16.6 C
Kocaeli
Cuma, Eylül 26, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 1250

Kıbrıs, Ermeni ve PKK Meselesinde Muhataplarımıza Güvenmek

Hükümetimiz üç önemli tarihi meseleyi çözmek istiyor:  1- Kıbrıs Meselesi 2- Ermeni Meselesi 3- Kürt/PKK/Terör Meselesi.

Her üç konu da, kökü on yıllara dayanan, çözümü tek taraflı ve hatta çift taraflı iradeyle mümkün olmayan karmaşık ve çok taraflı ilişkileri ilgilendiren çetrefilli meseleler. Her üçü de Türkiye için ayak bağı olan, huzurunu, gelişmesini, güvenliğini ve dış ilişkilerini derinden etkileyen meseleler.

Çözüm için uluslararası konjonktürün uygun olmasının, daha net ifadeyle büyük devletlerin çözüm yönünde iradelerinin oluşmasının gerekli olduğu üç mesele bu. Şu anda dünya düzeninde ABD’nin belirleyici üstünlüğü olan bir dönemdeyiz. ABD, kendi milli menfaatleri doğrultusunda her üç meselemizin çözülmesini istiyor.

ULUSLARARASI KONJONKTÜR: Türkiye ile ABD’nin çözüm iradesinin birleşmesi iyi bir şeydir. Tabii ki çözüm denince Türkiye ve ABD aynı şeyi anlıyorsa. Kendi stratejik planlarına uygun Dünya düzeni açısından ABD’nin istediği çözüm şekli ile Türkiye’nin kısa ve uzun vadeli menfaatleri açısından olması gereken çözüm aynı olsaydı, eminim ki muhalefet partilerimiz de heyecanla bu çözüm çalışmalarına destek verirlerdi.

Oysaki muhalefet partilerimiz CHP ve MHP, bu çözüm süreçlerine şiddetle karşı çıkıyor. Hatta çözüm adına telaffuz edilen gelişmeler, hangi partiden olursak olalım, çoğumuzu ürpertiyor, bizleri derin endişelere sevk ediyor.

Kıbrıs’ın tamamının Rumlara teslim edilmesi; Ermenilere topraklarımızdan bir kısmını vermemiz, tazminat taleplerini karşılamamız; Güneydoğumuzdan bir parçamızın koparılarak bağımsız bir Kürdistan kurulup, başına Öcalan’ın getirilmesi ABD için çözüm olabilir.

Nitekim Sevr‘de, büyük devletlerin bizim için uygun bulduğu çözüm, Orta Anadolu’nun birkaç şehrinde yaşamasına izin verilen küçük ve cılız bir Türk Devleti idi. Uluslararası güçlerin dayattığı bu çözüme direnen milli güçlerin koyduğu irade ve büyük fedakârlıklar olmasaydı, bugünkü sınırlarımızda bölgesel bir güç olmakla övündüğümüz devletimiz olamayacaktı.

Çözüm, bizim için nasıl olması gerekiyorsa öyle olmasını sağlamaktır. Bunun için lazım olan ilk şart, özgüven ve inancımızın olması ve bunu muhataplarımıza kabul ettirecek azim ve gayreti göstermemizdir.

MUHATAPLARIMIZ:

A)KIBRIS’TA– Kıbrıs Meselesini çözmek konusunda Annan Planı çerçevesinde anlaşma zemini bulunduğunun ifade edildiği 2004 yılında, Kıbrıs Rum Kesimi Cumhurbaşkanı eski EOK’cı Tassos Papadopulos‘tu. Annan Planı Kıbrıs adasının, İngiliz üsleri bölgesi haricinde kalan kısımlarının, bağımsız ve federal nitelikte bir devlet olacak şekilde birleştirilmesini öngörüyordu.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve destekçileri, bu plan sonucu 10-20 sene içinde Kıbrıs tamamen Rum adası haline gelir diye, bu plana karşı çıkmıştı. Fakat yeni Cumhurbaşkanı M. Ali Talat ve yandaşlarının utanç verici “yes be annem” kampanyaları, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin destekleri sonucu Nisan 2004‘de Kuzey ve Güney Kıbrıs’da yapılan referandumlar ile oylamaya sunulan plan, Türk tarafında % 65 kabul gördü. Ancak Rumların, AB’ne kabul edilmenin güveni ile hemen ve derhal Kıbrıs’ın hâkimi olma hırsları sebebiyle, Rum oyları % 76 red şeklinde olduğundan plan (çok şükür ki) hayata geçirilemedi. Geçen sürede Türk kesimi aldatıldığını gördü ve Talat’ın partisini (CTP) muhalefete itti. 2008’den itibaren Rum kesiminde Cumhurbaşkanı Dimitris Hristofyas, KKTC’de ise Nisan 2009’da seçimi kazanan Ulusal Birlik Partisi, Başbakan ise Derviş Eroğlu oldu. Türkiye’nin Derviş Eroğlu yerine, zayıflamış Talat’a desteği de bir uyumsuzluk problemi olarak karşımızda.

B)ERMENİSTAN’DA– ABD Başkanı Obama‘nın telkiniyle hızlanan Ermenistan Kapısının açılması ve Ermenilerle ilişkilerin normalleştirilmesi çalışmalarında Türkiye’nin muhatabı Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan.

Sarkisyan Karabağ işgali ile Hocalı katliamlarının başındaki kişidir. Karabağ Savaşında Ermeni kuvvetlere komutanlık yapmış bugünkü Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, katliamın “Ermeni güçler tarafından yapılan bir intikam olayı olduğunu” açıklamıştı.

“Hocalı kasabasında, Azeri resmî rakamlarına göre, 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 sakin öldürülmüş, toplam 487 kişi ağır yaralanmıştır. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocuklar bile bundan nasibini almıştır.”

Ermenistan’la ilişkilerin normalleşmesi için görüştüğümüz muhatabımız bu adamdır.

C)”KÜRT SORUNU”NDA: Hükümetin PKK’yı dağdan indirmek, terörü ve çatışmayı durdurmak, “anaların gözyaşını dindirmek” için muhatap almaya zorlandığı kişi, şu anda 40 bin vatandaşımızın ölümünden sorumlu olarak, İmralı’da ağırlaştırılmış müebbet hapis hükümlüsü olan Abdullah Öcalan‘dır.

Terör örgütü ile DTP aracılığıyla görüşmeye çalışan Hükümetin bu çabasına Öcalan ve DTP karşı çıktı. Öcalan’ın avukatları aracılığıyla açıkladığı akıllara ziyan çözüm yolu ise beklentilerinden çok uzak olduğu için Hükümette hayal kırıklığı yaratacak ölçüsüzlükte oldu.

Türkiye hükümeti dış politika konularında çok fazla iyi niyet ve güven içerisinde. Üç temel meselede kendilerine güvendiği muhataplarımız ise ihtiraslı, insanlıktan uzak, cani ruhlu adamlar. Kıbrıs’ta Papadopulas’a ve ABD’ye güvendi, Annan Planının çoğunlukla kabul edilmesini sağladı. Bunu karşılığında Kıbrıs Rum Kesiminin AB’ye girmesine vize verdi. Bugün Kıbrıs Rum Devleti, AB müzakerelerinde engellemeler, AİHM’de mahkemeler ile başımızı ağrıtmakta.

Sarkisyan’a da aynı güven içinde olan Hükümetimiz, Türkiye topraklarını sınırları içinde kabul eden, soykırım ve tazminat taleplerinden vazgeçmeyen Ermenistan’a can suyu olacak sınır kapısını açmaya çalışıyor. Hem de “Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’da işgali sona ermedikçe sınır kapısını açmayız” sözünü veren Başbakan Erdoğan’ın yalancı çıkması pahasına.

Hükümetimiz, Öcalan‘ın da açılıma destek vereceğine güvendi. PKK‘nın silah bırakmasını sağlayacak en küçük bir emare görülmemesine rağmen Kürt açılımı yapıp, halkımızın bir bölümüne özel “kollektif haklar” vermek, iç çatışma ve bölünme riskini artırmak peşinde.

Her üç temel meselede hükümet kendisini destekleyen medya mensuplarına baksa ve dediklerinin tersini yapsa; Baykal ve Bahçeli’ye hiç olmazsa ABD, Sarkisyan ve Öcalan kadar güvense galiba daha doğru olacak.

Anadolu’da Türk-Kürt Kaynaşması

Toplumların gelecekleri, geçmişleriyle doğrudan bağlantılı olduğunu inkâr eden hiç bir düşünür ve yazar çıkmadı bugüne kadar. Dolayısıyla her toplum kendi geçmişiyle ilgili her konuyu kabullenmek ve tartışmak durumundadır. Zira geleceği de yine ona dayanır. İnkâr edilmesi mümkün olmayan köklerine bağlılık esastır. Toplumu var eden değerler bütünü içinde kendine bir kimlik edinir ve bu kimliğe dayalı olarak değişir, gelişir ve uygarlaşır.

Bunu nasıl yapar?

Toplumun gelişmiş şekli olan “millet” olma esprisinin dayandığı temel ilkeler-ölçütler, kültür tarihlerinde ve toplumların milletleşme serüveninde yerini almıştır; bunları burada zikretmek konumuzun dışında ve özel ihtisas gerektiren bir durumdur.

Peki, âlâ, biz geçmişimizi nasıl bilebiliriz?

Bunun en doğru yolu tarih bilimidir.

Anadolu’da var olmuş ve süreç içinde kaybolmuş birçok kültürü temsil eden topluluklar ve bunlar arasında “milletleşme” aşamasını geçenler hakkında tarih bize bilgi vermektedir.

Anadolu tarihinde biz Türklerin rolü nadir ve ne kadardır?

Sorusuna farklı yeni boyutlar getirilebilir. Ondan önce yakın tarihte Anadolu’da yaşamış ve halen yaşamakta olan farklı toplumların kaynaştığını hatırlamak gerekir. Bu bağlamda Anadolu’da var olmuş kültürlerin en son temsilcileri Türkler, Kürtler, Ermeniler ve Rumlardır. Tabii ki bunların dışında kalan küçük toplulukların da temsil edildiği kültürler olmuştur ve yaşanmıştır.

