9.8 C
Kocaeli
Çarşamba, Eylül 24, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1273

YAZICIOĞLU ve Şaibeli Kaza

Muhsin YazıcıoğluHelikopterle seçim gezisi, onun yaptığı ikinci hatadır (Birinci hatası ile ilgili olaylardan inşallah daha sonraki yazılarda bahsederiz). Öncelikle olayın kaza olduğuna inanmıyorum. Bu ne menem olaydır, bu ne karanlık bir kazadır?

Öncelikle olayın kaza olduğuna inanmıyorum. Bu ne menem olaydır, bu ne karanlık bir kazadır?

Daha olayın üzerinden birkaç saat geçmeden kaza yerine ulaşıldığının, “Yazıcıoğlu Göksun Hastanesine getirildi, Kayseri’ye sevk ediliyor, Ankara’ya sevk ediliyor” haberlerinin yayınlanmasını, sadece ayağının kırık olduğunun söylenmesini; arama-tarama çalışmalarının yavaşlatılması veya geciktirilmesinin sağlanması için yapıldığı konusunda şüphelerim var.

Kahredici bekleyiş ve özlenen tablo iç içe;

İnanılmaz bir bilgi kirliliği ve teknoloji kullanımındaki acizlik milletimizi kahrettiği gibi, Türkiye’yi de dünyaya rezil etmiştir…

Helikopter faciasından önce de 17 defa ölümcül kazaya(!) maruz kalmış olması, helikopter faciasının pek de masum olmadığını göstermektedir!

Umarım en kısa zamanda olay aydınlanır.

Özlenen tablo dedik; PKK yandaşı parti dışındaki tüm parti ve sayın liderlerinin olaylara karşı sergiledikleri hassasiyet özlenen bir tablodur.

Muhsin YAZICIOĞLU sevgisi, bir anda Türkiye’de farklı düşüncedeki siyasetçilerin yüreklerini yumuşatmış ve siyasi barışa vesile olmuştur.

* BBP lideri Sayın Yazıcıoğlu ile defalarca aynı sofrayı paylaştık, defalarca aynı masa etrafında kaynaştık, sohbetlere daldık, konvoylarda koşuşturduk.

Bir elde Ay-Yıldızı, diğer elde Ay-Gül’ü salladık…

BBP Kocaeli İl Başkan vekili olduğum dönemlerde genellikle basın bültenlerini âcizane ben hazırlardım.

Yönetimden ayrıldıktan sonra da zaman zaman parti adına hazırladığım basın bültenleri, muhtelif yerel gazetelerimizde yayınlanırdı.

Irak’ın Kuzeyinde 11 Askerimizin başlarına çuval geçirilmesinin ardından bir yazı hazırlamıştım. Ancak yazı ne hikmetse yayınlanmamıştı. Ya da benim gözümden kaçmıştı.

O yazıdan kısa bir süre sonra da Sayın Genel Başkanımız İzmit’e gelmişti.

Genç Kocaelililer Derneğindeki sohbet sırasında o günkü İl Başkanımız Sayın Sedat AYHAN, yazmış olduğum yazıdan bahsettiğinde, özellikle yazının başlığını çok beğenmesi beni oldukça gururlandırmıştı.

Yazının başlığı ise şu idi; Destanlara sığmayan Türk Askeri birkaç çuvala sığdırıldı.

* Yazıcıoğlu’nun kişiliği hakkında çok şey söylemeye gerek olduğunu sanmıyorum, çünkü Türk milleti o’nu çok iyi tanıyor ve tanıdıkları ölçüde de çok seviyorlar.

Bilindiği üzere Cenab-ı Hak sevdiği kulunu tüm insanlara sevdirirmiş. Yazıcıoğlu’nu oy verenler de vermeyenler de bu yüzden çok seviyorlar.

O yüzden genel başkanlığını yaptığı Büyük Birlik Partisi, Türkiye’nin gönüllerdeki en büyük partisidir.

Yani diğer partilerin taraftarlarının ikinci partisi sıralamasında BBP birinci partidir. Hatta bunların birçoğunun birinci partisi BBP.

Ancak barajı aşamaz endişesiyle BBP yerine ikinci partilerine oy vermemektedirler.

Büyük bir üzüntü ve endişeyi aynı anda yaşadığım bir zaman diliminde yazdığım yukarıdaki yazıyı yayınlanmak üzere bir türlü göndermek istemedim.

Ta ki olaydan yaklaşık 71 saat sonra BBP Genel Merkezinden saat 14:14’te hak baki olduğu haberi yayınlanana kadar.

Mantık ölümü kabul etmişti ama gönül hala bir mucize peşindeydi.

Biz biliyoruz ki, tabiat şartları neticesi hayatını kaybeden müminler şehit olurlar.

Geçmişinde (bir kişi hariç, bu konudan inşallah daha sonraki yazılarda bahsederiz) hiç kimseyi kırmayan, herkesin gönlünde taht kuran bir mümine de Cenab-ı Hak elbette şehitlik mertebesini nasip edecekti, öyle de oldu.

Resulullah efendimiz (sav) in “hoş geldin komşu” dediğini duyar gibiyiz.

Sen hep “Allah Türkiye’nin birliğini ve beraberliğini bozmasın” derdin ya,

Ben de en kalbi duygularımla ÂMİN diyorum.

Ben, sensizliğin boşluğundayım,
Başıboş, çaresiz, bir yerlere düşüyorum.
Sen Resulullah’ın şefkatli ahuşunda,
Ben sıcacık odamda üşüyorum.

Sen soğuk beton üzerinde üşüyordun,
Biz sıcacık odamızda üşüyoruz be koca Reis.

Bir idealin hariç, kafana koyduğun her hayalini gerçekleştirmiştin.

Gerçekleştiremediğin en büyük hayalin olan Büyük Birliği ise, sen görmedin ama öldüğün gün gerçekleştirdin, ne mutlu sana, ne mutlu Türk milletine.

Tüm İslam Âleminin, Tüm Türk Dünyasının ve tüm sevenlerinin başı sağ olsun.

