18 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 19, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1257

Ekonomik Durum

Türkiye ekonomisi ile ilgili bazı parametreleri dikkatinize sunuyorum. Çoğunlukla basınımızın tanınmış ekonomi köşe yazarlarından derlediğim bilgilerle ekonomimizin içinde bulunduğu şartlarda taşıdığı risklere dikkat çekmek istiyorum:

  • Türk Lirası son 4 yılda %55 oranında değer kazandı.

  • Dışa açık bir ekonomiye sahibiz. Ekonomi büyüdükçe ithalat ve ihracat rakamlarımız da büyüyor. Ancak ithalat rakamlarımızın büyümesi ihracat rakamlarının çok üzerinde gerçekleşiyor.

  • İmalat sanayimiz tabii olarak yerli girdi yanında ithal girdi de kullanıyor. Ama bunun bir ölçüsü var. İmalat sanayii ve özellikle ihracata dönük imalat sanayii giderek daha çok ithal girdi kullanır hale gelir ise, ekonomik yapı bozulur. İşte şimdi o süreç içindeyiz.

    İthalatımızın yüzde 75’ini hammadde ve parça gibi üretimin içine giren “ara mallar” oluşturuyor.

  • Bu tablonun temelinde “ucuz döviz” sorunu var. Ucuz döviz, Türk sanayisinin özellikle ihracata dönük sanayinin giderek daha fazla ithal malı kullanmasına, ithalata bağımlı hale gelmesine yol açıyor.

  • Piyasada rekabet edebilmek isteyen firmalar daha pahalı olan yerli ara malı yerine ithalata yöneliyor. İhracatımız arttıkça ara mal ithalatımız daha çok artıyor.

  • Ara malı üreten yerli fabrikalar ve işletmeler kapanıyor, işsizlik artıyor.

  • Ara malı ithalat oranı çok yükseldiği için ihracatımız artmasına rağmen (ve hatta ihracat arttıkça) cari açık büyüyor.

  • Bu ortamda sabit sermaye yatırımı yapacak yabancı sermaye gelmiyor, vur kaççı sıcak para ile rantçı ya da kurulu fabrikaları ve işletmeleri satın almaya gelen yabancı sermaye geliyor.

  • Bu gelişmeler üretim ve istihdam yapısında kısa zamanda telafi edilemeyecek kalıcı tahribat yapıyor.

  • Başka ülkelerde reel faiz (enflasyondan arındırılmış faiz oranı) yüzde 2 veya 3, bilemediğiniz 5 dolayında… Bizde yüzde 11 ile 15 dolayında.

    Yüzde 10 oranında reel faiz, ana borcu (veya serveti) 7 yılda 2’ye katlar. Yüksek reel faiz, halkın çoğunun perişan olmasına, çok az kişinin ise servetinin artmasına yol açıyor.

    Kredi kartı borcu 100 lira iken, yüksek reel faiz nedeniyle borcu 400’lere tırmanan, bankanın yüzde 400 borca da faiz bindirmesi sonucu 10 lira borcu için 700 lira ödemek zorunda kalan insanımızın bunları daha iyi anlaması beklenir.

  • Kurlardaki gerileme, enflasyon oranındaki ciddi bir yükseliş trendini gözlerden saklamış bulunuyor. Eğer TL’nin şu anda yüzde 55 kadar aşırı değerli olduğunu düşünürsek… Ve eğer bu aşırı değerlenme de mesela önümüzdeki 5 ayda yarı yarıya ortadan kalkacaksa, o zaman enflasyon oranı da önümüzdeki dönemde şu anda beklenenden en az 20 puan daha yüksek gerçekleşecek demektir. Elbette eğer kurlardaki gidiş bu şekilde devam eder ve TL daha da aşırı değerli hale gelirse, enflasyondaki bu artış da geciktirilmiş olur. Ancak ileride bir gün yine gerçekleşir.

  • Hazine, cumhuriyet tarihinin en yüksek reel faizli borçlanmasını yapıyor.

  • Doğrudan yatırımla, özelleştirmeyle gelen paralar, faize yatırılıyor.

  • Üstelik faiz dışı fazla vermek için, yatırımlar iyice azaltılmış durumda. Döviz fiyatı-piyasa faizi-enflasyon hedefi dengesindeki bozukluk apaçık ortada.

  • 2007 yılında ne olacak? Hem Türk lirası hem de döviz açığını kapatmak için borçlanacağız. Borçlarımız büyümeye devam edecek.

2008 yılında ne olacak? (l) Ya üretimi artıracağız, (2) Ya bir lokma – bir hırka yaşamak için kemerleri daha da sıkacağız.

Seçimden sonra başımıza gelecekler hakkında bilgimiz olsun.

Liderlik

Liderlik doğuştan gelen bir özellik midir, yoksa lider olmak öğrenilebilir mi, sonradan lider olunabilir mi? Bu tartışmaları hepimiz çok duymuşuzdur. Her iki tezi de destekleyen bir çok makul gerekçe vardır. Çünkü liderliğin gerçekten tanımlanması zordur ve liderlik içinde kısmen bilimi, kısmen sanatı, kısmen doğuştan gelen yeteneği ve kısmen de şansı içinde barındıran bir kavramdır.

Yönetici ile lideri birbirinden ayıran çok çeşitli tarifler yapılmış. Benim en çok beğendiğim tariflerden ikisi şöyle:

Yönetici işi doğru yapana, lider ise doğru işi yapana denir.”

Yönetici duvara dayanmış merdiven vasıtasıyla binanın çatısına çıkacak ekibi, en güvenli ve en hızlı bir biçimde çatıya çıkaran kişidir. Lider ise merdivenin doğru duvara dayanmasını sağlayan kişidir.”

Genel kabul görmüş olan görüşe göre liderlik vasıflarının içinde genetik olanlar vardır. Ancak birçok liderlik özellikleri geliştirilebilir. Liderde bulunması gerekli ilk üç vasıf olarak Karakter (Güven sağlar), Bilgi (anlamayı sağlar), İkna gücü (iletişim ve anlaşılmayı sağlar) sayılabilir.

Liderden beklenenlerden en başta geleni değerlerin ve önceliklerin seçimi olsa gerektir. Seçtiği değerlerin ışığında belirlenmiş hedeflere yöneltmesi ve sonuçlara odaklanması liderlik özelliklerinin olmazsa olmazlarıdır.

Hadis-i şerifte “İki kişi bir yola gidecek olsanız birinizi lider seçiniz” diye özetlenebilecek bir tavsiyede bulunulmuş. Bu tavsiye modern yönetim bilimine de oldukça uygun. Zaten genellikle lidersiz topluluklarda veya kurumlarda kaos yaşanır ve çoğunlukla sonunda bir lider çıkar.

Yani ister iki kişilik, isterse milyonlarca kişilik toplulukları yönetsin, ister dernek başkanı, ister şirkette bir ekip başı veya genel müdür olsun veya ülkeyi yöneten başbakan, cumhurbaşkanı olsun her bir yönetici lider olabilmelidir ki o kurumlar daha iyiye ve mükemmele doğru gelişebilsin.

Lider olmak kadar, lider kalmak da önemlidir. Liderin karizması ve kitleleri sürükleme kabiliyetinin devamlılığı, kendisine duyulan güvene bağlıdır. Güvenin devamı ise inandığı/inandırdığı değerlere sadakati ve bu değerlere varmak için duyduğu heyecanını kaybetmemesi ile mümkün olabilir.

Belirli makamlara gelen ve lider kabul edilen kişilerin zaman içinde dile getirdikleri değerlere uygun yaşamadıkları, toplumsal/kurumsal hedeflerinin yerini şahsi ve maddi hedeflere bırakmasıyla kitleleri elektriklendiren heyecanlarını kaybettikleri görülmüyor mu?

Bu değerlerin yerine bazı şahsi ve maddi hedeflere ulaşmak yerleşmişse, insanların kulaklarına ve gözlerine hitap edip, gönüllerine hitap edemez hale gelmişseniz lider olmanız artık mümkün değildir.

Zira insanlar çok iyi bilirler: “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” Ve pusulasının yönünü, değişmez hakikatler değil, süfli emellerin mıknatısı ile belirlenenler lider olamazlar.

Toplumsal Refleks

Pek çok yazımızda, dinin hayatımızı şekillendirici özelliklerine temas ettik. Söz konusu şekillendirmenin çeşitli boyutlarına değindik.

Bilhassa İslam söz konusu olduğunda, şekillendirme dediğimiz zaman hem bireysel hem de toplumsal açıdan pek çok hususun bulunduğunu göz önüne almamız gerektiğine de çeşitli vesilelerle temas ettik.

Bugün bu boyutlardan birini daha ele almak istiyorum ki kanaatimce toplumsal refleks tabirinin bizim için ne anlama geldiğini ifade etmede önemli bir prensip olması hasebiyle dikkatle vurgulanması gereken bir husustur: İyiyi emretmek, tavsiye etmek, kötüden sakındırmak.

Bireysel olduğu kadar toplumsal anlamda da pek çok hadise ile karşı karşıya kaldığımız muhakkaktır ki bugün gündemimizi oluşturan pek çok olay bunu ortaya koymaktadır.

Toplumsal anlamda karşı karşıya kaldığımız hadiselere karşı geliştireceğimiz tutum da haliyle toplumsal bir nitelik taşıyacak ve hadiseleri doğru değerlendirip değerlendiremeyişimizi, toplumsal yapımızın sağlıklı bir biçimde devam edip edemeyeceğini belirleyecektir.

Öyle ki, hem bireysel hem de toplumsal anlamda kötü olana karşı gereken tepkiyi göstermek, toplumsal dokumuzun hem ahlaki hem de fiziki manada çözülmesine mani olacağı gibi, bahsettiğimiz anlamlarda iyinin vurgulanması, teşvik edilmesi de bu dokuyu yine hem ahlaki hem de fiziki anlamda güçlendirecektir.  

İşte bu noktada yukarıda bahsettiğimiz prensip önem kazanmaktadır.