Peki, bunları nasıl bilebileceğiz?

Tarih ve onun çeşitli alt kolları sayesinde bileceğiz ve öğreneceğiz. Cumhuriyet tarihine bakıldığında “resmi” anlamda tarihin yazıldığı dönem 1930’lardır. Ondan önceki dönemlere ait tarihi bilgilerin çoğunu yine Batılı araştırmacılardan öğreniyoruz.

Osmanlı döneminde tarih konusunda en ciddi çalışma Mithat Paşa tarafından yapılmış olup en güvenilir yerli tarih O’nun tarafından yazılan tarihtir.

Bilinen ve bugün belgelerle kanıtlanmış bilgilerimize göre Anadolu’da “ön Türkler” olarak adlandırılan kavimlerle birlikte diğer bazı insan toplulukları yaşıyordu ve Türkler hemen her alanda öncü toplumdu. Örneğin Antik Grek medeniyetinin “Krak” Türkleri tarafından kurulmuş olması, eski Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin de “Türk ırkı“nın eseri olduğuna dair belgeli iddialar vardır. Diğer yandan Hun, Moğol ve Kıpçak tarihleri de “Türk” diye ifade edilmiştir. Bunların bir kısmına “Türk” sıfatı verilerek “üstün değer” kazandırma gayretleri de gösterilmiş olabilir.

Sonra, yani İsa ile birlikte Anadolu’da büyük devrimler olmuş, din adına… Çoğunluk Yahudilik dininden olanların dışında ateşe tapanlar, putperestler, şamanlar ve çok tanrılı inançlar vardı Anadolu’da…

İS 7. ve 8. yy gelindiğinde Anadolu’da var olan bu topluluklar yeni kimliklerle kendini göstermiş, böylece “ümmet dönemi” diye bir dönem başlamıştır. Bunun en ileri aşaması Selçuklu ve bilhassa Osmanlı döneminde kendini göstermiştir. Bu alanlarda çalışan tarihçiler tarafından bu tarihi konular marjinalleştirilmiştir.

Cumhuriyet döneminde yazılan tarihler hep “resmi tarih” töhmeti altında bırakılmak istenmiştir. Bu ithamlardan arınma/arındırma işlemleri 1939’da yapılmaya başlandı. Bununla birlikte yapılan ithamların yaklaşımı, “işin özü değişmediği” gerekçesiyle devam etti.

Bu ithamı yapanlar, genel anlamda, konuya farklı bakmak isteyen ve “ulus devlet” felsefesine karşı çıkanlardır. Anadolu’nun tarih boyunca birçok kültür ve halka “yurtluk” yapmasının temelinde var olan özellik, Anadolu ruhunun çok kültürlülük ve çok inançlılık esasına dayanmış olmasıdır, bu ruhun kaynağında bu özellik vardır.

Bu bağlamda Anadolu ruhu, bugünkü “millet” varlığımızı borçlu olduğumuz çok kültürlülük ve çok inançlılık kaynaşmasından ortaya çıkan bir süzmedir. Anadolu’nun yerli kültürlerini, inançlarını de özümseyen bir Selçuklu ve Osmanlı olmasaydı bugün Anadolu’da “Türk” egemenliği olmazdı. Diğer bir ifade ile bugün Türk milleti olmanın özü, borçlu olduğumuz kaynak, Selçuklu ve Osmanlı tarihlerinin evriminin eseridir.

Anadolu ruhunu özünde benimseyen insanlara bir “aidiyet” ve “vatandaşlık” duygusu vermek söz konusu olduğunda, işte içinde yer aldıkları bu tarihi süreç esas alınmalıdır. Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyetle devam eden tarihi süreç Anadolu insanına bir “öz” olma üstünlüğünü sağlamıştır. Bunu yıpratmak, ayrıştırmak, yok etmek hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.

Bu bağlamda “Türk”, “Kürt” ayırımı maya tutmuyor tutmamalıdır da… Dolayısıyla Anadolu ruhu hiçbir zaman ırk merkezli bir “etnisite” önermemiş ve benimsememiştir. Bugün olan ve gelecekte olması gereken değer ve aidiyet, “Türkiye” vatandaşı kimliği odaklı bir tarih ile yaşamak ve bununla övünmektir.

Bunun için Anadolu’daki son yapılanma olan “Türkiye Cumhuriyeti” tarihini yazmak isteyenler ve yazacak olanlar iki temel konuya önem vermek zorundadırlar:

1-Anadoluluk ruhunu benimseyen Türklerle Kürtlerin aynı coğrafyada buluşması ve kaynaşması.

2-Ön Türkler dönemini dâhil etmeden yaşanan bin yıllık birliktelik, yaşama ortaklığı ve değerler bütününde birleşmişlik.

Bu iki ana ilke Türkiye Cumhuriyeti Devletinin oluşmasına temel olmuştur. Bu değerler dikkate alınmadan Türk milleti ve onun kurduğu cumhuriyet hakkında herhangi bir tasarrufta bulunma hakkı kimsede olamaz. Bu hak ne siyasi iradede, ne de bir başkasında… Kurucu felsefe kararı, milletin kendi iradesi ve verdiği can-döktüğü kan ile olmuştur. Milletin iradesi dışı zorlamalar ve ithal planlar sonuç vermez.

Anadolu’da Türk-Kürt buluşması ne zaman oldu?

Mikro milliyetçilik (Kürtçü ayrılıkçılığın)  adına konuşan ve milletin değerler bütününü tahrip etmeye çalışanların bir ana hedefi vardır, ırki anlamda “etnisist” düşünceyi geliştirmek ve yaygınlaştırmak…

Bu mikro milliyetçilik batağında yalpa yapanlar kendi ideolojilerine göre tarih yazmaya çalışırlar. Diğer bir ifade ile mikro milliyetçiliğin (Kürtçü ayrılıkçılığın) bir versiyonu olan iddialar, Anadolu ruh birliğini değil de, ırki aidiyet kriterlerini esas alırlar.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde olup biten olayın temeli, ırki aidiyetin bir versiyonunu olup, Güneydoğu Anadolu’da yerleştirmeye ve yürütmeye çalışma istemine dayanmaktadır.

Anadolu’nun otantik Kürt yurdu olduğunu iddia ederek, bu toprakların esas sahiplerinin “Kürtler” olduğunu ileri sürmektedirler. O ırki esaslı mikro milliyetçilere (Kürtçü ayrılıkçılar)  göre Türkler Anadolu’ya 1071’den itibaren geldiler ve başta Güney ve Doğu Anadolu olmak üzere Anadolu’yu “işgal” ettiler. Ayrılıkçı ırki mikro milliyetçiliği savunan bu “köşe kapıcısı” yazarlar; tarihi olayları ve süreci Anadolu’da farklı toplulukların “buluşması” gözüyle değil, “çatışması” gözüyle baktıklarını gizleyememektedirler.

Eğer Anadolu’da sadece Kürtler veya sadece Türkler varlıklarını korumuş olsalardı, Anadolu’daki özümleme olan çok kültürlülük ve çok inançlılık atmosferi olmazdı. Dolayısıyla Selçukluluk, Osmanlılık ve nihayet Cumhuriyetçilik kültürü oluşmazdı. Kaldı ki antik Kürtlerin orijinal yurdu, Anadolu’nun yaygın belli bölgelerini kapsayan bir özellik yerine, Van Gölü’nün aşağılarında ve Batı İran’da dağlık bölgesi olan “Carduchi” coğrafyasını da içine alan sınırlı bir topografyayı kapsamaktadır. Bunun belgeleri tarihi kaynaklarda mevcuttur. Örneğin Brownson bunun haritasını dahi yayımlamıştır. Ayrıca Sultan Sencer tarafından kurulan “Kürdistan” eyaleti de aynı coğrafyanın bugünkü “Hemedan” yöresinde olduğu yine tarihi kaynaklar bildirmektedir.

Anadolu’nun kültürlerin geçidi -köprüsü- olması ve zengin genetik havuzu oluşturması nedeniyle bu toprakların gerçekte kime ait olduğu tartışması, hep olmaya devam edeceğe benziyor.

Eğer “Kürtçü” mikro milliyetçilerin dediği doğru olsaydı, 1071’li yıllarda Doğu Anadolu toprakları Roma ve Bizans egemenliğinde olmazdı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Ermeni, Süryani, Rum ve Diyarbakır yöresinde de Hıristiyan Arap kabileleri yaşamazdı.

Peki, eğer “Kürtçü” mikro milliyetçilerin dediği doğru olsaydı Anadolu’da “Kürtçe” yazılmış eser, anıt, kitabe, mimari eser oludu. Bu bölgede “Kürtçe” tek sanat eseri, mimari eser, anıt, kitabe yoktur. Ne kütüphanelerde, ne de arkeolojik kazılarda…

Bu iddialar “piyon” olma gayretlerinin bir sonucu olarak yaratılmak istenen zoraki pozisyonlardır. O zaman bu tarihi gerçeklerin anlamı ne olur?

7. ve 8.yy. itibaren Abbasi Halife ordularının Anadolu’ya doğru yaptıkları akınların sonunda yapılan fetihlerle birlikte Güneydoğu Anadolu’ya Müslüman Araplar ve Müslümanlığı kabul eden Kürt aşiretleri geldiler. Onların ardından ise Türkmen aşiretleri Doğu Anadolu’ya geldiler.

Anadolu’da var olan topluluklarla birlikte yaşayan “Ön Türkler”, hem kültür hem de inanç bağlamında farklıydılar. Anadolu, İslamlaşmasından önce çok farklı bir demografik yapıya sahipti.

