14.4 C
Kocaeli
Perşembe, Eylül 25, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1257

Küresel Krizi Atlatmak İçin Ekonomik Tedbirler

0

MEVCUT DURUM:

Uzun yıllardır kötü yönetilmemiz, ülke ve dünya gerçekleri dikkate alınmadan uygulanan ciddiyetsiz-sorumsuz ve yanlış politikalar yüzünden ülkemiz maalesef; siyasi, iktisadi, sosyal ve kültürel alanlarda ciddi bir dar boğaz içerisine girmiş ve işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk en büyük sorunumuz haline gelmiştir. Yapılan kamuoyu araştırmaları bu konuların terörden dahi önde bulunduğunu açık olarak göstermektedir. Devletle Milletin arası bozulmuş, sokaktaki insanla varlıklı kesimlerin arasındaki uçurum iç dengeleri bozacak ve sosyal patlamalara neden olacak ölçüde açılmış, uzun yıllardır devam eden enflasyon nedeniyle alım gücü iyice azalarak yoksulluk had safhaya varmış, bölgeler arası uçurumun tetiklediği iç göç nedeniyle büyük şehirlerimizde oluşan gettolar güvenlik güçlerimizce kontrol edilemez bir hale gelmiştir. Büyük süper marketlerin yarattığı haksız rekabet ortamı ve ekonomik kriz nedeniyle küçük esnafın durumu perişandır, siftah yapmadan dükkânını kapatmaktadır. İşçi ve memur ise büyük sıkıntılar içindedir ve geçinemeyecek duruma gelmiştir. Köylü ise sorunları hep göz ardı edildiğinden kan ağlamaktadır. Halkın büyük bir bölümü; ev, araba, ihtiyaç kredileri ve kredi kartı borçları nedeniyle nefes alamaz hale gelmiştir. İcra daireleri insanların evlerine ve eşyalarına dahi el koymaktadır. Devlette, Millette gırtlağına kadar borçludur.

Ülkemiz bu süreçte iyi yönetilmemiş, terör azmış, yolsuzluklar ayyuka çıkmış, halkımızın ağır bir şekilde hissettiği ciddi bir ekonomik krize sürüklenmiş, kalkınmamız için gerekli olan yatırımlar durmuş, üretim-istihdam ve ihracat daralmış, uzun yıllardan beri ithalatın ihracattan fazla olması ve üretip-kazandığımızdan çok harcamamız nedeniyle bütçe büyük oranlarda açık vermiş ve bu açık yüksek faizli iç ve dış borçla kapatılmış, dış borç nedeniyle ulusal politikalarda dahi taviz verilen aciz bir duruma düşülmüş, milli çıkarlarımız adeta rehin alınmış, milli-manevi değerlerimiz aşınmış ve her konuda zemin kaybedilmiştir. Sosyal ve kültürel boyut ihmal edilerek yürütülen IMF politikaları ise; mevcut gerilimi iyice arttırmış, işsizlik ve yoksulluğu hat safhaya getirmiş, gelir dağılımını iyice bozmuş ve Türk Halkını çaresizliğin pençesine itmiştir. Ekonomi ciddi ve büyük ölçekli riskleri içinde barındırır bir konuma gelmiş, sıcak para cenneti haline gelen ülkemiz cari işlemler ve dış ticaret de sürekli açık vermiş ve ödemeler dengesi iyice bozulmuştur. Birçok küçük-orta ve büyük ölçekli milli işletme vergi-devalüasyon-enflasyon ve yüksek faiz kıskacına girerek batmıştır. İthal ikameye bel bağlayarak başta yanlış yapan yerli sermayenin bir kısmı sıkışınca üretmek yerine ranta yönelmiş, bir kısmı da yurt dışına kaçmıştır. Karlı işletmelerimiz ise yabancılar tarafından çok ucuz rakamlara satın alınmış ve zaten tam olgunlaşamayan milli sermaye el değiştirerek emperyalist güçlerin eline geçmeye başlamıştır. Mevcut tabloya hortumlamalarda eklenince, Türk Milleti neredeyse tüm moral değerlerini kaybetmiş, geleceğe dair umutlarını yitirmiş ve sosyal patlamanın eşiğine gelmiştir.

Şimdilik Müslüman-Türk Milleti’nin milli hasletleri ve aile içi dayanışmanın kuvvetli olması nedeniyle sosyal patlama olmamakta, fakat bu durumun ne kadar devam edeceği hiç kimde tarafından kestirilememektedir. Tedbir alınmazsa Arjantin vb. ülkelerde meydana gelen istenmeyen olayların ülkemizde de görülebileceği, yağma ve ayaklanmaların olabileceği ve tüm bunların sonucunda da bizi iç harbe kadar götürebilecek kötü sonuçlar doğabileceği en kötü senaryo dahi olsa öngörülmelidir. Elbette Arjantin gibi ülkelerle Türkiye’nin toplumsal yapıları çok farklıdır. İnsanımız büyük acılara gark olmasına rağmen dünyaya örnek olacak bir özveri ve dayanışma ruhu içinde meselelerini çözme gayreti içindedir ve sabırla devletin alacağı tedbirleri beklemektedir. İnsanımızın aileyi kutsal kabul etmesi, akrabalık bağlarının güçlü olması ve hala kaybetmediğimiz değer yargıları, toplumsal tepkileri şimdilik bastırmaktadır. Ayrıca geleneğimizde devlete biat etme vardır, başkaldırma yoktur. Ancak tedbir almak elzemdir. Çünkü son yıllarda halkımızın dini, ahlaki ve kültürel dokusu bir hayli bozulmuş ve suç oranlarında ürkütücü bir artış baş göstermiştir.

Şimdiye kadar iş başına gelen hükümetler; milli tedbirler almak, yetişmiş insan gücünü harekete geçirmek, yatırımı-üretimi-ihracatı-istihdamı artırıcı tedbirleri devreye sokmak, israfı önleyip iç ve dış borçlanmadan vazgeçerek ciddi tasarruf tedbirleri almak, ülkenin kaynaklarını iyi değerlendirerek hakça paylaştırmak ve halkımızı sosyal güvenlik şemsiyesi altına almaya çalışmak yerine; hem ağır iç ve dış borçlanmayla ülkenin yarınlarını ipotek altına almışlar, hem de ekonominin sorumluluğunun şimdiye kadar hiç bir ülkede başarılı olamayan ve birçok milleti felakete sürükleyen IMF’ye teslim etmişlerdir. Ayrıca özelleştirme adı altında ülkenin ciddi işletmelerini yabancılara satarak milletimizin geleceğini tehlikeye sokmuşlardır. İç ve dış borç 300 milyar dolara yaklaşmış ve milli gelirden kişi başına düşen borç oranı 5000 dolar noktasına gelmiştir. Küresel krizin baş gösterdiği 2009 yılının ilk çeyreğinde Türkiye’nin %13.8 oranında küçülmesiyse mevcut sorunları iyice artırmış ve ekonomide ciddi tedbirler alınmasını zorunlu hale getirmiştir.

Birinci ve ikinci dünya harplerinden sonra perişan olan Almanya ve Japonya’nın şu anda bizi fersah fersah geçtiği, 1960’lı yıllarda Yunanistan ve İspanya gibi bir çok Avrupa Ülkesiyle eşit ekonomik göstergelere sahip olan ülkemizin şimdi 5000 dolar civarında olan milli gelirle onların ortalama 25.000 doları bulan milli gelirine oranla ne kadar geri kaldığı, üzerinde ciddi olarak düşünülmesi ve realist çözümler üretilmesi gereken vahim bir durumdur.

ALINMASI GEREKEN İKTİSADİ TEDBİRLER:

İktisadi kriz ve kurumlar arası kavgadan kaynaklanan siyasi gerilim nedeniyle; devletle halkın arası iyice açılmış ve ciddi bir güven bunalımı yaşanmaya başlamıştır. “Kötü millet yoktur, kötü yönetim vardır” ilkesi asla unutmamalı, devlet kendi halkıyla arasında örülen duvarları tamamen kaldırmalı, kurumlar arası kavgaya son vererek gerçek gündeme geri dönmeli, siyasi istikrarı ivedilikle sağlamalı, daha sonra da mevcut ekonomik krizi aşmak için uygulayacağı realist politikaları belirlemeli, bunları samimi olarak anlatarak Türk Milleti’ni arkasına almalı ve mevcut güven bunalımını aşmalıdır. Çünkü sermaye siyasi istikrarsızlığı sevmez ve gerilim olan ülkede yatırım yapmaz veya mevcut yatırımlarını da alarak kaçar. Dolayısıyla siyasi gerilimler ekonomik krizi daha da tetikler. Hiçbir hükümet gerilim yaratarak bindiği dalı kesmemeli ve ayağına kurşun sıkmamalıdır.