Küresel Krizin Öğrettikleri

18 Mart 1915’de Çanakkale Geçilmez diyenler görevlerini fazlasıyla yaptılar. Aslında gelecek nesillere ışık tuttular. Milli destan şairimiz rahmetli Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun şu mısraları da bu ışığı güçlendiriyor:

Seni özünden vuran düşmanın kimmiş dünkü/ Göreceksin ki, yine aynı düşman bugünkü…

Önemli olan tarihten ders alarak yeni Çanakkaleleri geçilmez kılmaktır. Yeni Vakıflar Yasası, Petrol Yasası, TCK. 301. maddesi, yabancılara toprak satışı,  bir kısım uydu yasaları, Anayasanın temel giriş maddeleriyle oynama, Türkiyelilik maskaralıkları, yönetenlerce sürdürülen ve desteklenen kimlik terörü, insanları birbirine ötekileştirmenin demokratikleşme zannedilmesi, Irak’ın Kuzeyinde ve Kıbrıs’ta tavize yatkın politikalar, çağdaşlık ve neoliberallik yutturmacası altında yapılan özelleştirme ihanetleri ve 2008 Ulusal Programda Halk, Ziraat ve Vakıflar bankalarının özelleştirileceği taahhütleri- küresel krizle kamu bankacılığı önem kazanırken-, şans oyunları, elektrik dağıtımı, petrokimya sanayi, hava ve deniz ulaşımı, lokomotif ve vagon üretimi, et balık ürünleri piyasası, şeker, türün ve çay ürünlerinin işlenmesi, İMKB, altın borsası, otoyol-köprü işletmeciliği, sağlık, eğitim, savunma, radyo-tv yayıncılığı, doğalgaz piyasası, kömür ve diğer madenlerin özelleştirilmesi…

Bunlar ve diğerleri yabancılaştırıldıktan sonra Litvanya’nın yaptığı gibi, Chelsea Kulübünü satın alan Rus işadamına gidip  “artık satacak bir şey kalmadı bizi alır mısın” mı diyeceğiz. 

Hakim ekonomilerin çıkarı için bize biçilen kaftan; daha fazla liberal olmaktır. Onlar iktisadi milliyetçiliği uygulasa da Türkiye gibi ülkeler ne kadar liberalleşirse; milli çıkarları esas alan noktadan uzaklaşırlarsa; o ölçüde kaliteli soyulurlar. Bir taraftan her şeyi piyasanın insafına bırakan, müdahale etmeyen, daha çok dıştan dayatılan liberal politikaları çağdaşlık adına uygularız; diğer taraftan sosyal devlet adı altında seçim numaraları ile tatmin oluruz. Müdahaleyi reddeden liberal ülkeler ABD’de olduğu gibi, krize ekonomik paketle müdahale ederler, milli çıkarlarını korurlar. Bankalar devletleştirilir. Yabancı sermaye çekebilmek uğruna çokuluslu şirketlerden gerekli vergiyi alamamak; bizi orta ve küçük ölçeklilere, sabit gelirlilere yüklenmeye yöneltir. Vasıtalı vergiler öne çıkar. Kamu finansmanında borçlanma tek yok olur.

Çanakkaleler, Doğu Anadolu’da da geçilmiştir. Süt, et ve gıda sektöründeki bazı tesislerin özelleştirilmesi işsizlik yaratmış, üretimi ortadan kaldırmıştır. Şimdi şeker fabrikaları sırada… Bunlar da özelleştirilecek ki eş dost tatlandırıcı ithal edebilsin. Satmazsak sonra çağdışı oluruz mantığı, çağımızın yükselen iktisadi milliyetçiliği ile ters düşen ideolojik bir bağnazlıktır.

1915’de geçilmeyen ve bugün binlerce kişinin ziyaret ettiği o mübarek topraklara gidenler acaba bugünü değerlendirebiliyorlar mı?

Nihat Sami Banarlı’ya göre, Çanakkale Şehitleri isimli şiirüstü eseri yazan milli endişe sahibi, haysiyetli ve örnek vatansever milli şairimiz Mehmet Akif mezarından bir doğrulsa; Batı önünde bu ölçüde teslimiyetçi, itilmiş ve kakılmışlığa talip olanları görmüş olsa; 94 yıl sonra geçilmekte olan yeni Çanakkaleler için mutlaka bir şiir yazardı. Acaba, o şiirden bugün pek çok pay alması gerekenler 1915’e  göre arttı mı; azaldı mı? Asım’ın nesli devam ediyor mu?

Rahmetli bayrak şairimiz Arif Nihat Asya‘nın “Adamlar” isimli şiirinden (Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor, Ötüken, İstanbul 1990, s. 192-3) aşağıdaki iki kıta bugün için çok anlam ifade ediyor:

Adamlar bilirim: sönük

Adamlar bilirim: çürük

Adamlar bilirim: rozetleri,

Yüreklerinden büyük

Adamlar bilirim: anlamamış

Anlamayacak ne olduğunu

Adamlar bilirim: dolduramamış,

Dolduramayacak koltuğunu.

Sevmek, Batırmaz; Yüceltir

Sevmek birini, karşılıksız… Her türlü sayısal ve dünyacı değerlerden uzak bir tutkuyla sevmek. Sarmaşık gibi esir etmek değil sevmek. Hububat gibi beslemek. Habip olmak. Muhabbetle kendinden geçmek. Almak değil, vermek. Vermenin adını sevgi koymak.

Derviş bir gün, bir kucak elmayla bayırlar aşan bir genç kıza rast gelir. Nereye gidersin, kucağındaki nedir, diye sorar. Uzak bir tarlayı işaret ederek, “Sevdiğim orada çalışıyor, elmaları ona götürüyorum.” der genç sevdalı. Derviş, “Kaç tane bunlar?” diye sorar birden. Genç kız, bilge ve sakin duruşuyla, “İnsan sevdiğine götürdüğü şeyi sayar mı hiç?” diye cevap verir dervişe. Derviş, yıkılır aldığı cevapla, zikir çektiği tespihini usulca koparır.

Sevgi bahçesinin eylemidir sevmek. Sevmek, bu bahçeyi işlemek, beslemek, ürüne mekan oluşturmaktır. Dervişçesine bir eylem değildir sevmek. Yavuklusuna elma götüren genç kızın gönül deryasında yetiştirdiği sevgi çiçeğini ebediyen yaşatma eylemidir. Derviş olmak gerekmez sevgiyi tatmak için. Kirlenmemiş kalp yeter. Derviş, sayısal değer koymuştur maşuku ile arasına. Koşul tanımaz sevgi. Dervişe bile “pes” dedirtir sevginin en halisi.