Türklerin Anadolu’ya gelişi ve girişi büyük bir savaşın yaşanması nedeniyle 1071 olarak kayıtlara geçmiştir. Aslında bu büyük savaş, Bizans ile Türk-İslam kaynaşmasının mücadelesidir. Bunun en büyük kanıtı ise Malazgirt’te Alparslan’ın ordusunda 10 bin gönüllü Kürt’ün bulunmasıdır. Bunun anlamı şudur; Bizans’a karşı Türk-Kürt halkının “İslam” şemsiyesi altında kaynaşmasının bir ifadesidir. Diğer bir deyişle, Malazgirt’te Alparslan’ın önderliğinde kazanılan savaş, aslında, bu vesile ile Türk-Kürt buluşmasının bir simgesidir.

11-12. yüzyılda, Güneydoğu Anadolu’nun merkezi sayılan Urfa ve çevresinde Hıristiyan toplulukların egemen olması, bu bölgede “Haçlı Kontluğu” nün kurulması son derece çarpıcı bir durumdur. Bu durum aynı zamanda bölgede yaşayan nüfusu Kürt-Müslüman olmasından çok Hıristiyan unsurlardan meydana geldiğini göstermektedir.

Anadolu’nun İslamlaşma hareketleriyle yapılan fetihlerin başında Selçuklu-Türkmen fetihleri gelmektedir. Nitekim bu fetihlerden sonra Doğu Anadolu’ya “Turcomania” denmesinin nedeni de budur. Tarihi kaynaklar ve sosyolojik kayıtlar, Kürtler ile Türkler bir arada ve daha çok Fırat’ın doğusuna yayılmış olmaları ayrı bir değerlendirmedir.

Göçler ve Demografik Değişimler…

Türkler Anadolu’ya geldikten sonra sınırlı alanlarda kalmadılar; sürekli Batıya doğru ilerlediler; hedefleri “tuzlu derya” idi. Nitekim kuzeyden Karadeniz’e ulaşıp Hun imparatorluğunu kurarlarken güneyde ilerleyip Akdeniz ve oradan da Egeye ulaşmışlardır. İlginç olan, bu göç ve demografik hareketler, bölgelerde çok farklı yeni durumları da birlikte ortaya çıkarmış olmasıdır. Osmanlı hariç, hiçbir Türk topluluğu tuzlu deryayı aşarak Avrupa’ya ya da Afrika’ya ulaşmamıştır.

Ana yurt olarak Anadolu seçilmiş ve öyle korunmuştur.

Doğu Anadolu’dan giriş yapan Türklerin büyük bir kısmı Ege’ye doğru yürürken bir kısmı da yerlerinde kalmışlar. Örneğin Selçuklunun ilk başkenti olan Ahlat’ta Türk kültürünün bugüne kadar “abideler” halinde kalması dikkat çekicidir. Bunun canlı örneği, bugün Van’ın Ahlat’ta kazasında bulunan ve Anadolu’daki ilk Müslüman Mezarlığı olarak kabul edilmesi gereken şaheser niteliğindeki anıt mezarlardır. Mezar taşlarındaki sanatsal incelik, çağının en üst sınırlarına ulaşmış, halen Elazığ yöresinde iğne oyasıyla yapılan danteller kadar incelik ve marifet isteyen taş danteller bu mezar taşlarını süslemektedir. Bu anıt mezar taşları incelendiğinde, tüm doğanın acımasızlığına ve devletin ihmaline rağmen, korunmuş olmaları Selçuklu Türklerinde sanatsal değerin düzeyini göstermektedir. Ahlat’taki bu Anadolu’daki ilk Türk-Müslüman Mezarlığı, bir anlamda aklın sınırlarını zorlayan bu anıt mezar taşlarındaki sanatsal canlılık ve zarafet, anlam derinliği, İspanya-Granada’da Endülüs Emevileri tarafından kurulan ve bugün hâlâ ziyaret merkezi olan “Elhamra” sarayındaki taş işlemeciliğine eşdeğer kültürel ve sanatsal bir belge olarak korunmaktadır. Bu mezarlık bile Doğu Anadolu’nun ne kadar Türk-Müslüman olduğunu gösterir. Ne acıdır ki bunu bilen ve değerlendiren yeterince ne yetkililer ne de aydın geçinenler olmuştur.

Diğer yandan Eyyübiler döneminde İran’dan, Kuzey Irak’tan Anadolu’ya, özellikle Fırat’ın doğusuna Kürt aşiretlerinin göçünün hızlandığı biliniyor.

Buna ek olarak 15. yy da başlayıp sonra doruğa çıkan ve bir anlamda Sünni Türkmen ile Şii Türkmen’in birbirine kırdırıldığı Osmanlı-Safevi çatışmasında, Anadolu’ya İran’dan Sünni Kürt göçü, Anadolu’dan da İran’a Alevi Türkmen göçü oldu. Bu olay, bölgedeki nüfus hareketlerini inanılmaz derecede etkileyerek sosyolojik demografiyi değiştirdi.

“Kürtleşen” Türkmenler…

Bu demografik değişim sonucu Doğu Anadolu’da asimilasyonlar oldu. Doğu Anadolu’ya göç eden Türkmen boylarının büyük bir kısmı yerleştikleri yayla ve ovalarda “Kürtleştiler”. Bunun en tipik örneklerine bugün bile şahit olmak mümkündür. Örneğin, Urfa yöresinde, Ceylanpınar ve Siverek bölgesine yerleşip de “Kürtleşen” Karakeçili aşiretinin mensupları, Diyarbakır Karacadağ bölgesine yerleşip yine “Kürtleşen” Türkmen boyları gibi yüzlerce örnekler verilebilir.

Dolayısıyla Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerindeki Kürt nüfusu, mikro milliyetçilerin iddia ettiği gibi, antik “Huriler” ve “Mitanniler” in devamı değil, Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde Selçuklu ve Osmanlı egemenliğinin bir sonucu oluşmuş demografik nüfus değişimleri sonucudur.

Yüzyıllar süren bu nüfus hareketleri sonucu Türkleşen Kürtlerle, Kürtleşen Türkmenlerin oluşturduğu demografik nüfus hareketliliği sonucu bir karışım oluşmuştur Anadolu’da. Günümüzde de benzer örnekler vardır; örneğin İzmir’de, İstanbul’da artan “Kürt” kökenli vatandaşların zaman içinde bu kentlerin nüfuslarının profilini değiştirmeyeceklerini kimse garanti edemez. Bunlar hareket halinde olan toplumlarda her zaman mümkündür.

“Kürtçü” mikro milliyetçiliğin temel tarih kaynak olarak kabul ettikleri Şerefname‘de belirtildiğine göre, Oğuz Han, Hz. Peygamber’e gönderdiği elçinin Kürt asıllı olduğu iddiasıdır. Şerefname’deki bu varsayım her ne kadar “efsane” olarak kabul edilse de verilmek istenen mesaj Türk-Kürt kaynaşmasının ne kadar önemli olduğunu gösteren bir işarettir.

Her ne kadar bugün, emperyalist doyumsuzluğun esiri olmuş etnik milliyetçilerin iddia ettikleri gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu “otantik yurt” onun da “işgal” edildiği iddiaları gündemde tutulmaya çalışılsa da, taraftar bulma şansı azdır. Mikro milliyetçilik halk ve özellikle şartlandırılmış ve yönlendirilmiş “genç” nüfusa cazip gelse de, devamını getirmek kolay değildir. Bunun esası ve astarı olmayıp, masa başında uydurulmuş, kurgulanmış bir varsayımdır.

Mikro milliyetçilikten medet umanlar ve emperyalizmin maşası olmayı kendine meslek edinen teorisyenler tarafından uydurulmuş kuramsal kurgudur. Doğrusunu ve gerçeği öğrenmek için gayret sarf edilmediği için ve gerçekleri öğrenmek zahmetli iş olduğu için, devlet eliyle de eğitim programlarında yer verilmediği için, sosyal hayatta insanlarımıza bu gerçekler anlatılmadığı için maalesef bu durum ortaya çıkmakta, mikro milliyetçiliği besleyen bir efsane olarak itibar görebilmektedir. Bizlerin görevi, doğru olanı, gerçek olanı bulup ortaya koymak ve insanımıza anlatmaktır. Sonradan oluşabilecek zararlar ve tahripler nedeniyle “pişmanlık” bir anlam taşımaz.

Son günlerde, Türkiye üzerine uygulanmak amacıyla, uluslar arası güç aktörleri tarafından hazırlandığı izlenimini veren plan ve projeler siyasi irade eliyle piyasaya sürülmektedir. Batılı emperyaller tarafından Birinci Dünya savaşı sonunda, Anadolu’da Türk milleti yok edilmek üzere iken, özünden çıkan kahramanlar bu “yok etme” plânına İstiklâl savaşıyla “hayır” dedikleri için ve Batılı emperyallere kafa tutulduğu için o yenilgiyi hazmedemediler. Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletini bir türlü içlerine sindiremediler. Bütün dertleri budur. Şimdilerde siyasi irade tarafından ortaya atılıp kendini de çıkmaza soktuğu “açılım”, saçılım”, “kaçınım” komedisinin de bu “hazımsızlığın” sonucu oluşan oyun olduğunu hatırlatmakta yarar vardır.

**

Burada sorgulanacak diğer bir husus da Türk-Kürt birlikteliği, Anadolu’da bu kültürlerin “İslamlaşma” şemsiyesi altında birleşmesi sonucu Kürtlerin aleyhine olmuş mudur? Örneğin Anadolu’da Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyeti Kürtleri “geri bıraktırmış” mıdır?

Şayet Anadolu’da bu Türk devletleri egemenliği olmasaydı bugün mikro milliyetçiliği iddia eden ayrılıkçı “Kürtçü” kafalar neyin ve kimin emrinde olurlardı?

İşte sorgulanacak önemli sorulardan biri budur. Gerisi laftır…

Kaynakça:

1- C. L. Brownson, Xenephon, Anabasis, Harvard 2001.

2- Urfalı Mateos Vekayinamesi, TTK 1987.

3- Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarih Vakfı 2000.

5- Rene Grosset, Ermenilerin Tarihi, Aras 2005

6- Steven Ruinciman, Haçlı Seferleri Tarihi, cilt 1, TTK 1986.

7- Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, Ötüken 2004.

8- Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi, iki cilt, TTK 1990.

9- Ramazan Demir, Ermeni İsyanı ve Harput Ermenileri, Palme Yayınevi, Ankara, 2009.

Türkiye’nin Büyük Çatısı (2)

Türkiye üzerine son 10 yıldır ciddi çalışmaları olan Prof. Dr. Fuat KEYMAN’ın olaya olan yaklaşımları benimde düşünüp bazı yerlerde ifade ettiğim anlayışı içine aldığını düşündüğüm için sayın KEYMAN beyin ifadelerinden özetler vereceğim.

Türkiye’nin sorunlarını iki temel üzerine oturtuyor Keyman bunlardan biri insani amaca yönelik olan sürdürülebilinir ekonomik kalkınma, diğeri de Birlikte yaşama.

Birlikte yaşama ile ilgili sorunların sadece Türkiye’ye ait olmadığını, dünyanın çeşitli yerlerinde bu ve buna benzer sorunlarla karşı karşıya ülkelerin olduğundan ve bu ülkelerin deneyimlerinden istifade etmek gerektiğinden bahsetti. Bu konu ile ilgili özel çalışmalarından örnekler verdi.

“.. Bir toplum içinde farklılıklar nasıl yaşayabilir sorusuna şu dört model ile cevap buluyorum.

Bu modellerin biri (1) asimilasyon ve entegrasyon modelidir. Yani abartılmış narsizimle etrafa bakan bir büyük kimlik içinde farklılıkları kendine benzeştirmek veya buharlaştırmak. Diğer model (2) gettolaşma ve segregasyon dediğimiz ise büyük kimliği güçlü kılıp diğer kimlikleri köşelere atıp susturmak, marjinalize etmektir. (3) Bir diğer modelde ise esas kimlik kendisinden farklı olan kimliklere toleranslı bakar ve onlara yaşama alanı sağlar. Son model ise (4) birlikte yaşama modelidir. Yani esas kimliğin değil bir toplumdaki farklı kimliklerin yaşayabilmesine yönelik bir anlayıştır….. Birlikte yaşama, diğer modellerden farklı olarak tüm toplumda güvenliği sağlama imkanına sahiptir.

Türkiye’deki yapı, imparatorluktan ulus devlete geçiş döneminden 1980 ve 90’lara kadar Türkiye’de asimilasyon-entegrasyon modeli tercih edilmiştir. Türk modernleşmesi bağlamında bakarsanız Türkiye’de tercih edilen şey asimilasyon olmuştur genel anlamda. Güçlü liderlik, vizyoner liderlik ile 1923-30 dönemindeki vizyoner liderliğin de yardımıyla bu süreç uzun süre devam etmiştir. Fakat 1990’lardan itibaren asimilasyona dayalı sürecin giderek zayıfladığını, temellerinin sarsıldığını ve küreselleşme ile Avrupalılaşmanın da etkisiyle toplumda çok önemli yarıkların ortaya çıktığının görüyoruz. Bu yarıkların en önemlisi etnik temelde olan Kürt sorunudur. Bu sorunu Türkiye’nin asimilasyon dışında farklı bir modelle çözmesi artık bir zorunluluktur. İkincisi azınlıklar ile ilgili süreçtir. Üçüncüsü kadınlarla ilgili süreçtir. Dördüncüsü de Aleviler ile ilgili olandır……

Cambridge Üniversitesi yayınlarından Türkiye tarihi ile ilgili çıkan yeni bir seri var, dört kitaptan oluşuyor; onların 4. kitabı ‘Modern Türkiye‘ adıyla çıktı. Amerika’da yaşayan önemli tarihçilerimizden olan Reşat Kasaba tarafından derlenmiştir.

Türkiye’nin modernleşme projesi ‘ikili bir modernleşme‘ yapısına sahiptir. Türkiye’nin modernleşme tarihi de iki kutuplu bir siyasal modernleşme tarihi olarak okunabilir. Bu kutuplardan bir tanesi 1923’lerden bugüne kadar süregelen devlet merkezci, çağdaşlaşmacı, ulusal hukuka ve ulusal kimliğe dayalı, yani bir ulus inşasına dayalı olan modernleşme programıdır. Devlet olarak başlayıp toplumun dönüşümüne giden, ama esas olarak antropolojik olarak da baktığımız zaman, Türkiye’nin ulus devletini, bürokrasisini, kalkınmasını modernleştiren bir yapıdır. Fakat bir de öbür Türkiye, yani toplum vardır. İkili yapının diğer kutubu ise toplumsal yapıdır. Burada bir modernleşme sorunu vardır; mesela Şerif Mardin buna ‘sosyal ethos sorunu‘ der. Yani siyasi anlamda modernleşmeye geçiş, modern bir toplum yaratmamıştır. O yüzden de Türkiye tarihi bu iki kutup içinde gider. Siyasal modernleşme devlet temelinde ve kurumsaldır, bunun karşısında da toplum.

Bugüne kadar da bu sosyal ethos sorunu da çözülememiştir. İlk dönemlerdeki çözülüş abartılı

narsizmle olmuştur ve başarılıdır….. Bu kötü bir şey değildir. Yani başarılı bir vizyoner lider vardır ve başarılı bir ulus devlete geçiş vardır, başarılı bir kurumsallaşma vardır. Mesela Andrew Mango’nun ‘Atatürk‘ kitabı bu bakımdan çok aydınlatıcıdır. Ama toplumsal dönüşüm sağlanamamıştır.

 

Toplumun dönüşümü sadece devletin dönüşümü ile olmamaktadır. Toplumun dönüşümü aynı zamanda küresel süreçlerin, güçlerin dönüşümüyle de olmaktadır. Çünkü dünyadaki yeni sınıfların ortaya çıkışı, yeni katmanların şekillenişi ve yeni taleplerin, farklı taleplerin ortaya çıkışı toplumsal dönüşümü de etkilemektedir. O yüzden de üç boyutlu düşünmemiz gerekiyor. Yani bir tarafta devlet ve toplumsal yapı gibi ikili bir yapı var; ama toplumun dönüşümü de sadece devletle ilgili değil, başka faktörler de var. Benim yaptığım çalışmalarda da ortaya koymaya çalıştığım gibi, toplumdaki dönüşümün öncelikli boyutu demokratikleşme ile mümkün oluyor. Burada 1945’le birlikte çok partili hayat ve Adalet Partisi tecrübesi önemlidir. İkincisi de 1980’lerle birlikte küreselleşme yoluyla ciddi bir değişim oluyor. Anadolu’nun değişmeye başlaması, yeni sınıfların ortaya çıkışı, Anavatan Partisi’nin ve AKP’nin oluşumu da bu süreçle izlenebilir. Ve 2000’li yıllardan bugüne kadar olan Avrupalılaşma süreci. Kopenhag siyasi kriterleri ve diğer reformlar, 45’ten bugüne kadar kesintilere rağmen demokratikleşme sürecinin geldiği noktayı işaret ediyor. Bu demokratikleşme sürecinde toplum hem yerelleşiyor, hem dinamikleşiyor zenginleşiyor, hem de küreselleşiyor; ve artık asimilasyonist modeli kabul etmiyor. Buradaki kırıklardan çok önemli talepler çıkıyor. Kürt sorunu bunun birincisidir, İslam’ın yükselmesi ve çok boyutlu bir hale gelmesi ikincisidir, kadın meselesi üçüncüsüdür, azınlıklar dördüncüsüdür, Aleviler beşincisidir vs diye devam edebiliriz. İşte bu yarıkları nasıl çözebileceğiz sorusuyla her toplum gibi biz de karşı karşıya kalıyoruz. Artık Türk modernleşmesi çatlamıştır ve bu ikili yapıyı birleştirmek durumundadır. Bu yarıklardan aynı zamanda ışık girmektedir. Birlikte yaşama tam da burada önem kazanıyor

Bu asimilasyonist yapı çatladı ve şimdi kimlikler arasında ilişki kurmak durumundayız. Ancak unutmayalım ki kimlik talebi aynılık üzerine yapılmaz; kimlik talebi farklılık üzerine yapılır. Yani bir Kürt kimlik talebi yaptığı zaman ben sizinle aynıyım demez; ben kendimle aynıyım yani sizden farklıyım der. Bir kadın kendiyle ilgili bir talep ortaya koyduğunda kadın-erkek eşitliği kadar kadın-erkek farklılığına da vurgu yapar. Aynı şey bir gayrimüslim için de geçerlidir. Ancak burada şu sorunla karşılaşırız: Farklılık son kertede parçalanmaya götürür. O halde asıl sorumuz şu olur: Nasıl hem farklılık taleplerini kabul edeceğiz, hem de bu farklılık taleplerinin parçalanmaya gitmesini engelleyeceğiz? Yani farklılık talepleri arasında bir birliktelik sağlayacağız. İşte burada demokratikleşme bence çok önemli.

Biz Kürtlerden birlikte yaşamayı bekleyebiliriz, ama bunu tek başlarına yapmalarını bekleyemeyiz.

Türklerden de Kürtler ile birlikte yaşamalarını tek başlarına bekleyemeyiz.

Kimlikler kendi içinde ne iyidir, ne de kötüdür; kimlikler sosyolojiktir. Hem farklılık taleplerini karşılayıp hem de parçalanmadan bir arada yaşamayı başarabilmenin anahtara kavramı ‘sosyal sermayedir‘. Yani farklılıkların birlikte yaşayacağı örgütsel ortamı yaratmak gerekir. Farklılıklar kendi içlerinde güven yaratırken diğer kimliklerle aynı güveni yaratamazlar; o yüzden de burada üçüncü bir aktöre ihtiyaç vardır. İşte bu üçüncü aktör, sosyal sermaye dediğimiz, ‘sivil toplumdur‘. Türkiye’de sivil toplumun değeri yeterince anlaşılamadığı gibi yeterince çalışılmamıştır da. Yani sivil toplumun Türkiye için önemi henüz tam olarak algılanmamıştır. Sivil toplum toplumsal güvenin de anahtar öznesidir.