Zira İslam dini açısından müslüman bir toplumun niteliği “iyiliği emir ve tavsiye etmeleri, kötülükten sakındırmaları” prensibiyle formüle edilmiştir: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı elbette bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Al-i İmran, 110)

Yani müslüman bir toplum, hem kendi içindeki problemlere hem de dünya problemlerine kulaklarını tıkayıp, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deme lüksüne sahip değildir. Kötü olana karşı hem düşünce hem de fiil alanında aktif olmak zorundadır.

Bahsettiğimiz hususun, Türkiye’de yaşanan şiddet, hakların ihlali, ahlaki zaafiyet gibi sıkıntılar gözönüne alındığında neden önemli olduğu daha da açık ortaya çıkmaktadır. Zira bu prensip vesilesiyle geliştirilecek toplumsal refleksler, tıpkı vücudun dışarıdan gelen tehlikelere karşı gösterdiği tepkiler ve hamleler gibi, topluma yönelik tehlikelere karşı da otokontrol mekanizması oluşturacaktır.

Nitekim bugün hayati önem taşıyan konularda dahi toplumsal reflekslerimizin nasıl kırılmaya, bunu gerçekleştirmek yolunda, kültürümüzü şekillendirmede önemli bir yeri olan dinimize ait kavramların içinin nasıl boşaltılmaya çalışıldığı gözönüne alınırsa, toplumsal otokontrol mekanizmasının oluşmasına vesile olacak unsurların neler olduğunu doğru anlayıp yaşamanın ve doğru aktarmanın önemi de anlaşılacaktır.

Bu sebeple, bireyselliğin yüksek oranda vurgulandığı günümüzde, birlikte yaşama problemlerinin hızla artmasına binaen ortaya çıkan çeşitli sorunların hallinde, kültürümüz içinde bulunan bu ve benzeri prensiplerin hatırlanması, yaşanması ve doğru aktarılmasının, geleceğimizin doğru şekillenmesi açısından elzem olduğu unutulmamalıdır.

Bu doğrultuda gerek bireysel gerek toplumsal manada gereken tedbirler alınmalı, özellikle eğitim vesilesiyle eksiklikler hızla giderilmelidir ki geleceğe güvenle bakabilmek mümkün olsun…

Bilgi ve İnanç

Bir belgesel filmde bütün ömrü bir saat olan bir böcek türünden bahsedilmişti. Bu bilgi üzerine düşündüm ki bu canlıların dünyayı algılaması ve yeni nesillere bilgi aktarımı acaba nasıl olur?

Gündüz gün ışığının bol olduğu bir yerde sabah saat 09 da doğan ve yaşadığı bir saatlik ömür dolunca ölen bu böcek dünya hakkında nasıl bir bilgiye sahiptir?

Büyük ihtimalle dünyayı sürekli aydınlık içinde olan yeşili, mavisi, kahverengisi ve diğer renkleri ile algılanmış bir mekândır dünya. Belki birkaç nesil önceden bilgi aktarımı söz konusu olabilir. Atalarının çok uzun zaman önce karanlık çağ diye adlandırılabilecek bir tarih yaşamış olduklarını nesilden nesile aktarmış olabilirler.

Saat 09-10 arası yaşayan böceğin yavrularına aktaracağı bilgi, dünyanın kendi algıladığı aydınlık ve renkli hali olsa gerektir. Oysa aynı böcek türünün gece 22-23 saatleri arasında yaşayanın dünya algılaması ise karanlık, tek renkli, görünmeyen engebelerle dolu bir mekan olduğudur.

İnsan nesli olarak bütün yaratılmışlar içinde en seçkini olduğumuza inanıyoruz. Dünya veya kainatın ömrü yanında ortalama 70-80 yıllık bir ömür de, böceğin bizim ömrümüze kıyaslandığı gibi, çok kısa bir ömür değil midir? Bizim de bir ömür boyunca edindiğimiz bilgilerin -hele hele sadece beş duyumuzla elde edilenden ibaretse- çok kısıtlı ve kâinatı bırakın dünyayı bile bütünüyle algılamaktan çok uzak olduğu anlamına gelmiş olamaz mı?

İnsanoğlunun diğer yaratıklardan farklı olarak yazı sayesinde nesiller arası bilgi aktarımı yapabilmekte. Bu bakımdan sadece sözlü aktarım yapan yaratıklardan daha şanslı olduğu muhakkaktır. Ancak yine de dünyayı algılama araçlarımız ve ömrümüz çok kısıtlıdır.

Din kaynaklarında yaratılış, ruh, ahiret, melek, şeytan, cin vb konularda verilen bilgileri gözlemleme ve doğruluğunu denetleme yeteneğimiz bulunmamakta. Bu bakımdan bazı insanlar algılayamadığı bu kavramları topyekûn reddetmekte ve yok olduğunu iddia edebilmektedir.

Oysa yine din kaynaklarında Allah, cennet, melek gibi kavramların var olduğu ancak bu varlıkların insanoğlu tarafından tasavvurunun dahi mümkün olmadığı bildiriliyor.

Ben bu durumu bilgisayar programları ile mantığı ile kavramaya çalışıyorum.

Diyelim ki bilgisayarınızda sadece word programı yüklü ise o programla yazı yazıp, okuyabilir fakat resimlerinizi göremez, film seyredemez, müzik dinleyemezsiniz. Bu eylemleri yapabilmek için bilgisayarınızda uygun programların (Picture manager,  media player gibi) yüklü olması gerekir.

İnsanoğlunun programında olmadığı için Allah, cennet, melek vd kavramları algılayamıyor. Ancak öyle anlaşılıyor ki, programcı (yaratıcı) bizim bu kavramların varlığı hakkında kısıtlı da olsa bir bilgiye sahip olmamızı istiyor.

Bunun için diyelim ki bilgisayarına bu belgeleri açabilecek uygun programları yüklediği bazı seçtiği kişilere (peygamberlere) bu kavramları öğrenme imkânı veriyor. Onların vasıtasıyla bizim bilgisayarlarımızın açabileceği (word) program formatına çevirterek bize bu bilgilerin bir kısmını gönderiyor.

Yani peygamberler kendilerine gösterilen melek, cennet vb. varlıklar ve diğer kavramları kendilerine bahşedilen özellikleri taşımayan bizlere göstermek imkânına sahip değillerdi. Bu bilgileri sadece sözlü olarak veya bizlere aktarmak üzere kendilerine verilen yazılı metinler halinde bilgi aktarıyorlardı.
Ben böyle açıklayabiliyorum. Teşbihte hata olduysa affola…

Tarihle Yüzleşenler

Türkiye’de, tarihimizle alakalı konularda, son dönemlerin moda terimi haline gelen “tarihle yüzleşmek” ibaresini kullananlara dikkat edildiğinde, sözü kullananların en önemli noktalarının “demokratik kimlik” adı altında Türk tarihini karalamak olduğu görülmektedir.

Çünkü bu tabiri daha ziyade kimlik bunalımı içerisinde olan entellektüeller ve Türkiye’yi tarihi konularda sıkıştırmak isteyen batılı bürokratlar kullanmaktadır.

Batılı bürokrat ve entellektüellerin bu sözü maksatlı olarak kullanmaları ülke menfaatleri açısından son derece normaldir. Ülke menfaatleri için bu tarz beyanat vermeleri aslında kendi tarihlerine ne kadar bağlı olduklarının bir göstergesidir.

Fakat bu memleketin havasını ve suyunu kullanarak bu memleketin yetiştirdiği entellektüelerin, meşruluğunu dış kaynaklardan arayarak tarihle yüzleşmek adı altında milletini ve ülkesini töhmet altında bırakması hepimiz için son derece acı bir gerçektir.

Kanaatimce hayatta en acı olan şey hiçbir yere ait olamamaktır ki yukarıda anlattığım aydın tipi bu kategoriye girmektedir.

Aslen Türk olmasına rağmen meşruiyetini Batı’da aradığı için Türk değil, Batılı olarak doğmadığı için ise Batı’nın gözünde Batılı değil! Kısaca ârafta kalan insan tipi!

Demokrat kimlik adı altında milletine hakaret ederek Batılılar tarafından ödüllendirilse de kendi ülkesinde korumayla, herşeyden tedirgin bir şekilde yaşamak!…

Son günlerde hepimizin basın yayın organlarında izlediği bazı aydın tipleri bu kategoriye girmektedir.

Değerli okuyucular, hayat ve yaşananlar insanı daima bir olay karşısında taraf olmaya zorlar. Hele milli ve manevi konularda insanın taraf olmaması mümkün değildir. Bunun içindir ki Batılılar gibi tarih bilinci yerinde olan toplumlar, kendi milli meselerinde  yanlış bile yapsalar kendi yanlışlarını haklı gösterecek bahaneler bulmaktadırlar.

Bizim gibi tarih bilinci daha oturmamış toplumlarda ise herhangi bir milli meselede yanlış yapılmasa ve yanlış yapılmadığı tarihi vesikalarla belgelenmiş olsa da, tarihle yüzleşmek adı altında kendimizi haksız çıkartma gayreti içerisinde olanlar çıkmaktadır.

Bunun yanında “yüzleşme” kelime anlamı itibarıyla karşılıklı yapılan bir eylemi ifade eder. Bu husus ise bizlere, tarihle yüzleşmenin başka bir yanı daha olduğunu göstermektedir ki Türk tarihi açısından bu, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’da geçmişte yaşanan ve bugün de yaşanmaya devam eden olaylardır.

1877-78 Osmanlı-Rus Harbi ile Kafkaslarda başlayan Türk göçü ve bunu akabinde yaşanan izdiham, 1912 Balkan Savaşı ile devam etmiş, 1.Dünya Savaşında hızlanmıştır. Bu göçler sırasında Türk milletinin yaşadığı zorluklar ve kayıplar bugün çoğumuz tarafından bilinmemektedir. Bu noktalar tarihimizde yüzleşilmesi gereken konulardır.