İçten içe kaynayan yanardağın dinginliğidir sevmek. Hem bir iş hem bir oluş hem bir duruş. Bu eylemin öznesi de nesnesi de biziz. Bizi edilgen yapar bu eylem, bazen etken… Yaşamaktır, yaşatmaktır o. Ya da yaşatmak için yaşamaktır. Koalisyona değil, teslimiyete dayalı birlikteliktir. Matematiğin bittiği, hesapların altüst olduğu yerde başlar sevmek. Hocası da yoktur, öğrenilmez o. Öğretilemez de…

Katıksızlık vardır sevgide, tam bir inanç.  Ateşe atılan İbrahim’e yardım teklifinde bulunan Cebrail’i, maşukuna tam teslim olduğu için reddetmeyi gerektirir o katıksız aşk ve sevgi. Ateşe atılırken bile “Sevdiğim ve kendisine inandığım, beni görür.” demek ne büyük aşkın ifadesidir. Kaçımız yanarız sevdiğimiz için, kaçımız kendisi için ateşe düştüğümüzün görmesinden hiçbir zaman ümit kesmeyiz? Pek de aceleciyizdir. Sevgimizin hemen karşılığını görmek isteriz. İsteriz ki sevgimiz bineğimiz olsun, bizi hiçbir koşulda indirmesin sırtından. Taşımak zor gelir bize, taşınmak varken.

Sevmeyi istismar edenlerden utanıyorum bazen. Yalan, beyaz kardaki siyah kömür gibidir sevgide. Tam bir beyazlık olmalıdır, hem de kar beyazlığı. Güvensizlik bitirir sevgiyi; virüstür ki panzehiri olmayan. Ömer’i düşünüyorum bazen. Hz. Muhammet öldüğünde, “Kim Muhammet öldü derse, kafasını uçururum.” diye haykırmıştı. Ölümü yakıştıramamıştı sevdiğine. Ebubekir de çıkmış, “Evet, Muhammet ölmüştür; ama Allah, ölümsüzdür.” demişti. Ömer, buna cevap verememişti. Ömer’i de anlıyorum, Ebubekir’i de… İkisinde de sevgi var, hem aşkın hem içkin sevgi. Ömer, sevgisini öldürmek istemezken Ebubekir, sevdiğinin sevdiği ile hayat buluyordu.

Sevmek, bitmeyen bir eylemdir, doğum ve ölüm gibi hayatın sürekliliğini sağlayan. Faruk Nafiz “Çoban Çeşmesi” şiirinde “Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar, / Tarihe karıştı eski sevdalar. / Beyhude seslenir, beyhude çağlar, / Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi…” dizeleriyle sevginin bittiğini duyursa da insan var olduğu müddetçe yaşayacaktır o.

Sevmeyi güzel yapan, kimin neyi sevdiğidir. Kays, Leyla’yı sevdiği için mecnun (deli) olmuştu. Sıfatı, isimleşti. Leyla, Mecnun’u Mevla’ya taşıdı. “Leyla, Leyla!” diye çöllere düşen Mecnun, “Mevla Mevla!” demeye başladı. Sevgi, kemale ermiş; sevmek, anlam kazanmıştı.

Sevmek, batırmaz; yüceltir. Size de yücelik yakışır.

Çanakkale

0

Bu hafta Çanakkale Zaferinin 94. yıldönümünü idrak ettik. Başta büyük önderimiz Atatürk olmak üzere silah arkadaşları ve tüm şehitlerimizin ruhları şad olsun!

Çanakkale Zaferi, bilindiği üzere hem askeri bakımdan hem de manevi bakımdan tarihimizin dönüm noktalarından biridir.

Zira Çanakkale’de az imkana rağmen çok iş yapılabileceğine dair tüm insanlığa ders verilmiştir. Teçhizatınız az da olsa onu kullanacak “insanınız” doğruysa zafere ulaşmanın mümkün olduğu gösterilmiştir.

Yine Çanakkale’de varolmanın temel şartlarından birinin “ümidini asla kesmemek” olduğu ispatlanmıştır. Dinimizin de önemle vurguladığı “Allah’tan ümidi kesmeme” prensibinin hikmeti burada bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Aynı şekilde Çanakkale’de görünen şartlar ne kadar kötü olursa olsun mücadele etmemeye mazeret olamayacakları hafızalarımıza kazınmıştır. Zira ümit ve gayret oldukça görünen şartlardan görünmeyen imkanlar çıkabileceğinin en güzel delillerinden biri Çanakkale’dir.

Hatırlanacak olursa Çanakkale yetişmiş ve bugünkü tabirle “gelecek vadeden” pek çok gencimizin vatan uğruna seve seve can verdikleri bir zaferdir. Onlar “bağımsız” olmadan “gelecek” kurulamayacağını bilen şerefli insanlar olarak “vererek” değil “savunarak” kazanılacağını tüm dünyaya kanıtlamışlardır.

Dolayısıyla Çanakkale kan ve can pahasına “satılamayacak” olanın ne olduğunu dedelerimizin bize gösterdiği bir destandır!

Kısacası Çanakkale bizi biz yapan dönüm noktalarından biridir. Zira Çanakkale “kim olduğumuzun” tek bir yürek olarak haykırıldığı yerdir!

Tüm bu gerçeklere rağmen Türkiye’de son zamanlarda pek çok alanda yaşanan değer kaybetme ve kaybettirme sürecine binaen Çanakkale gibi zaferlerimiz de altında yatan değerler dikkate alınmaksızın “basite” indirgenmeye çalışılmaktadır.

Ulvi gayeler için bir nesli kaybettiğimiz ancak karşılığında bir gelecek kurduğumuz böylesi bir zaferi hafife almak, korunması gereken değerlere karşı duyarsızlaşmanın / duyarsızlaştırılmanın en belirgin özelliğidir. Duyarsızlaşma ise tıpkı canlı organizmalarda olduğu gibi toplumların yok olma sinyali anlamına gelmektedir.

Bu sebeple Çanakkale gibi saygı duyulacak, gelecek nesillere şuur ve heyecan aktarmaya vesile olacak değerlerimizi gerektiği gibi anlamanın ve aktarmanın en temel görevlerimizden biri olduğunu ve şehitlerimize en azından bunu borçlu olduğumuzu unutmayalım ve unutturmayalım.