Dünyadaki tüm örneklerin de bize gösterdiği gibi sivil toplumun geliştiği her yerde toplumsal güven artar. Zira sivil toplum, belli bir sorun etrafında farklı kimliklerin bir araya gelerek o sorunu çözme yolunda gönüllü olarak tartışması demektir. İnsanlar bu süreçte kendi kimliklerinden ziyade, ama onlarla birlikte, belli bir sorunu çözmek üzere müzakere etmeye başlar. Dolayısıyla sivil toplum ne kadar gelişirse tikele dönük değil birlikte yaşamaya dönük faktörler de artar. Bundan dolayı örgütlü toplum tüm bu süreçlerin anahtar kavramıdır. Eğer sivil toplum tek başına kendini güçlendiremiyorsa o zaman devlet burada yardımcı olarak devreye girer. Biz buna ‘katılımcı demokrasi‘ diyoruz. Ne kadar farklı kimlik için katılıma imkan verilirse sivil toplum o kadar güçlenir.

Türkiye’deki kültürel ortam kötü değildir ve bu yüzden sorunlarımızı kültürel temelde çözemeyiz. Yani Türkler kültürel olarak kötü oldukları için muhafazakar oluyorlar demek yanlıştır. Şu soruyu sormamız lazım: Hangi mekanizmaları hayata geçirirsek o mekanizmalar sayesinde farklılıklar arasında birlikte yaşama modelini kurumlar yoluyla gerçekleştirebiliriz. O yüzden örgütlü toplumdan ve sivil toplumdan kopmamamız lazım. Tocqueville’in de söylediği gibi, bir toplum ne kadar örgütlüyse o toplumda o kadar genel güvenlik vardır. Örgütlü toplum ne kadar zayıfsa cemaatçilik o kadar çok olur. O yüzden birlikte yaşamak esas modeldir.”

Yaşamanın güçlendirilmesinin anahtarı bana göre demokratikleşmedir“. Diyor KEYMAN bende aynen katılıyorum. Tarık beyin de söylediği gibi olaylara “Onarıcı yaklaşımla” bakmak lazım…

Açılım

Son günlerde demokrasi açılımı diye gelen gündemde sadece belli bir grubun meseleleri ele alınmamalı. Hazır demokratikleşmeden bahsediyorken bazı önemli konuları da dile getirmeliyiz. Toplumumuzda hala halkımızın örfleriyle, adetleriyle ve inançları ile alakası olmayan bazı uygulamalar dayatılarak yaptırılmaktadır. Mesela resmi törenlerde yapılan bu uygulamaların milletimizle alakası yok. Hıristiyan batının uygulamalarından alınan bu yaptırımların da yeniden gözden geçirilmesi gerek.

Yasaların bile kaynağı örf ve adetlerdir. Mantığa uygun örfler yasaların temelidir. Batıda hakim karar verirken yasada hüküm yoksa örfü esas alır ve ona göre karar verilir. Bilindiği gibi örf ve adetlerin hayata yansıması ile kültür oluşur. Bireylerin günlük yaşantılarındaki davranışları bu kültür anlayışına göre şekillenir. Toplumdan topluma değişen kültürler o toplumların kimlikleridir. Kimliğiniz devam ettikçe varlığımızı sürdürebiliriz.

Cumhuriyet sonrası ne hikmetse batılılaşacağız diye kendi kültürümüzde varolan önemli davranışlarımızı terk etmişiz. Tabandaki halkımız bunları yapmasa da devletin kurumları maalesef bunu yapıyor. Kimse ölen babası ve annesinin mezar başına gidip çelenk koyarak saygı duruşunda bulunmuyor. Bu hıristiyanların adeti. Bizim milletimiz ölünün mezarına gittiğinde elini açıp ona dua okuyor.

Ama aynı insanlar devlet büyüklerinin ölüm günlerinde heykelinin karşısına geçip saygı duruşunda bulunuyorlar.  Yani Türk Toplumunun yaşantısında olmayan bu uygulamalar yaptırımla adet haline getirilmeye çalışılıyor. Bunu da çoğu Atatürkçülük’le özdeşleştiriyorlar. Acaba Atatürk annesinin mezarını ziyaretinde bugünküler gibi saygı duruşundamı bulundu. Yoksa ellerini açıp fatiha mı okudu.

İşte bu demokratik açılım programında Türk Toplumunun tarihten bugüne yaşantısında olmamış onun inançlarına ters düşen bu davranışların tartışmaya açılarak halkın çoğunluğunun saygı duyduğu büyüklerinin anılma şeklini yeniden gözden geçirmek gerekir. Bu programlara halkın değer verdiği önemsediği konuları birilerinin istediği gibi değil, kendi istediği şekle dönüştürülmesi çareleri aranmalıdır. 

Bu uygulamaların en son örneği 30 Ağustos Bayram’ı kutlamalarında yaşadık. Vatan için canını ortaya koyup yaralanan gaziler ile bu uğurda şehit düşmüş kahramanlarımızı bir dakikalık sessiz ve hareketsiz kalarak saygı duruşunda bulunduk. Bu anışımız da elbette mahalli yöneticilerimizin bir kastı yoktu. Onlar da yukardan gelen talimatlar doğrultusunda bu uygulamayı gerçekleştirdiler. 

Teröre Çözüm- 2

Ankara’nın gündemi sıcak
Siyasilerin ve de liderlerin üslupları hiç kendilerine yakışmıyor
Şu mübarek ramazan ayında üsluplarına dikkat etmeleri gerekir.
Tepedeki sertlik aynı dozda aşağıya yansırsa hoş olmaz
Adına ister terör, isterseniz Kürt sorunu deyiniz
Kürt sorunu değil elbette
Bitirilmesi gereken terör sorununun varlığı muhakkak
Kürt açılımı, Demokrasi açılımı vs
Kavramlara takılmanın anlamı yok
Önemli olan terörün bitirilmesidir
Bunun içindir ki tüm siyasi ortak paydada buluşmalıdırlar.
Siyasiler ve liderler sorunun değil çözümün bir parçası olmalıdırlar
Tencere dibin kara anlayışı terk edilmelidir.
Terör mutlaka bitirilmelidir
Terörün bitmesini istemeyen kalantorlar olabilir.
Çünkü ölenler onların çocukları değil.
Terörden de büyük rant sağlıyorlar
Yesinde çıkaramasınlar
Şehitlerin kanı onları boğacaktır
Boğmaya da başlamıştır
Terör bitirilmelidir
Terörün bitirilmesi için en müsait zaman bu zamandır.
Neden mi?

Üç sebepten dolayı

1-      Terörün dış desteklerinden biri olan İsrail Hamas ve Hizbullah karşısında hayal kırıklığına, güç kaybına uğradı
Uluslar arası arenada eski itibarı kalmadı
Kendi derdine düştü artık uzun süre PKK ya lojistik destek sağlayamaz
PKK dan desteğini çekmek zorundadır.

2-      ABD Irak ve Afganistan da hayal kırıklığına uğradı.
Petrol umdu Coni cesedi buldu
Ekonomisi çöktü
Dünyadaki ekonomik krize sebep oldular
İkinci Vietnam ile karşılaştılar
Onlarda kendi dertlerine düştüler.
Başlarında bunca dert varken PKK ya destek veremezler
Bunun için ABD de desteğini PKK dan da çekmek zorundadır
Bu durumda Kuzey Irak PKK yı içerisinde ne kadar barındırabilir
Yâda PKK Kuzey Irak’ta ne kadar barınabilir
Bunlar Terörün dış destekleri idi birde iç de desteği var

3-      Üçüncüsü iç destekle ilgilidir.

İç destekten kastım Güneydoğu halkı değil elbette
Bölge halkının yüzde 80 i vatanını milletini seven dinine devletine bağlı insanlardır
Kimdir bu iç destek
Bunlar gövdedeki kurt misali içerden kemirirler kandan beslenirler
Ergenekon olayının patlak vermesiyle terörün iç bağlantıları da deşifre olmuş oldu
Böylece terörün iç desteği de kesilmiş oldu
Bundan dolayıdır ki PKK artık eylem yapamaz hale gelmiştir

İÇ ve DIŞ BAĞLANTILARI kesilen terör bitmeye mecbur ve mahkûmdur.

Bu gün AK PARTİ hükümeti bu durumun farkında olduğu için bunu değerlendirmek istiyor
Cumhurbaşkanımız sn Abdullah Gül bu durum için tarihi fırsat diyor.
Her zaman zemin bu kadar uygun, şartlar bu kadar müsait olmaz
Hükümetin geniş tabanlı mutabakat araması doğru olandır
Çözüme herkesin katkısı olsun
Elbette ki muhalefetinde bu sorunun çözümüne katkı vermesi gerekir
Muhalefetin görevi iktidarın her icraatına karşı çıkmak değildir
Muhalefet iktidarın yanlışlarına engel, doğrularına destek olmalıdır
İktidarın her icraatına karşı çıktınız mı inandırıcılığınızı kaybedersiniz
Terörün bitirilmek istenmesi yanlış bir düşünce değil herhalde
Metot da yanlışlık varsa sizde kendi çözüm önerilerinizi ortaya koyun
Yardımcı olun destek verin
Sadece siyasilere değil basında büyük görev düşmektedir
Tutturmuşlar İmralı’nın yol haritası
Bazıları ne kadarda terörist başının saçmalıkların yayınlamaya meraklı
Siz İmralı’nın yol haritası diye her gün bangır bangır bağırırsanız oda konuşur
Halkın ciddiye almadığı bir şeyi sizde de ciddiye almayın.
Burada muhatap ne terörist başı nede PKK’dır
Muhatap bölge halkıyla onların meclisteki temsilcileri olmalıdır
Her iki taraftan da terörün bitirilmesini istemeyenler olabilir
Bunlara karşıda dikkatli olunması gerekir
Terör bitsin gözyaşları dinsin
Ocaklara ateş düşmesin
Ciğerler yanmasın
Analar ağlamasın
Yakasında babasının fotoğrafı ile olan bitenden habersiz, endişeli gözlerle etrafına bakınan bebelerin ve gencecik gelinlerin suçu ne
Dul ve yetim kalmak onların tercihimi yoksa birilerinin çıkar ve rant hesaplarımı
,
Çözüme katkı vermeyenlere sesleniyorum
Bayrağa sarılı tabut içerisindeki sizin çocuğunuzda olabilirdi
Yeter artık her bayramda doğum ve ölüm yıldönümlerinde ağlamaktan anaların gözlerinde yaş
kalmadı
Yok, bu ABD’nin projesi
Avrupa’nın projesi
İmralı’nın projesi
PKK’nın projesi
Lütfen geçelim bunları
Asırlar boyu bu topraklarda barış ve huzur içerisinde kardeşçe yaşamış olan bu insanlar yine kardeşçe yaşasınlar
Osman dedemin torunlarına bu görüntü yakışmıyor.
Terörsüz
Barış ve kardeşlik dolu
Huzurlu ve mutlu günler temennisiyle
Yarınınız bu gününüzden aydınlık olsun.