İktisadi istikrarı sağlayacak tedbirler ivedilikle yürürlüğe konmalı; tasarruf her kademede teşvik edilerek mali disiplin sağlanmalı, gelirin neredeyse %80’ne ulaşmış iç ve dış borç yükünü azaltacak öz-kaynaklar yaratılmalı, ülkenin yer altı ve yer üstü zenginlikleri iyi değerlendirilmeli, üretim-ihracat ve istihdamı artırıcı reel politikalar uygulanmalı, artık iflas eden piyasa ekonomisi yerine karma ekonomi uygulanarak yeni bir kalkınma hamlesi başlatılmalı, yatırımlar hızlandırılmalı, yerli sanayi güçlendirilmeli, milli sermaye büyütülmeli, ekonomi güçlendirilerek uluslar arası arenada rekabet edebilir hale getirilmeli ve ekonomide gerekli ciddi tedbirler bir an önce alınarak yapısal dönüşüm gerçekleştirilmelidir. Ayrıca ekonomide belirsizlik yaratan dalgalanmalar önlemeli, bünyemize uymayan dalgalı kur sistemini yeniden değerlendirmeli, sık sık devalüasyon yapmaktan ve para birimini büyütmekten vazgeçilmeli, enflasyon makul rakamlara indirilmeli, faiz hadleri düşürülmeli, teşebbüs gücünün önündeki bürokratik engeller kaldırılmalı, kanuni mevzuat piyasalarla koordine edilerek ihtiyaca göre yeniden düzenlenmeli, yurt dışına kaçan yerli ve yabancı sermayeyi ülkemize getirecek ve mevcut finansman açığını kapatacak yeni düzenlemeler yapılmalı, elektrik-su-doğalgaz ve mazot gibi işletme maliyetini artıran kalemler ucuzlatılarak üretim teşvik edilmeli, vergi reformu hayata geçirilmeli ve vergi oranları makul ölçülere getirilerek kayıt dışı ekonomi denetim ve kontrol altına alınmalı, işveren tarafından verilen sosyal sigorta primleri daha aşağılara çekilerek işletme sahipleri rahatlatılmalı, verimli çalışan işletmelere mevcut vergi ve sosyal güvenlik prim borçlarını ödemede kolaylıklar tanınmalı, mali affın kapsamı genişletilmeli, nereden buldun yasalarıyla sermaye ürkütülmemeli ve dış kaynak getirecek ihracat teşvik ve desteklenmelidir. Sübvansiyonlarda yeniden değerlendirmeli, tarım ve hayvancılıkla beraber KOBİ’ler de desteklenmelidir. Kıt kaynaklar; üretim-istihdam ve ihracatı artıracak reel sektöre ve KOBİ’lere aktarılmalı, ürettiğini satamayan küçük ve orta boy işletmelere ihracat konusunda yardımcı olunmalıdır.

Kısa vadede alınacak bu tedbirlere ilaveten orta ve uzun vadede de; küresel rekabete dayanıklı, tekelciliği önleyen ve rekabet ortamı yaratarak kalkınmayı dinamitleyecek akılcı bir üretim ekonomisi izlenmeli, sermayeyi tabana yaymak için sermaye piyasaları güçlendirilmeli, üretim faktörlerinin verimliliği artırılmalı ve eğitime önem verilerek genç ve dinamik olan nüfusun önü açılmalıdır.

Ancak sosyal devlet olmak ve dar gelirli insanlara kaynak aktararak onların hayat seviyesini yükseltmek içinde vergi gelirleri artırılmalıdır ki, bu yukarıda zikredilen tedbirlerle tezat gibi gözükmektedir. Bu sorun; vergi sistemi kayıtlı, kontrol edilebilir ve şeffaf hale getirilerek çözülmelidir. Yani kayıt dışı ekonomi önlenerek, vergi gelirleri tabana yayılarak ve mükellef sayısı artırılarak ciddi sonuçlar alınabilir. Bunun içinde tüm işletmeler kayıt altına alınmalı, vergi toplamada beyan usulü ve bilgisayar sistemine geçilmeli, gelir vergisi kazanan herkesten adil olarak toplanmalı, 18 yaşına gelen her T.C. Devleti Vatandaşı yılsonunda vergi beyannamesi vermeli, vergi dairelerince herkesin hayat standardı ile beyan ettiği gelir çok iyi denetlenmeli ve böylece sisteme işlerlik ve alışkanlık kazandırılmalıdır. Mevcut durumda sadece kayıt altında olan kişi ve işletmelere yüklenilmekte, yüksek vergi, enerji giderleri ve sigorta pirim oranları ile onlarda batırılarak sistem iyice felç edilmekte ve sermaye hızla yabancıların eline geçmektedir. Devlet gelirlerini; tüm alışverişlerde herkesten aynı seviyede kesilen dolayısıyla fakir-fukaraya yüklenilen KDV ile yani dolaylı vergilerle değil, gerçek vergi gelirleriyle artırmalı, vergi sistemi daha adil bir yapıya kavuşturulmalı, daha sonra da vergi cezaları artırılmalı ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi en önemli suç sayılmalıdır. Vergi gelirlerini artırmak için ilk ev ve arabalardan makul oranda vergi alma, ikinci ve üçüncü ev-arabalar içinse daha yüksek oranlarda vergi alma gibi uygulamalar düşünülmelidir. Böylece hem vergi geliri artacak, hem de kamu vicdanı rahatlayacaktır.

Elbette izlenen bu politikalar sonucunda işsizlik azaltılmalı ve dar gelirli insanlarımızın durumu bir an önce düzeltilmelidir. Sosyal tedbirler de alınarak halkın piyasa ekonomisi kuralları içinde ezilmesi önlenmeli, insanlarımızın tamamı sosyal güvenlik sistemi içine alınmalı, işsizlik ve sağlık sigortası uygulamasına geçilmeli, sigortalı işçi çalıştırılması yaygınlaştırmalı ve asgari ücret artırılarak vergiden muaf tutulmalıdır. Sınır ticareti-tarım-dokuma ve hayvancılık gibi gelir getiren geleneksel ticari hareketler de teşvik edilmeli ve en önemlisi yeni istihdam sahaları yaratılarak insanlar “evi, işi ve aşı olan, karnı tok, sırtı pek” bireyler haline getirilmelidir. Bölgeler arası uçurum da giderilmeli, sınai tesislerin aynı bölgelerde yoğunlaşması önlenmeli ve topyekûn kalkınma için çareler üretilerek insanların kendi bölgelerinde refah ve huzur içinde yaşamaları sağlanmalıdır. Meslek liseleri, yüksek okullar ve fakülteler; esnaf, ticaret ve sanayi odalarıyla koordine edilerek piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda eğitim vermelidir. Ayrıca yatılı sanat okulları kurulur ve buralardan mezun olan insanlar işletmelerin ihtiyacı olan işlere girerlerse; bu okullar hem istihdama, hem de ekonomik kalkınmaya büyük oranda katkı sağlamış olacaklardır.

Atatürk’ün dediği gibi “Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür.” Kalkınmanın ancak milli politikalarla başarılabileceği bilinmeli ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında yaşadığımız kapitülasyonlar da asla unutulmadan, küreselleşme-globalleşme adı altında yürütülen emperyalizme karşı her türlü koruyucu tedbir alınmalıdır. Ülkemizin kalkınması için önemli olan yabancı sermaye girişine ise, bizi sömürge yapmayacak ve iç piyasayı tamamen öldürmeyecek ciddi tedbirler alındıktan sonra, sadece üretim ve istihdamı artıracak reel sektörde izin verilmelidir.  Ekonomimiz bu kadar kötüyken yabancı sermayeye; mülkiyet sahibi olma, yerli ortak olmaksızın yatırım yapma ve belediye ihalelerine girme de dahil her türlü özgürlüğü vermenin, bizi kendi vatanımızda parya yapacağı asla unutulmamalıdır. Üzerinde tartışılması gereken tahkim yasasıyla büyük ödün verdiğimiz yabancı sermaye, Türk Mahkemelerince yargılanmayı dahi kabul etmeyerek herkesi ürkütmüştür. Özelleştirmeler aslında halkın malı olan mevcut KİT’lerin daha verimli işletilmesini sağlamalı, değerinin çok altında rakamlarla yabancılara peşkeş çekerek veya zenginlere kıyak geçerek değil de, çok dikkatli ve şeffaf bir şekilde aynı zamanda da üretim ve istihdamı artıracak bir zihniyetle yapılmalıdır. Özelleştirmelerde yerli sermayeye öncelik verilmeli, stratejik önemi olan işletmeler korunmalı ve ilerde kontrol etmekte büyük güçlük çekeceğimiz yabancı sermayeye daha ihtiyatlı yaklaşılmalıdır. Stratejik değeri olan petrol, bor, uranyum, toryum, altın vb. yer altı zenginlikleri ile, PETKİM-TÜPRAŞ-TELEKOM gibi önemli KİT’ler devlet tarafından işletilmeye devam edilmelidir. Böyle devam edilirse ülkemizin ciddi işletmeleri ve dolayısıyla sermayenin önemli bir bölümü yabancıların eline geçebilecek ve ALLAH korusun ülkemizde de Lübnan, Filistin ve Irak’ta görülen ve bölünmeyle sonuçlanan üzücü hadiseler yaşanabilecektir. Çünkü yabancı sermaye ülkemize üretim yapmak ve istihdam yaratmak için gelmemekte, kolay yoldan rant elde etmek ve en çok da gayrimenkul satın almak için gelmektedir. Hazine arazileri de dahil olmak üzere yabancılara toprak satmak çok tehlikelidir. Sadece mütekabiliyet esasına göre belirli bölgelerde; işlettikleri fabrikalar ve ikamet ettikleri evlerin kullanım hakkı verilmelidir. Bu da belirli bir oranı geçmemelidir. Son yıllarda birçok banka yabancıların eline geçmiştir ve halkımızın bir kısmının gayrimenkulleri üzerinde çeşitli kredi borçları nedeniyle bu bankaların rehin ve ipoteği bulunmaktadır. Kısa bir süre sonra borçlarını ödeyemeyenlerin gayrimenkulleri yabancı bankaların eline geçecektir. Bankalardan kredi kullanan birçok ciddi işletmelerimiz de aynı tehdit altındadır. Yani ülkemiz daha önce de Osmanlı İmparatorluğu döneminde de yabancılar tarafından uygulanan parayla satın alınma sürecine girmiştir. Bu gidişat çok tehlikelidir. Bunun içinde diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi SGK (sosyal güvenlik kurumu) tarafından; ülkemizin gelir getiren ve özelleştirilmesi öngörülen ciddi işletmeleri satın alınmalı ve işletilmeli, böylece bir ülkenin en büyük tasarruf gücü olan emeklilik kesintilerinin ciddi sermaye gücünden yeterince faydalanılmalıdır. Böylece halkımızın tamamına yakını ciddi işletmelere ortak edilmiş yani sermaye tabana yayılmış, böylece milletin ülkesine daha fazla sahip olması da sağlanmış olacaktır. Tabi öncelikle SGK’nun mevcut sıkıntıları giderilmeli, desteklenmeden ayakta duracak hale getirilmeli ve daha sonra da bünyesinde faaliyet gösteren işletmelerin piyasa kurallarına göre ve profesyonel olarak işletilmesi yani kara geçmeleri sağlanmalıdır.

