14.1 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 20, 2024
Ana Sayfa Blog Sayfa 1250

Düşmanlık Makinaları

Bazı insanlar vardır. Dostlukları hiç hazmedemezler. Mutlulukları ve huzuru kıskanırlar. Onlar hep felaketçidirler. Bir makine gibi daima düşmanlık üretirler. Her öküzün altında buzağı ararlar. Bütün hayatları varsayımlar üzerine kuruludur. Felaket senaryolarını çok severler. Ortalıkta bir senaryo bulamazlarsa hemen kendileri bir senaryo üretiverirler. Onlar için istikrar ve sükun dehşet verici bir düşmandır. Karışıklık ve bulanıklık ise müthiş bir dosttur. Bu gibi insanlar zaman içinde her türlü kılığa girerler. Bir zamanlar savundukları ilkelere, şayet gerçekleştiremezlerse ihanet ederler. Sütlaç gibidirler. Bulundukları kaba göre şekillenirler. Kendileri taklitçi ve takiyyeci oldukları halde, kendi vasıflarını hep karşılarındakilere yapıştırırlar. İnandırıcı olamadıklarından kendileri de başkalarına inanmazlar. Ülkelerini sevdiklerini sık sık söyledikleri halde, ülke menfaatine yönelik hiçbir icraatları da yoktur.

Cumhuriyetin temel ilkelerinden bahsederken bir zamanlar bu ilkelere karşı mücadele içinde olduklarını unutturmaya çalışırlar. Moskova’nın bozkırlarından, Pekin’in steplerinden size selam getirdim. diye başlayan konuşmalarından, Komünist liderlerin peşlerinden koştukları ve onların rejimlerini kurtuluş reçeteleri olarak sundukları günlerden hiç söz etmezler. Kendilerine bu ateşli serüvenleri anlatıldığında o hallerinin mazide kaldığından ve değiştiklerinden bahsederler. Başkalarının ise değişebileceğine asla inanmazlar. Çünkü bu insanlar daima başkalarını kendileri gibi zanneder de ondan. Kendinin değişmediğine inanmayan başkasının da değişebileceğine inanmaz.

Her şey aslına döner diye bir genel kural vardır. Bu gibi insanlarında aslı bellidir. Kendi iç dünyalarında anarşizm vardır. Ömürleri boyunca kavga edecek birilerini, bulamazlarsa kendileri ile kavga ederler. Kendilerine yakıştırdıkları isim aydındır ama beyinleri daima karanlıktır. Ülkenin söz sahibi sanki onlardır. Karşı olduklarının geçmişlerini didiklemekten çekinmezler. Kendi geçmişlerine azıcık dokunulduğunda özel hayat kavramına sığınıverirler. Kendilerine hep güzel vasıflar yakıştırırlar. Onlar hep İlericidirler, fakat bir tek ileri adımları yoktur. Atabildikleri tek adım kendi fikirleri dışındakilere çamur atmaktan ibarettir. Sayıları az olduğu halde bulundukları mevkileri iyi kullanırlar. Sayıları çok olan müspet insanları sindirmeyi başarırlar. İşleri güçleri korku yaymaktır. Demokrasiye asla inanmazlar. Kurallar kendilerine menfaat sağladığı zaman o kuralları överler. Aksi olduğunda kuralların anti demokratik olduğundan söz ederler. Kendi zihniyetleri dışında hiç kimseyi içlerine sindiremezler. Bu saydığım vasıflara sahip insanlar maalesef bu ülkenin insanlarıdır. Bir başka deyişle bu ülkenin safralarıdır. Bu Ülke kurtuluş savaşından bu yana hızlı mesafe alamamışsa bu insanlar yüzünden alamamıştır. Becerisi olmayan, rejime inanmayan, fırsatlardan istifade ederek bir yerlere çöreklenen ve bulunduğu yerde, karnını doyurduğu vatan toprağının altını oyan bu insanlar yüzünden Ülke geri kalmıştır. Yıllarca sefalet yaşanmıştır.

Şu anda da Ülke insanı ekonomik sıkıntıdadır. Halbuki hükümetin İstatistiklerine göre enflasyon düşüktür. Döviz yükselmemektedir. Borsa normaldir. İhracat yüksektir. Ama esnaf dardadır. Hükümetin Ekonomik göstergelerine çarşının ekonomik göstergeleri uymamaktadır. Buna rağmen Ülkede istikrar vardır. Üretimin önü grevlerle kesilmemektedir. Bu çelişkiyi düzeltmek için çaba sarf edilmesi gerekirken kavga ortamı hazırlamak vatana ihanettir.

Şükürler olsun ki artık bu millet hainleri tanıyor.

Din ve Bilim

Allah (cc) canlılar alemi içerisinde kendisine insanı muhatap seçmiş, insanlar içerisinde de akıllı olanları sorumlu tutmuştur. Çünkü akıl diğer canlılarda olmayan insanı, diğerlerinden ayırıp yaratılmışların en şereflisi yapan özelliktir.

Aklın bir diğer özelliği de ayırt edici ve seçici olmasıdır. İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan, doğruyu yanlıştan ayırt eder.

Dinin hükümlerini Allah belirlemiştir. Yani bütün ilahi dinlerde hüküm koyucu Allah’tır. İnsanlar bu kuralları ya kabul ederler ya da etmezler. Fakat Allah’ın yetkilerini kullanıp dinin kurallarını kendileri belirleyemezler. Hükümlerde pazarlık hakkına da sahip değillerdir.

Dinin kurallarını koyan Allah’tır da evrenin kurallarını koyan başkası mıdır? Evren de bizim gibi sonradan yaratılmış bir takım kurallar çerçevesinde varlığını devam ettirir. Onu yaratan onun kurallarını koyandır.

Dünyada ki yer çekim kanunu dünyanın elips şeklinde olması ( 23 derece 27 dakika eğik olması) bu sayede günlerin ve gecelerin uzayıp kısalması dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesiyle gece ve gündüzün meydana gelmesi, güneşin ekseni etrafında dönmesiyle de mevsimlerin oluşması kurallarını koyan Allah’tır.