Açılan, Saçılan Türkiye!

Mübarek Ramazan ayının hepimiz için hayırlara vesile olması, ülkemizin üzerine çöken kara bulutların bir an önce dağıtılması temennisiyle yazımıza başlayalım. Ümit ederiz ki; bu mübarek günler bizi kamplaştırmak, insanlarımızı etnik gözlükle ve taassubla birbirine ötekileştirmek isteyenleri gaflet uykusundan uyandırır. Farklılıkları esas alan, birliktelikleri dışlayan bir anlayış aslında Ramazanın kudsiyetine de aykırıdır. Farklılıkların zenginlik olabilmesi için milli kimliğin ve hâkim kültürün reddedilmemesi gerekir. Aksi halde; farklılıkları mayın tarlasına dönüştürürsünüz. Türkiye’de tehlikeli gidiş, yönetenler eliyle desteklenmektedir.  

30 Ağustos Zaferini ve milli bayramlarımızı bize kazandıran, herkesin gözü olan bu vatanı bize emanet eden şehitlerimizi, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silâh arkadaşları olmak üzere isimsiz yüzlerce vatan evladını rahmet ve saygıyla anıyoruz. Yaşayanların da onlara lâyık olabilme mecburiyetinin bulunduğunu bazılarına hatırlatıyoruz. “Vatan sevgisi imandandır” hadisinin de unutulmamasını diliyoruz.

Her 30 Ağustos’ta olduğu gibi; yaklaşık 20 senedir Edirnekapı Şehitliği’nde şehitlerimizi rahmet ve saygıyla anıyoruz. Onlara çok şey borçlu olduğumuzu biliyoruz. Şehit ailelerini kucaklıyoruz. Şehit Mehmetçiklerle başkaları adına ülkesiyle kavgalı olduğu için teröre bulaşan ihanet çetelerini bir tutanları da ayıplıyoruz ve kınıyoruz. Terörle mücadelenin asla bir kardeş kavgası olmadığını bazı sapık görüşlü ve maksatlı çevrelere hatırlatıyoruz. Terörle mücadele etnik gerekçeyle yapılmıyor. Bu mücadelenin öznesi ne Kürt’çedir; ne de Kürtler. Bunu genelleyerek Kürt sorunu diye takdim edip herkesi sorunlu gösterenler utansın!  

Etrafta bir bez parçası görüyorum. Kardeş kavgası bitmeliymiş ki; Ramazanlar mübarek olabilsin. Bu bir gaflet ve ihanet paçavrasıdır. Devlet durup dururken 25 senedir vatandaş katili olan, dışarıdan her türlü desteği sağlayan teröristlerle mi savaşıyor? Kardeş kardeşi katleder mi? Kardeş vatandaşlığı ve İstiklâl Marşını reddeder mi? Ayrı toprak talep eder mi? Emperyalizmle çirkin işbirliği yapar mı? Bayrağına ve milli kimliğine karşı çıkar mı? Onun bunun oyuncağı olur mu? Irak’ta Müslüman kanını sebil gibi akıtanlarla işbirliği yapar mı? Bir eli silâhta, adalete teslim olmayan, parmağı mayında olanlar ve sadece onların temsilcisi olan malum parti muhatap alınır mı?

Açılım diye diye öyle açıldık ki; her bir açılımdan sonra ne kadar hayalci olduğumuz ortaya çıkıyor. Sorunu çözeceğiz, 40 senedir neden çözülmedi dedik; Kıbrıs Rum’una sarıldık. Kıbrıs Rum’unu ve Yunanistan’ı yeni tanıyormuş gibi gaflet örnekleri sergiledik. Kıbrıs Türk’ünü Adada kabul etmeyenlerle barış müzakereleri yapıyoruz. Rum yönetimi ise; Gazi Magosa-Lazkiye vapur seferini kaldırmak için Suriye’ye baskı yapıyor.  

Ermenistan’la bir açılım denedik. Ermenistan, milli davalarından bir santim vazgeçmedi. Anayasasında hâlâ “Batı Ermenistan” var. Milli sembolü de Ağrı Dağı… Dağlık Karabağ’da mesafe alınmadan sınır kapısı açmayacaktık. Protokolle açmayı kabul ediyoruz. Milli çıkarlarımız, itibarımız ve Azerbaycan’a verdiğimiz sözler ne oldu? Türk Dünyasından koparılıyoruz.   

Bir gün demokratik açılım, diğer gün Kürt açılımından bahseder olduk. Öğrenim ile eğitim arasındaki farkı bilmeyenlerin kalitesi de ortaya çıkıverdi. “Kürtçe eğitim üniter yapıyı bozmaz” diyebilen bakanlar gördük. İş ortaoyununa döndü. Demek bazılarına göre; eyalet sistemi de, federal yapı da üniter yapıyı bozmayacak! Açılım bir bilmece gibi sürüyor. Ama her görüşülen kuruluştan tam destek alındığı iddia ediliyor. Açıklanamayan, içi doldurulamayan ama dış telkinlerle şekillendiği ortaya çıkan bu durum, yerli bir proje olabiliyor. Anadolu’yu İncil toprağı yapma  iddiasındakilere yeşil ışık yakılıyor.

Bazılarının gözünü etnik taassub ve ırkçılık kaplamış. Her şeye Kürt etiketi takıyorlar. Meselâ; Eyyubî Devleti için de bu söyleniyor. Buhara Türklerinden gelen Ziya Gökalp’i de Kürt diye tanımlıyorlar. Böyle giderse Churchill ve bir zamanların İran Şahı Rıza Pehlevi’de de Kürtlük arayacaklar. 1850’lerden itibaren anadili Türkçe olanların oranındaki büyük düşüş, rahmetli Prof. Dr. Mehmet Eröz’ün de incelediği gibi Türkmen aşiretlerinin Kürtleşmesini ortaya koyuyor.        

Demokrasi Şakacıları

Sümen altı edildi, yetki varken kararlar,
Bir türlü asamadık, beş paralık itleri,
Özel besiyle beslenen, bir katile bedel,
Kara Toprağa defnettik, koç yiğitleri. 

Şakamı yoksa bir çeşit yeni oyun mu bu?
Bir oyun ise, Ülkenin kalbi Meclis bu oyunun oyun sahası durumuna düşürülmüş durumda.

Mecliste iktidar, muhalefet biri birlerini yerken, birileri fersah fersah mesafe kaydediyor.
Ergenekon hala aktif, at oynatıyor meydanda, lüks hastaneler olmuş adamlara çalışma bürosu.

Bir taraftan anayasal dil sayısı çoğaltılmaya çalışılmakta iken, diğer yandan anayasal tek dil olan Türkçemiz, meclistekilerin anlaşabilmelerinde yetersiz kalıyor.
Tek dilde anlaşamayanlar, çok dilde nasıl anlaşabilecekler ki?
Mecliste skeç mi canlandırılıyor, şaka mı yapılıyor belli değil.
Yapılanlar, konuşulanlar şaka ise, biraz ağır geçiyor!
Yok, ciddi ise, işte o zaman ciddi bir problemle karşı karşıyayız demektir.
İktidar bir Kürt Açılımıdır tutturmuş gidiyor,
Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında bulunan bir muhalefet partisi (ki Kürtleri temsil ettiğini iddia ediyor);
“Askeri operasyonları durdurarak kalıcı barış sürecine destek sunması beklenen Hükümetin, tam aksine bir yandan operasyonları sürdürüp, diğer yandan Kürt halkının değerlerine dil uzatarak Kürtlerin sorununu çözmeye çalışması trajik bir yaklaşımdır.” diyor.
İyi de operasyon PKK için yapılıyor, sana ne oluyor?
Hani Kürtlerin hakkını koruyordun, hani Kürtleri temsil ediyordun. Bu durumda koruduğun Kürt asıllı kardeşlerimiz mi, yoksa Mossad destekli, CIA destekli, Ermeni orijinli PKK’lı dağ eşkıyaları mı?
Kavganın büyümesinden rahatsız olan Asker, 30 Ağustosta yapacağı konuşmayı, dört gün öne alıyor.
Konuşmaya her parti kendince yorum yapıyor.

MHP’nin yorumu:
“Açılım, askerin açıklaması ile sona ermiştir”

Şimdi bu açıklama demokrasi ile bağdaşıyor mu?
Bu açıklama, askerin meclis üzerindeki etkisini ve bu etkiyi kabul etmenin itirafı değil midir?

Sümen altı edildi, yetki varken kararlar,
Bir türlü asamadık, beş paralık itleri,
Özel besiyle beslenen, bir katile bedel,
Kara Toprağa defnettik, koç yiğitleri. 