İç ve dış borç yükünü azaltmak ve krizden çıkmak için; milletçe lüks alışkanlıklarımızdan vazgeçerek tasarrufa yönelmeli, tüketen değil, üreten bir toplum olmak için hep birlikte gayret göstermeliyiz. Sermaye sahipleri ise hemen pes ederek firmalarını satılığa çıkarmak yerine, işçileriyle el ele vererek mevcut krizi aşmalı ve ayakta kalmalıdır. Devlet ise; yeni dış borç bulmak için çabalamak ve iyice batmak yerine, öz kaynaklarına gitmeli ve ülkenin mevcut yeraltı ve yer üstü zenginliklerinden azami istifade etmelidir. Dünya rezervlerinin %68’ne sahip olduğumuz ve büyük bölümünü Amerika’ya ihraç ettiğimiz için sadece %2 pay aldığımız bor madenini kendimiz işletebiliriz. Dünyanın en büyük altın işleyen ülkelerinden biri olmamız nedeniyle ihtiyacımızın büyük bölümün Almanya ve diğer bazı ülkelerden karşılamaktayız. MTA tarafından tespit edilen geniş altın rezervlerine sahip olduğumuz halde emperyalist güçler tarafından engellendiğimiz için bir türlü yerin altından çıkartamamaktayız. Bu önemli madeni de dış destekli bazı eylemleri de dikkate almada çıkartmalı ve dışarıdan ithal etmemeliyiz. Yıllardır üzerinde yüzdüğümüz petrolü ve doğalgazı hiçbir dış baskıya boyun eğmeden yeraltından çıkartmalı ve boru hattı projelerini de hayata geçirerek,  ithalatımızın neredeyse yarısını tutan bu önemli hammaddeyi ihraç eder konuma gelmeliyiz. Yabancı destekli sivil toplum örgütlerine kulaklarımızı kapayarak gelişmiş ülkelerin tümünde olan nükleer santraller inşa etmek de dâhil daha fazla ve ucuz enerji elde etmenin yollarını aramalı ve akarsu-rüzgâr-güneş gibi imkânlarımızı da bu sektörde değerlendirerek yurtdışından enerji alımını asgari seviyeye indirmeliyiz. Ev ve işyerlerinin üzerine konulan panellerle ihtiyacı olan elektriği üretmesini de teşvik ve desteklemeliyiz.

Mafya tarafından parsellenen hazine arazileri ve gereksiz taşınmazların satışından da devlet ciddi oranlarda gelir elde edebilir. Halk tarafından 2B olarak bilinen yasa bir an önce çıkartılmalı ve gerçekten orman vasfını yitirmiş ve kamu tarafından kullanılmayan araziler milli emlak müdürlükleri tarafından piyasa fiyatlarından satılmalıdır. Üzerinde kaçak olarak gayrimenkul yapılanlar veya tarıma açılanlarda; belediyelerin imar planlarına uygun olmak kaydıyla öncelikle kullanan şahıslara gerekirse vadeli olarak satılmalıdır. Zaten öyle yerler vardır ki; devlet tarafından kaymakam atanmış, belediye başkanı- muhtar seçimleri yaptırılmış, elektrik-su-doğal gaz hizmeti götürülmüş, yani uzun süredir ciddi bir şekilde yerleşime açılmış, fakat hala kadastro haritalarında hazine arazisi veya orman arazisi gözüküyor. Bu komik duruma son verilmelidir. Elbette bu konu parsadan kim pay alacak kavgasına dönüştürülmeden ve hazine arazileri yağmalanmadan devlet ciddiyetiyle yapılmalıdır.

Askerlik hizmetinin kutsiyetini bozan ve adil olmayan kısa dönem askerlik, dövizli askerlik vb. gibi uygulamalar yerine; 15 aylık sürenin NATO standardı olan 12 aya indirilmesi, hem aileleri ve gençleri büyük ölçüde rahatlatacak, hem de büyük ölçüde tasarruf sağlayacaktır.

Elbette Türk Milleti kemer sıkarken ve büyük bir yokluk içinde kıvranırken, hükümetlerinde her türlü tasarruf önlemini ivedilikle alması ve halka örnek olması gerekmektedir. Tüm kamu harcamaları holdinglerin bile uyguladığı havuz sistemiyle kontrol edilebilir. Taşınmazlar, lojmanlar, sosyal tesisler vb. birçok yerden ciddi oranlarda tasarruf sağlanabilir. Bir bakanlığın elinde kaynak fazlası varken, diğer bakanlığın iç ve dış borçlanma yapması kamuoyu tarafından anlaşılması güç ve birilerinin devlet eliyle zenginleştirilmek istendiği endişesini doğuran bir durumdur. Artık iç ve dış borçlanmanın tamamen durdurulması ve mevcutların da uzun vadeye yayılarak ödenmesi gerekmektedir. Ayrıca borçlanma konusunda şeffaf olunması ve özellikle iç borcun kimlere olduğunun ve bunlara her yıl ne kadar kaynak aktarıldığının açıklanması da elzemdir. Türk Milleti’nin dişinden tırnağından artırdığı paraların kimlere gittiğini öğrenmesi ve hesap sorması hükümetlerin işini daha da kolaylaştıracaktır. Böylece bazı kesimlerin üzerine daha rahat gidilebilecek ve mevcut iç borçtan bazı kişi ve gruplarının vergi ve sigorta gibi devlet borçları düşülebilecektir. Hatta daha da geriye gidilerek, devletten çok uygun şartlarla yatırım yapmak için aldığı krediyi bu maksatla kullanmayarak yine devlete borç veren ve haksız gelir elde eden uyanıkların borçlarından, yargı yoluyla kurtulabilinecek ve tüm bu tedbirlerle iç borç yükü hafifletecektir. Ayrıca şeffaf bir Devlet İhale Kanununa geçilerek yolsuzluk, rüşvet ve hortumlama ile ciddi bir şekilde mücadele edilmeli ve bu yolla sağlanan rantın devletin kasasına dönmesi sağlanmalıdır. Büyük kitleleri demoralize eden yolsuzluk ve hortumlamalara karşı da her türlü tedbir kararlılıkla alınmalı ve bu konuda halk rahatlatılmalıdır.

Devletin her kademesindeki yöneticiler maddi ve manevi açıdan tatmin edilmelidir. Çünkü yönetici kadronun tatmin edilmesiyle ihtiyaç duyulan motivasyon sağlanacak ve hem bu personel hem de mahiyetleri daha verimli çalışacaktır. Ayrıca maddi açıdan tatmin edilen yönetici rüşvet yemeyecek, dolayısıyla mahiyetine de yedirmeyecektir. Böylece daha nitelikli ve nicelikli personelin kamuda istihdam edilmesi sağlanacak ve devlet mekanizması güçlenerek birçok siyasi, iktisadi-sosyal sorunun kendiliğinden çözüldü görülecektir. Elbette en büyük problem sahası olan yolsuzlukla “Devletin imkânlarının halka değil de küçük bir azınlık gruba gitmesi” mücadele konusunda da önemli mesafeler alınacaktır.

Yukarıda zikredilen çözüm yolları ortak akılla ve gayret birliğiyle çalışılırsa daha da artırılabilir ve mevcut iktisadi sıkıntılar büyük ölçüde aşılabilir. Bir milyar dolar için yabancı devlet ve kurumlara avuç açmamıza ve borçlanarak IMF’ye boyun eğmemize de gerek kalmaz. Türk Halkına da gelişmiş ülkelerin insanlarına sunduğu devlet hizmeti sunulabilir. Bütün olay iyi niyetle çalışmak ve samimi olarak gayret göstermektir. Bu önlemlerin hayata geçirilmesi Türk Milletini karamsarlıktan kurtaracak ve devletine güvenmesini de sağlayacaktır. Yeter ki devletin tüm kurum ve kuruluşlarıyla, milletin tüm kesimleri meseleye birlikte eğilsin. Bunun içinde hükümet mevcut iktisadi krizi; muhalefet partileri, üniversiteler, sanayi-ticaret-esnaf odalarının temsilcileriyle ilgili sivil toplum kuruluşlarını kapsayan İzmir İktisat Kongresi gibi geniş bir platformda masaya yatırmalı ve ortaya çıkan çözüm yollarını büyük bir ciddiyetle hayata geçirilmelidir.

SONUÇ:

Sonuç itibariyle geldiğimiz nokta vahimdir. Alınması gereken ekonomik önlemleri, siyasi ve sosyal tedbirlerden ayırmak imkânsızdır. Türk Milleti dünyanın en güzel ve verimli coğrafyasında en zor olana, yani terör ve sefalete mahkûm edilmektedir. T.C. Devleti ise 1914 şartlarına benzer karanlık bir ortama sürüklenmekte ve hem içerden hem de dışarıdan kuşatma altına alınmaktadır. 1000 yıldır sevgiyle yoğurduğumuz kardeşliğimiz zedelenmekte, milli ve manevi değerlerimiz tahrip edilmekte, asırlardan beri sahip olduğumuz varlıklarımız peşkeş çekilmektedir. Devletle-Milletin arası birlik ve dirliği bozacak seviyede açılmış ve hiç bitmeyen Kürt-Türk, Alevi-Sünni, İrtica, Laiklik, Başörtüsü kavgalarıyla halk bezdirilmiştir. Kurumlar arası kavga da mevcut gerilimi iyice artırmıştır. Halbuki iç ve dış konjonktür; kurumların uyum içinde büyük bir ciddiyetle çalışmasını, devletle milletin barışmasını ve milletin devletin arkasında olmasını gerektirmektedir.