Bu kurallar öylesine muazzam işler ki milyarlarca yıldır aşınma, bozulma olmaz; tamir, bakım, yedek parça ve servis gerektirmez. Gece saat 00:02 de dünya yörüngesinden çıksa kim, nasıl dünyayı yörüngesine koyup aydınlatılmasını sağlayabilir?

Şimdi bakınız dinin ve bilimin kurallarını koyan Allah olduğuna göre din ile bilim niçin birbirine ters düşsün, çelişsin. Bunu hangi akıl sahibi insan düşünebilir.

Dinin bilimle yada bilimin din ile bir ilişkisinin olmadığını söylemek esas olanın bilim olduğunu iddia etmek ya art niyetten, ya da cehaletten kaynaklanmaktadır. Gerçek manada hiçbir bilimsel sonuç dinin belirttiği kurallarla belirlenmez.

Evrim teorisi de ideolojik değil de bilimsel olarak incelenirse inanç eksenine uygun sonuç vereceği görülür. İşin kökeninde ateistlik olunca haliyle durum farklı oluyor.

Din ile bilimin birbiriyle çelişebileceğini söylemek, buna inanmak şu üç hususu akla getirir.

  1. bunların kurallarını koyan ilahların ayrı ayrı olduğuna ve birbirinden habersiz hareket ettiğine inanmak demektir ki bu aklen de ilmen de imkansızdır.
  2. İkisinin kurallarını koyan aynı varlıktır da koyduğu kurallar arasında bir tutarsızlık vardır görüşü akla gelir. Birinde ak dediğine diğerinde kara demiştir. Bu da alken de ilmen de dinen de mümkün değildir.
  3. Yaratıcı denen bir ilah yoktur. Dinler insanların kendi düşünceleridir. Dünya tesadüfen meydana gelmiştir. Evrendeki tüm kanun ve kurallar tesadüfen oluyor demektir.

Dünyada yer çekimi kanunu olması ayda olmaması tamamen tesadüfidir. Ayın ve güneşin dünyaya uzaklıkları da tesadüfidir. Gecenin gündüzün ve mevsimlerin oluşması da tesadüfidir. Gezegenler arasında ki çekme itme kanunları da tesadüfidir.

Evrende her şey tesadüfidir ama muazzam bir düzen milyarlarca yıldır arızasız mükemmelce bir şekilde devam ediyor. Bir insanın böyle düşünmesi onun aklından zoru olduğunu gösterir.

Oysaki bu mükemmeliyet din ile bilimin aynı kaynaktan geldiğinin göstergesidir.

Sesli Düşünüyorum

Bugün siyaset üzerine sesli düşünmek ve düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim.

Kocaeli hepimizin bildiği gibi nüfus yapısı itibariyle Türkiye mozaiğidir. Sanayisinden dolayı ülkenin hemen hemen her yöresinden göç almış. Burada yapılacak bir anket ülke genelini yansıtır. Tabi ki yerel teşkilat yapısı ile adayların kimliklerinin katkısını da +/_ %5 kabul etmek gerekir.

AKP, mevcut adaylarına eklediği 2 farklı isimle seçim yarışına başladı. Bu farklı adayların da partinin alacağı oylara yerelde bir katkısı yok. İktidar olmanın avantajları ile seçim çalışmalarına devam etmektedirler. Şimdiye kadar farklı bir mesaj alamadık. Genelde işlenen konu Cumhurbaşkanlığı mağduriyetidir. İktidar avantajının oyları etkileyeceğini düşünüyorum. CHP yerelde ses getirici bir faaliyet içinde değil. Sivil toplum örgütlerini ayağına çağırıyor. Bence bu bir stratejik hatadır. Oy istemek için onların mekânlarına gitmek gerekir. Sayın Deniz Baykal Cumhurbaşkanlığı muhalefetini salt başörtüsü üzerine oturtmamalıydı. “Millet tarafsız Cumhurbaşkanı seçemez” dememeliydi. Cumhurbaşkanı seçimi bir Cumhuriyet sorunu haline getirilmemeliydi. CHP ye sol seçmenin dışından da oy geldiği göz önüne alınarak, daha geniş bir kitle kucaklanmalıydı. Bütün bu stratejik hataların CHP oylarını etkileyeceğini düşünüyorum.

MHP yine aynı söylemlerle tabanına sesleniyor. Ortak olarak bir hükümette yer aldıkları dönemde pek varlık gösterememelerine ve çok yara almalarına rağmen seçmeni yine MHP’den vazgeçmiş değil. Adayların mahalli bir katkısı yok. Anlaşılan oylar sadece MHP kimliğine ve ideolojisine verilecek.

DP son olarak meclise girip girmeme olayına kadar süreci iyi kullandı. Aday belirleme de teşkilat tepkisi var ise de yaraların gelecek günlerde sarılacağını, baraj problemlerinin olmayacağını düşünüyorum.

SP mevcut tabanının büyük bir bölümünü aynen koruyor. Sayın Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın taban üzerinde ciddi bir etkisi var. Geniş katılımlı temsil gücü açısından mecliste olmaları gerektiğini düşünüyorum.

GP’de anlayamadığım bir oy potansiyeli var. Ailesi hakkında bir çok polisiye takibatın yapılmasına, bu yüzden babası ve kardeşi yurt dışında olmasına rağmen meydanlara çıkabilen Sayın Cem Uzan’a karşı bu sempatiyi anlamakta zorlanıyorum. Üstelik söylemlerinin de altı dolu değil. Demek ki halka cazip geliyor. Yine de baraj problemleri olacağını düşünüyorum.

Diğerlerine gelince, onlar her zamanki gibi kendi kulvarında icrai – faaliyetlerine devam edeceklerdir. Her zamanki gibi iktidara geleceklerini söyleyecekler, fakat 23 Temmuz sabahı değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü kendileri değişmemektedirler. Sonuç olarak; Ülkenin en yetkili ve etkili organı olan TBMM’ye en az dört partinin girmesi gerekir. Böylece nispeten geniş tabanlı bir temsil sağlanacağını düşünüyorum.