İşin garibi, kavga bu seviyelere çıkmışken, bugünkü zemini hazırlayan çobanlar keyif içerisinde hayatını idame etmektedirler.
Yine işin garibi, açılım denen hareketin daha ne olduğu bile ortaya çıkmamışken, kürsülerden yüksek sesle itiraz edenler, hâkimin kırdığı kaleme itibar etmeyenler ve gereğini yerine getirmeyip dağdaki eşkiyaların başı olan bir caniye ada tahsis edenlerdir.

Ne manası kaldı ki hâkimin kalemi, ne?                
Bakmadınız kırık kalemine, malemine,
Bu ne olgunluk-pişkinlik, bu ne aymazlıktır?
Şimdi kürsülerden bağırmanın alemi ne?

İktidar kanadına gelince;
DTP’ barakasının altında siyaset yaptıklarını iddia edenler, “PKK’lıyız” diye basbas bağırırken, onları muhattap almanın alemi ney?
Adada beslediğiniz yaratığın yazışma trafiğine neden bu kadar musamaa gösteriliyor?

  1. PKK’nın Ergenekon Terör Örgütü tarafından kurulduğu ve ABD, İsrail ve Ermenilere hizmet etmek üzere yapılandırıldığı gün yüzüne çıktığı halde, neden uluslar arası girişimlerde bulunulamıyor veya bulunuluyorsa neden netice alınamıyor?
  2. En küçük bir olayı kullanarak ortalığı yakıp yıkan PKK piyonlarına neden bu kadar hoşgörülü davranılıyor?

Düne kadar maske takıp otobüs yakanlar, bugün maskeye bile gerek duymuyorlar.
Çünkü polisin kendilerini yakalamayacağını biliyorlar.

Polis olay çıkaranları yakalayıp yargıya sevk etme yerine, olay yerinden dağıtmakla vazifelendirildiğine televizyon ekranlarından şahit oluyoruz.
Sadece PKK’lılara mahsus bu taviz niye?

Eğer maksat AÇILIMA? halel gelmemesi ise, daha Açılım safhasında bu denli şımaran bu zevatların şımarıklıkları, açılımınızın nimetleri karşısında ne düzeye çıkacağının hesabı yapılmıyor mu?

Kısacası;
Güney Doğu’nun açılıma değil, ilgiye ihtiyacı var.
Verilmeye çalışılan haklar, Kürt asıllı vatandaşlarımızın değil, kökü dışarıda şer odaklarının talebidir.
Dile yasak, dile talebi çoğalttı. Demek ki yasakla bir yere varılmıyor.
Açık verme ki, o açığı art niyetli birileri kapatmaya ve bu sırada da nifak sokmaya fırsat bulamasınlar.
Güney Doğu’nun en büyük sıkıntısı, arkasında Baba misali bir Devleti görememektir.
Devlet zayıf kalınca, eşkıyaların tehdidi artıyor.
Eh onlarda nihayet bir can taşıyorlar.

Not:

Oldum olası Demokrasiyi anlamakta zorluk çekmişimdir.

En iyi yönetim şekli diye yutturdular,
Mazlum Cezayir’i demokrasiyle(!) vurdular.
Demokrasi getireceğiz safsatasıyla,
Koskoca Irak’ı, göz göre göre yuttular.

Zaferler Kolay Kazanılmıyor

Millî Mücadele‘mizi büyüten yokluktur, yoksunluktur. Ordunun ve paranın yok, düşmanınsa çok olduğu hengâmede çözülen diz bağları ‘Kurulur, bulunur, yenilir‘ üçlemesiyle onarılmıştır.

1911, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 22.. Sayması dile kolay, yaşaması zehir – zemberek tam 12 sene harp meydanları evimiz, siperler döşeğimiz, mermiler azığımız olmuş. İlköğretime yeni başlayan yavru liseyi bitirince bitirmişiz askerlik tahsilimizi.

Elde yok, avuçta yok. Kiminin ekmeklik bir parça mısırını da düşman alınca mısır koçanlarını döverek un etmişler ve ondan da ekmek. Kimi atların, katırların dışkılarındaki arpa tanelerini toplayıp temizleyerek çorba..

Kimi ağaç kabuklarını (Edirne), kimi süpürge tohumlarını (Çeşme), kimi otları ve ısırganları (Bahçecik) yiyerek yaşaya kalmışlar ve zaferin müjdesini bunun karşılığında almışlardı.

Kimi Hacer Nine gibi bitip tükenmek bilmeyen göç yolculuklarında yorgunluktan öldü diye bırakılmış, kimi Mahmut Dede gibi seferberlikten dönen babasının üniformasındaki bitleri elleriyle ayıklamış ama hepsi de mütevekkil, mağrur ve halâskârlara minnetle dolu.

O yüzden millî efsanemizin Şâiri ‘İstiklâl Marşı‘mıza âyetle başlıyor: “Korkma! Üstün gelecek sensin, sen.” (Taha – 68) Yine o yüzden ‘Allah bir daha bu millet İstiklâl Marşı yazdırmasın‘ diye dua ettiriyor.

Duanın dem vakti felâketlerse en büyük felâket 7 düvelin işgal orduları değil 7’den 70’e bu milletin 7, 8 hatta 9 parçaya bölünerek umudun sandalına kürek çekmesidir.

  • o Mevcut İktidar (Hilâfet ve Hükümet)
  • o Kuva-yı Milliye (Milli Kuvvetler)
  • o Kuva-yı İnzibatiye (Kontra Ordu)
  • o Azınlık Çeteleri (Rum ve Ermeni eşkiyası)
  • o Âdi Çeteler (Yerli eşkiya)
  • o İşgal Komiserliği (İngiliz, Fransız)
  • o Düşman Kuvvetler (Yunan)
  • o Yerli İşbirlikçiler (Hain kontenjanı)
  • o Propagandalı Yılgınlık (Hiçbiri şıkkı)

Talihin çoktan seçmeli sorusu iletişimin ve ulaşımın zar zor becerildiği lâkin

aynen bugün olduğu gibi dezonformasyonun / bilgi kirliliğinin had safhada olduğu bir vetirede kalbiyle ve gönlüyle doğru yolu bulmuştur. Feraset, labirentin çıkışıdır.

İzmihlâle giden Osmanlı Devleti‘nin ve Türk Milleti‘nin derinlikleri kendi

içinden sürgün vermesini bilmiştir. Mustafa Kemâl Paşa ve Ulusal Kurtuluş’un kıvılcımını yakan kadro çöken bir yapıdan diz çökmeyen ve sarsılmayan bir iradenin adı olarak doğmuştur.

O iradenin resm-i geçitleridir İnönü, Sakarya, Dumlupınar. Ve zafer en

çok sana ve senin peşinden kıvrım kıvrım bir ırmak gibi akan bu millete yakışıyor Gazi Paşa’m. O acıyı yaşayanların dua ve niyazlarında hep sen varsın.

Acaba bugün seni anlamak istemeyenler 90 yıl önce kaderlerini yanlış

şıklara ilmekleyenlerin torunları mıydı? Yoksa biz düşmanla boğuşurken dahi namlularını bize çeviren mantığın uzatmalı devamı mıydı?

Zaferin zekâtı affetmektir. Tövbe hatada ısrar etmemektir. Ve fakat bir çetin

soru hâlâ zihnimin koridorlarından gitmemektedir:

Şimdi – Allah korusun – benzeri bir durum olsa milletçe o seçeneklerin

hangisine yığılırdık???

Siz Ne Dersiniz?

0

Siz bir aile sırrı diyeceksiniz; ama öyle değil. Her evde yaşanabilecek bir diyalogdan bahsetmek istiyorum: Birkaç gün önceydi. Sevmek arzusuyla torunuma yöneldim. Kızım o esnada: “Baba, kızma; ama Ebrar, diğer dedesini daha çok seviyor.” dedi. Ben de “Farkındayım.” dedim ve devam ettim: “O, severken kendini bütün benliğiyle bebeğe verebiliyor. Bebek de bunu hissediyor. Onun kafasını meşgul eden fazla bir şey yok. Emekli adam, evinden, eşinden, torunundan başka dünyasını dolduran neyi var ki? Ben ise kafamda çok şey bulunduruyorum. Gerekli veya gereksiz pek çok işin, sorunun hamallığını yapıyorum. Kendi benliğime bile ulaşamıyorum. Dolayısıyla Ebrar’a karşı bütün içtenliğimi veremiyorum. Nasıl yaklaşırsan bebek da sana öyle tepki verir. Duygular karşılıklıdır. Ben, nedense, ilişkilerde resmi, mesafeli kalıyorum.

Eşimin, güzel yemek yaptığını kabul etmek zorundayım. Bir tarihte bana: “Sen yemek yerken hiç tat almıyorsun.” demişti. Doğruydu bu. O, bir süre beni gözlemiş, kafamın başka yerlerde olduğunu fark etmiş, yaptığı nefis yemeklerini övmemem üzerine bu sözü söylemişti.

Bazen dost sohbetlerinde, hal hatır ettikten sonra, birbirimize “Yeter artık, kendine zaman ayır.” tavsiyesinde bulunuyoruz. Herkes, iş yoğunluğundan, kendine zaman ayıramamaktan yakınıyor; ama kimse bulunduğu konumdan ayrılamıyor. Yine bir dostumun, bir gün kendini ziyaretimde “Artık insan olmayı özlüyorum.” dediğini hatırlıyorum.

Bazen düşünüyorum: Kendine dönmek, kendine zaman ayırmak ne demek? Bu soruya cevap bulduğumda ürperiyorum. Kendini emekli etmek, diye bir kavram gelişmiş. Bir kişi kendini nasıl emekli edebilir? Fıtri duygularımızı yaşamak için kendimizi emekli etmek zorunda mıyız? Bunun bir orta yolu yok mudur?

Bizim kültürümüzde emekli olmak, diye bir algılama yoktur. Kişi eli ayağı tuttuğu sürece insanlığa bir şeyler vermek zorundadır. Batı’da endüstrileşme sonucunda oluşan emeklilik kavramı, insanın posasının çıkması, bir işe yaramaması, nihayetinde artık ölümü beklemesi anlamına geliyor. Bu insanlar da ölüm yolculuğuna rahat yol alsınlar diye huzur evlerine gönderiliyor.