Ayrıca dün ecdadın sahip olduğu yerlerde bugün Orta Doğu projesi adı altında Türk- İslam coğrafyasının sınırları yeniden çizilmek istenip Türk milleti bundan zarar görüyorsa, bu durum da tarihle yüzleşilmesi gereken konuların en başında gelir.

Tarihi hafızası zayıf olan bir millet olmamız bizi bir çok konuda kindar olmayan bir millet haline getirmiştir. Ancak şu husus unutulmamalıdır: Bizler millet olarak kindar olmamamıza rağmen yurt savunmasına sıra gelince destan yazan bir millet olma özelliğimizi tüm dünyaya en son Çanakkale ve İstiklal Savaşı sırasında göstermiş bulunmaktayız. Bu noktayı demokratik kimlik adı altında tarihle yüzleşenlerin ve diğerlerinin unutmamasını önemle rica eder saygılar sunarım!…

Din ve Yaşama Hakkı

Her hukuk sisteminin ilk kabul ettiği doğal haklardan biri “yaşama hakkıdır.” Yani varlığını devam ettirebilme, başkalarının hakkına tecavüz etmeden kendi hayatını idame ettirebilme hakkı.

Hayat hakkı insanlar için olduğu kadar insanların meydana getirdiği bir yapılanma olan toplumlar ve nihayetinde milletler için de söz konusudur. Yani her millet varlığını devam ettirebilmesi için gerekli düzenlemelere, sistemlere ve reflekslere sahip olacaktır. Bu “doğal”dır. Aksi halde başka kuvvetlerin baskısı altında devamlılığını muhafaza edebilmesi çok zordur.

Milletlerin devamlılığının hem unsurları hem de göstergeleri içinde en önemli olanlardan biri hiç şüphesiz onların kültürleridir.

Bilindiği gibi kültürün de çeşitli alt unsurları mevcuttur. Fakat bunlardan hem ona şekil veren hem de bir nevi “koruma filtreliği” yapan en temel unsur “din”dir.

Zira din kültürü değerler sisteminden mimarisine kadar maddi – manevi, teorik – pratik pek çok alanda genel prensipler çerçevesinde şekillendirmektedir. Buna binaen de kendi formatını almış kültürün “kendine ait olmayan” unsurları ayıklamasında ona en büyük desteği de yine din verir.

Buradan hareketle, özellikle İslam dikkate alınınca, kültür ve din ilişkisinin önemi daha da artmakta, bahsettiğimiz husus daha da belirgin hale gelmektedir. Çünkü kaynağı bozulmadan bu güne kadar ulaşmış bir dindir. Dolayısıyla kültürümüzü şekillendirdiği temel prensipleri de anlamlarını bu kaynak vesilesiyle kaybetmeden bugüne ulaşabildiği için kendisine ait olmayanı açıkça ortaya koyabilme gücünü hala muhafaza edebilmektedir.

Peki, bu hususun bizim için anlamı ve yukarıda sözünü ettiğimiz önemi nedir?

Bugün, hepimizin bildiği üzere, küresel değerler adı altında evrensel iddiasıyla “belirli kültürlere” ait değerlerin pompalandığı bir süreç içerisindeyiz.

Bu değerlerin tesirleri ise “aile” kavramımızdan “kimlik” anlayışımıza kadar pek çok alanda toplumumuz, kendine yabancılaşma tehlikesi altında “yaşama mücadelesi” vermeye doğru sürüklenmektedir.

İşin en kötü taraflarından biri ise, bu süreç esnasında, söz konusu tehlikeyi bertaraf etmemize vesile olacak “reflekslerimizin” kırılmasına yönelik başka bir gayretin netice almaya başladığının görülmesidir ki hatırlayacaksınız bu hususun pek çok yönüne daha önceki yazılarımızda değinmiştik.

İşte reflekslerin kırılmasına yol açacak unsurların başında yer aldığı görülen kavram kargaşası ve bunun neticesi olarak ortaya çıkacağı anlaşılan “kendinden şüpheye düşme” yani “kimlik” problemine dair elimizdeki en tesirli panzehirlerin başında “dinimiz” gelmektedir.

Nitekim bu husus fark edilmiş olacak ki, bugün varlığımızın ifadesi olan “kimliğimizin” anlam kaymasına uğraması yönünde atılan adımların başında “dinimizin koyduğu” kavramların içinin boşaltılması ve bu doğrultuda sapla samanın birbirine karıştırılması yer almaktadır.

Hatta bazen öyle bir noktaya varılmaktadır ki, yapılan yanlışlara haklı olarak hukuki ve medeni sınırlar içerisinde tepki gösterenler “hoşgörüsüzlük” kavramı ile nitelendirilebilmekte, “taviz” ile “hoşgörü” kavramının sınırlarının ihlal edilmesi adeta beklenilmektedir.

Hatta bazen öyle bir noktaya varılmaktadır ki, yapılan yanlışlara haklı olarak hukuki ve medeni sınırlar içerisinde tepki gösterenler “hoşgörüsüzlük” kavramı ile nitelendirilebilmekte, “taviz” ile “hoşgörü” kavramının sınırlarının ihlal edilmesi adeta beklenilmektedir.

Dolayısıyla, canınızı tehlikeye atacak her türlü tehdide karşı nasıl “hoşgörü” göstermeniz ve “tavizkar” olmanız mümkün değilse, aynı şekilde, millet olarak varlığımızı tehlikeye düşürecek tehditlere karşı da hoşgörülü ve tavizkar olmanız beklenemez. Bunu bekleyenlerden farklı anlamda şüphelenmek ve “gayr-i hukuki ve gayr-i medeni olmaksızın” tepki göstermek ise en doğal hakkınızdır.

Buradan hareketle, Mevlana’nın dediği gibi, bir ayağımız sağlam bastığı müddetçe diğer ayağımızla kendimiz dışındakileri anlamak ve onlarla doğru zemin üzerinde anlaşmak üzere dünyayı dolaşmak en doğrusudur.

Dolaşırken kendimizi kaybetmemek üzere bir ayağımızı sabit tutup denge bulacağımız kültür unsurlarımızdan biri olarak dinimizi doğru öğrenmek, yaşamak ve anlamak, denge bozucu unsurlara karşı ayağımızın sağlam basması için bize en büyük yardımcılardan biri olacaktır. Aksi halde, bugün örneklerini sıkça gördüğümüz üzere, en ufak bir rüzgarda savrulup düşmemiz kaçınılmazdır…

Arminius Vambery

  • Tam olarak adı Hermann Arminius Vambery’dir. İlk adı fazla bilinmemekle birlikte ikinci adının bazı kaynaklarda Armin şeklinde yazıldığı da görür. Bunun nedeni adının iki versiyonu olmasıdır. “Arminius” Latin versiyonu, Armin ise Macar dilindeki şeklidir.

  • Doğum tarihi tam olarak bilinmez. Anılarında annesinin söylediği şey o doğduğunda kolera salgını olduğu hatta babasının bu salgının mağdurlarından biri olduğudur. Vambery bu bilgiye dayanarak doğum tarihinin 1831 veya 1832 olduğunu düşünür.

  • “Vambery” ailenin orijinal adı değildir. Asıl şekli Vambery’nin atalarının yaşadığı kasabanın adı olan “Bamberger” (Bamberg bugün Almanya da bulunan bir kasabanın adıdır) dır. Aile Macaristan’a göç ettiğinin hemen kabininde Musevilerin soyadı edinmesiyle ilgili yasal düzenleme getirilmiştir. Onlarda büyük babalarının yaşadığı kasabanın adını soyadı olarak kullanmaya karar verirler ve Bamberger zamanla Wamberger ve en sonunda Vambery halini alır.

  • Vambery bugün Çekoslovakya Cumhuriyeti sınırlarında olan St. Georghen kasabasında Macar Musevisi olarak dünyaya gelir.

  • Babası Talmudisttir. Her ne kadar seyyar satıcılık da dâhil olmak üzere pek çok işte çalışsa da kitap okumak ve entelektüel seviyesini geliştirmek ağır basar ve ailenin ihtiyaçlarını göz ardı eder. Annesi babasının bu haline kızsada onun büyük bir coşkuyla kendini adadığı kitaplarından ayrılmasına gönlü razı olmaz ve bir süre kendisi çalışmaya karar verir.

  • Babası Macaristan’ın kuzey batısında çıkan kolera salgınında ölür.

  • Annesi mali sorunlardan dolayı tekrar evlenmek zorunda kalır. Vambery’nin yeni babası Fleischmann adında orta halli bir beyefendidir. Vambery’e göre iyi kalpli biridir. Tek kusuru babası gibi sorumluluk duygusundan yoksun olmasıdır. Yani para kazanmak yerine harcamayı tercih etmesidir. Mali sorunlardan dolayı üvey babasının kararıyla St. Georghen’i terk ederler. Artık yeni yurtları üvey babasının memleketi olan Duna Szerdahely dir. Vambery’e göre bu yer onun hayatında bir dönüm noktasını olur. İlk olarak burada sağlık sorunuyla karşılaşır. Coxalgia adlı bir hastalığa yakalanır. Sol bacağı kalça kemiğinden kayar ve topallamaya başlar. Pek çok tedavi görmesine rağmen hastalıktan kurtulamaz. Hatta bir ara annesi lokman hekimlere gösterir ve karıkoca ilaçları kullanır. Ama sonuç yine başarısızlıktır. İkinci olarak, burada entelektüel kapasitesinin farkına varır. Sekiz yaşına kadar Almanca, Macarca, dini hikâyeler ve Pentetauch (Eski Ahit’in geleneksel olarak Musa’ya atfedilen ilk beş kitabı Tekvin, Göç, Levi kabilesi, Kutsal Sayılar ve Deuteronomion) öğrenir. Aynı zamanda İsaiah (MÖ 8. yy da yahudada hizmet eden ve ulusal yaşamdaki bozulmaya karşı çıkan en önemli İbrani peygamberidir, İsaiahın kehanetlerini içeren kitap), Yeremya (İsrailin dört büyük peygamberlerinden biri, zamanında Asur düştü ve Kudüs yıkıldı, MÖ 650–585)) ve Treassar gibi kutsal kitapları çevirir.