Herkes Kendini Seçer

Bu bir insan insiyakıdır. Kimi her daim şampiyon takımların otomatik taraftarıdır. Kimi ise hep Afrika takımlarından yanadır. Ezilenden yana olmak, haksızlığa karşı durmak ve ‘uydum kalabalığa‘ teranesine pabuç bırakmamak.

Bireysel ve toplumsal nefisle mücadelenin adıdır hayat. Nefis bazen postaldır, bazen sandık.. Ümidimizi, azmimizi dört mevsim inek gibi sağanlardan usandık.

Çoğunluk her zaman statükodan yanadır. Hayatın idamesi, vaziyetin idaresi, pozisyonun korunması, çıkarların devamı derin bir muhafazakârlık gerektirir. Özellikle de ‘kâr‘ın muhafazası..

Şeytan ama’lı cümlelerde gizlidir.Yiyor ama yapıyor”, “Çalıyor ama bölüşüyor”, “Hırsız ama bizden”, “Ama biraz da bizimkiler götürsün”, “Ama başka alternatif mi var?” gibi.

Dünya üzerindeki 6.7 milyar insan temelde 2 tarikata mensuptur: Vicdaniler ve işkembeviler.. Ve aralarındaki terazidir tarih. Gerçi birinciler ikincilerin azami 10’da 1’i olabilmişlerdir sürüsüne bereket yüzyıllar boyunca. Yine de vicdanlıların yüzü suyu hürmetine dalgalanır iyiliğin bayrağı. Ve varoluşun sırrı işte budur.

Menfaatlerin toplu pazarlanması gerginlik yaratır. Boy boy çıkar tezgâhları kaçırılmaması gereken bir pazar alışverişidir. Ekmeklerine yapılan zam için kılı kıpırdamayanlar; takımları, partileri, cemaatleri için canhıraş bir kavgaya hazırdırlar.

Bir zamanlar Müslüm Gürses‘e laf söylemek bıçaklanmak sebebiydi. Zira Müslümcülük gelmiş geçmiş en katolik tarikatlardan biriydi. Allah’ı tartışmaya demokrasi, Peygamberi tartışmaya diyalog, majeste hazretlerini tartışmaya ise bozgunculuk diyorlar.

Ebeveyninizi siz seçemezsiniz. Çocukluk arkadaşlarınızı, sınıfınızı, öğretmeninizi de siz seçemezsiniz. Askerde düştüğünüz bölük ve gittiğiniz yer sizin seçiminiz değildir. Üniversite için 20 tane tercih yaparsınız ama içlerinden ÖSYM seçer. Tuttuğunuz takımda ‘efsane başkan‘, tuttuğunuz partide ‘asırlık çınar‘, tutulduğunuz dini cereyanda ‘seçilmiş efendi‘ler vardır.

Bir pazarda domates yada salatalık seçebilirsiniz o da pazarcının izin verdiği kadar. Bir de 4 senede 1 “Pazar” günleri kendinize benzeyenleri seçebilirsiniz. Sonra seçilmiş efendilerin tahakkümü berdevam. Buna ‘pazar demokrasisi‘ derler. Langırt köy sandığı..

Ben oyumu yalnızlığa veriyorum. İnsanın kozmik yalnızlığına.. Ve yıldızlar arası gök yolculuğuna..

Ben oyumu vicdana veriyorum. Günübirlik yaşantının ufuk ötesine.. Ve ideallerin inanç olarak davranışa dönüşmesine..

30 Mart’ta bayrakla, broşürle heba edilmiş bir ilke görüyorum. Bu seçimde yapılan israf da ayrı bir ekonomik krizdir diyorum.

30 Mart’ta krizzedelere eklenmiş seçimzedeler görüyorum. Memleketin enerjisini boşa emdik diyorum.

Amerika seçimlerinde oy kullanmak istiyorum. Başka da bir şey demiyorum.

Milli Romantik Duyuş Tarzının Eğitim Sistemimiz Açısından Önemi

Nesnelerin kutsallığını yitirdiği yerde bütün anlamlar silinir. Anlamsızlaşan şeyler, herhangi bir değerin temsilcisi olamazlar. Bunun için ruhaniliğin ayak seslerinin kesildiği ülkelere bakınız. Manevi yoksulluk onların hayatlarını kemirerek kurutmuştur. Bunun için yurdumuzdan romantizmin el ayak çekmesine müsaade etmemeliyiz. Ona, Türklüğün milli kimliğini giydirerek romantik coşumculuğu teşvik etmeliyiz.

Muhterem Arkadaşlarım, bugün Türk milli eğitiminin durumu içler acısıdır.Test tekniğinin her türlü insani duyarlıktan uzak ölü ortamında yetişen gençliğimiz, bunalım bulvarında tükenmektedir. Bu eğitim sistemi, gençlerimizin umutlarını tüketen bir kara basandır. Hiçbir hedefi olmayan eğitim programlarıyla çağın insanını yetiştirmek bir yana; çağın kuyruğunda beklemekten kurtulamayız. Her şeyden evvel bu eğitim sistemi insanın bedensel ve ruhsal gelişimine aykırıdır. Bilgiyi üretken bir hale getirmekten uzak olan bu sistem, sürekli tekrarlarla insan enerjisini ve bilinç edimini işlevsellikten uzaklaştırarak sömürmektedir. Bu sistemde hiçbir bilinç aktı ve paylaşımı yoktur. Statükocudur, Materyalistir, bencildir ve kıskançtır.

Kapımızda bekleyen en büyük tehlike ise bu eğitim sisteminin hiçbir insani ve milli hedefinin olmayışıdır. Bunun için yetmiş yılda kendi dilini, ülkesini ve tarihini sevmeyen milyonlarca insan yetiştirmiştir. Ülkemizin bu insan modeliyle geçmişini anlaması, şimdisini değerlendirmesi ve geleceğini tayin etmesi imkânsızdır. Son dönemde toplum olarak yaşadığımız büyük mutsuzluğun temelinde, böylesine iddiasız ve insan gerçeklerinden uzak bir eğitim sistemiyle yolumuzu bulmaya çalışmamız yatmaktadır.