Peki, bu dağılım halka mutluluk getirecek midir? Bunu söylemek çok zor. Zira Cumhurbaşkanlığı seçimi ülkede yeni bir seçimi gündeme getirebilir. Her ne kadar yeni seçilen ve ciddi masraf yapmış olan milletvekillerinin koltuklarından bu kadar çabuk vazgeçmeleri zor olsa da, siyasi inatlaşma böyle bir tabloyu ortaya çıkarabilir.

İşler normal gittiğinde en kısa zamanda sivil bir Anayasa hazırlıklarına başlanmalı, Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu yeniden ele alınmalıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimi halka götürülmelidir. Halkın kanaatinden uzaklaşmak ülkenin menfaatine değildir. Demokrasi halk iktidarı ise, halkın dışlandığı yerde demokrasi aramak hayal olur.

Not: Türk Kızılayı siyaseten tarafsızdır ama üyeleri oy kullanacaktır. Kızılaya değer veren ve İzmit şubesinin sorunlarını dinleyerek verdiği değeri fiili olarak gösteren akıllı hareket etmiş olur.

Adaylara duyurulur.

İtalya Seyahati Notları – 2

İtalya seyahatimizin 3. gününde Napoli, Siena ve Pompei bölgesine yapmış olduğumuz geziyle devam ettik.

Napoli Campanai bölgesinin başşehri. Napoli deyince akla mafya, hırsızlık, fakirlik, kaos geliyor. Şimdi şu soru aklınıza gelebilir. Koskoca AB ülkesinde böyle bir tezat nasıl olur? Ben de bu soruyu Napoli sokaklarında gezerken düşündüm.

Sophia Loren filmlerinde gördüğümüz sardunyalı, panjurlu, sıvaları dökülmüş evler binaların arasına asılmış çamaşırlar, bağıra çağıra konuşan insanlar, siyahlar giymiş yaşlı şişman kadınlar, dar uzun merdivenler, yokuşlar görülüyor.

Trafik kuralları tamamen Napoli’de dumura uğramış. Sağlı sollu park etmiş, her tarafı vurulmuş arabalar bu kuralsız kenttedir. Trafik ışıkları var, bakan yok. Kırmızı ışık, yeşil ışık kavramı unutulmuş.

Kap – kaç olaylarının en yoğun olduğu bir kent. Çantanıza sahip olmalısınız. Tramvay durağında İtalyanca ve İngilizce 10 saniyede bir anons yapılıyor. “Lütfen değerli eşyalarınıza sahip çıkın.”

Napoli’nin dar sokaklarında dolaşırken İstanbullu bir dostumuzun “Burası bizim Tarlabaşı, Sulu kule biz ne biçim bir yere geldik?” sorusu kahkahalara neden oldu.

Buradan ayrıldıktan sonra, yolumuz tarihte Allah’ın gazabına uğramış, Vezüv yanardağının eteklerinde bulunan Pompei bölgesine geçtik.

Günümüzden 1928 yıl önce yani M.S.79 yılında “İbret Dağı” denilen Vezüv Dağının patlaması sonucu o bölgenin insanları tamamen yok olmuş.

Pompei eski Roma’da ahlaki dejenerasyonun sembolüydü. Bütün sapkınlıkların yaşandığı, köleliğin, vahşiliğin aklımıza gelebilecek her türlü kötülüğün hayata tatbik edildiği bir kavimmiş.

Hz.Lut (a.s.) kavmi olan Sodom ve Gomorre halkının hayat tarzlarının aynısı bu kavimde de geçerliydi. Livata dediğimiz erkek erkeğe cinsel ilişki, zina bu toplumun en kötü sapkınlığıydı. 16 bin nüfuslu Pompei’de kaynaklara göre 55 adet genelev bulunuyormuş. Allah’ı inkar ederek ortak koşmanın, O’nun yasaklarına uymamanın, O’na karşı meydan okumanın mutlaka felaketle sonuçlanacağını gösteren ibret tablosu Pompei’de yaşanmış.

“Onlara yalnızca bir tek çığlık yetti. Anında sönüverdiler” (Yasin Suresi-29) Ayetinin azameti bu topluma gösterilmişti. Vezüv’ün gürlemesiyle Pompei halkı kaçışmaya başladı. Ama ne kader bu felaketten kaçmak imkânsızdı. Üzerlerine dökülen lavların sertleşmesiyle hepsi taş olmuşlardı.

Olayın en ilginç yanı ise, kentin günlük yaşantısı içinde, Vezüv’ün korkunç patlamasına rağmen, kimsenin kaçamamış adeta büyülenerek felaketin farkına bile varamamış olmalarıydı.

Yemek yiyen, uyuyan, alışveriş yapan bağda tarlada çalışan, erkek erkeğe sapık ilişkide bulunan birçok Pompei halkı ne olduğunu anlamadan, adeta kendilerini ölümün yakalamasını beklemişlerdi.

Antik Pompei sokaklarında gezerken camekânların içine konulmuş taşlaşmış insan cesetlerini görürken, adeta şok olmuştuk. Bazılarının yüzü hiç bozulmamıştı. Ayağına giydikleri sandaletlerin izleri bile hala belliydi. Yüz ifadeleri şaşkınlıktı.

Bu felaketten 17 asır sonra yapılan kazılar sırasında ortaya çıkartılan Pompei şehrinin kalıntılarını görmek gerçekten ilginçti. Tapınaklar, Amfi tiyatrolar, caddeler, hamamlar bugün bile fark ediliyor. Tarihi kalıntılar, bize bu felaketlerden mutlaka dersler çıkarmamızı adeta haykırıyor.

Bu gezimiz bize birçok güzellikleri vermesi yanında, ibret almamıza da vesile oldu. Zaten bir gezinin bana göre en büyük kazancı bu olmalı.