Meselenin çözümü için milli politikalara ve kendi iç dinamiklerimize ihtiyacımız vardır. Kalkınma ancak; o ülkenin tüm maddi ve manevi kaynaklarının en verimli şekilde kullanılması ile mümkün olacaktır. Amaç; üretim-istihdam ve ihracatın artırılarak milli ekonominin büyütülmesi, kalkınma hamlesinin hızlandırılması, muasır medeniyet seviyesinin yakalanması ve sonucunda da hakça paylaşılarak; refah-huzur ve güvenliğin sağlanması olmalıdır. Milli menfaatlerimizden taviz verilerek Türk Milleti’ ni Emperyalist Ülkelerin ve Uluslararası Sermayenin uşağı yapmak değil.

Hükümet olmak kolay değildir. Bu konuları ekonominin yönetimi teslim edilen IMF ile yıllardır içine girmek için uğraştığımız AB ve sözde stratejik ortağımız ABD düşünmeyecektir. Oturulan o yüce koltuklar ve kullanılan devlet imkânları çözüm üretmek, çare bulmak içindir. Devlet erkanı; Şeyh Edibali’nin “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” Atasözüne uygun davranmalı, Yunus’un “Yaratılanı sev Yaratandan ötürü” sözlerinin idrakinde olmalı, kubbede hoş seda bırakmak ve hayırla yad edilmek için “Halka Hizmet, Hakk’a Hizmet” anlayışıyla hareket etmeli, milletle el-ele, omuz-omuza vererek tüm zorlukları aşmalı ve birikmiş tüm meseleleri çözmelidir.

Asya-Avrupa ve Afrika gibi üç kıtanın kesiştiği önemli bir kavşakta yer alan ve coğrafyasıyla büyük bir jeo-stratejik ve jeo-politik değere sahip bulunan ülkemiz konumu itibariyle; tüm dünya milletleri ile ticaret yapma ve ekonomik işbirliğine girme avantajına sahiptir. Yani Türkiye iktisadi bir cazibe merkezidir. Dini ve kültürel bağlarımız nedeniyle çeşitli organizasyonlarda işbirliği içinde olduğumuz Türk Dünyası ve İslam Alemi, Asyalı olduğumuz için irtibatımız bulunan Rusya-Çin ve Hindistan gibi Ülkeler, üyesi olduğumuz AB Ülkeleri, NATO müttefikimiz ABD ile ekonomik ilişkilerimiz devam etmektedir. Türkiye gelişmiş ülkeler içinde 17. sıradadır. Hepimiz ümitvar olmalı, millet olarak titreyip kendimize gelmeli, içinde bulunduğumuz aşağılık kompleksinden bir an önce çıkarak özgüvenimizi yeniden kazanmalı, gayret birliği içinde çok çalışmalı, ortak aklı harekete geçirerek kalkınma seferberliği başlatmalı, ilim ve bilime her şeyden çok önem vermeli, gelecek nesillerimizi iyi yetiştirmeli, milli ve manevi değerlerimizi unutmamalı, birlik ve dirliğimiz üzerinde titremeli ve ülkemizin aydınlık geleceğine gönülden inanmalıyız.

ÖSS ve SBS Sonuçları ve İl Başarısızlıklarının Nedenleri

Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözü var der ki ” Herkesin kendine göre bir zevki vardır. Kimi bahçe ile meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister. Bazı insanlar da adam yetiştirmekten hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam çiçekten bir şey bekler mi? Adam yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir…….”

Sizce öğretmenlerimiz bu ifadenin anlamına göre mi çocuk yetiştiriyorlar? Sadece kabahat öğrencide mi? Velide mi? O ilçenin yöneticisinde mi? O ilin Yöneticisinde mi? Soruları hazırlayanlarda mı? Sistemde mi? Gibi soruları uzatabiliriz.

Sokrates’in meşhur bir sözü var “Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir.” . Eğitim konularına biraz ilgili olduğumdan dershane yönetici ve öğretmenleri ile bazen de okul yönetici ve öğretmenleri ile eğitim ve öğretim konularında konuşuruz. Çok az konuda yöntem olarak anlaşmışızdır. Sonuçları ortada olmasına rağmen dershaneler merkezden verilen yöntemlerin dışına çıkamıyorlar. Okullar MEB’in ve kendi tecrübeleri diye ifade ettikleri yöntemlerin dışına çıkamıyorlar. Ben çok biliyor ve anlıyor diye söylemiyorum ancak öncelikle Kocaeli ve diğer başarısız illerin hali ortada. Kocaeli bu kadar imkana rağmen hali içler açısı durumda ise sadece Meslek Liselerinin çokluğuna bağlamak ne kadar doğru bilmiyorum.

Yine Sokratesin Talebesi olan Platon’un “Sokrates’in Savunması” adlı kayıtlarda bahsedilenlerden devam edelim “….Benim doğrudan başka bir şey söyleyeceğimi sanmasın… Benim için para ile ders vermekte olduğuma dair  dolaşan sözün hiçbir temeli yoktur., bu da ötekiler gibi asılsızdır. Doğrusu bir kimsenin insanlara gerçekten bir şeyler öğretmesi mümkün olsaydı, buna karşılık para alması bence o kimse için şeref olurdu…. Size doğru söylemeliyi Atinalılar… bütün araştırmalarımda baktım ki asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olanlar! Bilgisiz denenlerde ise daha çok akıl var…..”  (Erdemlilik üzerine Sokrates yaklaşımı

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=939)

Sadece ve sadece öğrencinin ders çalışması ve çok test çözmesi mantığına uygun yöntem bence yanlış bir yöntemdir. Kavrama dayanmayan her çözüm bana göre yanlıştır. Kavranılmayan konu kayıptır, çelişkidir dolayısı ile sonuçları yanıltıcıdır.

Başarılı il olan Karaman İl müdürünün söyledikleri çok önemli. Başarmayı hedef olarak koymuşlar bu hedefe uygun da yöntemler oluşturmuşlar. Olaylara profesyonel yaklaşmışlar. Top yekun seferlik sonucunda başarıyı yakalamışlar.

Sizce öğretmenler müfredatı yetiştirme maratonu içinde şu ifade ettiklerimi gerçekleştirecek zaman ve iradeyi gösterebilmişler midir? Bu soru Dershane öğretmenleri içinde geçerlidir.

Öğretmen mutlaka derse hazırlanarak gelmiş midir? Yoksa ben her zaman aynı şeyleri anlatıyorum ne gereği var anlayışı ile bir önceki derslerin tekrarı hatta silik fotokopi bilgileri gibi mi? öğrenciye verilmiştir. Derse zamanında başlayıp zamanında bitirmiş midir? Öğrencinin ders hakkında soru sormasına zemin hazırlamış mıdır? Verilen dersin ne kadarını anladığına dair bir ölçümleme yapmış mıdır.? Ortalama sınıf algılarını çıkartım onlara göre ders anlatma yoluna gitmiş midir? Bu soruları uzatabiliriz..

Veli kendi çocuğu ile ilgilenmiş midir? Öğrenci verilen dersleri zamanında yapmış mıdır? Yapmadı ise neden yapmamış veya yapamamıştır. Gibi bir çok soruyu da sorabiliriz.

Bence bunların hepsinin dışında eğitim ve öğretim yapısallık kazanmazsa, sonuçları yapısal yapıları oluşturanların yanında hep başarısızlık olacaktır.

 

Asya’nın Kandilleri Söndürülmek İsteniliyor!

0

“Gönül arzu eder ki, Türkistan meselesinin halledilmesi
Davasında öncülük şerefi, Türkiye’nin hakkı olsun….

İsa Yusuf Alptekin

Esirgeyen, koruyan Allah’ın adıyla
Pek Muhterem Gönüldaşlarım,

Ne yazık ki, uzuvlarımızdan bir tanesi şiddetli bir şekilde sızlamaktadır. Uzak düştüğümüz, hasret kaldığımız, bizim için kutsal olan geçmişimizin ve atalarımızın mirası Kandaşlarımız, Karındaşlarımız,Dindaşlarımız Uygur Türkleri, Çin zorbalığı ve zulmüyle insanlık dışı bir soykırıma, etnik bir temizliğe karşı karşıyadırlar.

Gök Bayrağımızın korkusuz savunucuları Aziz mücahidlerimiz::
Hoca Ahmet Yesevi, Yusuf has Hacib, Kaşgarlı Mahmut, Sultan Saltuk Buğra Han, Yakuphan Be Devlet, Dilşad Hatun, Hoca Niyaz Hacı, Timur Şencan, İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra, Osman Batur, General Abdul Niyaz, General Mahmut Muhitti, Ahmet Can Kasimi, Dr. Mesut Sabri Baykozi,Gani Batur, Hacı Yakup Anat, Abdulkadir El Meragi ve diğer ismini sayamadığım hörmetli büyüklerim sizlerden özür diliyorum.

Özür diliyorum sizden Rus-Çin Oyununa seyirci kaldığım için,
Özür diliyorum sizden Doğu Türkistan Türkü’nün gönülden bağlı olduğu tam İstiklaline erişebilmesi uğruna sizlerle beraber savaşamadığım için,
Özür diliyorum sizden Hür Dünyanın (!) hükümetlerine davanızı, davamızı anlatamadığım yardımlarını sizlere ulaştıramadığım için…

Sizlerin Aziz hatıralarınız önünde derin saygı ve Fatihalarla eğiliyorum.

Belki geç de olsa Türk ulusunun ruhunda çoktan beri uyuyan böyle büyük Türklük bilinci ulu dilek belirmeye doğmaya başlamıştır. Belki bu ulu bilinci ruhunda duymayan pek az miskin-uyuşuk kişiler geri kalmıştır.

Neticeye gelirsek, o bilinç nedir?

