok. Fakat bahsettiğimiz defterdeki çizimleri incelediğimizde kendisinin daha önce de benzer çizimler yaptığını anlayabiliyoruz. Çünkü çizgileriyle bu seviyeye gelmiş birinin daha önce çeşitlli karalamalar ve çizgi çalışmaları yapması gerekiyor. Yani defterdeki çizgiler ilk defa çizim yapan birinin çizgileri değil. Belli bir seviyede ve ustalıkta olan çizgiler.

Portre karikatürler

Fatih Sultan Mehmet’in karikatüristliğini irdelerken, günümüzdeki karikatür tanımıyla yorumlamak yanlış olur. Günümüzdeki karikatür anlayışındaki gibi çizimlerinde bir konu veya espiri yok. Daha çok karikatürün bir dalı olan portre karikatür dalına yakın çizgilerdir.

Defterdeki çizimleri incelerken Fatih’in yaşadığı dönemi aklımızda tutarak incelemeliyiz. Bahsettiğimiz dönem Fatih’in gençlik yılları. 1400’lü yıllar. Bu yıllarda günümüzdeki gibi bir karikatür anlayışı yok. O yıllarda Osmanlı’da resim denilebilecek sadece minyatür sanatı var. Minyatür sanatıyla karikatür sanatı çizim teknikleri yönünden çok farklı dallardır.

O dönemde Avrupa’da resim sanatı çok ileri düzeydedir. Belki Şehzade Mehmet bir şekilde Avrupa’daki ressamların resimlerini görmüş ve etkilenmiş olabilir. Çünkü Fatih Avrupa’yı çok yakından takip eden biriydi. Takip ettiği konular arasında Avrupa’daki sanat etkinliklerinin de olması kuvvetle muhtemeldir.

Belki akla “Fatih’in gençlik yıllarında çizdiği bu çizimler belli bir dönem heves kabilinde, bilinçli olmayan karalamalardır. Bu çizimlere bakarak Fatih’in resme ilgisi olduğunun söylenmesi doğru değildir.” şeklinde bir düşünce gelebilir.

Fakat Fatih’in hayatına bütün olarak baktığımızda bu iddianın yerinde olmadığını görürüz. Çünkü resim sanatına olan ilgisi gençlik yıllarına ait olsaydı, vefatından bir sene önce Venedikli ressam Gentile Bellini’ye resmini yaptırmazdı. Bellini’nin ünlü Fatih tablosunun sağ alt köşesinde Latin harfleriyle 25 Kasım 1480 tarihinin atıldığını görürüz. Fatih’in vefat tarihi ise 1481’dir.

Venedik ile 16 yıl süren savaştan sonra 1479’da  barış antlaşması yapıldı. Antlaşmadan sonra aynı yıl Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’a gönderilmek üzere Venediklilerden “usta” bir ressam istedi. Osmanlı ile arasını düzeltmek için iyi bir fırsat yakalamış olan Venedikliler, 53 yaşındaki dönemin önemli ressamlarından  Gentile Bellini’yi İstanbul’a göndermeye karar verdi.

1479 Eylül ayının sonlarında İstanbul’a gelen Bellini’ye Fatih Sultan Mehmet  önce bazı saray görevlilerinin resimlerini yaptırır. Ayrıca Fatih’in ressama bazı modeller gönderdiği ve önce çizime sonra da modele bakarak ressama ihsanlarda bulunduğu da anlatılır. Bellini, bu uygulama çerçevesinde meczup bir dervişi de resmetmiştir. Topkapı Sarayı’nın bazı duvarlarının resimlenmesi görevi de Bellini’ye verilmişti.

Bellini, tablosunda Fatih’i  gayet gerçekçi bir biçimde resmetmiştir. Fatih’in hafif yana dönük ince yüzü, karakteristik burnu, özenle tıraş edilmiş bıyık ve sakalı, sakin bakışları resimde dikkat çekici bir şekilde ustalıkla resmedilmiştir. Tablo, padişahın azametini etkileyici bir üslubla yansıtır. Sade giysiler içinde profilden yapılmış bu portrenin sağında ve solunda üç taç yer alır. Bu üç taç, Fatih’in sona erdirdiği üç büyük devleti, yani Bizans’ı, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ve Karamanoğulları Beyliği’ni simgeler.

Sanat anlayışı ve devlet

Resmini çok beğenen Fatih Bellini’ye çeşitli ihsanlarda bulunur. Ayrıca saraydan Nakkaş Sinan Bey’i de İstanbul’dan İtalya’ya gönderir. Sinan Bey, İtalya’da çağın ustalarından Maestro Paola’nun yanında çalışır. Sinan Bey’in batı resmi etkisi altında kaldığını gösteren Fatih’in güllü portresini, bu geziden döndükten sonra yaptığı söyleniyor.