“Seyahat edin, sıhhat bulun. “Hadisine mutlaka riayet edilmeli, hayatımızda ele geçen seyahat fırsatlarını değerlendirmeliyiz. Bu belki de memleketimizin kıymetini daha iyi anlamamıza vesile olur temennisiyle…

Sandığa Giderken

Vatandaş seçim sandığına giderken neden dükkanını kapatmak zorunda kaldığının, neden işsiz ve yoksullaştırıldığının farkında olabilecek mi? Acaba bunları vatandaş dört buçuk senedir uygulanan iktisadi ve siyasi politikalara bağlamıyor mu? Bunun altında siyasi iktidar gerçeği yok mu? Sandığa giderken seçmen işsizliğinin ve yoksullaştırılmasının farkında olmadan mı rey kullanacak?

Ülkeyi yönetenlerin ve onların yakınlarının sebep olduğu yolsuzlukların kendisini fakirleştirdiğini düşünmeyecek mi? Yoksa bunları yapanları becerikli görüp tebrik mi edecektir? Yolsuzluklara yeni yolsuzlukların katılmasının, yağmanın artmasının teşvikçisi mi olacaktır?

Ahlâki değerlerdeki bozulmanın sebebini hayali bir AB sürecinde meselâ zina yasasının değiştirilmesine bağlamayacak mıdır? Anadolu’ya yönelen haçlı saldırısının sebebini, kilise evlerinin açılmasına sebep olan yasa ve yönetmenlik değişikliklerinde görmeyecek midir? Kıbrıs’ta ülkesinin ve menfaatlerinin misafir konuma düşürüldüğünü, Irak politikasının iflas ettiğini, kırmızı çizgilerinin uçup gittiğini düşünmeyecek midir? “ABD’nin Orta Doğu’daki başarısı Türkiye’nin de başarısıdır” diyecek kadar gaflet içinde olan iktidar mensuplarını ödüllendirecek midir? Artan bölücü terörün ve azalan can ve mal güvenliğinin sebeplerini iktidarda aramayacak mıdır? Hırsızlık, gasp, kapkaç ve tehditle ilgili suçlarda %100’lere varan artışın sebebi muhalefet midir? Vatandaş Barzani’yi bu kadar niye şımarttın demeyecek midir? O’nun şirketlerine ve ekonomik çıkarlarına niye mani olmuyorsun diye sormayacak mıdır? Irak’ın Kuzeyine müdahale etmeni engelleyecek neler yaptın demeyecek mi? “Anadolu sadece bizim değildir”, “Türkiye sadece Türklerin değildir”, “Türk değil Türkiyeliyiz” saçmalamaları ve milli kimlik inkarına insanları sürükleyecek ölçüde bir ötekileştirme bu ülkenin vatandaşını hiç etkilememiş midir? Malûm petrol yasasını, bankaların ve bir daha yerine konması mümkün olmayan dev sanayi kuruluşlarının yabancılara peşkeş çekilmesine dur demeyecek midir? KOBİ’lerin geleceği ne olacak? Hrant Dink’in cenazesinin Ermeni militanlığına dönüşmesine neden müsaade ettin demeyecek midir?

Dış borç ve artan cari açığın dış politika dahil her şeye koyduğu ipoteği sormayacak mıdır? Yüksek yargı kuruluşları, milli kurumlar ve Ordunla neden kavgalısın demeyecek midir? Şehidine son görevini yapan vatandaşının haklı isyanına neden engel oluyorsun sorusunu sormayacak mıdır? Oyu benden, emri dışarıdan alıyorsun sorusunu yönetmeyecek midir? Dış ilişkilerde milli gurur ve haysiyetimi geri ver demeyecek midir? Yabancılara toprak satışı ve Yeni Vakıflar Yasası nedir diye sormayacak mıdır? Brüksel’e bu ölçüde sadakatin sebebini araştırmayacak mıdır? Ülke çıkarlarını korumak ne zamandan beri dünyadan kopma, statükoculuk ve Baasçılık oldu demeyecek midir? Ders kitaplarından yapılan çıkarmaların sebebini öğrenmek istemeyecek midir?

Yoksa, pehlivan tefrikasına dönen kısır bir Cumhurbaşkanlığı seçimi ve iktidarın TBMM’deki çoğunluğuna rağmen çözmek istemediği türban tartışmaları ile mazot fiyatına kilitlenmiş sözde seçim propagandasına mı esir olacaktır?

Türkiye’nin gündemi ne ise onlar tartışılmalıdır. Bu çizgiye siyaseti çekmek aslında muhalefetin işidir. Ancak, muhalefet partilerinden bazıları daha liberal mi, yoksa muhafazakar mı olduklarına karar verememişlerdir. Milletvekili aday listelerinin tepelerine yerleşen bazıları, sayısal loto zengini gibi şaşkın ve partilerine yabancıdırlar. Dahası kendilerini o partiden görmemektedirler.

Muhalefet partilerimizin bir kısmının AB ve ABD ile olan ilişkileri de açık ve belirli değildir. Anlaşılan sadece Barzani’den diğer bütün dış güçlere kadar iktidarı destekleyenlere bazı muhalefeti de ilâve edebiliriz.

AB’de ilgi çekici gelişmeler oluyor. İki yıl önce Fransa ve Hollanda’da yapılan halk oylamaları ile AB Anayasası reddedilmişti. Yeni AB Antlaşması eskisine benziyor. Üye ülkelerde birçok konunun referanduma götürülmeden milli hükümetlere bırakılması isteniyor. Polonya, Hollanda, Çek Cumhuriyeti, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler milli çıkarlarını Avrupa çıkarlarının önüne koymaktadırlar. Bazıları ise, tersini düşünerek her şeyi Brüksel’e bırakmak niyetindedirler. Biz ise; gözü kapalı bir AB yolculuğuna devam ediyoruz. Mili çıkarlarımız bizi fazla ilgilendirmiyor. Yeter ki bizi bir an evvel içeri alıversinler.

Ekonomide Çıkmaz Sokak

Az gelişmiş ülkelerin çoğu sık sık ekonomik krizler yaşamakta, gelişmemişlik çemberini kıracak atılımları yapamamaktadır. Bunun sebebi genellikle hep yanlış işler yapmaları değil, artık geçerliliği kalmamış, miadı dolmuş doğruları tekrar edip durmalarıdır.