  1. Dil sevgisi
  2. Ulus sevgisi
  3. Vatan sevgisi

Her Türk’ün iki çeşit vatanı vardır. Vatan ülkemizin sahip olduğu yer demek değildir .O halde biz Türklerin vatanı şunlardır:

a.  Ulusal vatan
b.  Ülkülük vatan

O Halde VATANIMIZA Sahip Çıkma Vaktidir!!!

Her bir kişi, her bir ulus kendi ulusunu sever. Hatta sevmek ve saymak zorundadır. Ne yazık ki bazı Türkler şahsiyetsizlik, bencillik ve siyasi hayatı için kendi hudutları dışındaki ulusdaşlarını tanımak istemezler. Öyle insanlara bakmamalı! Hatta içlerinde öyle utanmazlar vardır ki, açıktan açığa yabancıların arasında hiç çekinmeden kendi ulusundan olanları yok etmek gerekli olduğunu söylerler. Onlar ise şahsiyetçi, bencil ve kendilerini tanımayan, anlayışsız duygusuz kimselerdir. Başkalarına yaranmak isteyen çıkarcılardır. Veya kendilerini insan sanarak, kap kaçak boşaltıp gezen kara kalplilerdir. Bunlar gibi olunmazsa Türkler kölelik boyunduruğundan kurtulmuş olacaktır .

Doğu Türkistan ve sair mazlum milletlerin istiklallerine kavuşmaları, kültürel, ekonomik aklıselim ve uzun vadeli işbirliği ve yaptırımlarla mümkün hale gelecektir. Bize düşen ÇİN MALı kullanmamak, kullandırmamaktır. Yüce Dinimizin emrettiği şekilde Bilinçli ve Şuurlu olmaktır, Cihad etmektir haksızlığa, zulme, zorbalığa ve emperyalizme karşı… Sahip çıkmaktır değerlerimize ki sahip çıksınlar bize….

Sözlerimi Dilimize, Ulusumuza ve Vatanımıza sahip çıkmak adına Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat üt Türk’ünün giriş metniyle neticelendirmek istiyorum.

Ant içerek söylüyorum, ben Buhara’nın, sözüne güvenilir imamlarının birinden ve başkaca Nişaburlu bir imamdan işittim. İkisi de senetleri ile bildiriyorlar ki, Yalvacımız (Peygamber), kıyamet belgelerine, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır buyurmuştu. Bu söz (hadis) doğru ise sorguları kendilerinin üzerine olsun Türk dilini öğrenmek çok gerekli bir iş olur. Bu doğru değil ise akıl bunu emreder. Tanrı, Türk burçlarını yükseltmiş ve onların mülkleri üzerinde felekleri döndürmüştür. Allah‘ın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm Tanrı onlara Türk adını vermiş ve yeryüzüne ilbay (hakim) kılmış, Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı.. Dünya uluslarının yularların onlar eline vermiş, Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Onlarla birlikte çalışanları aziz kılmış ve Türkler onları her dileklerine ulaştırmış, Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır. Onlara hedef olmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, onların yolunu tutmak,  onlara derdini dinletmek, gönüllerini alabilmek bu suretle her türlü arzuya naili olabilmek için Türkçe öğrenmek gerekir…

Allah’a emanet olunuz

Gökbayrak’a Selam, Oyuncağa Devam

Çin deyince aklıma zulüm gelir. İşkencenin kitabını yazsa yazsa Çinliler yazar. Ejderha tarih boyu sadece Çin‘in değil Çin zulmünün de sembolüdür.

Zulüm deyince aklıma Doğu Türkistan gelir. Türk – İslam Dünyası‘nın en perişan, en yalnız ve en sahipsiz coğrafyası.. 1949‘dan beri el ve ayaklarının çapraz kesilmesinden tutun da nükleer denemelere kadar kobay olarak kullanıldılar. Bizim için hep ‘orda bir köy var uzakta‘ şarkısıydı onlar.

Doğu Türkistan deyince aklıma Mart 1997 gelir. O zamanda da Gulca‘da (Ramazan‘da Kur’an okuyan Uygur kadınları öldürülmüş, cesetleri parça parça toplanan erkeklerin üzerine atılmıştı ve sonra erkeklerin kıyama kalkmıştı) başlayan olaylar için Nizam-ı Âlem Ocakları olarak 600 kişilik miting yapmıştık.

Mart 1997 deyince de aklıma iki şey gelir. İlki; misafirimiz olan Doğu Türkistan Vakfı yöneticilerinin metaneti ki başlarına geleni bağırmadan – çağırmadan ve normal bir hadiseymiş gibi anlatmalarıydı. Biz olsak ortalığı velveleye verirdik ve vermeliydik. İkincisi de akşam Gönüllü Kültür Teşekkülleri‘yle olan toplantı. İsminin içinde ‘Türk‘ kelimesi geçiyor diye ‘Çin’in doğusunda yaşayan Müslüman kardeşlerimiz‘ vb. türevlerle kendine sıkıntı veren kuruluş temsilcilerimiz vardı.

Uzatmalı Emevi geleneği böyledir. Arap olmayan Müslümanlar II. sınıftır yani Mevali. Ama Filistin mevzubahis oldu mu eylemin bini bir paraydı. 2009‘da da öyle olacak diye çok korktum. Çok şükür Başbakan da, Gönüllü Kültür Teşekkülleri (bilhassa Mazlum – Der) de kısmen beni yanılttılar.

Amerika’yı günahım kadar sevmem. Ve antiemperyalist olmayan bir solcuyla, bir milliyetçiyle, bir muhafazakârla işim olmaz. Ama ilk defa Urumçi‘de başlayan olaylarda ABD‘nin varlığından rahatsız olmadım. Karabağ noktasında Azerbaycan‘ın Rusya‘yla yakınlaşmasından da rahatsızlık duymuyorum. Ne demişler: “Sahipsiz bir vatanın batması haktır
Sen sahip çıkmazsan başkaları çıkacaktır

İşin bir de ticari ortaklık kısmı var. İçtiğimiz Coca – cola, yediğimiz Mc.Donald’s, giydiğimiz Levi’s, kullandığımız Ariel, yaktığımız Shell; muhtelif çap ve markada mermi – bomba olarak kardeşlerimize dönüyor dedik, dinletemedik. Boykot, ‘İsrail şaşırma, sabrımızı taşırma‘dan daha önemli dedik ama boykot ettiremedik. Zaten herkesin de bahanesi hazırdı.

Fakat KSO Başkanı Ayhan Zeytinoğlu bana yeminimi bozdurdu. Neymiş, Çin oyuncaklarının ticaretini yapan çok esnaf varmış, zarar görürmüş. Çin bizle oyuncak gibi oynuyor beyimizin haberi yok. Mazereti kabahatinin karesi. Nihat Ergün‘ün hassasiyetinin yüzde biri yok.

Kimimiz şu yabancının distribütörüyüz kimimiz bu yabancının bayisi. Kimimiz Hollanda‘nın yalancısıyız kimimiz Fransa‘nın. Kazancımızın kaderini örümcek ağı imalatına bağlamışız sonra diyoruz ki niye bu zulüm var, dünyanın çivisi mi çıktı?

Ben bir duasız mihrab önünde
Yıkıntı otlarına masal anlattım
Hep acıyı söyledim, acıyı yazdım
Ne acı! Gerçeğin soylu acısı..
[1]
Oyuncak dediğin de ne !..

 


[1] Dilaver CEBECİ

Beş Yıldızlı Rezalet

Yer, halkın tanıdığı adı ile, Derince Sopalı Hastahanesi.
Depremden sonra elden geçirilen Hastahane, adeta 5 yıldızlı bir hizmet tesisi.
Yeni bir statüye kavuştu ve Araştırma Hastanesi ünvanına sahip oldu.
İçine girince insanın içi açılıyor, morali yükseliyor, huzur buluyor.
Bu huzur bazı çalışanlar ve bazı Doktorlarla karşılaşıncaya kadar(!) devam ediyor.

Eğitimdeki çarpıklık, her alanda olduğu gibi sağlık alanında da karşımıza çıkıyor.

Eğitimin içinden gelen biri olarak, eğitim sistemimizden hep rahatsız olmuşumdur.
Bu yüzdende, bütün direnmelerime rağmen, Milli Eğitim içerisinde 9 yıl tahammül edebildim ve sonrasında o camiadan ayrıldım.

Milli Eğitim denilmesine bakmayın, müfredatı eğitime değil, öğretime dayalı ve o da vasatın epey altında bir seviyede.

Öğretilen meslek ne olursa olsun, önce insan psikolojisi okutulmalı herkese bence.
Herkese mesleğinden önce insan öğretilmeli.
Bir insan neye nasıl tepki verir? Hangi davranış onu rahatlatır, hangi davranış asabi yapar? Bu yetenek, herkesten önce hekimlerde olmalı.

Ciddi hekimlerin iddiasına göre sağlıklı yaşamanın sırrının %97’si moralde gizliymiş.
O halde neden bu çok kolay yola pek başvurulmaz da, Kaf dağının yaratıcısı moduna girerler.