O halde ne yapmalıyız ? İki kavram üzerinde durmak istiyorum: Yaratıcı muhayyile ve dinamik ruh İnsanın gelişme yetisi, bu iki Tanrısal bağışın ışığında olgunlaşmaktadır. Bu iki büyük güç, bütün enerjisini eğitim yoluyla edindiklerinden alır. Şeylerin, yani kavramların içi boşaltılmışsa, insanlığın onların gölgesinde     barınması mümkün değildir. Kısacası gölgenin gücü, muhayyileyi yaratıcı; ruhu, dinamik olmaktan alıkoyar. Kaldı ki tekrarlar gölge bile değildir. Bu sebeple günümüzün eğitim sistemiyle cemiyetimizin büyük sıçramasını gerçekleştirecek insanını yetiştirmesi imkânsızdır.

Ruh ve muhayyile, birer savan gibidir. Orada yatay ve dikey boyutların biçimlenişi vardır. Geçmiş, bu iki kutsal toprakta bir abide olarak muhteşem bir biçimde yükselmelidir. Çünkü o, bir cazibe merkezidir. Bizim olandır. Geçmiş günlerimizdir. Büyük evdir. Ruh ve muhayyile üzerinde edebi metinler yoluyla geçmişin izi bırakılmalıdır. Şanlı ve menkıbevî geçmişimiz, insanımızın ruh ve muhayyilesinde bütün kutsallığıyla inşa edilmelidir. Dönüş izleklerimiz, olmadıkça farkında olamayız ve kendimiz kalamayız. Kendisi olmayanın dünya üzerinde tutunabilmesi mümkün mü? Milli hafıza, bu toprakta yeşerir. Sanat, milli hafıza üzerinde şekillenir. Şiir, roman, tiyatro, musiki v.b. bu toprağın çocuklarıdır. Kısacası geçmişi olmayanın sanatı yoktur. Neyi ve kimin için yazacak ? Yaratma, bir birikim işidir. Muhayyilenin kanatlanması için geçmişin pramidal bir biçimde dizgeleşmesi şarttır. Ruh, mazi denilen bu büyük tarladan kopardıklarını muhayyilenin ocağına atar. Muhayyile, geçmişi ve şimdiyi yoğurarak geleceği kurar. Bunun için geçmişi olmayanın geleceği yoktur. Tüketici eğitim sistemimiz sayesinde geçmişiyle büyük bir kopuşu yaşayan insanımızın yarınını kuramaması        bu yüzdendir. Bu sistem, geçmişi ve geleceği olmayan şizofren insanlar üretir. Yani kendisi ve farkında olmayan insan. Bu tür insanlarla dünya coğrafyasında tutunabilmek mümkün değildir. Çünkü emir komuta zinciri içerisinde bunlar daima emir alarak söyleneni yaparlar. Yaratıcı değil; tüketicidirler. Mevcut imgeleri tüketerek, tükenirler. Milli romantik kaynaklarımız, sanatın diliyle genç neslin ruhunu ve muhayyilesini bir anne gibi emzirmelidir. Aynı zamanda coşumcu karakteriyle ileriye dönük hamle yapabilme yeteneğine sahip olan bu milli romantik tavır, eğitim sistemimizin yenilikçi ve gelişmeci yönü olmalıdır. Hem insanımızı hem de dünya insanlığını kucaklayan bu tavırla edebi metinlerle temas kurulmalıdır. Dil bilinci, tarih bilinci ve vatan sevgisiyle kalkınma ve ilerleme düşünceleri kol kola birlikte yürümelidir. İlköğretimden ortaöğretime doğru derece derece geliştirilen müfredat programı, milli ve evrensel değerler doğrultusunda bir hedefe yönelmelidir. Karşılaştırmalı metinler aracılığıyla müspet ve menfi duygularla düşünceler yan yana verilerek öğrencilerin muhakeme yapma yetenekleri geliştirilmelidir. Böylece öğrencilerin iyiyi kötüden daha rahat ayırt etmeleri sağlanmalıdır. Yahya Kemal, Tanpınar, Yunus Emre gibi şairlerle; Cengiz Aytmatov, Kemal Tahir ve Tarık Buğra gibi romancılarla romantik duyarlık sürekli olarak işlenmelidir.

İnsanımızın geçmiş, şimdi ve gelecek bağlamında kendi ülkesini, dilini, vatanını ve evreni sağlıklı bir biçimde kucaklamasını istiyorsak, eğitimimizi milli    romantik temeller üzerine oturtmalıyız.

Referansınız Ne?

Çevremizde, evinde veya işyerinde birilerine iş yaptırıp yaptırdığı işten memnun kalan kaç kişi var? Bir başka ifadeyle, yaptığı işle müşterisini memnun eden kaç usta ya da müteahhit var? Yoksa biz, memnuniyet duygusunu yitirmiş bir toplum mu olduk?

Katlanabilir cam sistemleri; kış bahçeleri, balkonlar için ideal ortamlar oluşturuyor. Balkonumuza böyle bir sistem uygulattık. Aynı kişiye, evimizin ön balkonuna da böyle bir sitem arzuladığımızı söyledik. Medeni ilişkilerimiz de iyiydi. Bir müşteri olarak sorumluluklarımın bilincindeydim, hiçbir ödememi aksatmadım. Bana göre, çalışanın hakkı, alnının teri kurumadan verilmeliydi. Borcumu uzatarak, kendime ve insanlara karşı bir güvensizlik duygusu oluşturmaya hakkım yoktu. İkinci balkon için siparişimizi verdik. Yapım zamanı, ödemeler, kullanılacak malzeme konuşuldu. Ancak, yazışmadık. İşi yapacak kişiyle aramızda oluşan güven duygusu, bir yazışmanın dahi gereksiz olduğu hissi uyandırdı bende. İşin teslimi için verilen tarih, bir hayli geçti. Bana söylenen gerekçeleri, onaylamasam da, kabul ettim. Bir miktar para vermiştim, gecikme mazeretlerini sineye çekmeliydim. İş bitirildi; fakat işçilik, yüz güldürecek gibi değildi. Şikayetimi bildirdim, bir hafta sonra ustalar geldi, baktı, kendilerince bir şeyler yaptı, gitti. İşin başında konuşulan malzemeler de kullanılmamıştı. Sık sık hatırlattığım halde, haklılığım itirazsız onaylandı. Halbuki, işi alan kişi, işi almadan önce, yapacağı işten benim kesin memnun olacağım, ideal bir eser ortaya çıkaracağı taahhüdünde bulunmuştu. Kalan cüzi parasını istemek için telefon ettiğinde eksiklerini söylediğim için telefonda bana yırtıcı kaplan kesildi. İş anlaşıldı, biz bir yerlerde hata yapmıştık.