Bu ülkelerin vatandaşları için yeterli zenginliği yaratamamış olmalarının sebepleri üzerinde düşünmemiz gerekir. Az gelişmiş ülkeler genellikle tabii kaynaklarını ucuz fiyatlarla gelişmiş ülkelere satmak veya ucuz işgücünü bir rekabet avantajı olarak kullanıp, herkesin üretebileceği harcıâlem malzemeleri ucuza üreterek satmak suretiyle bir rekabet gücü elde etmeye çalışırlar.

Zaman içinde rekabet şartlarında değişiklikler görülür. Bu ülkeler yeni rekabet şartlarına ayak uyduramaz hale gelir. Sürekli olarak ucuz işgücüne ve doğal kaynaklara dayanarak rekabet etmeye çalışan bu ülkelerin sağladığı ekonomik canlılık geçici olmakta, rekabet gücü ise sürdürülebilir olmaktan uzak bulunmaktadır.

Araştırmalar, ülkelerin milli gelirleri içindeki doğal kaynak ihracatı oranı yükseldikçe gelişmişlik seviyelerinin düştüğünü ortaya koymaktadır. Turgut Özal’ın “Türkiye’nin iyi ki petrolü veya diğer zengin tabii kaynakları yok. Aksi taktirde bugünkü kadar dahi gelişmiş olamazdık” anlamındaki sözü bu gerçeği ifade ediyordu.

Türkiye’nin doğal kaynakları kısıtlı olduğu için şimdiye kadar edindiği önemli ekonomik değerleri, Cumhuriyet tarihi boyunca kurduğu önemli şirket ve kurumları yabancılara satmak suretiyle yaşadığımız ekonomik darboğazdan çıkma politikalarını da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür.

Geçtiğimiz hafta içinde ülkemizin tek Petrokimya Kompleksinin yabancılara satıldığı ihale yapıldı. Ayrıca Mersin ve İzmir limanlarının yabancılara devri gerçekleşti.

Özelleştirme politikalarının yabancılaştırma politikalarına döndüğünün son örnekleri bunlar. Ayrıca Oyakbank’ın bir Avrupalı dev bankaya satılması da bazılarınca sevinçle karşılandı. Bu gelişmeler üzerine yüzde 72’si yabancıların elinde olan Borsamız (!) rekor üstüne rekor kırıyor.

Bütün ekonomik değerlerimizin yabancılara satılması metodunun kalıcı ve sürekli bir ekonomik iyileştirme sağlayacağına, hiçbir aklı başında insanın inanması beklenemez.

Bırakın az gelişmiş ülkeleri, ABD, Almanya, Fransa gibi gelişmiş ülke devletleri bile önemli ekonomik varlıklarının (bunlar özel şirket olsa bile) yabancıların eline geçmemesi için özel yasal düzenlemeler yapıyor. Hatta yasal düzenleme olmasa bile toplum içinde yabancılara satış konusunda öyle ciddi tepkiler ortaya çıkıyor ki Çin ABD’den, Almanya Fransa’dan önemli bir şirket satın alamıyor.

Özellikle az gelişmiş ülkelerin liderleri, küresel ekonomi içinde rekabet edebilmek için yeni metotlar bulmak ve uygulamak zorundadır. Türkiye’nin borcu borçla döndürme anlayışı ve buna ilaveten ekonomik varlıklarımızı yabancılara satma politikasının sonu çıkmaz sokaktır.

Bütün topluma yayılmış bir ekonomik ve sosyal başarı hedeflenmeli, bunun için devlet ve özel sektör liderleri mevcut gidişatı değiştirmek için sorumluluk almalıdır. Bu değişiklik bir strateji üzerine kurulmalıdır.

Çoğu uygulama genellikle bir önceki uygulamaların sonuçlarının yarattığı baskı ve olumsuzluklara reaksiyon olarak yapılır. Bu defa uygulamamız doğru tercihlerin ve doğru stratejinin sonucu olmalıdır. Doğru strateji ise bilinçli seçimlerin zamanında uygulamaya konulmasıdır.

Bu defa Türkiye seçimini bu esasa uygun olarak yapmak zorunda. Zira “seçim yapmamak, seçim yapmaktır.”

Biz Niye Hayvanat Bahçesindeyiz?

Yavru deve, anne deveye, sırtlarında niçin iri iri yumrular(hörgüç) olduğunu sorar. Anne deve: “Biz çöl hayvanıyız; günlerce, aylarca su bulamadığımız olur. Oraya depoladığımız suyu kullanırız.” der. Yavru deve bu defa, ayaklarının diğer hayvanlardan niçin daha enli olduğunu sorar. Anne deve: “Biz çöl hayvanıyız; kuma batmamak için ayaklarımız enli ve geniş yaratılmıştır.” der. Yavru deve tekrar, kirpiklerinin niçin iki katlı olduğunu sorar anne deveye. Anne deve: “Biz çöl hayvanıyız; kum bulutlarının ve tozlarının gözlerimize girmemesi için kirpiklerimiz iki katlıdır.” der. Bu cevaplara dayanamayan yavru deve: “Peki anne, biz niçin hayvanat bahçesindeyiz?” demekten kendini alamaz.

Yavru deveyi hayrete düşüren fizyolojik ve biyolojik yapısındaki farklılık değil, bu özelliklerine göre olması gereken yerde olamamaktır. Her canlı farklı nedenlerden dolayı, farklı biyolojik ve fiziksel donanımla yaratılmıştır. Farklılıklar, doğada dengenin kurulması ve sürekliliği için gereklidir. Kurulan dengede canlıları konumları dışında kullanmak hem doğa dengesi hem fıtrata uygunluk açısından sorunlar oluşturmaktadır. Bekir Sıtkı Erdoğan, muhteşem ahengi bir dörtlükle ne güzel ifade etmiş: “Her canlıya Hak layık olan cevheri verdi / Tırtıl iki diş bulsa eğer, ormanı yerdi / Şayet kediler haftada bir gün uçabilse / Dünyada bütün serçelerin nesli biterdi.” Küresel bozulmayı bir de bu yönüyle değerlendirmek gerekir. İnsan, fıtratının dışında konumlandırıldığı için, halk ifadesi ile söylersek, “at izi, it izine karış”mıştır. Çiçeğin işlevi bellidir, otun işlevi bellidir, hayvanın işlevi bellidir, insanın varlık nedeni bellidir. Bu türler içinde yer alan diğer canlıların işlevleri de bellidir. İnek, inek olduğu için; koyun, koyun olduğu için; at, at olduğu için; köpek, köpek olduğu için; ayı, ayı olduğu için değerlidir. Canlılar, konumlarına göre evrende yer alır ve denge unsuru olurlar.