Tarih: 07.07.2009
Bu tarih, yeğenimin yaş günü. Ve böyle bir günde yeğenim rahatsızlandı, oğlum da en yakını olan Derince Sopalı Hastahanesine kaldırmış.
Birtakım tetkikler yapılmış ve serum bağlanmış.
İş çıkışı direk hastaneye gittim ve bağlanan serum bitmek üzere.
İlgili birine, “serum bitmek üzere, şimdi ne olacak” diye sordum.
Dr … Bey’e sorun.
Dr nerede?
Falan yerde.
Falan yerin iki girişinden birinden girdim, Dr diğer kapıdan hasta koğuşuna geçmiş.
Dr    Bey
Benim.
Dr beni duyuyor ama görmüyor, çünkü bakma gereği bile duymuyor.
En az Dr. u sorduğum görevli kadar soğuk.
Belli ki Yeşilçam Tıp Fakültesinden mezun olmuş.
Anladım ki yeğenime bakması için kendisinin arzuladığı vakit beklenecekti.
Lütfettiler bir müddet sonra.
Yeğenime durumunu sordu, yeğenim bir an önce oradan uzaklaşmak istiyordu.
“İyiyim, ancak karnımın alt kısmı hala ağrıyor” dedi.
Yanındaki görevliye “Kan tahlili tekrarlansın” dedi.
Tahlil alındı, 2 adet ilaç yazıp taburcu etti.
Çocuk eve geldi ama, acı gittikçe artıyordu.
Eşim biraz meraklıdır, internetten ilaçları inceledi ve güvenip çocuğa içiremedi.
İyi ki de içirmemiş.
İçseydi belki ağrı hafifleyecek ve çok tehlikeli bir hal çıkacaktı ortaya.
Çocuğun durumuna bakınca “ciddi birşey var” endişesiyle başka bir Hastahaneye götürme kararı aldık.
İlk aklıma gelen Yeni Doğan Hastahanesi oldu ve Derince Sopalı Hastahaneside yapılan tahliller ve çekilen filmi de alarak, apar topar girdik hastaneye.
O Hastanenin çalışanları bir başka sıcak geldi bana.
Biraz bekledik, sıra geldi girdik içeri.
Doktorun ilgisi ve tavrı, hastadan önce bizi tedavi etti.
Hemen tomografi çektirdi ve çocuğun apandisitinin patladığını teşhis etti.
Hemen ameliyat kararı aldı…
Normalde 30-40 dakika süren müdahale 1,5 saat sürdü.
Operasyondan sonra ki doktorun ifadesi; “durumu çok kötüydü”.
Yeşilçam mezunu doktorun ağrı kesicisini kullansaydık bu ifadenin yerini nasıl bir ifade alırdı acaba?
İşin kötüsü, bu olayı anlattığım bazı çevreler de, kendi adlarına benzer olayları yaşadıklarını ifade ediyorlar.

Şimdi kime kızacağımı düşünüyorum: Doktora mı, Doktorla beraber hastane çalışanlarına mı, Başhekime mi yoksa yukarıda da sızlandığım gibi eğitim sistemine mi?

Eksiklik nerede olursa olsun, bize İslam’dan ve Türklükten gelen bir terbiye vardır, o terbiye bile yetmeli.

Genlerimiz aracılığı ile nesilden nesil’e gelen bu terbiyeyi istismar etmeye de hiç kimsenin hakkı yoktur.

 

Bulanlar Kazanıyor

Büyük servet kazandıran küçük buluşlar vardır. Bunun için zeka, şans ve araştırıcı olmak gerekiyor. Günlük yaşamı ne daha kolay hale getirir? Ne daha yararlı olabilir? Neyi değiştirmek gerekir? Gibi…

Konu ile ilgili bazı örnekler ve yaşanmış olayları hatırlayalım. Hollandalı kuyumcu Bensehoten Nikolas nişanlıdır. Bir gün nişanlısını ziyarete gider. Genç kız gergef üstünde nakış işlemektedir. Fakat arada sırada, nakış iğnesi, onu sürekli iten orta parmağına batmakta ve ona acı vermekteydi.

Nikolas kuyumcudur. Nişanlısının iğneyi iten parmağının delik deşik olduğunu görünce, parmağın ölçüsünü alır. Birkaç gün sonra üstünde iğnenin kaymaması için çok sayıda çukurlar bulunan gümüş bir kabı nişanlısının parmağına takar. Yüksük böylece icat edilmiş ve dikiş kutusunun demirbaşları arasına girmiştir.

Artık dikiş dikenlerin parmakları acımıyor ve kanamıyordu. Bu yeni buluş hanımlar arasında süratle yayılmıştı. Nicolas’da her gün aldığı yeni siparişlerle, yüksük yapımını seri üretim haline getirerek büyük paralar kazanmış ve Hollanda’lı zenginler arasında yer almıştı.

İsveç’li Gideon Sundbach, ilik düğme yerine kendi buluşu olan fermuarı 1913 yılında piyasaya sürmüştür. Amerika Birleşik Devletler Silahlı Kuvvetleri bu yeni buluşu askerlerin montlarında kullanmış olumlu sonuçlar almıştır. Ordunun yinelediği büyük çaplı yeni siparişler, Sundbach’ın seri üretime geçmesine neden olmuştur. Ayrıca 1923 yılında sivil hayatta, 1927 de spor dünyasında ve 1934 yılında da moda dünyasında fermuar kullanımı öne çıkarak günümüze kadar ulaşmıştır. Tabii patent sahibi Gideon Sundbach’ı zenginler arasına katarak.

Konserve, 1800’lü yılların başında Napoléon Bonaparte’ın savaşta Fransız ordusuna kesintisiz gıda sağlamak için açtığı 12.000 Frank ödüllü yarışmayı kazanan Nikolas Appert tarafından bulunmuştu.

Konserve açacağı ise 1868’de Ezra J. Warner tarafından icat edilmişti. Ancak Kullanımı biraz tehlikeliydi. 1870’de ise William Lyman kutuyu dönerek açan açacağı tasarlamıştı. Her ikisi de ABD ordusu tarafından ödüllendirilmişlerdi.

Cırt bant ilk defa 1948 yılında İsviçre’li dağcı George de Mestral’in patlayan, açılan, kopan bağların, düğmelerin yerine daha kullanışlı ve pratik bir yöntem bulmak için yaptığı çalışmaların sonucunda ortaya çıkmıştır. Mestral bu icadını ceplerde, giysi yakalarında ve özellikle çocukların ayakkabılarında uygulamıştır. Böylece geniş bir alanda kullanılan yeni  buluşunu Vel-cro (Kadifeli Kanca) adıyla tescil ettirmiştir.

Hiç kuşku yok ki yaklaşık 60 yıldır insanların hizmetindeki cırt bantlar M. George de Mestral’i de hem maddi hem de manevi yönden zengin etmiştir.

 

Bilgi Toplumuna Giden Yolda Bilim Parkları

0

İnsanımız şu evrensel gerçeğin farkında değildir: Bir toplum ancak yeni ürünler, yeni düşünceler geliştiren insanları varsa varlığını sürdürüp yüceltebilir, yoksa bir aşiretten farkı kalmaz.

Bugün dünyanın geldiği noktada, milletlere artık tek şey zenginlik sağlayabiliyor:  Sanayide, ticarette, bürokraside, politikada, hatta sanatta buluşçuluk ve düşünce üretimi.

Bilgi toplumlarının ne ürettiğine, onlara zenginliği neyin sağladığına dikkatle bakarsak, altında yine buluşçuluğu görürüz. Son 120 yılda buluşlara alınan patent sayısı yaklaşık 6 milyondur. Bugün ise A.B.D.’de her hafta 6000 ila 9000 arasında patent başvurusu yapılmakta, bunun hemen hemen yarısı tescil edilmektedir. Esas patlama, bilgi üretimindedir.  Artık ulusların övünebilecekleri tek şey, ne kadar icatçı olduklarıdır. Ne kadar patent başvurusu yapıldığı ve bilimsel bilginin hayatımızı ne kadar kuşattığıdır. Çünkü bunu yapamayanın yeri bellidir ve o yer beşinci sınıf işleri yapacak olanların arasıdır.

Şu soruları sormama izin verin: Acaba kaç anne-baba, çocuklarına aldıkları bir oyuncağı parçalayıp içindekileri görmek isteyen çocuğunu hoş görür, dahası, kırması için özendirir?

Acaba, kaç milletvekili veya belediye başkan adayından vaat olarak, bir “Bilim Merkezi = Bilim Parkı” kurması istenmiştir? Kaç milletvekili veya belediye başkanı böyle bir vaatte bulunmuş ve bu vaadiyle seçim kazanmıştır?

Acaba kaç kişi Van Gölü’nün niçin yükseldiğini merak etmektedir?

Acaba kaç öğrenci, Yeni Çağ’ın niçin İstanbul’un fethi ile başladığını merak etmiştir?

Acaba kaç vatandaşımız, niçin herkesin bize düşman olduğunu merak etmektedir?

Ve acaba kaç kişi niçin meraksız olduğumuzu merak etmektedir?  Buluşçuluğa giden yol bilimsel meraktan geçer. Popüler kültürün gençlerimize ve çocuklarımıza dayattığı dedikodu merakına kapılmamış birkaç genç ve çocuk bulabilirsek onlara bilimsel merakı aşılamamız gerekmektedir. Ayrıca eğer 2 üniversitesi, 3 teknoparkı ve serbest bölgesi olan teknoloji üssü Kocaeli’yi “bilim kenti=science city” yapma gibi bir düşüncemiz varsa mutlaka bu çalışmayı gerçekleştirmek durumundayız. Bunun için yapılacak en doğru işlerden birisi de bilim parkları veya discovery ( icad, buluş ) parkları kurmaktır. Yerel yönetimler yol kenarlarına 9 çiçek yerine 7 çiçek dikerlerse ve temalı parklar ( deprem parkları, bilim parkları, tarihe yolculuk parkları, aromatik tıbbi bitkiler parkları, gül parkı vs.) kurmak gibi bir anlayışı benimseyebilirlerse bilim merakına hizmet edecek böyle bir aktiviteyi gerçekleştirebilirler.