  • ilk önce Musevi okuluna kayıt ettirilir ardından Protestan ilkokuluna yerleştirilir. Fakat daha sonra annesine yardım etmek ve okul masraflarını karşılamak için bayan terzisine çırak olur. Aynı zamanda terzinin oğluna hocalık yapar. Başka bir köyden gelen teklif üzerine hancının oğluna öğretmenlik yapmaya başlar. Burada da öğretmenlik dışında misafirlere hizmet etmek ve onların ayakkabılarını temizlemekle görevlendirilir. Farklı ülkeler üzerine yazılan kitapları okumaya başlaması onun dini hayatında değişikliğe sebep olur. Bu değişikliği hayatı boyunca yaşar. Toplam beş kere din değiştirir. Hatta bu dinlerden ikisinde din adamı olarak görev yapar. En sonunda ateist olur.

  • Öğretmenlikten kazandığı parayla St. Georghen deki bir koleje gitmeye karar verir. Bu kolejde Latin dilinde gramer, tarih coğrafya ve aritmetik öğrenir. Eğitim hayatının bu kısmında Musevi olmasından dolayı bazı öğretmenlerin ve öğrencilerin aşağılamalarına maruz kalır. Daha sonra, Hıristiyan bir okulda öğrenim hayatına devam eder. Presburg ta, Benetiktin papaz okuluna kayıt olur. Presburgtaki yaşamında da para ciddi bir sorun olarak karşısına dikilir. Bazen okul masraflarını ödemekte ve kalacak bir yer bulmakta zorlanır. Ara dönemlerde Viyana, Prag gibi yerler seyahat etmeye başlar. Bu sayede hem değişik kültürlerle karşılaşır hem de öğrendiği yabancı dillerin pratiğini yapar. Mali sorunları artınca okulu bırakmak zorunda kalır. Artık özel öğretmenlikte kariyer yapmaya karar verir. İş bulabilmek için değişik yerleri dolaşır. Hatta ilanlar yapıştırır ve kafelerde sırf öğrenci gelir belki umuduyla saatlerce bekler. Gerçekten de özel öğretmenlikte önemli başarılar elde eder ama kendi çalışmalarına hiçbir zaman ara vermez. Bu amaçla zamanını ikiye böler. Günün bir kısmını öğretmenliğe diğer kısmını ise kendi kişisel çalışmalarına ayırır.

  • Bir taraftan gezi kitapları okumaya devam ederken diğer taraftan yabancı dil sayısını arttırır. Macarca Almanca İbranicenin yanında Fransızca, Latince, Slavca, İtalyanca, İngilizce, İspanyolca güney Slav dili olan illyric, Danimarkaca ve İsveççe öğrenir. Dil öğrenmenin yanında Voltaire’nin Henriadedini, Petrarch’ın Sonnetini Thomson’un Season’unu ve Tegner Anderson’un şiirlerini ezbere okumaya başlar. Ona göre, bu çalışmalar onun disiplin edemediği hayal gücünün ürünüdür. Onun sıra dışı hayal gücü farklı bir tür eğitim almasını sağlamıştır. Yani eğitim hayatını bundan sonra kendi yönlendirecektir. Neden sorusunu kendisine de sorar. Neden klasik bir eğitim almak yerine farklı bir tarz eğitim seçmiştir. Bunun cevabını kendiside bilmez. Bildiği tek şey bir gününü bile boş geçirmek istemediğidir. Gerek batı edebiyatı gerekse batı dilleri konusunda yeteri kadar bilgi sahibi olduğunu düşünen Vambery bundan sonra kendini doğuyla ilgili bilgi sahibi olmaya adar. Özellikle viyana ya yaptığı gezi sırasında tanıştığı ünlü Orientalist Baron Hammer Purgstall’ın onun üzerindeki etkisi büyük olur. Bu Orientalist onu doğuyla ilgili yaptığı çalışmalar konusunda cesaretlendirir. Bundan sonra yapması gereken tek şeyin doğu dillerini ve kültürünü öğrenmek olduğunu düşünerek kendini bu tür çalışmalara adar. Bu konuda yeteri kadar bilgi sahibi olduğunu düşünerek, doğuya gitmeye ve kitaplardan öğrenemediğini gezerek oraları kendi gözüyle görerek öğrenmeye kara verir.

  • Yazar, bilim adamı ve dönemin eğitim ve kültür bakanı olan Baron Eötvös Joseph’in yardımıyla yaşadığı yerden ayrılarak İstanbul gider. İstanbul’a gidiş tarihi 1857 dir. Bir süre Perada yaşamaya başlar. Gece Perada karşılaştığı bazı arkadaşlarının evinde kalırken gündüzde kafe-evlerinde zaman geçirir. Kafelerde şiirler ve bazı önemli eserlerden parçalar okur. Karşılığında Türklerden yiyecek yardımı alır. Doğal olarak geçimini yine öğretmenlik yaparak sağlamayı düşünür. Başta ilanlar vererek kendine öğrenci arar. Bu sayede zengin Türk paşaların ve efendilerin yaşadığı konaklardan teklif gelir. Ama Türklerin arasındaki asıl yaşantısı Hüseyin Daim Paşanın oğluna Fransızca dersi vermesiyle başlar. Bu sayede Türk dilini ve kültürünü yakından tanıma fırsatını yakalar. Türklerin arasındaki yaşantısı ona yeni bir isim kazandırır. Önce cesur, yiğit ve dürüst anlamına gelen Reşit adını alır sonra diller üzerindeki hâkimiyetinden dolayı Efendi unvanına sahip olur. Aslında ne kendisi ne de paşalar bu isim değişikliğinin herhangi bir İslamiyet belirtisi olduğunu düşünmez. Değişiklik sadece dış görünüştedir. Bu yeni isim pek çok kapının ona açılmasını sağlar lakin Vambery için bu böyle değildir. Ona göre Türkiyede doğuştan gelen bir aristokrasi yoktur. Başka bir değişle kişisel yetenek ve beceriler doğuştan gelen soyluluktan daha önemlidir. Bunun dışında, 1876 da ortaya çıkan Kanuni Esasinin mimarlarında Mithat paşa ile yakınlaşır. Mithat paşaya Fransızca dersleri verirken karşılığında bazı Türkçe makalelerinin okunması ve anlaşılmasında paşanın yardımını görür. Medresedeki derslere girer ve islamiyetle ilgili daha çok bilgi sahibi olur. 1859 da Osmanlının dış işleri bakanı Rıfat paşanın evine, oğluna ders vermek maksadıyla girer. Bu konakta hem üst düzey yöneticilerle yakın temaslar kurar hem de Osmanlı devletinin politik durumuyla ilgili geniş bilgi sahibi olur. Dahası bu konaklarda her ne kadar konuştukları dil daha zor olsa da katıldığı kültürel tartışmalar ona büyük zevk verir. Bu çevrede Ali, Fuat ve Reşit Paşalarla tanışır. Reşit efendi ismini almasına rağmen Ali Paşa politikaya yoğun ilgisinden dolayı ondan şüphelenir. Aile bağlarının gevşek olduğunu düşünür. Bunun en önemli sebebi olarak yaşam alanlarının haremlik ve selamlık olarak ikiye ayrılmasını gösterir. Bu durum onun özel öğretmenliğini de etkiler. Çünkü bir kız çocuğuna ders verirken gözlerini kızın gözlerine dikmemesi gerekiyordu ama bu kurala uymakta bazen zorlanıyordu. O zaman da edepli ol uyarısını alıyordu. Daha sonra bir dolap arkasından ders anlatmaya başladı. Başta kadınlarla iletişim kurmakta zorlanıyordu. Çünkü kadınların Hıristiyanlara karşı bir önyargısı vardı. Buna rağmen Hıristiyanlardan ders almaya devam ediyorlardı. İstanbul da dört yıl kalır. Doğuya yaptığı ilk gezi ona yabancı dil uzmanlığı ve önemli bir miktar para kazandırır. Yeni kazandığı deneyim ve bilgiler, ona 1858 de Almanca-Türkçe bir sözlük yayınlamasına yardım eder. Dahası Çağatayca-Osmanlıca sözlüğünü Macar diline çevirir. Diğer taraftan, İstanbul da kaldığı süre içerisinde Macar bilimler akademisinin üyesi olur ve nüfuzlu Avrupa gazetelerinde muhabirlik yapar. Artık amacı daha doğuya gitmektir.

  • Özellikle Macar dil ve tarihinin Orta Asya ile ilgili araştırmalar sonucunda aydınlanacağını düşünür. O dönemde Orta Asyayı gezmek kolay değildi. Daha önce İngilizler iki kişiyi yollamışlar ancak bu kişiler Buharada ölü bulunmuştu. Asyada yaşayanlar bile kendi başlarına dolaşmayı göze alamıyorlardı. Tabiî ki bu yeni hedef için para bulmak zorundadır. 1861 de İstanbul’u terk eder ve Macaristan’a gider. Macar bilimler akademisinden edindiği 1000 florinle tekrar İstanbul’a döner. Akademiden tavsiye mektupları alır Orta Asyada maruz kalacağı tehlikelere karşı Babalinin tanınmış görevlilerinden referans mektupları alır. Pek çok kişinin onu kararından döndürme çabası sonuçsuz kalır ve Orta Asyaya gitmek üzere yola çıkar. Orta Asya ile ilgili bilgileri Murat, Ahmet gibi mollalardan alır ve gitmeden önce Özbek dilini, Arapça ve Farsça dillerini öğrenmeye çalışır.