Bu bakış açısını, insan türü üzerinde özelleştirebiliriz. İnsan, evren bütünlüğü içinde denge unsuru aynı zamanda kendi türü içinde bir yapı taşıdır. İhtiyaçlarımız sonsuzdur. Bu sonsuzluğu bütünleme görevi herkesin omuzlarındadır. El, beş parmakla anlam kazanır. Farklı yetenekteki, liyakatteki insan, bu nitelikleriyle insanlık denen yapının tuğlası olur. Önemli olan, tuğlaları yerine, statiğine uygun şekilde koymaktır. Statik hesaplamasında kişinin cinsiyeti, aldığı kültür, yetişme ortamı, beklentileri, yetenekleri, ihtiyaçları temel etkenlerdir. Edebiyat fakültesini bitirip köftecilik yapan, hukuk fakültesini bitirip tekstil işiyle uğraşan kişileri tanıyorum. Yine üniversitenin fizik bölümünü üçüncü sınıfta bırakan, işletme fakültesini ikinci sınıfta bırakan öğrencilerimi hatırlıyorum. Hele, tıp fakültesini altıncı senenin sonunda terk edenleri biliyorum. Seçtiği meslekte başarılı olamayanlara ve bir süre sonra mesleklerini terk ettiklerine, yavru deve misali “Bizim burada ne işimiz var?” dediklerine şahidizdir.

Hitler’in güzel sanatlar okuluna gidemediği için asker olduğu bilinir. Kendi yeteneği doğrultusunda eğitim alsaydı belki iyi bir ressam olacaktı. Fıtratı dışındaki mesleği onu canavar yapar, insanlığın başına bela eder. Bunun benzerlerini, “Ben niçin olmam gereken yerde değilim?” diyenleri çevremizde görürüz. Bu, bir insan israfıdır. İnsanı kuşatan zamanın, mekânın israfıdır. Hayallerin yıkılması, ümitlerin sönmesidir, mutluluk kaynaklarının kurutulmasıdır. İnsanın, insana zulmüdür.

Kişinin yaşamla bağını, yetenekleri ve ilgileri belirler. İlgiler yeteneklerden kaynaklansa da ilgilerin belirlenmesinde çevre, kolaycılık, popülerlik, para kazanma tutkusu, negatif arzular etkendir. İlgiler geçici, yetenekler kalıcıdır. İnsan israfının olmaması, kısa ömrün heba edilmemesi, toplumların az zamanda çok iş yapabilmesi için eğitimciler, ellerindeki taze nesillerin önce yeteneklerini doğru tespit etmeli, sonra onları bu doğrultuda eğitmelidir. Bir obje olarak kişiler de kendilerini yetenekleri dışındaki meşguliyetlere zorlamamalıdır. Her insanın yapabileceği mutlaka bir iş vardır, yeter ki o kendini doğru keşfetsin.

Olmaması gereken yerde bulunan yavru deve, haklı olarak: “Anne, öyleyse biz niçin hayvanat bahçesindeyiz?” diyor. Peki, siz kendiniz için ne diyorsunuz?

Gruplaşma Tehlikesi, Din ve Biz

Bu hafta temas etmek istediğim konu, aslında hepimizin bildiği bir gerçek olmasından ötürü ele alınması tekrara yol açacak olmasına rağmen, adeta “tarih tekerrrürden ibarettir” yargısını doğrularcasına konuya dair aynı hataların yapılması sebebiyle bu tekrarı göze aldıran bir konu.

Neyi mi kastediyorum? Gruplaşma tehlikesini.

Öyle bir tehlike ki, tarihte pek çok milletin başına bela olarak yıkılıp gitmelerine sebebiyet vermiş, insanlık adına yapılmaya çalışılan her türlü iyiliğin bir anda toz olmasına yol açabilmiştir.

Daha çok az bir zaman önce ülke olarak bu süreci ve acı sonuçlarını tecrübe etmiş, bir anlamda hala da etmekte olmamıza rağmen bugün ülkemiz yeni yeni gruplaşmaların kucağına, hem de kimi zaman “hoşgörü” kavramı (toplumsal bütünleşmeyi tehdit edici bölünmelere ve farklılaşmalara karşı insan hakları adı altında gösterilen hoşgörü) altında itilmektedir.

Konu hakkında farklı görüşler söz konusu olduğu için maksadımızı daha iyi anlatabilmek adına kastettiğimiz “gruplaşma”nın mahiyetine değinmekte fayda görmekteyim:

Her birimiz hayata dair farklı görüşlere sahip olabiliriz. Hatta aynı değer yargılarını taşıyanlar da kendi aralarında farklıllaşabilirler ve farklılaşmaktadırlar da.

Kanaatimce insanoğlunun ilerlemesinin bir ayağı bu faklılaşmada yatmaktadır. Yani doğal, olması gereken ve faydalı bir süreçtir.

Ancak bu süreç, eğer doğru kullanılabilirse verimli hale gelip bizlere ufuk verme anlamında faydalı olacaktır.

Peki, bu verimliliğin elde edilebilmesi için söz konusu farklılıklar nasıl doğru kullanılabilir?

Ülkemiz üzerinden gidersek örnek bulmakta maalesef zorlanmayacağımız için konu daha açık hale gelecektir.

Mesela ülkemiz son zamanlarda kimi sağduyulu insanlarımız tarafından da endişeyle ifade edildiği gibi, “din” üzerinden gerek siyasi gerekse sosyal hayatta, “kendi gibi düşünmeyeni”, aynı değerleri paylaşsa bile, yani aynı değerlere inanıp bunları siyasi ve sosyal alanda farklı yorumlayanı “ötekileştirmek” gibi ciddi ve tamiri hiçbir meseleye benzemeyecek kadar zor bir gruplaşmaya doğru gitmekte veya götürülmektedir.