Bilim parkları aslında dünyada çok yaygın olan ve çocukların bilime olan ilgisini artırmak amacıyla kurulmuş müzelere verilen isimdir. Bu müzelerde bilimsel deneyleri çeşitli cihazlarla anlatan, ilginç bilimsel gerçekleri basit mekanizmalarla gösteren ve teknolojinin tarihsel gelişimi hakkında da bilgi veren değişik uygulamalar bulunuyor. Bu uygulamalar yediden yetmişe herkesin ilgisini çekecek şekilde, özellikle de çocukların anlayacağı şekilde basit ve renkli bir şekilde tasarlanıyor. Bu mekânları ziyaret eden çocuklar bilgi ile iç içe oluyor ve oynayarak öğrenme şansı yakalıyor. Bilimsel gerçekleri derinlemesine kavrayan çocuklar, öğrenme şevki ve heyecanı kazanıyor. Böylece bilime ilgili ve yeteneği olan çocuklar daha çabuk keşfediliyor ve çocuklar öğrenmeye ve keşfetmeye daha yatkın hale geliyorlar.

Bilim parkları Türkiye’de bilime ve teknolojiye yapılacak en iyi yatırımlardan birisidir. Çünkü çocukların içindeki bilim merakının ortaya çıkması için okullarda verilen eğitim yeterli olmuyor. Bu nedenle çocuklara farklı şekillerde bilimi sevdirmek ve teknolojiye olan meraklarını uyandırmak gerekiyor. Bunun yapılabileceği en iyi mekânlar ise bilim parklarıdır.

Bu düşünceden yola çıkarak Sayın Büyükşehir Belediye Başkanımıza sunumlarımızı yaparak onun liderliğinde Kocaeli’de SEKA fabrika alanına bir bilim parkı, bilim merkezi kurmak amacıyla yola çıktık. Gayret bizden, tevfik Allah’tan.

Kentler böyle çalışmalarla dönüşebilirler. Bilimsel merak bu şekilde uyandırılabilir. Nitelikli işler nitelikli bir kentin oluşum şartıdır.

Nitelikli bir kent Kocaeli’de üretmeye ve çalışmaya devam dileğiyle…

Bosna-Hersek Gezisi Notları – 3

0

Üçüncü gün:

Mostar şehrine hareket. Kaldığımız otelde rahat bir dinlenme gecesi geçirdikten sonra Mostar’a hareket ettik. Otelimiz Saraybosna’da Ilıca denilen bir bölgede yer almakta. Otellerde kaplıca suyu mevcut hafif kükürtlü ve kireçli sıcak suları var. Otelimizin adı Terme Otel 4 yıldızlı. Rahat edilebilen bir otel.

Yollar dar yer yer yeni yerler yapılmış tünellerden geçerek ve bir nehri takip ederek dağın yamacından gidiyoruz. Nehir çok güzel yanında dinlenme tesisleri var. Bizde bu tesislerden faydalandık Boşnak kahvesi içerek yorgunluğumuzu atıyoruz. Hatta nehrin kenarına kadar giderek balık ve yaban ördeklerini de yakından inceleme fırsatımız oldu.

Bosna Hersek, nehirleri ve akarsuları bol olan bir ülke. Mostar’a gittiğimizde Mostar Köprüsü’nün üzerinde bulunduğu Neretva nehri de bunlardan birisi. Mostar Akdeniz’e doğru aşağılara gittikçe iklimi ve yerel tabii dokusu ile Akdeniz ikliminin özelliklerini göstermekte.

Hedefimizde öncelikle Hırvat sınırı yakınında sınıra 7 km uzaklıkta bulunan Türk köyü bulunmakta. Köy Neretva nehrinin kenarına kurulmuş mütevazi bir Türk köyü. Adı POCITELİ. Bizi köye yaklaştığımızda Osmanlılardan kalan bir kale karşıladı. Yerden yaklaşık 250 metre yükseklikte köyün hakim tepesi üzerinde hala dimdik ayakta. Kalenin bulunduğu tepenin eteklerinde Türk Köyü kurulmuş. Savaş sırasında Hırvatlar tarafından ev ev bombalanan köy camisi ile birlikte yerle bir edilmiş. Onlarca şehit vermişler.

Savaştan sonra bu köy Türkiye Cumhuriyeti tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Eski dönemden sadece 3 aile kalmış; Köyün İmamı ve iki komşu aile.

Köyün  Camiisi eski hali ile ve eski taşları ile aslına uygun olarak yapılmış. Tavanı tuğla döşeme, mihrap ve minberi  Osmanlı tarzı olarak yapılmış, minberin bir tarafında Al bayrağımız diğer tarafında yeşil çuhadan Osmanlı bayrağı sallanmakta. Camii, ortada, yan duvarların üstüne oturtulmuş bir büyük kubbe ve dış avlu üzerinde yer alan 3 küçük kubbeden oluşmakta. Köyün tüm yolları Osmanlı kaldırımları ile donatılmış. Camiinin 20 metre ötesinde saat kulesi, duvarında Bosna Hersek bayrağı ile gururla durmakta. Tahminim Hırvat tarafından doğru gelebilecek saldırılara önlem olarak yapılmış bir nevi serhat köyü Türk Pociteli köyü. Camiini alt tarafında tarihi bir hamamı mevcut tadilat devam ettiği için gezemedik. Tüm evlerin çatıları yassı taşlarla kiremit olarak örtülmüş. Camiinin üst tarafındaki mahallede çok güzel bina edilmiş Osmanlı evlerini görmek mümkün. Kendinizi Anadolu’nun herhangi bir köyündeymiş gibi hissediyorsunuz.

Kale geniş bir avlu ve avlunun ortasında geniş bir kule ile birleştirilerek yapılmış. Daha önceleri kalenin içinde yaşayanların istifade ettiği bugün bile hala ağzına kadar suyla dolu olan bir kuyu var. Kalenin surları köyün tamamını kapsayacak şekilde yapılmış. Pociteli köyünde bir müddet daha kaldıktan sonra Tekke (Blagay) a doğru hareket ettik.

Blagay, Mostar’ın güneyinde bir yerleşim yeri. Buna nehrinin çıktığı yer. Aynı zamanda Alperenler Tekkesi’nin bulunduğu yerleşim yeri. Buna Nehri, Arkası dağ olan 150 metreye yakın büyük bir kayanın kovuğundan çıkmakta. Debisinin saniyede 43.000.m3 olduğunu  öğrendik. Kaynağın  etrafı çok güzel düzenlenmiş, Buna Nehri’nin serinliğini yansıtan görüntü içinde aşağılara doğru akıp gitmekte. Çok leziz alabalıklarını söylemeden de geçemiyeceğim.

Nehrin çıktığı büyük kayanın dibinde Alperenler Tekkesi bulunmakta. 550 yıllık bir tarihi olan bu tekke Anadolu üzerinden gelen gönül erlerinden birinin buraya yerleşerek İslamı tebliğ etmesi ile yerleşim alanı haline gelmiş. Bir rivayete göre burada Sarı Saltuk’un ders yaptığı söylenmekte. Bundan dolayı Sarı Saltuk Tekkesi veya Blagay Tekkesi olarak da adlandırılmasına rağmen Alperenler Tekkesi ismini bilmeyen yok burası için. Bu tekkeler fethe zemin hazırlamış. Fetihler kansız gerçekleştirilmiş. Mevlevî dervişlerinin kurduğu, Kadirî ve Nakşî Dervişleriyle bugün de işlevselliği devam eden tekkede dağın içerisinden çıkan muhteşem suyun kıyısında lokumlu kahvemizi içip tarihin derinliklerine yolculuğumuzu sürdürüyoruz. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Mostar Müftüsü Ziyaeddin Ahmed İbn Mustafa’nın Blagay’da bir halveti tekkesi inşa ettiğini yazıyor. Blagay’ın bir çok yerinde şehitlikleri görüyoruz hepsine dualar ederek buradan ayrılıyoruz.

Sanatsızlık

Şimdilerde bir şehri gezerken ilk uğranılacak yerlerin başında o şehirde açılmış büyük alışveriş merkezleri gelmektedir. Dünyaca ünlü markaların yer aldığı bu tür modern çarşıların göz boyama kuvveti sandığımızdan fazladır.

Bolca aydınlatılmış yüksek tavanları, aynalandırılmış yüzeyleri ve her türlü yiyecek içecek imkânlarıyle bu çarşıları gezen vatandaş, nihayet ülkemizin hayli geliştiğine de iman getirecektir. Acaba öyle mi?

Muasır medeniyetler seviyesine çıkmak dünyadaki örneklerine bakarak bu çarşılarla pekala mümkün görünüyor. Ya insan faktörü? Bireyler olarak muasır medeniyetleri bazı konularda yakalamış olmak bizi başka ve asıl önemli meselelerden azade kılmaya yetiyor mu? Ki, asıl mesele, muasır medeniyetleri yakalamak değil onların  fevkinde, çok daha iyisini ortaya koyabilmekte.

Bir şehri gezerken diye başladık ya, en görülesi mekanlar deyince aklımıza parklar, müzeler, saat kuleleri, önemli yapılar, varsa tabiat güzellikleri gibi pek çok yer akla gelir de şehrin heykelleri nedense fazla ilgimizi çekmez. Gezip gördüğümüz şehirlerin meşhur meydanlarında mutlaka bir Atatürk heykeli vardır meselâ; genellikle at binmiştir veya ayakta kararlı bir duruşla tasvir edilegelmiştir. Bu heykellerden belki de en sözü edilesi Taksim Cumhuriyet anıtıdır. Çünkü orada Atatürk ve millet, bir bütün olarak ayakta, hareket halinde tasvir edilmiştir. Bu heykeldeki hareketlilik abidenin dört cephesini de kapsar. Şayet yanında durup birkaç dakikalığına geleni geçeni seyre koyulacak olursak şunu görürüz: İnsanlar bu abidenin önünde durmuş, birilerini beklemekte, randevulaştıkları insanlarla bir an önce buluşabilmek için cep telefonlarını kulaklarına yapıştırmışlardır. Kimsenin başını kaldırıp yanlarında duran bu kompozisyona bakmadıkları, genelde kimsenin dikkatini fazlaca çekmediği görülür. Çünkü bizler heykellerle pek ilgilenmeyiz. Heykeller millet olarak ruhumuza fazlaca nüfuz edememişlerdir.