  • 28 Mart 1862 yılında İstanbul’dan Trabzon’a hareket eder. Uzun yolculuk sonunda İrana varır. Tahranda Osmanlı büyük elçisi Haydar Efendi ona yardım etme konusunda gönüllü olur. Sonra haydar efendiyi ziyarete gelen Sünni tatar hacılarla birlikte orta Asyaya gitmeye karar verir. Orta Asyada yaşayan toplulukları şüphelendirmemek için kılık kıyafetini değiştirir. Artık Hacı Reşit olmuştur. Hive, Buhara, Semerkant, Herat Hokand Kaşgar ve Gümüştepeye yolculuk eder. Türkmenlerle özellikle Yomut, Tekke ve Göklen boylarıyla ilişki kurar. Orta Asya sırasında pek çok kere tehlikelere maruz kalır. Her ne kadar kılık değiştirmiş olsa da beyaz teni onu çoğunlukla ele veriyordu. Fakat bazen enteresan olaylar da olmuyor değildi. Mesela Gümüştepe’de sayılan ve sevilen biri ona eskiden kendilerinin de açık renk bir tene sahip olduklarını fakat bugün açık rengin sadece gerçek Müslümanlara verildiğini söylüyordu.

  • Vamberynin doğu seferindeki son durağı Heratttır. Bundan sonra Tebrize sonra Trabzona gider. İstanbul’da iki üç saat kaldıktan sonra 1864 Haziranında Peşteye gider. Royal Geographical Society tarafından ders vermesi için davet edilir. Bu sayede Londraya gider. Orta Asya ile ilgili çalışmaları ne Macaristanın ne de Macar akademisinin ilgisini çeker ki o sırada Macaristanın Avusturya absolutism ile sorunları vardır. İnsanların istediği tek şey, anayasal haklarını geri kazanmak, Avusturya ile barış yapmak ve hükümetin restorasyonudur. Aynı durum Macar akademisi için de geçerlidir. Vambery akademinin bilimsel misyonundan çok politik ve ulusal bir misyonu olduğunu düşünür. Sadece Rusya ve İngiltere ilgi gösterir. Aslında onların bu konuyla ilgilenmesiyle ilgili genel kanı onların Vambery’nin çalışmasıyla bilimsel olarak değil kendi politik ve ticari ilgilerine bir katkı olarak düşündükleri için ilgileniyor olmasıdır. Ne olursa olsun bu sayede Vambery İngiltere ile çok yakın ilişkiler kurmuştur ve çalışmalarını da Royal Geographical Society’e ve İngiltere Foreign Office’e vermiştir. Almanyaya gidip ünlü Orientalistlerle bağlantı kurdu. Daha sonra Fransaya gitti. 3. Napolyon ile tanıştı. Fakat bu ülkeler içinde kendini en yakın hissettiği yer olarak ingiltereyi gösterdi hatta kraliçe Victoria tarafından saray davet edildi. İngiltere sosyetesine girme şansını yakaladı. Sıkılınca da vatanına geri döndü.

  • İmparator Franchis Josephin yardımıyla doğu dilleri bölümünde öğretim görevlisi oldu. 1865–85 arasında pek çok kitap yazdı. Orta Asya, İran ve Türkiye ile ilgili pek çok makale ve kitap yazdı. Times, Nineteenth Century ve National Review gibi gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Almanyada, Münchener Allgemeine Zeitung, Unsere Zeit Avusturya Macaristan da, Pester Loyd, Neue Freie Presse de Fransa’da Reuve des deux Mondes de ve Amerika’da The forum, The North American Reviewde yazılar yazdı. Ayrıca Avrupanın değişik yörelerinde yapılan pek çok konferansta bulundu.

  • Türkler ve Doğu dünyası ile ilgili bilgileri ve ilgisi Osmanlının o dönemdeki sultanı 2. Abdülhamit’in ilgisini çekti. Sultan onu 1880 de Yıldız Sarayına davet etti ve Osmanlı Sultanıyla Vambery arasındaki ilişkinin temelleri atıldı. Aslında bu onların ilk karşılaşması değildi. Daha önce Vambery Abdülhamit’i kız kardeşine ders verirken tanımıştı. Daha sonrada onu Rıfat paşanın konağındayken görmüştü. Ama bu üçüncü görüşme diğerlerinden daha farklıydı. 1880 deki bu ziyaret Vambery’nin hayatında önemli değişikliklere yol açacak yeni bir görüşme meydana çıktı. 1888 de İngiltere’nin dış işleri bakanı Lord Salisbury nin davetlisi olarak İngiltere’ye gitti. Vambery İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında aracılık yapması hususunda görevlendirildi. Vambery’nin Türkler hakkındaki olumlu düşünceleri ve Rus karşıtı düşünceleri bu görevi kolaylıkla kabul etmesini sağladı. Bundan sonra biz Vamberynin sık sık Osmanlı Sultanı ile görüşmeye gittiğini görürüz. Abdülhamit dışında Genç Türkler ve Siyonizm’in lideri Theodor Herzl ile görüşmeleri vardır.

  • Özel hayatına bakıldığında 1869 da Peşte Üniversitesinin patoloji profesörünün kızı Cornelia Aranyi ile evli olduğu ve bu evliliğinden Rüstem adında bir oğlu olduğu görülür. Rüstem Olga isimli biriyle evlenir ve George ve Robert adlı iki oğulları olur. Vambery 14 Eylül 1913 te hayata veda eder.

Eserleri:

  • Central Asia and the Anglo-Russian Frontier Question (1873) İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerine çevrilmiştir.

  • The Coming Struggle for India (1885), yedi dilde basılmıştır.

  • Western Culture in Eastern Lands (1906)

Türkoloji alanındaki çalışmaları: 1913 senesinde öldüğünde Türkoloji dalında ün yapmıştı. Ama onun en büyük başarısı 1870 yılında Budapeşte Üniversitesinde Doğu dilleri kürsüsünün kurmasıdır. Onun la diğer Türkologlar arasındaki en büyük fark onun ethnogenesis alanındaki düşünceleridir. Vamber’ye göre Macarların kökeni Türklere dayanmaktadır. Aksi düşünce dil ailesinin Fin-Ugor koluyla ilgili çalışmaları bulunan Budenz Joseph ten gelir. Ona görede Macarların Fin-Ugor ile ilgisi bulunmaktadır.

Vambery’nin bu konuyla ilgili eserleri:

  • A Magyar és Török- Tatar Nyelvbeni Szoegyezeség

    (Common Words in Magyar and Turko-Tatar languages)

  • A Magyar Eredete (Origins of Magyars)(1882),

  • Story of Hurgary (1889),

  • A Growth and Spread of Magyars.

1895 te Macarların Fin-Ugorlara dayandığını kabul etmesine rağmen, yinede Türk dillerinden etkilendiğini savunmaya devam eder.

Türkolojiye yaptığı katkıları:

  • Tschagataische Sprachstudien (Chagataic Linguistic Studies)

  • Uigurische Sprchmonumente (UiguricLinguistic Monuments) 1870

Doğu Seferiyle ilgili Eserleri:

  • Travels in Central Asia(1864 ),

  • Sketches from Central Asia (1868 ),

  • History of Bokhara (1873 ),

  • Wanderings and Experiences in Persia

  • Scenes from the East through the eyes of a European Traveller

  • Travels and Adventures of the Turkish Admiral Sidi Ali Reis İn India, Afghanistan, Central Asia, and Persia during the years 1553–1556 (1899)

  • Noten zu den Alttürkischen Inschriften der Mongolei und Siberians (1899) (Notes to the old Turkish Inscription of Mongolia and Siberia)

  • Alt-Osmanische Sprachstudien (1901) (Old Ottoman Linguistic Studies).

Otobiyografisi:

  • The Story of My Struggles(1904)

  • The Life And Adventures of Arminius Vambery (1914).

Sonuç olarak,

  • Kendini hem batılı hem de doğulu olarak düşünen,

  • İstanbul’da Avrupalıların yoğun olduğu bölgelerden çok Türklerin yoğun olduğu bölgelerde yaşayan,

  • Doğulu adetlere ve dillere adapte olmaya çalışan

  • Kimsenin cesaret edemediği mekânlara, çöllere gidip tehlikeleri göze alan,

  • Her yaştan her milletten ve her ulustan insanla rahatlıkla iletişim kuran,

Seçimden Seçime Halkı Hatırlamak

Hükümetin bu yıl içinde üç konuda aldığı kararları sizlere hatırlatmak istiyorum.

  • Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirmesi ihaleleri iptal edildi.

  • Daha önce atılan imzalara rağmen Rum gemilerinin Türk limanlarına girmesine izin verilmedi. Bu uğurda AB ile müzakerelerin belirli alanlarda dondurulmasını bile göze alındı.

  • Halk Bankasının yabancılara satılması projesi rafa kaldırıldı. Hem de yapılan hazırlıklar, firmalara yaptırılan masraflar ve hazırlıklara rağmen. Son anda bu bankanın %25 lik kısmının halka arzı kararı alındı.

Her üç kararın da ortak yönü bu projelerin gerçekleşmesinin seçimlerde iktidar partisine zararlı olabileceği görüşünden kaynaklanmasıydı.

Bu gerekçeyi düşünerek önceki bazı icraatı hatırlayarak şöyle sorular sorabilir miyiz?

  • Türk özel sektörünün ilk 500 kuruluşunun %50 den fazla bir kısmını teşkil eden şirketlerimizin, fabrikalarımızın, bankalarımızın ve bunların yanında limanlarımızın, hizmet sektöründeki diğer kuruluşlarımızın yabancıların kontrolüne girmesini sağlayan özelleştirmeler bu yıla kalsaydı yapılabilir miydi?

  • Kıbrıs’ta Annan Planı bu yıl görüşülseydi, Denktaş tasfiye edilip, yerine getirilen “yes be annem”cilere destek verilebilir miydi?

  • AB ile görüşmeler bu yılki seçim atmosferinde yapılsaydı, en hızlı AB’cilerin bile haysiyetini rencide edici tavır ve taleplere bu kadar taviz verilebilir miydi?

Yukarıda bahsettiğim üç kararla ilgili sorularımız da şöyle olsun:

Eğer seçimden sonra bu hükümet tekrar göreve gelirse elektrik dağıtım ihaleleri ile Halk Bankasının yabancılara satışı yapılmayacak mıdır? Hatta diğer varlıklarımızın da yabancılara satışı devam etmeyecek mi?