Bu gruplaşma öyle bir hale gelmeye başlamaktadır ki aslında “siyasi” olan pek çok mesele “din” adı altında tartışılmakta, “dini” olan bazı meseleler ise “siyasi” çervede ele alınmaktadır. Bunun neticesinde ise insanlar yanlış kavramlar ve haksız usullerle birbirlerinin dindarlıkları hakkında hüküm vermekte, dolayısıyla “din” üzerinden düşmanlığa dayalı bir farklılaşmaya gidilmektedir.

Dinimizin bu konuda oldukça sert ve net bir tavrı olmasına rağmen insanlarımızın içine düştükleri ciddi yanlışı anlamak hakikaten zor görünüyor. Zira Kur’an-ı Kerim’de açıkça buyrulduğu üzere: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am, 159)

Yani din üzerinden oluşturulan parçalanmanın sorumluluğu çok ağır olmaktadır. Zira İslam imanda olduğu gibi toplumsal hayatta da tevhidi, yani birliği emreder. Nitekim bu emri müslümanları birbirlerinin kardeşleri ilan ederek pekiştirmiş ve imanın bir ayrışma değil bütünleşme vesilesi olduğunu vurgulamıştır.

Bu kadar açık bir uyarıya rağmen nasıl oluyor da söz konusu gruplaşma ve parçalanma hatasına düşüyoruz?

İşte bu noktada yine “doğru din eğitimi”nin gerekliliği bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Hatta bunu sağlamak amacıyla din eğitiminin devlete verilerek, tarihi tecrübeden gelen sıkıntıların tekrarlanmasına mani olma gayreti de daha iyi anlaşılmaktadır ki zaman zaman tartışılan “din eğitimi laik devletin işi mi?” sorusunun cevabını burada aramak gerekir.

Dolayısıyla her alanda olduğu gibi din alanında da ne kadar doğru bilgi edinir, beynimizi başkalarına satmadan elde ettiğimiz bilgileri hazmedip geliştirerek ufkumuzu genişletebilirsek, bilgisizlikten kaynaklanan istismarların önüne geçmemiz, bunun neticesinde toplum olarak maddi – manevi değer ve müştereklerimizde birleşmemiz de o kadar çabuk ve kuvvetli olacaktır. Aksi halde ipleri başkalarının elinde olan kuklalardan veya “başlarındaki çobanın” komutuyla hareket edebilen sürülerden farkımız kalmayacaktır…

Milletin Vekili

Milletvekilliği bir hizmet aracıdır. Milletin vekilliğidir. Milletvekili, milletin adına milletin isteklerini milletin meclisinde dile getiren, savunan, kanunlaştıran kişidir. Millet gibi düşünür. Milletin onurunu milletin meclisinde temsil eder. Seçilmiş kişidir. Her hususta seçilmiş kişidir. Milletin yapısını onun şahsında görebilirsiniz. Milletin hasletleri onda özümlenir. Ona bakarsanız milleti görürsünüz.

Bu söylediklerim acaba hayal mi? Yoksa çok mu abarttım?

“Ah keşke bu söylediklerinin onda biri mevcut olsa.” dediğinizi duyar gibiyim.

Gerçekten hayalimdekileri söyledim. Arzuladıklarımı söyledim. Olmasını istediklerimi söyledim. Olması gerekenleri söyledim.

Maalesef gerçekler böyle değil. Milletvekilliği ulaşılması gereken bir ticari meslek haline gelmiş. Yetkileri bu kadar fazla olunca herkes bu yetkilere sahip olmak istiyor. Aslında maaşı hiç kimseyi ilgilendirmiyor. Zira yapılan masraf beş yılda alınacak maaşın kat kat üzerindedir.

Milletvekillerinin dokunulmazlığı sürdükçe, milletvekilleri birçok konuda müracaat edilen kişi olmaya devam ettikçe, bu uğurda daha çok mücadeleler verilir.

Anlamadığım bir husus daha var. İnsanlar etiket için, maaş için, gelecek garantisi için, vs için milletvekili ve daha ötesi olmak istiyor da, bunlara ulaşmış, oraları tanımış, istediğini elde etmiş kişilerin yıllar geçtikten sonra tekrar aday olmasının sebebi ne oluyor? Yoksa kendisinden başkaları işi iyi yapamıyor mu? Yoksa görevdeki avantajların özlemi mi çekiliyor?

Hele hele en yüksek mevkilere çıkmış olanların, emekli olması gerekenlerin tekrar siyasi hayata dönüş teşebbüslerini aklım almıyor. Bu siyaset ne kötü bir mikrop. Bir girdimi ölmeden vücudu terk etmiyor.

Bu makam uğruna ne arkadaşlıklar bozuluyor. Ne gönüller kırılıyor. İnsanların gerçek yüzleri bu yarışta gözüküyor. İnsan en yakınından darbe alıyor. En yakınında kinin ayağını kaydırıyor.

Böyle devam ederse daima gelen gideni aratacaktır. Yarın dünden kötü olacaktır. Yukarıdaki evsaflarını saydığım milletin temsilcilerini bulmak gitgide zorlaşacaktır. Böylece milletin her seçimden sonra “tuh ellerim kırılsaydı da bu partiye oy vermeseydim” serzenişleri giderek artacaktır. Ülkenin çıkarı yerine bazı kişilerin çıkarına zamanlamalı yasalar çıkmaya başlayacaktır. Her büyük şirketin temsilcisi vekiller çoğalacaktır. Milletin asili eziyet çekerken vekili giderek daha iyi şartlar yakalayacaktır. Ülke giderek onarılması daha güç hale gelecektir. Bağımlılık giderek artacaktır. Sınırlar daha çok tehditle karşılaşacaktır. Onurlu seslerin sayısı giderek azalacaktır. Parmakla gösterilir hale gelecektir. Uşaklık daha çok pirim yapacaktır. Ülkenin kimin ülkesi olduğu tartışılır hale gelecektir. Bu piramit alta doğru yayılarak daha kötü görüntüler sergileyecektir.