Oysa milli gelirimiz nereden nerelere gelmiş, otoyollarımız özel arabaların istilasına uğramış, alışveriş merkezlerimiz insanla dolup taşmıştır. Şehir merkezlerimiz lokanta, kafe, dürümcü, dönerci dükkanlarından geçilmez, fazladan seyyar arabalarda mısır, kestane, Şam tatlıcıları, nohutlu pilav arabaları, olmadı,  çekirdek çitleyen iki ayaklı çekirge orduları, daha neler neler…

Oysa, altıyüz yıl dünya barışının nabzını tutmuş, yedi düvelin gönlünü çelmiş bir millet sanat vadisinde nihaî eserleri vermeli değil miydi? Hürriyetin, merhametin, kardeşliğin heykellerini dünyaya biz dikmeyeceksek kimler dikecek? Bize has ululukların, enginliğin, manevi zenginliğimizin eserlerini, Batı’nın anlayacağı sanat dilleriyle ifade edebilmek elbette yine bu millete düşecek. Ama önce heykellere başımızı kaldırıp nazar atfetmek lazım. Onları görmemiz, bize neler hatırlattıklarını, bizim için ne ifade ettiklerini yeniden düşünmemiz lâzım.

Pekiyi ama heykeller bizi niye ilgilendirmez? Niye görende bir heyecan, bir kıvanç, bir övünç yaratmaz? Niye acaba?

Batı ülkelerinde şehir meydanlarını süsleyen heykeller o şehrin, o milletin ruhunu yansıtır. Oralara gitmemiş olanlarımızın bile resimlerden, gazetelerden, dergilerden o şehirlere aşinalığı vardır. Çoğu zaman gidilip görülecek dünya kentlerinin başında Paris, Roma, Venedikle başlayan listelerimiz olur. Çünkü orada görülecek çok şey vardır, başta şehrin alametifarikası olan heykeller, havuzlar, meydanlar…Batı’ya hayranlığımız böyle konularda diz boyudur. Kendi heykellerimizin önünde can sıkıntısından esner dururuz. Çünkü bizi birbirimize bağlayan ortak tarihimizi, ortak akidemizi bize hatırlatacak, hatırlatmakla kalmayıp yeniden kanatlandıracak eserleri henüz verememişizdir. Bizim bir Musa heykelimiz hiç olmasa da olur. Fakat bir Fatih Sultan Mehmet Han, bir Osman Gazi, bir Uluğ Bey heykelimiz, onlara yakışır güzellikte bir heykelimiz niçin olmasın? Bakanları hayrete, huşûya garkedecek, haşyet duygularıyle heyecanlandıracak heykellerimiz artık olmalı.

Buna önce bizler, millet olarak ihtiyaç duymalıyız. Sanatkârlar olarak ihtiyaç duymalıyız. Bu eserleri henüz verememiş olmanın sıkıntısını, cenderesini ve nihayet ihtiyacını duymalıyız.

Yoksa ” hadi bizde de birkaç heykel oluversin.” anlayışıyle bizler ancak, bahçelerimize, balkonlarımıza alçıdan birer ördek, kaz veya uyduruk bir kartal kondurmayı sanatseverlik zannedeceğiz.

Ama zenginlik başa beladır, kimilerimiz kazla ördekle yetinmeyip evlerimizin önüne fil heykeli kondurabilir. Veya bir gergedan… Evlerimizin, bahçelerimizin tanzimi, tezyini artık zevkiselimimize kalmış bir keyfiyettir.Bizim testilerde vaktiyle ne güzel üzüm suları, ne leziz meşrubatlarımız olurdu ve her testi ne güzel sızdırırdı içindekini.

 

Mozaik mi? Türk

0

Emeğinin bereketini elinin nasırına, hayatının çilesini sırtının kamburuna yüklemiş ananın ümit çiçeği; selvi boylu, kalem kaşlı, ela gözlü kızı, şahin bakışlı delikanlımın yavuklusudur Ebru. Darılamayacak kadar sevdiği Nazenin’inin yarattığı burukluğun oluşturduğu renk renk desen desen duygular yumağıdır. Öteki olamayacak kadar farklılıkların uyum içerisinde benzeşerek yan yana duruşlarının adıdır Ebru. Yüklendiği anlam ile, Türkçeleşmiş yani millileşmiş bir kelimedir.

Selimiye camisini, Türk medeniyetinin bir şaheseri olarak seyretmeyenimiz, gurur duymayanımız var mı? Yoksa Selimiye’de vakit namazını eda ettikten sonra Tanrı’ya yakarmak için avuç açtığımız mabedin Türk-İslam uygarlığının şaheseri olarak görmeyenimiz  var mı?

Sevdiğinin her akşam geç kalışından bıkan sevgilinin, sevgilisini uğurlarken “Bu Akşam Gün Batarken Gel” yakarışının akabinde “Niçin a Sevdiğim Niçin” şarkılarını Türk mistik anlayışının duygu yoğunluğunda dinlemeyenimiz  var mı?

Ebediyen Sana yok, ırkıma yok izmihlal:” mısralarında işaret edilen milletin Türk Milletinden başkası olmadığını anlamayanımız  var mı?

Bağımsızlığımızın dinamosu, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinin temelini oluşturan, Yüce Önder   Gazi M.K.Atatürk’ün fikir babam dediği “Türkçülüğün Esasları” adlı eserin yazarı Kürt asıllı Ziya Gökalp’ı Türk müteferriği olarak anmayanımız  var mı?

Adımızı manalandırırken “Kamus-i Türki”ye Türkçe anlam yüklemiyor diye bakmayanımız  var mı?

Lahmacunu, Adana kebabını, cağ kebabını, nokulu,…, damak zevkimize uymuyor diye yemeyenimiz  var mı?

Eserleri ile dünya sanat tarihine mührünü basan Mimar Sinan, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Türk Musikisi üstatları olarak dünya musiki tarihinde hak ettikleri yerini alan Nikagos Ağa, Tatyos Efendi, dilbilimci Şemsettin Sami, fikir ve aksiyon adamı Ziya Gökalp,…, saymakla bitmeyecek daha niceleri Arnavut, Pomak, Laz, Çerkez, Kürt asıllı farklı din ve mezheplerden Türklerdir.

Bu birliktelik “öteki” olamayacak şekilde evlilik ağı ile de örülmüştür. Arkadaşının şahadetinin ortasında kendi şahadetinin başlayacağını bilerek onun yerini alıp üst üste yıkılan birer çınar gibi şahadet şerbetini içmeye can atışı,  öz kardeşlik duygusundan başka nasıl izah edilebiliriz.  Bu ruh değimlidir “Ümidin Bittiği Yerde Türk’ün Kudreti Başlar” vecizesini altın harflerle tarihe yazdıran.

Sen mermeri yaratırsın;

Ben ondan saray yaparım!

Suya ektiğin kamışı

Keser, biçer ney yaparım!

Gökteki öksüz dilimi!

Bayrağıma ay yaparım.

Üstat Arif Nihat Asya bu mısralarında coğrafyayı vatan edinmemizdeki kültür derinliklerini milli duyarlılıkla sunmaktadır.

Siyasi ve kültürel olarak inşa edilen ortak bir tarihin ve Türkçe ile tanımlanmış kolektif kimliğin adı Türk’tür.

Ateş üzerine bağdaş kurup türkü yaktı Türk’ü söylemek için. Yazı yazdı kar taneleri üzerine, eriyip su olduğunda dünyayı dolaşsın Türk’ü  anlatsın diye.

Yalçın dağların yakıcı güneşinin esmerliği, Karadeniz’in azgın dalgalarının kıvraklığı, hazanın sarışınlığı, Akdeniz’in berrak sularından maviliği ile renklendi. Tenleri farklı, kanları al bayrağın rengiydi.

Bu canlar, Anadolu’nun rengiyle renklenip desen desen rengi ile renklendirdi Anadolu’yu. Kucakladı berrak suyun üzerinde kaderini. Su kadar saf Anadolu’da aynı saflıkta saf tuttu.

Ecdadımızın yedi bin yılı aşkın bir süredir sabırla inşa edip bugüne hediye ettiği bu birlikteliğe bir sıfat yakıştırılacaksa, bu isimlendirmede sabır ve sadakat anlamlarının da yüklendiği “EBRU” denmesi daha gerçekçi bir isimlendirme olacaktır.

Bu renk iç içeliğini desen desen ayrılabilecek şekilde görüp “kilim” benzetmesi yapılmaktadır. Bu benzetmeyi yapanları samimiyetlerinden şüphe etmemekle birlikte dikkatsizliklerini hatırlatmakta fayda vardır.

Afyon mermeri, Oltu taşı,  ne Eskişehir lüle taşı, ne Trabzon çimentosu, ne Kütahya kili, ne biri ne her birinin bağlanmasından oluşan “mozaik”e hiç benzemeyiz. Mozaik değiliz biz. Çünkü mozaik, gerek lügat gerekse toplumsal hafıza olarak, nitel ve nicel olarak farklı nesnelerin bir araya getirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu birlikteliği keyfi olarak ayrıştırabilirsiniz. Türkiye Türklüğü’nü ayrıştırabilmek imkânsızdır. Mozaik benzetmesi yapanların büyük çoğunluğu gördüklerini değil, görmek istediklerini tanımlamaktadırlar.

Kulak kiri ile gerçekler arasındaki farkı, köşenin adına uygun duygu ve düşünce içerisinde becerebildiğim ölçüde sizlerle paylaşacağım.

Bu beraberlikte sessiz çoğunluğun sesi olmaya çaba harcayacağım. Eksik kalanları ise, siz değerli okurların eleştirileri ve önerileri ışığında değerlendirmeğe çalışacağım. Ama hiçbir zaman emiştiren, asla karıştıran duygu ve düşüncelere yer vermeyeceğim.