Yine seçimden sonra aynı hükümet devam ederse Türk limanlarına Rum gemileri girmeyecek, AB ile görüşmeler devam ederken sömürge ülkesi muamelesi görmeye devam etmeyecek miyiz?

Aynı varsayımla yani seçimden sonra aynı hükümet devam ederse “hepimiz ermeniyiz” diyenlerin mi sesi gür çıkacak, “hepimiz Türk’üz diyenlerin mi? 2011 yılına kadar “kurban olam ayına yıldızına” sözünü hatırlayacaklar mı?

Sözünü ettiğim kararların hangisinin doğru olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Bu yazının konusu seçilenlerin halkın taleplerine olan saygısını değerlendirmekle sınırlı. Benzer davranışlar geçmiş bazı hükümetler döneminde de görüldü. Tabii ki bu durum mevcut hükümete bir mazeret teşkil etmeyecektir.

Demokrasilerin fazileti hükümetlerin halka hesap verme korkusu ve halk çoğunluğunun menfaatlerine uygun davranma gayesi içinde çalışmaya zorlanmasıdır.

Görüldüğü gibi hükümetin bu yıldan önceki kararları ile seçime bir yıldan az bir zaman kaldığı için, bu yılın kararları arasında ciddi farklar bulunmaktadır. Bu yıl seçim endişesi ile alınan kararlar da geçicidir ve seçimlerden sonra tekrar değişecektir.

Esasında halkın ne istediği veya neyi istemediği bilinmektedir. Seçime uzun zaman varken halkın taleplerine aykırı ve halka hesap verme duygusundan uzak karar alınabilirken, seçimlere aylar kala halka hesap verme korkusunun alınan kararların belirleyicisi olduğu görülüyor. Dört senedir icraatlarını destekleyenlerin “halk dalkavukluğu” dedikleri kararlar alınabiliyor.

Şimdi size ÖSS’ye hazırlık sorularına benzeterek, bir seçime hazırlık sorusu soracağım. Seçimlerin sadece seçilenlerin test edilmesi değil vatandaşların da nasıl yönetilmeye layık oldukları ölçen bir imtihan olduğunu hatırlayarak lütfen cevap veriniz.

Hükümet verilen bilgiler ışığında şu varsayımlardan hangisine veya hangilerine inanıyor olabilir?

  1. Türk halkı unutkandır. Hafızası 6 aydan öncesini hatırlamaya ve değerlendirmeye yetmez.

  2. Aziz Nesin’in tabiriyle “Türk halkının %80 i aptaldır.”

  3. Bir dönem içinde kendi zenginini yaratır, medyayı satın alabilirsen halkla ilişkiler (PR) ve reklâmcılık faaliyeti ile ikinci dönem halkı kandırabilmek mümkündür.

  4. Halk seçilmek için lazımdır. Güç sahipleri ise iktidarda kalmak için lazımdır.

  5. Hepsi.

  6. Hiçbiri.

Sizce doğru cevap hangisi?

Çevre Yönetim Sistemleri

i

Dünyanın ve Türkiye’nin önemli sorunlarından biri Çevre Kirliliğidir. Çevre kirliğinin insanlar ve canlılar için büyük olumsuzluklar barındırmaktadır. Peki, evre kirliliğini önlemek için ne yapıyoruz? Kirliliğin önlenmesi için alınacak önlemler ne olmalıdır? Kirliliğin önlenmesinde atılacak adımlardan biri Çevre Yönetim Sistemini geliştirmek ve onu uygulamaktır.

Çevre yönetim sistemini tanımlamadan önce Çevre nedir? Sorusunu cevaplamamız bize çevre yönetim sisteminin etkili olacağı sınırlarını verecektir. Çevre, doğada canlı ve cansız varlıkların bulunduğu ve karşılıklı ilişkilerin gerçekleştiği ortamdır. Bu tanımı kuruluşu düşünerek yaptığımızda; çevre bir kuruluşun faaliyetlerini içinde yürüttüğü hava, su, toprak, tabii kaynaklar, belli bir ortamdaki bitki, hayvan topluluğu, insan ve bunların birbiriyle olan ilişkilerini içine alan ortamdır. Bir çalışan açısından çevre makinelerden, fabrika etrafından ve onu çevreleyen havadan oluşur. Bu çevreler birbirini etkiler. Örneğin, atıklar üretildiği o çevreyi ürünler ise diğer çevreyi etkiler. Bu etkileşmenin önemli bir sonucu çevre kirliliğidir, bunun sonucu oluşan hastalıklar özellikle kanser vakaları insan hayatını tehdit etmektedir.

Çevre yönetimi bu aşamada önem kazanıyor. Çevre yönetimi; doğal ve fiziksel çevrenin gelişimine yönelik yapılan uygulamaların bütünüdür.

Çevrenin gelişimi;

  • Kaynakların en iyi şekilde kullanılması

  • Zararların en aza indirilmesi

  • İnsan ihtiyaçları ile doğal kaynaklar arasındaki denge oluşturularak sağlanır.

Çevre yönetiminin amacı sonradan çareler aramak yerine önceden koruma/önleme politikaları oluşturmak üretim sonunda problemi çözmek yerine üretim sırasında çözümler bulmaktır.

Sanayi; toplumların refah düzeyinin yükseltilmesinde, istihdam yaratılmasında Ülkelerin sosyal ve ekonomik yönden gelişmelerinde çok önemli role sahiptir. Sanayi sektörü üretim faaliyetleri içersinde yeni teknolojiler geliştirerek ve uygulayarak, kaynakların daha akılcı kullanılmasında, çevre ile uyumlu gelişmenin sağlanmasında önemli işleve sahiptir. Unutulmamalıdır ki, her sanayi az yada çok atık ve emisyon çıkartır.

Çevre dostu ürünler üretmek, bunları üretirken çevreye zarar vermeyen teknolojiler kullanmak, kullanıldıktan sonra geri dönüşüm sağlamak amacıyla Çevre Yönetim Sistemleri geliştirilmiştir. Çevre yönetim sistemi; çevre yönetiminin bir sistem halinde uygulanmasıdır. Bu sistemin uygulanmasında uygulayıcılardan her biri bir zincirin halkasını oluşturur. Bu zincirin sağlamlığı halkalara bağlıdır. Nasıl ki zincirlerin devamı için bir halkanın bile büyük önemi varsa Çevre Yönetim Sisteminde de uygulayıcılardan her birinin önemi çok büyüktür.

Bu tanımlar göz önüne alındığında çevre yönetim sistemleri; işletmelerin çevreye verdikleri veya verebilecekleri zararların azaltılması veya mümkünse ortadan kaldırılabilmesi için geliştirilen yönetim sistemleridir. Bu yönetim sistemi, ürünlerin hammaddeden başlayıp nihai ürün haline getirilerek müşterilere sunulmasına kadar geçen sürecin her aşamasında çevresel etkilerin belirlenmesi, gerekli önlemlerle kontrol altına alınması ve çevreye verilebilecek zararın en aza indirilmesini sağlayacak bir sistem oluşturulmasını ifade eder.

Alınacak önlemlerin iyileştirilmesini ve sürekliliğini sağlamak için standartlar oluşturulmuştur. Uluslar arası kabul görmüş bu standartlar Uluslar Arası Standartlar Kurumu tarafından yayınlanmıştır. Uluslar Arası Standartlar Kurumu ISO 14000 serisini yayınlayarak çevreye verilecek etkinin en aza indirilmesinin amaçlamıştır.

Çevre yönetim standartları; İşletmelerin faaliyetlerini kontrol altına alabilecekleri yapıyı sağlar. Bu standartlar kanun ve mevzuata uyulmasını şart koşar. Bir ürün standardı olmayan Çevre Yönetim Sistemi Standartları ne üretildiğinden çok nasıl üretildiğiyle ilgilenir.

ISO 14000 Standart Serisi

ISO 14000 standartları Serisi işletmelerin karşılaştıkları çevre konularını belirlemelerinde yardımcı olacak yönetim sisteminin temel belgeler setini içermektedir. Çevre yönetim sistemi standartları 60 dolayına ulaşmıştır. Bunları özet olarak şu şekilde gruplandırırız.

14001–14004: Çevre Yönetim Standartları

Bu standartlar işletmelerin daha çok sorumlu olduğu standartlardır. Kuruluşların Politika amaçlarının belirlenmesinde, çevre yönetim prensip ve sistemlerinin geliştirilmesi ve uygulanmasında, bunların diğer yönetim sistemleriyle koordinasyonunun sağlanmasında kılavuzluk yapar.

ıso 14010 – 14012: Denetleme

Kuruluşlara, denetçilere ve onların müşterilerine çevre ile ilgili denetim uygulamasında geçerli olan genel prensipler konusunda rehberlik eder. Hem kuruluş içi hem kuruş dışı çevre denetçilerinin ve baş denetçilerin sahip olması gereken nitelikleri kapsar.

14013: Performans Değerlendirmesi

Kurulan sistemin etkinliğinin denetlenmesi ve değerlendirilmesi ile ilgili standarttır.

14020 -14024: Etiketleme

Piyasaya sunulan mal ve hizmetlere bağlı olarak çevre ile ilgili iddiaların nasıl olması gerektiğini ve bu iddialarda yer alan terimlerin nasıl kullanılacağına dair kuralları ve tarifelerini içerir.

14041- 14044: Ürüne İlişkin Konular Ve Yaşam Boyu Değerlendirme

Sürdürülebilir kalkınma kavramında Ürünlerin çevreciliğinin devamını sağlamak için oluşturulmuş standarttır. Kuruluşun çevre politikalarına uygun olarak çevre faaliyetlerini geliştirmek için kuruluş çevre yönetim sistemini sürekli iyileştirilmelidir.

14060: Ürün Standartları

Bu standart, ürünün çevre üzerindeki olumsuz etkileri en düşük seviyeye indirmede göz önüne alınması gereken noktaları belirler.