Güven, güzel bir duygu; ama her zaman istismara açık. Başlangıçta yazışmak gerekiyordu. Bakara suresinin 282. ayetindeki “Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir kâtip doğru olarak yazsın, kâtip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın,

Alışveriş ettiğinizde de şahit tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin.” İlahi buyruğuna göre hareket etmemiştik. Hatırdan geçer, satırdan geçmez. Konuşulanlar yazılsaydı, kim bilir, taraflar kendini daha sorumlu hissederdi. Tatsızlık olmazdı.

Pazarlama işiyle ilgilenen rahmetli bir arkadaşıma otuz yıl önce, “Çalıştırdığınız elemanlara güvenemiyor musunuz ki bu kadar sık denetleme yapıyorsunuz demiştim, o da bana “İtimat, kontrolle mümkündür.” diye cevap vermişti. Kontrol, güvensizlik olduğu için değil, güven tesis etmek için  yapılmalıdır. Kontrol, işi verenin hakkı; güven duygusunu yıpratmamak da işi alanın veya işe aracılık edenin görevi. Hakların baskı aracı olarak kullanılmadığı, görevlerin suiistimal edilmediği yerde huzur olur, barış olur.

Atalarımız, “Hayvan yularından, insan sözünden tutulur.” demiş.  Sözün bir değer, bir senet olduğu devirler yaşanmış. Buna rağmen yazışmak emredilmiş. Günümüzde, yapılan yazışmaların da yaptırım gücünün kalmadığını görüyoruz. Yazışmanın, yalnız bir hatırlatma değeri var. Her şey insanda bitiyor. Kişiler “İnkar etmiyorum; ama verdiğim sözü yerine getirmiyorum.” dediği anda yapacağınız bir şey kalmıyor. Sığındığınız yasalar da sizi korumaktan aciz. İhtiyacımız, yüksek ahlak, temiz vicdan.

Mehmet Akif, ideal bir insan ve toplum için bunların ötesinde “Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır. Fazilet hissi insanlarda Allah (c.c) korkusundandır.” diyerek başka bir kaynağı referans gösteriyor. “Kılavuzu karga olanın…” sözünde olduğu gibi, referansı sağlam olmayanlar, sorunlardan kurtulamaz. Doğruyu öğrenmek için, hiçbir gün geç sayılmaz.

Nevruz, PKK’yı Silahsızlandırma, ABD ve Irak

NEVRUZ TÖRENLERİ: Bu yıl 21 Mart Nevruz kutlamalarında olay çıkmamış. DTP’nin yaptığı kutlama törenlerinde PKK ve İmralı’daki başı lehine yapılan konuşmalar ve açılan pankartların olay sayılmamasına artık alıştık. Olay deyince sadece taşlı, sopalı, silahlı, molotof kokteylli saldırıları veya yaralı ve ölümlü olayları anlamaya başladığımız için, herkes bu durumdan memnun oldu.

Vatandaşlarımızın bir kısmının baharın müjdecisi “yeni gün”ü böyle kutlaması, aynı vatandaşlarımızın geçen seneki kutlamalardaki şiddet tavrı ile karşılaştırıldığında şu soru akla geldi: “Bu insanlar niye değişti?”

Toplantıları düzenleyen DTP’nin bir yıl içinde iki farklı kutlama tarzı ortaya koyarken, kendi iradesi ile hareket ettiği kanaatinde değilim. Çünkü bölgede çok önemli gelişmelerin hazırlığı var ve senaryoyu hazırlayanlar, oyunculara uygun rol dağıtımını yapmaya başladılar. DTP, senaristlerin kendilerine yaptıkları telkine göre bir tavır ortaya koydu. Keşke kendi iradeleri ile hareket etmiş olsalardı.

ABD’nin Irak Politikası: ABD, Obama yönetiminin işbaşına gelmesinden sonra, Irak’tan silahlı kuvvetlerini çekmeye karar verdi. Bu çekilme esnasında ve sonrasında, ABD’nin, Türkiye’den bazı talepleri olacağı zaten beklenen bir durumdu.

ABD, Irak’ta istediği siyasal düzeni kuramadı. İran, Irak halkının çoğunluğunun Şii olmasını çok iyi değerlendirmişti. Irak’ın bölünmesi Orta ve Güney Irak’ın, İran etkisine girmesine razı olması anlamına gelecekti. Irak’ın kuzeyinde oluşumunu tamamlaması için destek verdikleri “Kürdistan” henüz bağımsız bir devlet olacak şartlara kavuşmamıştı. Kaldı ki bölge devletleri Irak’ın bölünmesine karşı.

Bu durumda  “Sünni Kürtlerin“,  “Şii Arap’lardan” korunmasını Türkiye vasıtasıyla sağlamak, bölgede ABD etkinliğini sürdürmek için uygun görülmüş olabilir. “Gölün taşı ile gölün kuşunu vurmak” ilkesini kullanacak ABD, kendisi hasar görmeden uzun vadeli BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) için gerekli şartları hazırlamayı düşünmüş olabilir.

Obama yönetimi, öncelikle ABD’de başlayan Küresel Kriz’in yaralarını sarmak istiyor. Bu zaman diliminde, bölgede İran’ı pasifize etmeyi, Türkiye’yi ise Irak ve Afganistan politikasında kendi yararına kullanmayı planlıyor.

Seçildikten sonra uzunca bir süre TC yöneticileri ile telefonla bile görüşmeyen Obama, dış politikadaki bu zaruretleri öğrenince, Türkiye’ye önce Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’u gönderdi. Nisan ayı içinde de kendisi ziyarete geliyor.

Türkiye’yi istediği role ikna edebilmek için PKK’yı silahsızlandırma ve uzun bir süredir çektiğimiz terör belasından nefes alır hale getirmek kozu kullanılacak.

Bunun için Irak’a Cumhurbaşkanı seçtirdikleri Talabani ve Kürt bölgesinin lideri Barzani’nin kulakları çekildi. Kürt liderlere, artık terör yoluyla yapılacak bir şey kalmadığı, şimdi politika yolunu açmanın ve uzun vadede “Büyük Kürdistan” projesi için Türkiye ile akıllı/kurnaz bir ilişki yürütmenin gerekliliği anlatıldı.  “Ben Türkiye’ye kedi bile vermem” diyen bu adamlar, şimdi Türkiye ile işbirliği şarkıları söylemekte.