Felaket tellallığı yapmak istemiyorum. Seçmenin asıl uğraşması gerekenleri belirtmek istiyorum. Millete yanlış hedefler gösterildiğini söylemek istiyorum. Düşmanlıkların körüklendiğini, asıl yapılması gerekenlerin karambole getirildiğini anlatmak istiyorum. Bunun içinde yanlış adamların toplandığı bir millet meclisi oluşturulmak istendiğini vurgulamak istiyorum.

Kısa kısa cümlelerle milletin tek temsil makamının millete karşı kullandırıldığını anlatmaya çalışıyorum.

Çiçekten böcekten bahsedeceğime, günlük yaşantımı yazıya dökeceğime, onun bunun dedikodusunu yapacağıma, birilerinin işine gelmese de düşüncelerimi yazılı ifade ediyorum.

Belki dinleyen olur.

İtalya Seyahati Notları – 1

“Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyen ataların sözüne riayet ederek geçtiğimiz hafta bir şirketin davetlisi olarak İtalya’da bulunduk.

Yıllarca çeşitli ülkelere seyahat yaptığımdan dolayı, yurt dışı tecrübesi olan bir kişi olarak, eşimle ilk defa böyle bir geziye beraberce katılmış olmak geziyi benim açımdan farklı bir hale getirdi.

İtalya turumuzda Roma ve Napoli şehirlerinde bulunduk. “Hakkında söylenebilecek her şeyin söylenmiş olduğuna” inanılan Roma; sanatın, dinin ve tarihin iç içe geçtiği 3 bin yıllık bir kent. Bilhassa tarihi bir kent anlayışını yudumlamak istiyorsanız, mutlaka Roma’yı görmenizi tavsiye ederim.

Roma denilince akla ilk önce Vatikan gelir.

M.S.64 yılında Roma Kralı Neron’un yüzlerce hristiyan’ı katlettiği Vatikan tepesinde kurulmuş olan, günümüzdeki adıyla Sen Pietro Kilisesi yükseliyor. Havarilerin lideri Aziz Pietro’nun Hz. İsa’ya tabi olduğu için yakıldığı yer, şimdi Katolik kilisesinin merkezi.

Buraya iki sefer gittim. Pazar ayinini gördük. Bana çok ilginç geldi. Kilisenin içi oldukça gösterişli. Tek Allah inancına sahip bir din olduğuna inanılan Hıristiyanlığın merkezinde puta tapma geleneğinin devamına şahit olduk. Kilisenin içi tamamen görkemli heykeller, resimler, ikonalar ile doluydu. Katolikler bunların önünde dua ediyorlardı.

Günah çıkarma yerlerinde her ülkenin ayrı ayrı bayrakları vardı. Türk bayrağını da görünce içimde bir burukluk hissettim. Acaba Türkiye’den gelip de, Katolik inancı gereği günah çıkartmaya gelen Türkler var mıydı?

St. Pietro Kilisesi’nin dev kubbesinin rengârenk bir sanat eseri olan süslemeleri ressam Michelengelo’ya aitmiş. Ayrıca Vatikan Kilisesi’nin muhafızlarının şatafatlı giysileri de onun tasarımıymış.

Roma ‘da “Aşk Çeşmesi” denilen Fontana Del Trevi İtalyan çeşme mimarisine güzel bir örnek. Çağıl çağıl suların aktığı gece gündüz tıklım tıklım dolu bir meydan.

Colossseum tarihi 2 bin yıl gerilere uzanan bir arena meydanı. Antik Roma’nın sapkınlığını gösteren bir ibret tablosu…

Eski Roma’nın zengin tabakası burada çeşit çeşit hayvanları dövüştürüyormuş.

Filmlere konu olan Gladyatörler savaştırılıyor, Roma ahalisi Colosseumdaki bu kan deryasından, insan ve hayvanların çığlıklarından büyük bir haz alıyormuş. Günümüz Batı insanının ataları bu tür alışkanlıklarıyla ünlüydü. Atalarından kalan en büyük mirasları; kan, gözyaşı ve işkence…

St. Miguel Kalesi Teber Nehri’nin kıyısında. Bu kale de Sultan Fatih’in oğlu Cem Sultan yaşamış. Tapınak Şövalyeleri dediğimiz Rodos Şövalyeleri tarafından o dönemin Papasına teslim edilmiş. Cem Sultan o çile ve gurbet döneminin bir kısmını burada çekmişti. Onun o dayanılmaz acısını kaleyi gezerken bütün hücrelerimde hissettim.

Toranto şehri kıyılarına yaklaştığımızda Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethinden sonra, “Kızıl Elma” olarak gördüğü Roma’yı fethetmek için düzenlemiş olduğu Otoranto Seferi aklıma geldi. Gedik Ahmet Paşa’nın 1480 yılında İtalya kıyıklarına yaptığı bu seferde birçok kale alınmıştı. Fatih vefat edince bu sefer iptal edilmişti. Bu fetih başarıya ulaşsaydı, acaba tarihin seyri değişir miydi? Sorusu beynimi sızlattı. Toranto kıyılarından Osmanlı’nın Leventlerinin sesleri kulaklarımda yankılandı.

Fatih’in ölümüyle Roma’da büyük kutlamalar yapılmış, kilise çanları üç gün boyunca çalınmış. Bugün bu adet hala Yüce Fatih’in ölüm yıldönümünde tekrarlanıyormuş.

İtalya seyahatimizin her anı dolu dolu geçti. Özellikle Piazza Novana Meydanında yediğimiz pizza ve makarnaları unutamam. Pagan (çok tanrılı) döneminde tapınak olarak kullanılan Panteon, İspanyol merdivenleri ve Venedik meydanı görünmeye değerdi.

Napoli ve tarihte Allah’ın gazabına uğramış Pompei halkında bu yazımızın satırlarının uzunluğundan dolayı bahsedemiyorum. Gelecek hafta görüşmek üzere…