Kendimize, insani olan bir yaşam biçimi kurmak zorundayız. Bu yaşam biçiminde ne yaşarken insan olmak özlenmeli ne de huzur evlerinde ölüm beklenmeli. Bu bir kültür, eğitim ve algılama meselesidir. Bizi bizden uzaklaştıran, bizi ifsat eden huylar, anlayışlar okullarda vereceğimiz eğitimlerle, toplum içinde geliştireceğimiz örflerle yok edilmelidir. Kişiye kapasitesinin üzerinde iş yüklenmesi, insanların her şeyin başarıya endeksli olduğuna inandırılması; kişiyi erken yaşta bezdirecek, hayattan soğutacak, ona emekliliğini özletecektir. Az zamanda çok ve büyük işler yapmak tutkusu bizi bizden uzaklaştırıyorsa, o bizim gücümüz değil, esaret zincirimiz olacaktır. Yediğinden tat, sohbetten keyif almamak; erken yaşta bezginlik, yılgınlık hissetmek bunun doğal sonucu olacaktır.

İnsan yapısını, fıtratını çok iyi bilen inancımız, insanoğlunun bu duruma düşmemesi için çok güzel reçeteler önermiştir. Günde beş vakit zorunlu ibadet, gece ibadetleri; kişinin kendisini sorgulama, Yaratan’ıyla sohbet seansıdır. Sıla-ı rahim, diğer adıyla hısım akrabayı ziyaret, büyük sevaplardan, bunu terk etmek ise büyük günahlardandır. Ruh ve beden sağlığımızı korumak, temel sorumluluklarımızdandır. İntihar, büyük günahlar arasındadır.

Zaman geçirmeden, kokusunu alarak bebeğimizi sevebileceğimiz, tadına vararak yemek yiyebileceğimiz, ettiğimiz sohbetten haz alabileceğimiz, insan olmayı özlemeyip insan olarak kalabileceğimiz bir yaşam biçimi kurabilsek diyorum.

Siz ne dersiniz?

Sultanahmet– Ortaköy

Yazının başlığı çoğunuza Peyami Safa’nın Fatih- Harbiye romanının ismini çağrıştırdığını sanıyorum. Bu romanda Fatih, doğuyu, gelişmemişliği ve eskiyi temsil ediyordu, Harbiye ise gelişmişliği ve batı tarzı bir hayatı simgeliyordu. Günümüzde Sultanahmet ve Ortaköy, iki farklı hayat tarzının sembolü olarak algılanan İstanbul’un iki canlı semti. Bu hafta sonu (Ramazan ayı içinde) Sultanahmet’te bir gece ve Ortaköy’de bir gündüz geçirdim. Duygu ve izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

BİR RAMAZAN GECESİ SULTANAHMET: İstanbul Ramazan gecelerinde, Sultanahmet Camisi ve çevresinin özel bir yeri var. Birkaç seneden beri Ramazan ayı içerisinde Sultanahmet’te bulunma imkânı bulamamıştım. Hafta sonunda iftar sonrası Sultanahmet’e gitmek nasip oldu.

Öncelikle, arabayla Sultanahmet semtine girmek, girdikten sonra park yeri bulmak son derece zor oldu. İki saat kadar trafik çilesi çektikten sonra park ederek saat 23.00-01.30 arası binlerce vatandaşımızın coşkulu kalabalığı ile ortak atmosferi paylaşabildik.

Kalabalığın büyük kısmı iftarını Sultanahmet Camisi çevresinde yapmış, teravihten sonra da bir bayram yerini andıran meydanın çeşitli köşelerine yerleştirilmiş sahnelerde gerçekleşen konser ve gösterileri izlemişti. Gece 01’den sonra bile meydanın canlılığı aynen devam ediyordu. Çünkü çoğunluk sahuru da burada yapmak ve sabah namazından sonra evlerine dönmek niyetindeydi.

Sultanahmet Camisi avlusunda yapılan kitap fuarı bu sene avlunun bir kısmında değil, tamamında ve avlu dışında yapılan standlarda hizmet veriyordu. Daha geniş bir alana yayıldığı için daha ferah bir atmosfer ve muhtemelen daha fazla yayınevinin katılımı sağlanmış. Muhafazakâr kesimin kitap okuma alışkanlığının geliştiğine dair ümit verici bir canlılık gözledim.

Kalabalığın hepsinin “cami cemaati” olmadığı da kılık kıyafetlerinden ve tavırlarından belli oluyordu. Başı kapalı hanımların yanında sadece başı açık değil, biraz da dekolte sayılabilecek kıyafetli hanımların olması dikkat çekiciydi. Bayram yeri havasındaki bu atmosferde ailecek güzel bir gece geçirmek isteyen, ancak namaz kılmak için camiye girmeyen çok ciddi miktarda insanımız da bu meydanda idi.

Dikilitaş’ın bulunduğu alanın her iki tarafına yapılan minik dükkânlarda döner, köfte, gözleme gibi yiyecek büfeleri ile macuncular, mısırcılar, közde kahve ve nargileciler gibi eski Ramazanları günümüze taşıyan mekânlar oluşturulmuştu. Çok canlı bir alışverişin olduğu bu sabit mekânların yanında, çimenler üzerine yayılmış vatandaşlarımızın bir kısmı da evlerinden getirdikleri yiyecekleri tüketip, termoslarından koydukları çayları yudumlamaktaydı. Hatta bazıları yanlarında getirdikleri battaniyeye sarılıp kestirmeye başlamıştı.

Bu görüntünün İstanbul gibi yüzlerce yıl medeniyetin beşiği olmuş bir şehre yakışmadığı düşünülebilir. İstanbul’un biraz daha köylü hale geldiğinin bir işareti olduğu da söylenebilir. Fakat burada gördüğüm insanlarımız Türkiye’nin orta tabakasını teşkil eden, aile hayatına önem veren, küçük bütçelerine katık ettikleri sevgileriyle büyük mutlulukları yaşamayı becerebilen bir asalet içindeydiler. Biz bu insanları hep üzgün, karamsar, kederli ve öfkeli görmeye alışmışken, onları ortak bir bayram coşkusunu yaşarken görmek beni çok mutlu etti.

Onların arasında Türk-Kürt ayrımı, Sünni-Alevi farkı ve açılım arama gayretkeşliği yoktu. Zaten herkes kimliğini nasıl tarif ederse etsin, kılık kıyafeti ne olursa olsun diğerinin onu sorguladığı yoktu. Camide beraber, eğlencede, işyerinde beraber olan insanlarımızı farklı kimliklerle yabancılaştırmaya çalışanlar bu manzaradan biraz olsa utanmaları gerekir.

BİR RAMAZAN GÜNÜNDE ORTAKÖY: Ortaköy, Boğaziçi’nde Beşiktaş ilçesine bağlı bir semt. Boğaziçi Köprüsünün Avrupa yakasındaki ayağı bu semtte. Kıyıda Sultan Abdülmecit tarafından Mimar Nikoğos Balyan’a 1853 yılında yaptırılmış, oldukça zarif bir yapı olan Ortaköy Camisi (Büyük Mecidiye Camii) dikkat çekicidir.

Barok üslubunda yapılan ve adeta deniz üstünde imiş hissi veren bu aydınlık ve ferah cami etrafında çeşitli lokantalar, hanımların kendi el emeklerini sergilediği çok sayıda tezgâhta, incik boncuk (bijuteri) vb malzemeler satılıyor. Lokantaların haricinde çok sayıda tezgâh ve büfede gözlemeciler, kumpirciler, midye tavacılar vb satış yerleri var. Bu işyerlerindeki canlılık, buraya gelen halkın içinde oruçlu olmayanların oranının yüksekçe olduğunu düşündürtmekteydi.

Bayanların kıyafeti daha belirleyici olduğu için söylemek durumundayım, burada da başörtülü hanımlar vardı, ancak çoğunluk bayanların başı açıktı. Hatta dekolte kıyafetler hayli fazlaydı.

30 Ağustos Zafer Bayramı dolayısıyla Boğaziçi’nden (Karadeniz tarafından Güneye doğru) çeşitli savaş gemilerimiz, denizaltılarımız, uçaklar ve helikopterlerimizin yaptığı gösterileri izlemek Ortaköy gezimizin ayrı bir tadı oldu. Ortaköy sahilindeki bu canlı kalabalık içindeki her yaştan insanımızın çoğunun, hangi kıyafeti, hangi kimliği taşırsa taşısın bu gösteriyi alkışlarla, sevgiyle, coşkuyla izlediğine şahit oldum. Sıradan resmi törenlerin zoraki alkışı değil, içten, gönülden gelen sevgi ve gurur alkışlarıydı bunlar. Bu manzarayı izlemekte beni çok mutlu etti.

İskeleden kalkan teknelerle yapılan bir saatlik Boğaziçi gezisinde, dünyanın en güzel yerinde yaşamanın gururunu ve düşmanların bizi neden bölüp küçültmeye çalıştıklarını anlama şuurunu idrak edebiliyoruz.

Ortaköy’deki insanlarımız da, aynı Sultanahmet’tekiler gibi, vatanını ve milletini seviyor ve birbirlerine karşı bir ayrım gözetmeksizin bir arada güzelliklerimizi paylaşabiliyordu. Ülkemize karşı kötü niyeti olanlara karşı her iki kesim de gerekirse şehit olmayı göze alabilecek bir sevdanın pırıltılarını taşıyorlardı.

Ülkem adına son zamanlarda koyulaşan endişelerim azaldı, ümitlerim çoğaldı.

ABD’den ithal projelere uygun açılım arayanlar, asil Türk Milletinin bazı kardeşlerine ayrım yaptığı iftirasında bulunanlar utanmalı. Unutulmasın ki, ortak milli kimliğimizin adı olarak ifade ettiğimiz, Türk Milleti içine nifak sokup ayrışmalara sebep olmanın her iki cihanda da bedeli ağır olacaktır.