PKK’NIN SİLAHSIZLANDIRILMASI: Talabani, “Nisanda tüm Kürt grupları PKK’ya silah bırakması için çağrı yapacak” demişti. Irak cumhurbaşkanı “Eğer hapishaneye göndermek istiyorsanız, dağdan inmezler. Evlerine dönmelerini istiyorsanız, bir tür af çıkartmalısınız” ifadelerini de kullanmıştı.

Böylece Türkiye Hükümetinin “açılım” adı altında yaptığı hareketlerle elde edilenlerin, PKK’nın silahlı eylemleri sayesinde olduğu anlatılmakta ve bundan sonra varılması istenen siyasallaşma sürecinden, bölünmeye geçiş için alt yapı korunmaya çalışılmakta.

PKK’nın lider kadrosundan Duran Kalkan ise örgüte yakın Fırat Haber Ajansı’na yaptığı değerlendirmede şöyle konuşmuş: Kürt sorununun çözümü konusunda adımlar atılırsa, “Gerillanın bu biçimde örgütlenmesi, mevzilenmesi ve savaşması artık gerekli olmaz. Silahlı güçlerin yeniden organizasyonu, yeniden biçimlenişi gerçekleşir.” 

DTP Genel Başkanı Ahmet Türk aynı konuda şöyle konuştu: “Çözüm isteniyorsa PKK muhatap alınmalı. İkna ve tatmin edilmeleri gerekiyor.” Türk, Kürt Konferansı’na PKK olmazsa katılmayacaklarını söyledi.

Talabani’nin ve diğer Kürt liderlerin sözlerinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül‘ün geçen hafta söylediği “Kürt sorununda iyi şeyler olacak” açıklamasından sonra söylenmesi, taraflar arasında yürütülen ikna sürecinde ciddi mesafe alındığının göstergesi olsa gerektir.

YANDAŞ MEDYADA GENEL AF TALEPLERİ: AKP yandaşı bazı yazarlarca, olayın PKK’nın tasfiyesi değil, silahsızlandırılması olması gerekliliği ve (PKK yöneticileri ve Öcalan dâhil tüm örgüt için) genel af talepleri dile getirilmeye başlandı.

İşte Cengiz Çandar’ın son yazılarından birinde söyledikleri: “PKK’nın silahsızlanmasına büyük bir barışçıl atılıma ulaştırmak bağlamında yaklaşılmazsa, bunu ‘PKK’nın tasfiyesi’ zorlamasına dönüştürmeye kalkarsak, bu iş toslar. ‘Silahsızlanacak’ PKK’lılara izleyecekleri ‘tek yol’ olarak ‘Eve Dönüş Yasası’ hükümleri gösterilirse, bu onlara ‘Silahsızlanmayın, aramızdaki hesaplaşmayı bugüne dek yürüttüğümüz usulden sürdürelim’ demekten başka bir anlam taşımaz. Bu bakımdan ‘Genel Af‘ kavramına alerjiden kurtulmak gerekiyor.”

Çandar ve benzerleri açıkça ne diyor? “PKK silahları bıraktım desin, devlet bir genel af çıkarsın. PKK ve Öcalan serbestçe siyasi faaliyette bulunsun ve gelip vatandaştan siyasi parti olarak oy istesin. Gelsin TBMM’de milletvekili, bakan olsun.”  Ey vatandaş gel de buna alerji duyma.

Seçimden sonra gündeme gelecek en önemli siyasi konu bu. Seçim sadece yerel değildir. Genel siyaseti de etkiler. Oyumuzu verirken PKK’ya genel af ve PKK’nın siyasallaşma sürecine de evet veya hayır demiş olacağız.

Kümelenme..(3)

“Kümelenme; içersindeki tüm üyelere rekabet avantajı sağlar.”

Küreselleşmenin yaygın bir şekilde arttığı dünyamızda, iş yapış şekilleri de ona göre değişmiştir. Bu değişime ayak uydurabilenler ancak ayakta kalabilmişlerdir. Türkiye’nin de bu arenada boy gösterebilmesi için rekabet gücüne ve yüksek katma değere sahip ürünler üretip, bu küresel pazara sürebilmelidir. Bunu yapmanın yolu araştırma geliştirme, kamu, sivil toplum kuruluşları, Üniversite, araştırma merkezleri ve sanayiden geçmektedir. Görülüyor ki son zamanlarda Üniversite bölgelerinde kurulan Teknoparklar vasıtası ile sanayi üniversite işbirliğinin yoğun olduğu bu bölgelerde kümelenme yapılarına önem verildiği gözlenmektedir. Bu iş asında rekabetçi ortamda şirketlere avantaj sağlayacak gelişmelerdir. Bu oluşumlar kesinlikle desteklenmelidir.

Bir işletme eğer faaliyet gösterdiği alanda oluşan ortalama kar avantajının üzerinde kar etmek istiyorsa ve bu karıda sürdürülebilir kılmak istiyorsa iş stratejilerini buna göre kurgulamak zorundadır. Aslında rekabet avantajı geliştirmek için işletmelerin rakiplerinden daha üstün kaynaklara ve yeteneklere sahip olması gerekir. Eğer bir işletmenin üstünlüğü yoksa diğer firma tarafından kopyalanır ve elde edilen rekabet avantajı ortadan kalkar. Rekabet avantajı kaynak ve yetenek üstünlüğünü göstererek oluşturulan maliyet avantajı ve farklılığın ortaya konması ile oluşur.

Kümelenme Rekabeti üç ana yolda etkiler. 1. Kümelenme içinde bulunan işletmelerin üretkenliğini artırır. 2. Yeni ürünlerin oluşmasını sağlayarak yenilikçiliği özendirir ve gelecekte rekabet avantajlı ürünlerin üretilmesini sağlar. 3. Yeni ürün ve değişik iş yapış şekilleri ile birlikte genişleyen ve güçlenen yeni iş kolları oluşturur.