ISO 14001 ÖZELLİKLERİ

ISO 14001 Kuruluşların çevre politika ve amaçlarının belirlenmesini sağlar. ISO 14001’in uygulanmasındaki amaç;

  • Çevre kalitesinin geliştirilmesine çalışmak

  • İnsan sağlığını korumak

  • Ekonomik meselelerin dengelenmesine yardımcı olmaktır.

ISO 14001 çevresel oluşum etkileri oluşmadan önce engellemeyi amaçlar. Çevresel zararların en aza indirilmesi için alınacak önlemleri teşvik eder. Bu standart çevre yönetim sistemlerinin yerleştirilmesi, kurulması uygulanması ile ilgili rehberlik görevini üstlenir. ISO 14001 çevre performans standardı değildir. İşletmelerin kendi performans amaçlarını ve hedeflerini oluşturma imkânını sağlamaktadır. Doğal kaynak kullanımının azaltılması, toprağa, havaya, suya verilen zararların en aza indirilmesini amaçlayan risk analizleri tabanında kurulan bir yönetim modelidir.

AVRUPA BİRLİĞİNDE ÇEVRE YÖNETİM STANDARDI

Avrupa birliğinin çevre denetim planı olan EMAS, önemli noktalarda ISO 14001’den farklılık gösterir. EMAS Avrupa birliğine üye ülkelerde geçerlidir. Avrupa Birliği Bölgesinde uygulanır. Endüstriyel faaliyetlerin bir bölümünde uygulanır. EMAS piyasa sektörlerinin özel türleri için oluşturulmuştur. Taş ocağı işletmeciliği, madencilik, enerji, atık ve yeniden kullanım gibi alanlarda bazı bölümlere yönelmiştir. Denetim sıklığı üç yıl ile sınırlıdır.

ISO 14001 ise uluslar arası geçerliliği olan bir standarttır. İşletmelerin tümünde uygulanabilir. ISO 14001 özel veya kamu sektörü, üretim veya hizmet sektörü, büyük ya da küçük her türlü kuruluşa uygulanabilir. ISO 14001 de Denetim sıklıklarla yapılır.

ISO 14001 ile EMAS arasındaki bu farklılıkların yanında her iki sistemin oluşturulma düşüncesi “Gönüllü Çevreciliği teşvik emek”tir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİNİ ÖZENDİREN FAKTÖRLER

ISO standartlarına uyum gönüllülük esasına bağlı ise de yaygın olarak kabul görmüş olması ve ticari öncelikler bu uygulamayı zorunlu hale getirmiştir.

Çevresel risk ve fırsatlar bu zorunluluğun nedenlerindendir. Kirletici özelliği bulunan ürünlerin çalışanların, halkın hastalanması ve ya iş göremez hale gelmesine neden olması durumda ürünler oluşturduğu kirlilik sebebiyle dış pazarda kabul görmez. Uluslar arası pazarda saygınlığını kaybedebilir ve ya böyle bir saygınlık oluşturamaz. Bu durumda çevre riski ortaya çıkar. Öte yandan kirliliğin azaltılması, atıkların geri dönüşümünü sağlayarak enerji ve kaynak kullanımından tasarruf edilmesi ürünün çevreye duyarlı pazarda benimsenmesini dolayısıyla çevre fırsatını doğuracaktır. Çevre yönetim sistemleri çevre fırsatı oluşturur.

Çevre yönetim sistemini özendiren faktörleri iç ve dış faktörler olarak iki başlık altında toplayabiliriz.

İç Faktörler

  • İşletmelerin oluşturmak istedikleri çevresel imaj

  • Kuruluşların hissedarlarının çevresel sorumluluk alınması konusundaki talepleri

  • Finansal performans artışı

İşletmelerin kâr elde etme, Pazar payını arttırma istekleri çevre yönetimi sistemlerini kurmalarında etkisi büyük olan iç baskıyı oluşturmaktadır.

Dış Faktörler

  • Çevrede yaşayan halkın şikâyetleri

  • İşletme ruhsatıyla ilgili ihtiyaçlar.

  • Müşterilerden gelen çevresel performans değerlendirilmesi konusundaki baskılar.

  • Daha makul değerlere sigortalanma imkânı

Çevre yönetim sistemi kuran bir işletme kirlilik olayının dışında kalacağından çevreye verebilecekleri olumsuz etki potansiyeli azalacaktır, daha düşük fiyatlara sigortalanabilirler. Buda önemli bir maliyet düşüklüğü sağlayacaktır.

İşletmeler yasalardan ilişkide oldukları kurumlardan ve kamuoyundan etkilenirler. Çevre konusunda artan bilinç halkın şikâyetleri dış baskı oluşturur. Bu ve buna benzer baskılar arttıkça kuruluşların çevresel taahhütlerini ve bu konudaki güvenirliliklerini müşterilere halka, yönetime, çalışanlarına, hissedarlarına göstermek ihtiyacı artmıştır.

Yasal sınırlamaların giderek daha zorlayıcı olması, oluşan atıkları bertarafında yaşanan güçlükler ve yüksek maliyetler, Resmi makamlardan alınacak izinler çevre yönetim sistemlerinin kurulmasını özendiren faktörlerdir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİNİN YAPISI

Bu yapı çevrenin iyileştirilmesinde bir güvence oluşturacaktır. Bu süreç şu şekilde gerçekleşir.

  • Planlama süreci

    • Çevre boyutları tespit edilir. Önemli olanlar değerlendirilir.

    • Amaç ve hedefler oluşturulur.

    • Uygulamalar planlanır.

  • Uygulama Süreci

    • Plan uygulanır.

    • Kuruluşun hedefleri doğrultusunda önlemler alınır.

  • Kontrol Et

    • Planlanan faaliyetler etkinlik ve yeterlilik bakımından kontrol edilir.

    • Sonuçlar planlananlar ile karşılaştırılır.

    • Zayıf noktaların çıkması için veri oluşturulur.

  • İyileştir

    • Uyumsuzlukların oluşmaması için düzeltici önleyici faaliyetlerle planlar yeniden yapılandırılır.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMLERİNİN YARARLARI

İşletmeler; ISO 14001 sertifikasına ve çevre yönetim sistemine sahip olduktan sonra insanlara meselelerini kolayca açıklayabilirler. Bu ikna kabiliyetinin sebebi tam anlamıyla çevre yönetim sistemini oturtmuş kuruluşun sistemde oluşturduğu çevresel hedeflerle çevre kalitesinin en üst seviyede koruyacağına dair verdiği güvencedir.

Mevcut çevre yasalarına uyumda problem yaşamayacaklardır. Çevre kanunlarına uyumsuzluk söz konusu olduğunda kuruluşların kapatılma ihtimalleri vardır. İyi bir çevre yönetim sistemine sahip olmak kanunlara uyumu kolaylaştıracak ve kapatılma riskini azaltacak veya ortadan kaldıracaktır. Tabi ki bu sistemin sürekliliği de bu değerlendirmede önemlidir.

ISO 14001’e sahip olan bir kuruluş ihalelerde rekabet gücü arttıracaktır. Çevreye zarar vermeyen bir işletmede çalışmak çalışanları motive edecek, çevre korunmalarına verdikleri katkılardan dolayı teşvik ve ödüllerden yararlanabilecektir.

Pazar paylarında artış olacağı gibi Yeşil Ürünler Pazarın dan da pay alabileceklerdir.

Uluslar arası pazarda mal satabilmek için çevre yönetim sistemleri ciddi olarak aranır olmuştur. Bir ürünü üreten çeşitli işletmeler olabilir. Bu ürünlerin fiyat ve kalitelerinin aynı olduğu durumda çevreci ürün müşterilerin ilgisini çekecek ve diğer ürünlere üstünlük sağlayacaktır. Bu önemli oranda Pazar payını arttıracak ve farklı pazarlara girilmesi yolunu açacaktır. Bunun yanında müşterilerin çevre ile ilgili beklentilere cevap verilmiş olacaktır.

ISO 14001; kuruluşlara ulusal ve uluslar arası alanda tanınmışlık sağlayarak prestijlik kazandırır. Şirket personeline verilen eğitimlerden dolayı çevre bilinci artacaktır.

Çevreye zarar vermeyen bir işletmede çalışmak çalışanları motive eder. Motivasyon çalışanların performansını artmasında en önemli adımı oluşturur. Çalışanları şirkete olan bağlılıkları da arttıracaktır.

Çevre maliyetlerinde azalma olacağından toplam maliyetlerde önemli bir düşüş görülür. Maliyetler işletmeler için sağlanacak kâr kadar önemlidir. İşletmeler çevre yönetim sisteminin uygulayarak çeşitli formlarda maliyette tasarruf sağlarlar. Çevre yönetim sistemiyle sağlanabilecek iyileşme ve gelişme şöyle özetlenebilir.

Çevre yönetim sisteminin uygulanmasında önemli bir yeri olan eğitim ile çalışanlarda gözlenen uygunsuz davranışların azalması fark edilir düzeyde olacaktır. Çalışanlarda dikkatsizlikler azalacak ve çalışanlar bilinçlendiklerinden iş kazalarında azalma görülecektir. İş kazalarında azalma ödenecek tazminatlarda azalmayı sağlarken iş gücü kaybını önleyecek ve kayıp zamanda azalma olacaktır. Bu çalışanların sağlıklı ve güvenli bir ortamda çalışmaları anlamına geldiğinden motivasyon artışı sağlanarak düşük maliyet sağlayacaktır.

Çevre Koruma faaliyetlerinde yapılacak olan geri dönüşüm ile malzeme kullanımında azalma, düzeltme maliyetlerinde azalma, çevre açısından önemli problem oluşturan atıklarda azalma ve sonuç olarak işletmeler için önemli olan düşük maliyet elde edilecektir.

Yönetim elde ettiği kazançlar sayesinde yeni yatırımlar yapacak veya kendini geliştirerek istihdam sürekliliğini sağlayacaktır. Verimli kaynak kullanımı sayesinde kaynaklar tasarruflu kullanılmış olacak, ek bir maliyet getirmeyecek ve üretkenlik artışı sağlanacaktır. Buda düşük maliyetin önemli sebeplerinden birisidir.