Fatih’in resim sanatına olan ilgisi hakkındaki bu bilgiler kendisini tanımada sadece bir dipnottur. Daha birçok özelliğe sahip. Okumayı ve araştırmayı çok seven biriydi. Yedi yabancı dil bilirdi. Tarih ilmine çok meraklıydı. Bilime büyük önem verir, yabancı ülkelerdeki bilim adamlarını davet ederdi. Mühendislik bilgileri ileri düzeydeydi. Askeri ve siyasi bir deha idi. Cesaretli olduğu kadar merhametliydi. Alim ve dindardı.  Tasavvuf büyüklerine son derece hürmet gösterirdi. Vefatından sonra cenaze namazını Muhyiddin Şeyh Vefa Hazretleri kıldırmıştır.

Fatih Sultan Mehmet hakkında günümüzde hâlâ yerli ve yabancı tarihçiler kalın hacimli eserler yazmaya devam etmektedirler.

Bütün bu yazdıklarımızın gayesi, geçmişi yad edip onlar iyiydi, kötüydü tartışmasına katılmak değil. Devran dönüyor ve biz bugünü yaşıyoruz. Fakat geleceğe adım atarken geçmişten bir şeyler de devşirelim istiyoruz.

Öyle ya, Osmanlı yeryüzünün sayılı güçlerinden biriydi. Fakat bu güç yalnızca kaba güce yaslanmıyordu. Fikir, sanat ve bilimi sahiplenme hem İstanbul’da hem Anadolu’da ince, zarif ve tatlı-sert bir Osmanlı toplumunu oluşturuyordu.

Bugün geri dönmemiz mümkün değil. Çünkü tarihin geri dönüşü yok, sonradan da Osmanlı olunmuyor. Fakat fikre, sanata önem vermenin bir toplumu tarihî yapma özelliği ise her zaman var. Belki magazin dünyadan sıyrılıp biraz bunu da düşünme imkanımız olur.

Milletin Hakkı

Hz. Ömer Halife olduğu dönemde bir akşam çalışıyordu. O esnada bir misafir geldi. Oturup sohbet etmeye başladılar. Hz. Ömer hemen ayağa kalktı ve yanmakta olan mumu söndürüp başka bir mumu yaktı. Misafiri şaşkın gözlerle Hz. Ömer’e bakıyordu. Hiçbir şey anlamamıştı. Dayanamayıp sordu:

“Oda mum, buda… İkisi de aynı şekilde aydınlık veriyor. Niye birini söndürüp, diğerini yaktınız?”

Hz. Ömer’in cevabı şu oldu:

“Söndürdüğüm mum, milletin parası ile alınmıştı. Özel işlerimi yaparken, arkadaşlarımla sohbet ederken o mumu kullanmaya hakkım yok. Bunun için o mumu söndürdüm ve kendi paramla aldığım mumu yaktım”..

Siz hiç kul hakkı yediniz mi? Bilerek veya bilmeyerek. Peki, Milletin hakkını yediniz mi?

Çok hassas bir dönemdeyiz, özellikle ekonomik kriz zaman ilerledikçe daha da hissedilir hale geldi. Bu noktada özellikle özel sektörde yatırımlar durdu. Hatta küçülme kararı alanlar var. Maliyetleri düşürmek adına giderlerini kısıtlamaya başladılar.

Bu noktada hangi kamu kurumları veya hangi belediye yönetimi giderlerini gözden geçirdi. Zaruri olmayan gider kalemlerinde tedbirler aldı.

Herkesin elini vicdanına koyması gerekiyor. Yazdığı kâğıttan, kullandığı araca kadar tükettiğini gözden geçirmesi gerekiyor.

Şöyle bir silkelenip, kendimize gelme zamanı gelmedi mi?

Gerçek Gündemin Önündeki Engeller

Mahalli İdare Seçimlerine bir aydan daha az bir zaman kaldı. Dikkatlerimiz seçimler, oy oranları, belli illerde kimlerin Belediye Başkanı olacağı gibi konulara odaklanmış görünüyor.

Türkiye’nin asıl gündemini oluşturan konular, bu seçimlerin sonuçlarını etkilememesi için arka plana itilmiş durumda.

Ekonomik krizin işsiz bıraktığı insanlarımızın, dükkânını, işletmesini kapatan esnaf ve işadamlarının, gelirleri birkaç ay öncesine göre hayli azalmış olup geleceğe dair karamsarlık içine düşmüş vatandaşlarımızın, yoksulluk sınırından açlık sınırının altına düşen dar gelirlilerimizin sıkıntıları gün geçtikçe derinleşmekte.

IMF ile yapılması mukadder görünen anlaşma ile seçimlerden sonra Türkiye ekonomisinin daha da durgunluğa gireceği kesin gibidir. Seçime kadar bütçe kaynaklarının çok ötesinde harcama yapan hükümet, gelir gider dengesinin kurulması için harcamaları çok kısmak zorunda. Bunun bir tek sonucu olabilir: Daha fazla durgunluk, daha fazla kapanan işyeri, daha fazla işsizlik, daha fazla fakirlik.