Bir kümelenmenin üyesi olmanın avantajları ise başlıca,  girdilerin sahip olunmasındaki; ilişkili şirketlerin koordine edilmesindeki; bilgi ve teknolojiye ulaşmadaki; uzmanlaşmış ve deneyimli personeli bulmadaki kolaylık gibi sayacağımız bir sürü özellik vardır. Kümelenme dışında bulunan şirketlere göre Kümelenme içindeki şirketler rekabette avantajlı konuma geçecektir. Kümelenmeler işletmelere çeşitli fırsatlar sunarlar. Ciddi bir tedarikçi alt yapısına sahip olunur. Yerel tedarikçiler oluşur. Maliyet ve zaman tasarrufu sağlanır. Envanter ihtiyacını minimize eder. Yakınlık ve yerellik iletişimi kullanılarak satış sonrası hizmetlerinde maliyetleri düşürülür. İşletmeler arası bağlar kuvvetlenir. İşletmelerin paydaşları ile ilişkileri artar ve birbirlerine olan güven bağları artar. Teknik ve rekabet bilgileri kümelenme içinde ciddi bir bilgiye dönüşür. Oluşan bu bilginin birbirlerine akışı hızlanır. Devlet’in yapması gereken yatırımlar daha düzenli olacağından mükerrer yatırımlar yerine Kümelenme bölgelerine uygun yatırımlar yapılır. Ülke kaynakları heba edilmez. Kümelerdeki bu yapısal durum, bu işletmelere finans sağlayan kuruluşlara da risksiz bir şekilde finans hizmeti vermesini kolaylaştırır. Kümelenmenin içinde bulunan işletmelere daha avantajlı finans sağlayabilir duruma gelir. İşletmeler ürettikleri malları bilinen müşterilere vererek risklerini aza indirirler.

Yeni işletmeler kurulmaya başlandığında ise ilgili kümelere dahil edilmesi gerekir. Böylelikle Kümelenmede oluşan tüm rekabet avantajlarından faydalanması sağlanır. Böylelikle işletme diğer yerlere göre sektöre girerken avantajlı konumda girmiş olur.

Kümelenmenin kendisi baktığımızda aslında önemli bir iç pazar oluşturur. Tedarikçileri, personeli, satış sonrası hizmetleri, finans şubeleri ve diğer ilişki kurdukları paydaşları ile birlikte.

Aslında bakıldığında Kümelenme; şirketlere ve paydaşlarına sadece rekabet avantajı sağlamıyor, aynı zamanda teknolojinin uygulanmasına, gelişimine, iletişimin artmasına, uzmanlaşmış profesyonel insan gücüne, ekonomik kalkınmaya ciddi katkı sağlıyor. Her şeyden önemlisi o ülkeye kattığı sosyal ve teknolojik gelişmeyle birlikte, bireylerin ekonomik ve sosyal anlamdaki gelişmişliğine verdiği güçle mutlu ve sağlıklı bireylerin yetişmesine imkan sağlamış oluyor.

İzlenimler

ABD seçimlerinden sonra genel olarak dünya kamuoyu yeni bir dönemin başlayacağı konusunda hem fikirdi. Özellikle ülkemizde bu yönde çok yoğun bir kamuoyu oluşmuştur. Ancak unutulmamalıdır ki büyük devletlerin politikaları da büyük olduğu için kişilere göre değişim göstermez. Söz konusu olan devlet ABD olduğunda ise bunun mümkünü yoktur.

Fakat ABD diğer devletlerden farklı olarak, dünya kamuoyuna kendi politikalarını kabul ettirmek için neredeyse her on yılda bir farklı imaj çizmektedir. Bu imaj değişikliği ise bir dönem sert diğer dönem ise yumuşak hatlı politika izlemek şeklinde olmaktadır.

Mesela yakın dönem ABD başkanlarına baktığımızda baba Bush’un sert müdahaleci bir politika izlediği arkasından gelen Clinton’ın barışçıl bir portre çizdiği görülmekte, yine oğul Bush’un babası gibi izlediği müdahaleci politikası yerine yeni seçilen Obama’nın ise daha barışçıl bir politika izleyeceği kendisi tarafından da ifade edilmektedir.

Reagen döneminde stratejik danışman olan Brezenski “Büyük Satranç Tahtası” adlı kitabında, günümüzde hızlı bir uygulama alanı bulan “Büyük Ortadoğu Projesinin” ana hatlarını çizmektedir. Bu proje doğrultusunda bahsettiğimiz noktalar da dikkate alınınca görülmektedir ki ABD yumuşak politika izlenimi altında gelecek stratejilerini belirlemekte, sert politika izlerken de bu stratejilerini uygulamaya koymaktadır.

Nitekim Reagen döneminde belirlenen Ortadoğu politikası baba Bush zamanında uygulamaya konulmuştur. Yine Büyük Ortadoğu Projesinin Avrasya ayağı ise Clinton döneminde planlanmış, oğlu Bush zamanında uygulamaya konulmuştur.

Yeni dönemde ise dünyada egemen güçlerin gözlerini çevirdikleri bir diğer bölge Afrika’dır. Yani hem yeraltı zenginliği hem de bakir bir pazar teşkil etmesi hasebiyle Avrupa ve ABD’nin yeni satranç tahtası bu bölge olmaktadır.

Buna göre ABD’de yapılan son seçimler neticesinde seçilen başkanın portresi de önümüzdeki dönemde ABD’nin yönünü nereye çevirdiği hakkında bize ipucu vermektedir. Zira Başkan Obama’nın bir tarafının Afrika kökenli olması, diğer yandan babasının Müslüman ve kendisinin diğer isminin Hüseyin olması dünyaya verilen mesaj açısından önem arz eder.

Bu noktada görünen o ki ABD diğer devletlere göre imajın önemini çok iyi kavramış durumdadır. Çünkü, daha önceki bir yazımda belirttiğim gibi, artık devletler de dünyada imajlarına göre algılanmaktadır.

Değerli okuyucular yukarıda aktardıklarımdan anlaşılacağı üzere büyük devletlerin politikaları ve bu politikaları uygulayacak kişiler tesadüfi seçilmemektedir. Her seçilenin belli bir misyonu vardır.

Buradan hareketle umarım önümüzdeki günlerde gerçekleşecek seçimlerde bizler de büyük devletler gibi büyük düşünürüz ve seçtiğimiz kişilerle geleceğe dair dünyaya vereceğimiz mesajımız büyük olur. Yoksa yapılan yardımlara göre verilecek oylar bize, fakirlik ve küçülme olarak geri dönebilir.

İyi haftalar…