Enerji kullanımı açısından düşündüğümüzde etkin ekipman bakımı sağlayarak, etkin enerji kullanım sistemleri ile enerji ve diğer kaynakların tüketiminde azalma sağlanacak ekonomik kazanç oluşacaktır. Böylece maliyetler sistemli bir şekilde kontrol edilmiş olur.

Çevre yönetim sistemlerinin sağlayacağı bu yararlar düşünüldüğünde uygulanmasının yaygın olması beklenir. Fakat ülkemizde ISO 14001 sertifikasına sahip olma oranı oldukça düşüktür. ISO 14001 sertifikasına sahip kuruluşlar Türkiye de 1997 yılında 80 civarlarında iken 2004 yılsonu itibarıyla Türkiye’de ki işletmelerin % 15 i bu Sertifikasına sahiptir. Sistemin sağlayacağı yararlar ve bu oranlar düşünüldüğünde akla şu soru geliyor. Mademki bu sistem bu kadar çok fayda sağlayabiliyor neden işletmeler bu sisteme yönelmiyor? Çünkü bu sistemin ilk kurulma aşamasında personele verilebilecek eğitim, olası danışmanlık hizmetleri, ve çalışanların bu sisteme adapte olmaları için yapılan ücret zamları belli maliyetler getireceklerdir. Kâr amacıyla kurulan işletmeler, çevre yönetim sisteminin ilerde getireceği faydaları, ki bunların başında düşük maliyetler geliyor, göz önüne almadan zarar edeceklerini düşünmeleridir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİ KAPSAMINDA ÜRÜN TASARIMI

Üretim yönetimi fonksiyonları ile çevre konularının birlikte değerlendirmesi işletmelerin çevreye olumsuz etkilerinin azaltılmasında önemli fırsatlar sağlar.

İşletmelerin üretim sistemleri atık yaratmayacak ve çevreye etkilerinin en az olacak biçimde tasarlanmalı ve uygulanmalıdır. Ürün tasarımı; kullanılan hammadde ve enerjiyi, üretici yönetimini, ambalajlamayı, nakliyeyi, atık oluşumunu, bertaraf tekniklerini, geri kazanım özelliklerini içine alan geniş bir yelpazedir.

Ürün kullanımından sonra ürün bileşenlerinin geri dönüşümü ve tekrar kullanım olanakları araştırılmalıdır. Kullanılamaz duruma gelen bileşenlerin çevreye etkilerinin en az olacak şekilde bertaraf yöntemleri değerlendirilmelidir. Kirliliği önleme teknolojilerin uygulanmasında mevcut üretim süreçlerinde ve ürün tasarımlarında değişmelerin yapılması gerekir.

ÇEVRE YÖNETİM SİSTEMİ KURMA AŞAMALARI

Çevre yönetim sistemini kurma aşmalarını ISO 14001’in maddeleri oluşturur.

1-Çevre Politikası

Yürürlükte ki yasalarla uyumlu olmalıdır. Sürekli gelişmeyi desteklemelidir. Politika dökümante edilmeli ve çalışanlara öğretilmelidir.

2- PLANLAMA

Kuruluş faaliyetlerinin çevreye etkisi yani çevre boyutu belirlenmeli, çevre yasa ve yönetmelikleriyle uyumlu amaç ve hedefler saptanmalı, çevre yönetim programı oluşturulmalıdır.

3.Uygulama Ve İşlem

Bu aşamada eğitim önemlidir. Kuruluş içi ve dışı iletişim sağlanmalıdır. Sistemin kurulması için kaynak, teknoloji insan gücü sağlanmalı, uygulama ve işlemi sürekli kontrol altında tutabilmek için bir temsilci ( çevre koordinatörü) atanmalı, acil durum planları yapılmalı ve olası bir kaza anında görev ve sorumluluklar belirlenmelidir. Sistem içinde düzeltici önleyici faaliyetler yapılmalı kuruluş kendi içinde sistemi denetimden geçirmeli ve sonuçları üst yönetime sunmalıdır.

4. Yönetimce Yürütülen Gözden Geçirme

Üst yönetim, çevre yönetim sisteminin uygunluğunu yeterliliğini ve etkinliğini sürdürebilmek için kendisinin belirlediği çevre yönetim sistemini gözden geçirmelidir. Çevre politikası amaç ve hedefleri gerekiyorsa değiştirilmeli, çevre ile ilgili yasa ve yönetmeliklerdeki değişiklikler uygulanmalıdır.

ISO 14001 SERTİFİKA ALMA SÜRECİ

Ülkemizde ISO 14001 sertifikası verme yetkisi olan TSE, BVQI, SGS gibi uluslar arası firmalara başvurulur. Bu sertifikayı almak için denetimden geçmek gerekir. Denetim ön ve belgelendirme denetimi olmak üzere iki şekilde yapılır. Ön denetimin amacı çevre yönetim sisteminin daha iyi anlaşılması ve belgelendirme denetiminin planlanmasına yardımcı olmaktır. Belgelendirme denetiminin amacı kuruluşunun kendi politika ve yöntemlerine uygunluğunun tespit edilmesidir.

Denetim denetçi sertifikasına sahip kişilerce yapılır. Denetimin kapsamı rapor hazırlama yöntemi, kuruluşun yeri, faaliyet ve özellikleri dikkate alınarak denetime başlanır. Denetimler sonunda sertifika verilir veya hazırlıkların tamamlanması için süre verilir. Sertifika genelde üç yıl için verilir. Sertifika koşullarının yerine getirilmesi için yılda en az iki kere denetim yapılır.

Neden Trabzon ?!

Değerli okuyucular, hepimizin yakından takip ettiği gibi Trabzon ilimize en son yaşanan Dink cinayetiyle beraber yoğun bir baskı söz konusudur. Her yaşanan olayın bir geçmişi olmasından hareketle bu hafta sizlere “neden Trabzon?” sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.

Trabzon’un ülke tarihinde çok büyük önemi mevcuttur. İstiklal Savaşı’nın başlamasına zemin hazırlayan Atatürk’ün Samsun’a gidişi, Karadeniz bölgesinde özellikle Trabzon’da, Rum ve Ermeni çetelerine karşı halkın ve Türk çetelerin karşı koyması sonucu olmuştur. Durumu öğrenen itilaf devletleri ve İstanbul hükümeti Atatürk’ü 9.Ordu müfettişi olarak bölgedeki Türk birliklerinin silahlarını dağıtmak amacıyla görevlendirmiştir. Tabii Mustafa Kemal Atatürk bu görev yerine hepimizin bildiği gibi Anadolu Halkını örgütleme görevini yapmıştır.

Dolayısıyla Anadolu halkının İstiklal Savaşını verme mücadelesinin ilk meşalesini Karadeniz bölgesi ve Trabzon başlatmıştır.

Trabzon ilimizin milli davalara karşı duyarlılığı tarihi misyonundan gelmektedir. Bu sebeple yakın geçmişimizde bunun ilk örneğini 10-12 sene evvel Rahmi Koç’un uçakla Trabzon’daki Meryem Ana kilisesini ziyaret için getirdiği papazlara koyduğu tepki ile görmekteyiz. Yoğun halk tepkisi sebebiyle uçak Trabzon’a girememiş ve geri dönmek zorunda kalmıştır.

Akabinde bu bölgeyle alakalı geçmişte kurulan Rum Pontus İmparatorluğu’nu tekrar gündeme getirmek ve bölgedeki milli hassasiyetleri zaafiyete uğratmak amacıyla “Rum Pontus Kültürü” adlı bir kitap yayınlanmıştı. Bu kitabı yazan Karadenizli fakat Yunanistan’da eğitim görmüş bir papazdı. Hatırlarsanız bu şahıs o dönem birçok televizyon programına da katılmıştı.

Nitekim daha sonradan Pontus ruhunu tekrar canlandırmak amacıyla bölgeden birçok gencin Yunanistan’a götürülerek burada eğitildiği gündeme gelmiştir. Gerçi bazıları için bu durum kültürel zenginlik olarak algılanmak istense de geçtiğimiz sene Ordu’da bir vatandaşın jandarmaya ihbarı sonucunda orada faaliyet gösteren misyonerlerin yöre halkını evinde bulunan ineğine kadar fişlemesi ve bu kayıtların bulunması bu bölgeyi ileriki dönemlerde nelerin beklediğinin çok açık göstergesidir.

Trabzon’un milli reflekslerinin denenmesi süreci “papaz ziyareti” olayının ardından PKK’nın bölgeye yerleştirilmesi şeklinde tezahür etmiş ancak bu deneme de tutmamıştır. Halk teröristlere linç girişiminde bulunmuş, daha sonra dağa kaçan teröristleri de güvenlik güçlerine teslim etmiştir.

Trabzon’un milli refleksini ölçmeğe yönelik bir diğer hareket ise, sol eğilimli, F tipi ceza evini protesto etmek amacıyla Trabzon’da gösteri yapan PAYAD’çılar tarafından gerçekleşmiştir. Trabzon’da F tipi cezaevi olmamasına rağmen protesto eylemi yapılması yukarıda izah ettiğim milli refleks deneme savını güçlendirmektedir. Bu protesto da halkın linç etme girişimiyle sonuçlanmıştır.

Kanaatimce geçen sene Katolik papazın Trabzonlu bir genç tarafından öldürülmesi ve yine Hrant Dink’in de Trabzonlu bir genç tarafından öldürülmesi, bölgeyi devlet baskısı ile susturmak amacı gütmektedir. Akabinde vali ve emniyet müdürünün görevden alınması ve ile müfettiş gönderilmesi bu durumu doğrular niteliktedir.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Bizler milli hafızamızı çabuk unutsak da yaşananlardan anlaşılmaktadır ki bazıları unutmamaktadır. İstiklal Savaşının temellerinin atılmasına vesile olan Trabzon bugün ilk susturulmak istenen illerin başında gelmektedir. Bu demektir ki Trabzon susarsa Anadolu hiç konuşamaz. Saygılarımla!