İşsizliğin azaltılması konusunda, halka ümit vermesi gereken Başbakan bile ümitsiz. Muhalefet liderlerine çağrıda bulunarak “bir çaresi varsa söyleyin, uygulamazsam siyasi hayatımı bitiririm” dedi. İnşallah muhalefetin verdiği reçeteler uygulanır ve işe yarar.

Bugünlere kadar hiçbir suça bulaşmadığı halde, borçlarını ödeyemediği için PTT Bank soygunları yapanlara dair haberler, suç artışlarını veren istatistiklerin öncü bilgileri olsa gerek. Zaten bütün ekonomik sıkıntıların ve gelir dağılımındaki bozukluğun arttığı durumlar, suç oranlarının arttığı dönemlerdir.

Milletin sırtına yapışmış sülükler, bu fakirleşme sürecinde yolsuzluklar ve “rantiyecilik” yoluyla kan emmeye devam ediyor. Kanun ve Allah korkusundan uzak, ahlaktan nasipsiz bu kan emicilerin sosyal dengeyi bozmasına dur denilemiyor.

Gerçek gündem konularının tartışılması ve milletin sırtındaki sülüklerin teşhir edilmesi için kuvvetler ayrılığı ilkesinin iyi işlemesi lazım. Yasama ve yürütme güçlerinin tek partide (hatta tek kişide) toplandığı, tek parti iktidarları döneminde yargı ve basının /medyanın bağımsızlığı çok önemlidir.

Günümüz Türkiye’sinde yürütmenin yargı üzerindeki etki alanını genişletmesi ve basın (medya) gücünün yarısından fazlasını doğrudan, diğer kısmının ekseriyetini teşkil eden grupları (ihale işleri, vergi cezası gibi) dolaylı yollardan kontrol altına alması, halkın gerçekleri öğrenmesi ve yanlış iş yapanların cezalandırılması önündeki engel haline geldi.

Ekonomik krizin darbeleri ile sersemlemiş olanlar için hukuk ve hukukun siyasallaşması kavramları önemli görülmeyebilir. Sadece insan hak ve hürriyetleri açısından değil, toplumsal fakirleşmemizin ana sebebi olan politikaları ve sosyal adaletsizliği gidermek için de hukukun üstünlüğü ilkesinin uygulanmasına ihtiyacımız var.

Ülkemizin daha iyi yönetilmesi, bu suretle birlik ve dirliğini koruyup, huzur ve refah içinde yaşaması için kafa yoran ve icraatta bulunanların kendilerini güvende hissetmesi önemlidir.

Telefon veya ortam dinlemesi yoluyla izlenerek bir gün en mahreminin bile deşifre edilmesi, hukukun ve yargılama usullerinin temel kurallarına aykırı bir tarzda cezalandırılması ve basının yargısız infaz konusunda araç olarak kullanılması suretiyle, hareket kabiliyeti olan muhaliflerin etkisiz hale getirilmesi kısa vadede yararlı görülebilir.

Ancak uzun vadede, muhalefetsiz iktidarlar döneminde hürriyetlerimizin kısıldığını ve aynı zamanda ekonomik gelişmemizin durgunluğa girdiğini görebiliriz. Çünkü hakikat ışığı farklı fikirlerin çarpışmasından doğar. (Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.)

Osmanlı Devletinin son dönemlerinde yeni milletler inşa edilmek suretiyle devletimizin topraklarından bazı kısımları kopartılarak Yunanistan, Bulgaristan gibi devletler ortaya çıkartılmıştı. Bugün de yüzyıllardır ortak kaderi paylaştığımız Kürtlerden bir millet inşa edilmeye çalışılıyor.

Herkesin ana dilini konuşması ve anadilini geliştirmesi hakkı” fikrine dayanan devlet kanalı TRT, bir kanalından 24 saat, Kürtçe adı altında Diyarbakır Kurmançi ağzı ile yayın yapmaya başladı. Böylece Kurmançi ve Sorani dilleri arasındaki fark kaldırılarak Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtlerin ortak dili haline getirilmiş olacak. Özellikle TV yayınları sayesinde, halen Türkçe’nin ortak dil olarak kullanıldığı bu coğrafyada, elde edilen kazanımın heba edilme sürecine girildi.

İnşa edilen milletin öncelikle federasyon ve daha sonra Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirilen oluşumla birleştirilerek, bir bağımsız devlet (Kürdistan) kurulması projesini savunanlar çok ileri bir mevzi kazanmış oldu.

TRT-Şeş yayınının ne kadar faydalı ve doğru olduğunu savunan çok sayıda “aydın” basında her gün arzı endam ederken, “devletin bu yayını yapması bölünmeye hizmet eder” endişesini taşıyanları yeterince dinleyemiyoruz.

Gözlerden saklanan gündem maddelerinden bazıları bunlar…